Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    3. Bölüm: Amelin Doğruluğunun, Allah Korkusu ve Halis Niye-te Bağlı Olduğuna Dair

    Bil ki bu hadis-i şerifte amelin doğruluk ve iyiliği iki esasa bağlı sayılmıştır. Amelin tam ve kamil olma ölçüsü de bu iki esastır. Birin-cisi, Hak Teala’dan korku ve haşyet içinde olmak, diğeri de samimi niyet ve halis irade sahibi olmaktır. Şimdi bize düşen, bu iki esasın amelin kemal ve doğruluğu ile olan ilişkisini ortaya koymaktır.

    O halde şunu belirtmek gerekir ki Hak Teala’dan korkmak ve O’nun karşısında haşyet duymak, nefislerin takvasına ve sakınmasına neden olmaktadır. Bu da amellerin etkilerinin kabulünün artış kaydetmesine sebeb teşkil etmektedir. Bu özetin detayı ise önceden bazı hadislerin şerhinde beyan ettiğimiz gibi, iyi veya kötü amallerden her birinin nefislerde bir takım etkiler yaratmasıdır. O halde amel güzel bir ibadet olursa, etkisi de; tabii kuvvelerin, aklî kuvvelerin emri altına girmesi, nefsin melekutî boyutunun mülkî-dünyevi boyuta egemen olması, tabiatın ruhaniyete tabi olması ve böylece ruhi cezbelerin ortaya çıkıp asıl maksada ulaşacağı bir makama erişmesi olacaktır. Hangi amel bu etkileri çoğaltır ve bu hizmeti daha iyi bir şekilde yerine getirirse, o amel daha doğru ve asıl hedefe daha yakındır. Bu etkide rolü olan her şey amelin doğruluğunun kefili konumundadır ve genelde amellerin üstünlük ölçüsü de budur. “En faziletli amel en zor olan ameldir” hadis-i şerifini de bu hususa uyarlamak mümkündür.

    Bu ön bilgilerden sonra da bilmek gerekir ki takva, nefisleri pislik ve kirlilikten arındırmaktadır ve hiç şüphesiz eğer nefis sayfası günah perdelerinden ve pisliklerinden arındırılmış olursa, güzel ameller nefste daha çok etkili olur ve insan amacına daha çabuk ulaşır. Nefsin riyazeti, melekut boyutunun mülkî boyuta üstün gelmesi ve nefsin et-ken iradesinin nüfuzu olan ibadetlerin büyük sırrı da daha iyi bir şe-kilde gerçekleşmiş olur.

    O halde nefislerin takvasında tam etkili hususlardan biri olan Allah korkusu; nefsi ıslah etmenin en müessir etkenlerinden ve amellerin doğruluk, güzellik ve kemal (perfection) faktörlerinden biridir. Çünkü takva, bizahiti nefsin ıslah faktörlerinden biri olmakla beraber, kalbî ve kalıbî (batınî ve zahirî) amellerin daha etkili olmalarının ve aynı zamanda kabul da edilmelerinin de temel etkenlerinden biridir. Nite-kim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder.”

    Haşyet ve haşyetten hasıl olan takva, etki şartları makamında oldu-ğu ve hakikatte kabulleneni temizlediği ve engelleri kaldırdığı gibi, gerçekte etken kuvvesi makamındaki amellerin kamil ve doğru olma-sının ikinci etkeni de, sadık niyet ve halis iradedir ve ibadetlerin kemal, noksanlık, sıhhat ve fesadı da tam anlamıyla bu etkene bağlıdır. İbadetler ne oranda katıksız halis bir niyetle yapılırsa, o oranda mü-kemmeldirler. İbadetlerde hiç bir şey niyet ve niyeti halis kılmaktan daha önemli değildir. Zira niyetlerin ibadetlere oranı, ruhların beden-lere ve nefslerin cesetlere oranı gibidir. Bedenleri, nefis ve bedenlerinin mülk makamından ortaya çıktığı gibi, niyet ve ruhları da nefsin batını ve kalb makamı boyutundan ortaya çıkmaktadır. Hiç bir ibadet halis niyet olmaksızın Allah-u Teala’nın kabulüne şayan değildir. Eğer ameller fakihlerin de belirttiği mülkî ve zahirî şirk ve riyadan arınmış olmazsa, sadece zahirî cüzlerinin yok ve batıl olmasına neden olur. Ama eğer batınî şirkten arınmamışsa, şeriatın ve fıkhi hükümlerin zahirî esasınca doğru ve makbul olsa da şeriatın batını ve ibadetlerin hakikat ve sırları esasınca doğru değildir ve Allah’ın dergahında kabul görmez. O halde ibadetlerin sıhhati ile kabulü arasında bir gereklilik söz konusu değildir. Nitekim rivayetlerde de bu konu çok zikredilmiştir.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      Bütün mertebeleriyle ibadetlerde şirkin kapsamlı tanımı, ibadetlerde Hak’tan gayrisinin hoşnutluğuna yer verilmesidir. Bu hoşnutluğun kendisine veya başkasına ait olması, önemli değildir. Ama eğer kendi-sinden başkasının hoşnutluğuna önem vermişse, bu zahirî bir şirk ve fıkhi bir riyadır. Ama kendi rızayetine yer verilmişse, batınî ve gizli bir şirktir. Marifet ehli nezdinde bu ibadet batıldır, bir değer taşıma-maktadır ve de hakkın dergahında makbul değildir. Yani eğer birisi örneğin rızkının genişlemesi için gece namazı kılarsa, belaların def olması için sadaka verirse, malının çoğalması için zekat öderse, bütün bunları, Hak Teala için yapar ve bu işleri Allah’tan dilerse, bu ibadet gerçi doğrudur, kafidir ve de şer’î cüzleri ve şartlarıyla yerine getiril-diği için de gerekli sonuçları da ortaya çıkacaktır. Ama bu hak Teala’ya ibadet değildir. Doğru bir niyet ve halis bir iradeye sahip bulun-mamaktadır. Aksine bu ibadet dünyayı onarmak ve dünyevi/nefsani isteklerine ulaşmak içindir. Dolayısıyla da ameli isabetli değildir. Ni-tekim eğer ibadet cehennem korkusu veya cennet şevkiyle de yapılacak olursa, yine Hak Teala için halis değildir ve içinde doğru bir niyet yoktur.

      Dolayısıyla denilebilir ki bu ibadet, şeytan ve nefis için halis kılınmıştır. Bu tür ibadetlere sahip olan bir insan, asla yaptığı ibadet-lerde Allah’ın rızayetini gözetmemiştir ki şirk sayılsın. Aksine sadece büyük puta tapmıştır: “Putların annesi, nefis putunuzdur.” Bu tür ibadetleri Hak Teala kendi zayıflığımız ve de geniş rahmeti sebebiyle belli bir mertebede kabul buyurmuştur.Yani, sonuçları ortaya çıkmaktadır. Eğer insan, zahirî şartlarını, kalbi yönelişini, huzurunu ve kabul şartlarını, yerine getirirse bütün sonuçları ortaya çıkarılacak ve vaatler gerçekleşecektir. Bunlar, kulların ibadetinin halidir. Ama, Hak Teala’nın sevgisi ve Zat-ı Mukaddes’e erişmek için yapılan ve de içinde cehennem korku-sunun ve cennet şevkinin olmadığı hürlerin ibadeti ise, velilerin ve hürlerin ilk makamıdır.

      Onlar için aklımızın almadığı nice makamlar da vardır. Nefis, ibadete, abide ve mabuda baktığı müddetçe, halis de-ğildir. Halis olabilmesi için gönlün Allah’tan gayrisinden arındırılması ve içine Hak Teala’dan başka hiç kimseye yol verilmemesi gerekir. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte şöyle yer almıştır:“Sufyan b. Uyeyne şöyle diyor: “Hz. Sadık’a (a.s) Allah-u Teala’nın kıyamet günüyle ilgili olan“Allah’a temiz bir kalple gelenden başka.” ayetini sorunca şöyle buyurdu: “Kalb-i selim, rabbiyle mü-lakat edince, içinde O’ndan başka hiç bir şeyin bulunmadığı kalptir.” Sonra şöyle buyurdu: “İçinde şirk veya tereddüt bulunan kalb değerden düşmüştür. Kalpler ahiret için arınsın diye Allah-u Teala dünyada zühdü emretmiştir.” Şüphesiz içinde Hak Teala’dan başkasının yer aldığı, şüphe ve gizli-açık şirk taşıyan bir kalp, Allah-u Teala’nın mukaddes huzurunda itibarsızdır. Sebeplere güvenmek ve Hak’tan başkasına dayanmak da gizli şirk unsurlarıdır. Rivayette de yer aldığı üzere, bir hususu hatır-lamak için yüzüğünü ters çevirmek bile gizli şirktir. Hak’tan gayrisi-nin kalbe yol bulması gizli şirkten sayılmaktadır.

      Halis niyet ise O Zat-ı Mukaddes’in menzilinden (kalpten) Al-lah’tan başkasını dışarı çıkarmaktır. Nitekim şekkin de bazı mertebeleri vardır. Bu mertebelerden bazısı gizli ve bazısı da açıktır ve de yakinin zayıflığından ve imanın gevşekliğinden kaynaklanmaktadır. Hakk’tan gayrisine mutlak anlamda güvenmek ve yaratıklara teveccüh etmek de yakinin zayıflığından ve imanın gevşekliğindendir. Nitekim işler hususunda sarsılmak da böyledir. Şekkin gizli mertebesi, tevhitte sarsıntılı olmak ve renklerden arınmama haletidir. O halde gerçek tev-hit, fazlalıklardan, tecellilerden ve kesretlerden, hatta ismî ve sıfatî kesretlerden arınmaktır. Tevhitte yerleşik hale geçmek, şekten arın-maktır. Selim kalp ise mutlak şirk ve şekten arınmış kalptir.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        Yukarıdaki hadis-i şerifte “…zühdü emretmiştir.” diye buyurulması, bu dünyadaki zühdün nihayetinin kalbin yavaş yavaş dünyayı terk etmesi, ondan nefret duyması ve gerçek maksadına erişmesi olduğuna işaret etmektedir. Hadisin başından da anlaşıldığı üzere ahiretten maksat, vücut dairesinin son hedefi ve dönüşün nihayetidir. Genel anlamda ahiret de budur. O halde dünya zuhurun tüm dairesi ve bu dünyada züht içinde yaşamak ise kalbi Allah’tan gayrisinden halis kılmaktır.

        O halde kalbinde Hak’tan başkası bulunan ve ister mül-kî/maddi işler olsun, ister manevi işler olsun, ister kemal ve dereceler olsun özetle O’ndan başkasına meyledip ilgi gösteren herkes, dünya ehlidir ve dünyada zahid değildir. Başka manevi mertebelere ve yüce cennet mertebelerine sahip olsa bile gerçek ahiretten ve cennetin en yüce mertebesi olan “lika cenneti”nden mahrumdur. Nitekim dünya ehli de dünyevi mal ve makamlar hususunda farklı konumda bulun-maktadır ve o makamlar ehlullah olmaktan çok uzaktır.





        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          4. Bölüm: İhlasın Tanımına Dair



          Bil ki ihlasın birçok tanımı yapılmıştır ve biz burada sülûk ve mari-fetler ehli arasında yaygın olduğu anlamda bu tanımlardan bazısını kı-saca zikredeceğiz.

          Büyük arif ve hakim Hace Abdullah Ensari (r.a) şöyle demiştir: “İhlas; ameli, kendisinin veya diğerlerinin rızayeti de dahil, her türlü karışıklıktan arındırmaktır.”

          Şeyh Bahai’den de gönül ehlinin, ihlası şu şekilde tanımladıkları nakledilmiştir: “İhlas; ameli, Allah’tan gayrisinin o amelde bir nasibi (katkısı) olmasından temizlemektir” Bu da önceki tanıma yakın bir ifadedir. Hakeza şöyle denilmiştir: İhlas amel sahibinin her iki alemde bu amel sebebiyle bir karşılık beklememesidir.”


          Geraib’ul-Beyan’ın yazarından da şöyle dediği nakledilmiştir: “İh-las sahipleri; Allah’a kullukta kendilerini, alemi ve ehlini görmeyen ve rububiyeti müşahedede kulluk sınırı aşmayanlardır. O halde yerden arşa kadar kuldaki tüm nasipler itibarsız hale dönüşünce, din yolunu kat etmiş sayılır. Bu da ruhun Rabb’in cemalini görmesinden dolayı, olayları görmekten arındırılmış kulluk yoludur. Hak Teala’nın kendi için seçtiği ve başkasından arındırdığı din de işte budur. Nitekim şöyle buyurmuştur: “İyi bil ki halis din sadece Allah’a özgüdür.” Halis din, hudusun (yaratıkların) azamet ve vah-daniyet nuru çölünde dağılmasından sonraki kıdem (kadim/ezeli) nu-rudur. Adeta Allah-u Teala uyarı ve işaret yoluyla, kullarını, kendine yönelişlerinde, batınlarını, gayrisinden arındırmaya davet etmiştir.”

          Şeyh Muhyiddin Arabi’nin şöyle dediği nakledilmiştir: “Din Al-lah’tan gayrisinden ve enaniyetten arındırılırsa halis olur. Zira Hakk’ın zatında tümüyle fenaya erince senin için ne bir zat, ne sıfat, ne fiil, ve ne din kalır. Aksi takdirde din gerçek anlamda halis olmaz ve de Allah için olamaz.”

          Ubudiyyet, gayrilik ve bencillik adetleri baki olduğu sürece ve işin içinde ibadet eden, mabud, ibadet, ihlas ve din bulunduğu müddetçe gayrilik ve enaniyet katışıklığı söz konusudur ve bu, marifet ehli açı-sından şirktir. İhlas ehlinin ibadeti, mahbubun tecelli desenleridir ve kalplerinde tek olan Hakk’ın zatından başkasına geçit yoktur. İmkan ufukları vücûb’a bağlandığı, kendileri için zatî sevgi ve gerçek mutlak yakınlık hasıl olduğu ve gayrilik resmi, tümüyle silindiği halde, bütün vazife ve ibadetlerini yerine getirirler. Ancak onların bu kulluğu, dü-şünce ve tefekkür esasına bağlı değildir, tecelli ile ubudiyetten ibaret-tir.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            5. Bölüm: İhlasın Amelden Sonra Geldiğine Dair

            Bil ki “Amelin halis olması için çaba harcamak amelden daha zor-dur” hadis-i şerifi insanı yaptığı amellerde özenli davranmaya yönelten bir teşviktir. Yani insan hem ameli eda ederken ve hem de amelden sonra ihlasını korumalıdır. Çünkü nice defa insan, bir ameli ayıpsız, noksansız, riyasız ve kendini beğenmişlik duygusuna kapılmadan yap-tığı halde, amelden sonra yaptıklarını anarak riyaya kapılmaktadır. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte, İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Amele dikkat etmek, amel etmekten da-ha zordur.” Ravi, “Amele dikkat etmek de nedir?” diye sorunca İmam şöyle buyurmuştur: “İnsan tek ve eşsiz olan Allah için sıla-i rahimde bulunur veya infak eder (yani amelinde riyakarlık etmez) . Bunun üze-rine o amel kendisine gizlice yazılır ve kendisine gizli bir sevap verilir. Derken o amelinin sözünü etmeye başlar. Bunun üzerine o gizli sevap silinir ve aşikarı yazılır (yani kendisine aşikar amelinin sevabı verilir. Ardından yine sözünü etmeye başlayınca o da silinir ve yerine riya ya-zılır.”

            İnsan, ömrünün sonuna değin hiç bir zaman şeytan ve nefsin şer-rinden güvenlikte değildir. Yaratılmışların rızasını karıştırmadan sa-dece Allah rızası için bir ameli yerine getirdi mi, artık pis nefsin şer-rinden güvenlikte olduğunu sanmamalıdır. Eğer dikkat ve titizlik gös-termezse, nefsin, yaptığı o amelini açıklamaya ve başkalarına duyur-maya zorlaması mümkündür. Kimi zaman bu açıklama ima ve işaret yoluyla olabilir. Örneğin eğer akşam namazı kıldığını ima etmek isti-yorsa, büyük bir ustalıkla seher vaktinin iyi veya kötü havasından veya halkın münacat ve ezanından söz eder. Nefsin gizli hileleriyle amelini zayi eder ve itibardan düşürür. O halde insan bir hastanın derdiyle ilgilenen doktor ve hastabakıcı gibi kendi haline eğilmeli ve nefsin dizginlerini kopararak kendisini helak ve zillete sürüklememesi için nefsini sıkı sıkıya kontrol altına almalıdır. Velhasıl şeytan ve kötülüğü emreden nefsin şerrinden Allah-u Teala’ya sığınılmalıdır. “Muhakkak nefis, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder.”

            Bilinmelidir ki niyeti her türlü şirk, riya ve benzeri şeylerden tüm aşamalarıyla halis kılmak ve ameline dikkat etmek çok zor ve önemli bir iştir. Hatta belki de bu durumun bazı aşamaları tamamen halis ol-muş evliyaullahtan başkası için mümkün değildir. Zira niyet insanı amele teşvik eden iradeden ibarettir. Bu irade de nihai hedefe bağlıdır ve nitekim bu hedefler de insanın zatının batınını ve yapısını teşkil eden nefsani melekelere tabidir. Makam mevki düşkünü olan ve bu düşkünlüğün kendisinde köklü bir meleke (aptitude) haline geldiği in-sanın bütün amacı, bu hedefine ulaşmaktır. Dolayısıyla, eda ettiği ameller de bu maksada yöneliktir. Kendisini harekete geçiren de bu nefsani isteğidir. Bu amel kalbinde mevcut olduğu sürece amelleri halis olamaz. Nefis sevgisi ve bencilliği köklü bir meleke haline gelen birisinin nihai hedefi nefsani isteklerine ulaşmasıdır. İster dünyevi is-teklere ve isterse de huri, köşkü cennet ve nimetler gibi uhrevi isteklere ulaşmak için olsun, bu amellerindeki tek amaç bu hayvani isteklerdir. Bencillik olduğu müddetçe, ruhi kemal ve marifetler için bile te-şebbüste bulunacak veya adım atacak olursa, bu aslında kendisi ve nefsaniyeti içindir. Bu da insanın Allah’ı değil, kendini istemesidir. Allah’ı istemek ile insanın kendisini istemesi bir araya gelemez. Böyle bir kimse Allah’ı bile istese kendisi için istemektedir. Nihai hedef benlik ve nefsaniyettir.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              O halde demek ki niyetin şirkten mutlak anlamda arındırılması, öyle herkesin harcı olmayan çok büyük bir iştir ve amellerin kemali ve noksanlığı, niyetlerin kemal ve noksanlığına tabidir. Çünkü niyet ame-lin fiiliyyet (aktüel) sureti ve melekutî yönüdür. Nitekim buna daha önce işaret ettik. Şu hadis-i şerifte de aynı anlama işaret edilmektedir:“Niyet amelden daha üstündür. Bilin ki şüphesiz niyet amelin ta kendisidir.” Niyet amelden daha faziletlidir. Hatta amelin bütün hakikatidir ve bu, bazılarının sandığı gibi abartma da değildir. Salt hakikatten ibaret-tir. Çünkü niyet, amelin kamil sureti ve temel varlık sebebidir. Amel-lerin sıhhat ve fesadı, kemal ve noksanlığı niyete bağlıdır. Bazen niyet sebebiyle bir amel bazen kınanmakta ve bazen de övülmektedir. Bazen tam, bazen nakıstır. Bazen yüce melekut türünden olup çok güzel bir yüze, bazen de aşağılıkların en aşağısı olup korkunç bir yüze sahiptir. Zahirde Ali b. Ebi Talib (a.s) ile falan münafığın namazı arasında amelin görünür şartları ve şekli açısından hiç bir fark yoktur. Ama birisi o amelle Allah’a doğru yükselmekte ve yüce melekut suretine sahip bulunmakta, diğeri ise o amelle cehenneme düşmekte, en düşük melekutî surete ve eşi olmayan bir zulmete sahip bulunmaktadır. İsmet Ehl-i Beyt’i bir parça arpa ekmeği Allah yolunda ihsan ettiği için Al-lah-u Teala onları övmek amacıyla bir çok ayetler nazil kılmaktadır. Cahil insan birkaç gün açlık çekmenin ve yemeğini fakire vermenin çok önemli bir şey olduğunu sanmaktadır. Oysa bu herkesin yapabileceği önemsiz bir şeydir. Önemi, halis ni-yet ve kasıttan kaynaklanmaktadır. Amelin ruhu; güçlü, latif, saf ve selim kalpten ortaya çıkmaktadır ve ameli önemli kılan da budur. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sureti, zahirde diğer insanlardan hiç de farklı değildi. Nitekim kendisini tanımayanlar bir topluluk arasında otururken yanına geldiklerinde, “Hanginiz peygambersiniz?” diye so-ruyorlardı. Peygamber’i başkalarından ayıran şey o büyük insanın yüce ve latif ruhu idi; mübarek cismi ve şerafetli bedeni değil. Aklî ilimlerde de bir nesnenin nesnelliğinin, o nesnenin maddesine değil, suretine bağlı olduğu belirtilmektedir. Aksine ayrım (fasıl) ile yapılan bir tanım gerçek bir tanımdır, cins ve ayrım ile yapılan bir tanım eksiktir. Zira garip ve yabancı öğelerle karışım ve aykırı şeylerle tanıtım hakikatine, tanımına ve bütünselliğine zarar vermektedir. Madde ve cins ise bir şeyin suret, fiiliyet (aktüellik) ve ayrımından ibaret olan hakikatine oranla yabancı öğelerdir. O halde amellerin bütün hakikati, onların su-reti ve melekutî yanları olan niyettir. İşte bu nedenle Hz. İmam Sadık (a.s) bu hadis-i şerifte önce amel-lerin sureti ve özüne dikkat çekmiş, suret yönünün maddi yönünden daha faziletli olduğunu belirtmiş ve niyetin amelden üstün olduğunu buyurmuştur. Tıpkı ruhun bedenden üstün olduğunu belirtmemiz gibi. Bu da niyetsiz amelin doğru ve ruhsuz bedenin beden olmasını gerek-tirmemektedir. Aksine niyetin amele ve ruhun bedene aidiyeti ile, o amel, bu ise beden olmaktadır. Niyet, amel, ruh ve beden karışımı ma-cundan, her birinin melekutî sureti, maddi/mülkî öğesinden üstündür. Bu da şu meşhur hadisin anlamıdır: “Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır.”

              İkinci olarak, İmam Sadık (a.s) amelin niyette, mülkün melekutta ve mazharın zahirde fenasını göz önünde bulundurmuş ve şöyle bu-yurmuştur: “Bilin ki şüphesiz niyet amelin ta kendisidir.” Niyetten başka bir şey yoktur. Bütün ameller niyette fanidir ve kendiliğinden bir bağımsızlığa sahip değillerdir. Daha sonra da Allah’ın şu ayetini kanıt olarak göstermiştir: “De ki, herkes kendine uygun yolda hareket eder.” Ameller nefsin yapısına bağlıdır. Gerçi nefsin yapısı, ruhun ve ruhta yoğrulmuş melekelerin batınî heyetidir; ama niyetler, nefsin zahirî yapısıdır.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                Kerbela 44 hocam çok güzel bir paylaşım, bir solukta okudum Allah (cc) razı olsun.

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  [quote author=Sebzivar link=topic=16096.msg134859#msg134859 date=1320220043]
                  Kerbela 44 hocam çok güzel bir paylaşım, bir solukta okudum Allah (cc) razı olsun.
                  [/quote]

                  Estağfirullah,
                  sadece bu mektebe öğrenci olma yolundayım İNŞAALLAH...

                  ECMAİN..

                  wesselam...


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..



                    Denilebilir ki melekeler, nefsin ilk yapısı, niyetler ise ikinci yapısıdır ve ameller de niyetlere tabidir. Nitekim İmam Sadık (a.s) da hadiste, “insanın kendine uygun yolun” niyetler olduğunu beyan buyurmuştur. Bu da amellerin her türlü şirk, riya ve benzerlerinden arındırılmasının nefsin ve melekelerinin ıslahıyla mümkün olduğunu göstermektedir. Çünkü bu, bütün ıslahatın kaynağı ve bütün kemalatın çeşmesidir. Nitekim eğer insan dünya sevgisini ilmî ve ameli riyazetle kalbinden atarsa, artık asıl maksadı dünya olmayacaktır. Amelleri dünya ehlinin dikkatini çekmek ve yanlarında makam edinmekten ibaret olan büyük şirkten temizlenecek; gizlisi ve açığı, zahirî ve batını eşitlenecektir. Eğer nefsani riyazetler ile nefis sevgisini kalbinden atabilirse, bencillikten arındığı miktarda kalbi Allah’ı isteyecek ve gizli şirkten de arınacaktır. Nefis sevgisi gönülde var olduğu sürece ve insan nefsin karanlık evinde kaldığı sürece, Allah yolunun yolcusu olamaz. Yeryüzüne çakılıp kalanlardan sayılır. Allah’a seferin ilk adımı nefs sevgisinin terk edilmesi ve bencilliğin çiğnenmesidir. İlahî yolculukta ölçü budur.

                    Kimileri, “Kim Allah ve Resulüne hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da kendisine ölüm erişirse, onun mükafatı, Allah’a düşer” ayet-i kerimesinin “Kim nefs evinden çıkıp manevi bir sefer ile Hakk’a doğru hicret eder ve tam fenaya ulaşırsa mükafatı Allah’a düşer” anlamında olduğunu söylemektedir. Böyle bir yolcunun, Zat-ı Mukaddes’i müşahede etmek ve O’nun zatında fenaya erme dışında bir mükafatının olamayacağı da açıktır. Nitekim onların dilinden şöyle denilmiştir:

                    “İçimize sığmaz bizim, dosttan başka bir kimseHer iki alemi de düşmana ver ki bize dost yeter.”


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Yirmibirinci Hadis: Şükür

                      بِالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی حُجَّةِ الفِرقَةِ وَ إِمامِهِم، مُحَمَّد بنِ يَعقُوبَ الکُلَينِی، کَرَّمُ الله وَجهَه، عَن حُمَيدِبنِ زِيادٍ، عَنِ الحَسَنِ بنِ مُحَمَّدبنِ سَماعَةَ، عَن وُهَيبِ بنِ حَفصٍ، عَن أَبی بَصيرٍ، عَن أَبی جَعفَرٍ، عليه السَّلام، قال: کانَ رَسولُ الله، صلّی الله عليه و آله، عِندَ عائِشَةَ لَيلَتَها؛ فَقالت: يا رَسُولَ الله لِمَ تُتعِبُ نَفسَکَ وَ قَد غَفَرَ الله لَکَ ما تَقَدَّمَ مِن ذَنبِکَ وَ ما تَأَخَّرَ؟ فَقالَ: يا عائِشَةُ، أَلا أَکُونُ عَبداً شَکوراً؟ قال: وَ کانَ رَسُولُ الله، صلی الله عليه و آله، يَقُومُ عَلی أَطرافِ أَصابِعِ رِجلَيهِ، فَاَنزَلَ الله سُبحانَهُ وَ تَعالی: طه . ما اَنزَلنا عَلَيکَ القُرآنَ لِتَشقی.

                      “Ebu Basir, İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Bir gecesinde Resulullah (s.a.a) Aişe’nin yanında idi. Aişe “Ya Resulullah, niçin nefsini zorluğa salıyorsun! Halbuki Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affetmiştir” deyince Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Aişe! Niçin şükreden bir kul olmayayım ki?”
                      İmam Bakır (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Resulullah ayak parmakları üzerinde durduğu bir esnada Allah-u Teala şu ayeti indirdi: Ta-Ha, biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik.”






                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Şerh
                        “Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affetmiştir” ibaresi, Fetih suresindeki şu ayete işarettir: “Doğrusu biz sana apaçık bir zafer sağlamışızdır. Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.” [1]
                        Bil ki alimler (r.a) Nebiyy-i Ekrem’in ismet makamıyla çelişmesin diye ayet hakkında bir takım açıklamalar yapmışlar. Biz Allame Meclisi’nin (r.a) naklettiği bazı hususları[2] ele alacağız ve daha sonra da marifet ehlinin kendi görüşleri doğrultusunda beyan ettikleri şeyleri kısaca zikredeceğiz.

                        Merhum Meclisi şöyle diyor: “Şia alimleri bu ayetin tevili hakkında çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bunlardan biri günahtan maksadın Resulullah’ın şefaatiyle bağışlanacak olan ümmetin günahı olduğudur. Günahın Resulullah’a isnadı ise ümmet ile arasındaki ilinti ve bağ sebebiyledir. Bu ihtimalin delili ise Mufazzal b. Ömer’in İmam Sadık’dan (a.s) naklettiği şu rivayettir:

                        “Adamın birisi İmam Sadık’a bu ayeti sorunca şöyle buyurdu: “Allah’a andolsun ki onun hiç bir günahı yoktur. Allah ona Ali’nin taraftarlarının geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlayacağını vaat etmiştir.” [3]

                        Ömer b. Yezid de İmam Sadık’dan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

                        “Onun hiç bir günahı yoktur. Asla günah işlemeye yeltenmedi. Ama Allah, taraftarlarının günahını ona yükledi ve sonra da onun için taraftarlarının günahlarını affetti.”

                        Yazar şöyle diyor: Bu açıklamanın irfan ilminde de güzel bir tutarlılığı vardır ve buna kısaca işaret etmek faydalı olacaktır. Bil ki yerinde ispat edildiği gibi kamil insanın “ayn-i sabit” i,[4] isimler imamlarının imamı olan Allah’ın en büyük isminin zuhur yeridir. Diğer varlıkların ilahî ilimdeki tecellileri ise, ilim ve ilahî ilimdeki tecelliler aleminde kamil insanın ilmî tecellisinin gölgesinde yer almıştır ve ilmî tecelli ile oluşum aleminde mevcut durumundadır. O halde vücud dairesinin tüm ilmî tecellileri, kamil insanın tecellisinin, ilmî tecelliler alemindeki zuhur yeridir. Diğer tüm varlıklar onun cemal ve celalinin zuhur alemindeki tecelli yeridir. O halde alemde vücuda gelen noksanlık, bu zuhur yerlerinden ortaya çıkan her günah, ister tekvini günah olsun, ister teşrii, zahir ve mazhar hükmünce mecazen değil, gerçekten zahire mensuptur.


                        “Sana isabet eden kötülük; nefsindendir” [5], “Lakin de ki: Hepsi Allah’tandır”[6] ayetleri ile birçok rivayetler de buna işaret etmektedir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “Biz yaratılışın ilki ve sonuyuz.”[7]


                        Hakeza: Adem ve gayrisi kıyamet günü benim bayrağım altında olacaklardır.” [8]


                        Hakeza: “Allah’ın ilk yarattığı şey ruhumdur (veya nurumdur).” [9]


                        Hakeza: “Biz Allah’ı tesbih ettik daha sonra da melekler tesbih etti. Biz Allah’ı kutsadık, daha sonra da melekler kutsadı.” [10]

                        “Biz olmasaydık Allah bilinmezdi.” [11]

                        Hakeza: “Sen olmasaydın ben alemleri yaratmazdım.” [12]


                        Hakeza: “Bizler Allah’ın veçhiyiz (yüzüyüz).” [13]


                        Bir hadiste yer aldığı üzere Resulullah (s.a.a) bir ağacın kökü konumundadır. Hidayet İmamları (a.s) ise bu ağacın dallarıdır. Taraftarları ise bu ağacın yapraklarıdır.[14] Tertemiz ağacın ziyneti ise, bu tecelli yerleri üzerindeki velayet hakkıdır. Dolayısıyla bir tecelli yerinde herhangi bir noksanlık ortaya çıkarsa, tertemiz ağaçta da o noksanlık vücuda gelir. O halde tüm mevcudatın günahları Mutlak Veli’nin (Resulullah. Müt.) günahı sayılır. Allah-u Teala, tam rahmetiyle ve kapsamlı mağfiretiyle Resulullah’a (s.a.a) merhamette bulunmuş ve “Gelmiş geçmiş tüm günahlarını” tam bir mağfiretle bağışlamış, “Senin şefaatinle tüm vücud alemi kamil saadete erecektirdiye buyurmuştur.

                        “Şefaat edenlerin en sonuncusu, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” [15]

                        Bu görüşe göre bu ayet-i kerime de, “Elbette Rabbin sana verecek böylece sen hoşnut kalacaksın” [16] ayeti gibidir ve de “Bu ayet Kur’an’da en ümit verici ayettir.” [17] Bu görüşe göre geçmiş günahlar geçmiş ümmetlerin günahı da olabilir; zira tüm ümmetler, o mukaddes zatın (Peygamber’in) ümmetidir ve nebilerin tüm davetleri son şeriata ve Mutlak Veli’nin (Peygamber’in) eserlerine yapılan davettir. Dolayısıyla da Adem ve sonrakiler ise bu velayet ağacının yapraklarıdır.


                        İkinci açıklama ise Seyyid Murtaza’nın (r.a) açıklamasıdır. Bu açıklamaya göre hadisteki zenb (günah) kelimesi mastardır. Dolayısıyla fail veya mef’ula izafe olması caizdir. Burada ise mef’ula izafe olmuştur. Dolayısıyla günahtan maksat ise, Mekkeli müşriklerin Peygamber’i Mekke’ye girmekten alıkoymaları ve Mescidu’l Haram’a girmesine engel olmalarıdır. Bu tevil üzere mağfiretin manası ise müşriklerin Peygamber (s.a.a) üzerindeki hükümlerini neshetmesidir. Yani Allah bu lekeyi fetih esnasında ortadan kaldırmış ve Mekke’nin fethiyle örtmüştür. O halde “Bundan sonra çok yakında Mekke’ye gireceksin” demektir. Bu yüzden “mağfiret”, cihadın mükafatı ve fethin faydaları olarak takdir edilmiştir.


                        Seyyid Murtaza (r.a) şöyle demektedir: “Eğer maksad günahları bağışlamak olsaydı, ayet için makul (anlakalır) bir mana edilemezdi. Zira günahları affetmenin fetih ile hiç bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla onun hedef ve faydası da olamaz. Ama geçmiş ve gelecek günahlardan maksadın müşriklerin eskiden Resulullah’a ve Müslümanlara reva gördükleri çirkin fiillerin olmasının hiç bir engeli yoktur.”[18]


                        Üçüncü açıklama da şudur: Eğer senin geçmiş ve gelecekte herhangi bir günahın olursa ben o günahını bağışladım.” Ama bilindiği gibi koşullu önerme (kaziye-i şartiye) iki tarafın (konu ve yüklemin) gerçekleşmiş olmasını ve doğruluğunu gerektirmez.[19]


                        Dördüncü açıklama ise şudur: Günahtan maksat müstahapları terk etmektir. Zira Resulullah farzları hiç terk etmemiştir. Resulullah’ın makamı yüce olduğundan başkaları için günah olmayan şeyler, onun için pekala günah sayılabilir.


                        Beşinci açıklama da şudur: Bu ayet Resulullah’ı tazim etmek için nazil olmuştur. Dolayısıyla da hüsn-i hitab makamındadır. “Allah seni affetsin” demeye benzer.


                        Meclisi, Ali b. Muhammed b. el-Cehm’in şöyle dediğini nakletmektedir: “Me’mun’un yanına vardığımda İmam Rıza’nın (a.s) da orada olduğunu gördüm. Me’mun İmam’a şöyle dedi:


                        “Ey İbn-i Resulullah (s.a.a), sen tüm peygamberlerin masum olduğunu söylemiyor musun?” İmam, “Evet” diye buyurdu. Me’mun, o zaman, “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar” ayetini sordu. İmam şöyle buyurdu: “Müşrikler nezdinde Resulullah’tan daha günahkar kimse yoktu. Zira müşrikler üçyüz altmış puta tapıyordu. Resulullah gelince onları ihlas kelimesine davet ettiğinde bu onlara ağır geldi ve şöyle dediler: “İlahları tek bir ilah mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir…Bu ancak bir uydurmadır!” [20] Allah-u Teala Resulullah’a Mekke’nin fethini nasib edince de ona şöyle buyurdu: “Allah senin müşrikler nezdinde geçmiş ve gelecekte günah sayılan tevhide davet suçunu bağışladı.”


                        Böylece Mekke müşriklerinden bazısı iman etti, bazısı da Mekke’den ayrıldılar. Mekke’de kalanlar da açıkça tevhidi inkar gücüne sahip değildi. Resulullah onları davet edince de üzerlerine galebe çalmakla müşrikler nezdindeki günahları bağışlanmış oldu.”


                        Bu sözler karşısında Me’mun da “Ağzına sağlık, ey Ebu’l Hasan!” dedi.” [21]


                        Yazar ise şöyle diyor: Bu açıklama mezkur ayet hakkında yapılan altıncı açıklamadır. Özetle ayette geçen günahtan maksat, Resulullah’ın müşriklere göre günah sayılan fiilleridir.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          1. Bölüm : Ayet-i Şerife’nin İrfanî Yorumu

                          Bil ki irfan ehli ve kalb ashabı kimselerin de mezkur ayet hakkında bir açıklaması vardır. O halde ilk önce onlar nezdinde tedavülde olan “üç fethi” zikretmek gerekir. Onlar nezdinde fetih, kapıları kapalı olduktan sonra Allah tarafından mükaşefe, ilimler ve marifet kapılarının açılmasıdır. İnsan, nefsin karanlık evinde kaldığı ve nefsani ilgilere esir olduğu müddetçe, tüm marifet ve mükaşefe kapıları yüzüne kapalı durur. Ama riyazet gücü ve hidayet nuruyla bu karanlık evden çıkınca ve nefsin menzillerini kat edince, kalp kapısını fetheder ve kalbinde marifetler zuhur eder. Dolayısıyla da “kalb” makamına erer. Bu fethe “feth-i karib” (yakın fetih) diyorlar. Zira bu fetihlerin ilki ve en yakın olanıdır. Allah-u Teala’nın şu ayetinin de buna işaret ettiğini söylemektedirler:
                          “Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır.” [1]

                          Elbette bu ve diğer fetihler, Allah’ın yardımı, hidayet nuru ve o mukaddes zatın (Resulullah’ın) cezbesiyle gerçekleşmektedir. Sâlik, kalb aleminde olduğu müddetçe ve kalbi tecellilere mahkum kaldığı sürece isim ve sıfat kapıları yüzüne kapalı durur. İsmi (adsal) ve fiili (edimsel) tecelliler sayesinde kalp aleminin tecellileri fani olur ve bu tecelliler, kalbin sıfat ve kemallerini fani kılınca, “feth-i mübin” (apaçık bir fetih) gerçekleşir. Böylece ilim ve sıfatlar kapısı yüzüne açılır, önceki nefsi adetler ile sonraki kalbi tecelliler fani olur. Dolayısıyla da isimlerin gaffariyet ve settariyeti altında önceki nefsi günahları ile sonraki kalbi günahları bağışlanmış olur. Bu fethe işaret eden ayetin de şu ayet olduğunu söylüyorlar.
                          “Doğrusu biz sana apaçık bir zafer sağlamışızdır. Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.” [2]Yani biz isimler ve sıfatlar aleminin apaçık fethini sana verdik ki, ilahî isimlerin gaffariyeti altında, önceki nefsi ile sonraki kalbi günahların bağışlansın. Bu da velayet kapısının fethidir. Sâlik, ismî ve sıfatî kesret hicabında kaldığı müddetçe, zatî tecelli kapıları yüzüne kapalı durur. Ama eğer kul zatî-ahadî tecellilere mazhar olur, tüm yaratışsal ve varlıksal adetlerini fani kılar ve bu kulu ayn-i cem (pluriel)[3] deryasına boğarsa, o zaman da “mutlak fetih” gerçekleşir ve “mutlak günah” bağışlanır. Ahadî tecelli sayesinde tüm günahların mebdei olan günahlar örtülür. “Senin vücudun, hiç bir günahla mukayese edilmez bir günahtır.” Allah-u Teala’nın şu sözünün de buna işaret ettiğini söylüyorlar“Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği zaman.” [4]O halde feth-i karib sayesinde, kalbi marifet kapıları açılır ve nefsi günahlar bağışlanır. “Feth-i mübin” sayesinde velayet kapıları ve ilahî tecelliler açılır ve geriye kalan önceki nefsi günahlar ile sonraki kalbi günahlar bağışlanır. “Feth-i mutlak” sayesinde de ahadî-zatî tecelliler fethedilir ve mutlak-zatî günahlar bağışlanır. Bilmek gerekir ki feth-i karib ve feth-i mübin evliya, enbiya ve marifet ehline oranla genellik arz eder. Ama “mutlak fetih” Resulullah’a özgü bir makamdır ve başkası için nasib olsa da, onun şefaatiyle hasıl olmaktadır. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, günahların bir takım dereceleri vardır ve bazı günahlar, iyi insanların iyilikleri sayılırken, bazıları halis insanlar için günah sayılır. Nitekim Resulullah’ın da şöyle buyurduğu söylenmektedir:“Bazen kalbim bulanıyor ve şüphesiz ki ben günde yetmiş defa Allah’tan yargılanma diliyorum.” [5]Bu bulanıklık kesrete teveccühten de olabilir. Ama hemen gelip geçici hatıra türünden bir şey olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetlerde de yer aldığına göre Resulullah bir meclisten ayrılınca, yirmi beş defa tövbe ederdi. Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere istiğfar, sadece ismete aykırı olan günahlara özgü bir şey değildir. Dolayısıyla buradaki mağfiret ve günah, halk dilinde yaygın olduğu anlamda değildir. O halde bu ayet-i şerifenin, manevi makamlarla hiç bir çelişkisi yoktur. Aksine onları tekit etmektedir. Zira manevi sülûkun aşamalarını kat etmenin ve insanî kemallerin doruğuna ulaşmanın gereği, makam ve derecelerin gereği olan günahların bağışlanmış olmasıdır. Zira bu alemde var olan her varlık; bu maddi, cismi ve mülkî alemin ürünüdür ve de mülkî, hayvani, beşeri ve insanî tüm özelliklere sahiptir. Ama bazısı bil kuvve (potansiyel), bazısı ise bilfiil (edimsel) haldedir. Bu alemden başka bir aleme, oradan da “mutlak kurb” (salt yakınlık) makamına göçmek isterseniz, bu aşamaları kat etmeli orta aşamadan geçmelisiniz. Ulaştığınız her aşamada da, önceki aşamanın günahları bağışlanmış olacaktır. Sonunda ise ahadî zatî tecelliler sayesinde tüm günahlarınız bağışlanır. Böylece tüm günahların kaynağı olan vücudî (varlıksal) günah da ahadî kibriya sayesinde gizli kalır. Bu da varlığın ulaşabileceği en son kemal derecesidir. Bu makamda tam fena ve ölüm makamına erişilir. Nitekim fetih suresi nazil olunca Resulullah (s.a.a) “Bu sure benim ölümümü haber vermektedir” [6] demiştir. Yine de en iyisini Allah bilir.

                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            2. Bölüm: Şükrün Hakikatinin Beyanı Hakkında

                            Bil ki şükür, velinimeti takdir etmekten ibarettir. Bunu takdirin et-kileri kalb, dil ve kalbî amellerde ayrı ayrı bir şekilde tecelli eder, Ama kalpte huzu, huşu, muhabbet, haşyet vb. etkileri vardır. Dilde ise sena, medh ve hamd gibi eserleri vardır. Organlarda ise itaat ve bu organların velinimetin rızası doğrultusunda kullanılması gibi etkileri vardır. Rağıb-i İsfahani ise şükrün, nimetin tasavvuru ile izharı olduğunu söylüyor. Bazıları da “keşr” fiilinin maklubu (ters çevrilmişi) olduğunu ve “keşf” manasına geldiğini söylemişlerdir. Şükrün karşıtı küfürdür. Küfür ise nimeti unutmak ve gizlemektir. “Şekur hayvan”, şişmanlığıyla sahibinin nimetlerini izhar eden hayvana derler. Bunun aslının ise “dolu” anlamına gelen “aynun şekra” olduğu söylenmektedir. Dolayısıyla şükür; velinimeti zikretmekle dolup taşmak demektir.

                            Şükür üç kısımdır. Birincisi kalbî şükürdür ki nimeti tasavvur etmek demektir. İkincisi dil ile şükürdür ki velinimeti övmektir. Üçüncüsü de diğer organlarla yapılan şükürdür ki, o da hak edişi oranında nimetlerin mükafatı ve karşılığıdır. Araştırmacı arif Hace Ensari şöyle diyor: “Şükür; nimeti ve velini-meti tanıma yoludur.” Şarih-i Muhakkik ise şöyle diyor: “Nimeti düşünmek ve velinimet-ten olduğunu bilmek şükrün ta kendisidir. Nitekim rivayet edildiği üzere Davud (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey Allah’ım! Sana nasıl şük-redebilirim ki? Zira şükür de ayrı bir nimettir ve o da bir şükür gerek-tirir.”

                            Allah-u Teala ona şöyle vahy etti: “Ey Davud! Nimetlerin benden olduğunu bildiğin takdirde, bana şükretmişsin demektir.” Yazar şöyle diyor: Bu muhakkiklerin zikrettiği manalar müsama-hadır. Zira şükür; kalbin marifeti, dilin izharı ve organların amel etmesi değildir. Hakikatte şükür; nefsani bir haletten ibarettir ve bu halet de velinimeti, nimeti ve o nimetin velinimette olduğunu anlamanın eseri-dir. Bu haletin semeresi ise, kalbî ve kalıbî (organik) amellerdir. Nite-kim bazı araştırmacılar da bu manaya işaret etmişlerdir. Ama bu da as-lında bir müsamahadan başka bir şey değildir. Bu araştırmacılar şöyle buyurmuşlardır: “Bil ki şükür; nimete, söz, fiil ve niyet ile karşılık vermektir. Bunun da üç rüknü vardır.

                            Birincisi velinimeti, O’na layık sıfatları ve nimetin bir nimet oldu-ğunu bilmektir. Bu bilgi ve marifet, sadece tüm gizli-açık nimetlerin Allah’tan geldiğini, gerçek velinimetin Allah olduğunu, ayrıca varolan tüm aracıların da Allah’ın emrine teslim olduğunu bildikten sonra ke-male erer.

                            İkincisi ise bu marifetin ürünü olan halettir. Mezkur halet ise nimet sebebiyle huzu, huşu, ve sevinç haletidir. Zira bu Allah’ın sana inaye-tini gösteren bir hediyedir. Bunun alameti ise Allah’a yakınlaşmana sebep olan şeyler dışında, dünyalık hiç bir şeye sevinmemendir.

                            Üçüncüsü ise bu haletin semeresi olan bir ameldir. Zira bu halet kalpte vücuda gelince, Allah’a yakınlaşmaya sebep olan amel için kalpte bir sevinç oluşur. O amel ise kalb, dil ve diğer organlara ait olan ameldir. Kalbin ameli ise, velinimeti; yüceltmek, övmek ve ta’zim etmeyi kastetmek, lütfünün eserleri üzerinde tefekkür etmek ve tüm kullarına hayır ve ihsanda bulunmayı amaçlamaktır. Ama dilin ameli ise övgü, yüceltme, tesbih, tahlil (La ilahe illallah demek), iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, ve benzeri şeylerle o maksat ve amacı izhar etmektir. Ama organların ameli ise, zahir ve batın nimetlerini Allah’ın itaat ve ibadetinde kullanmak ve günahlardan sakınmakta onlardan yardım almaktır. Örneğin gözlerini; Allah’ın yaratıklarını incelemek, Kur’an okumak, enbiya ve vasilerinden nakledilen ilimleri öğrenmekte kullanmasıdır. Hakeza diğer organların durumu da aynıdır.”



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              3. Bölüm: Şükrün Niteliği Hakkında

                              Bil ki Allah’ın zahirî ve batınî nimetlerinin şükrünü eda etmek ubudiyet ve kulluğun bir gereğidir. Herkes gücü oranında bunu yerine getirmeye çalışmalıdır. Gerçi hiç bir kul Allah’a hakkıyla şükredemez. Şükrün nihayeti ise hakkıyla şükredemeyeceğini bilmektir. Nitekim, kulluk ve ubudiyetin son derecesi de kulluktan aciz olduğunu bilmek-tir. Bu yüzden Resulullah (s.a.a) da acziyetini itiraf etmiştir. Halbuki kullardan hiç birisi o mukaddes zat gibi, şükür ve ubudiyette buluna-mamıştır. Zira şükrün noksanlık veya kemali, nimet ve velinimet hu-susundaki bilginin, noksanlık ve kemaline tabidir. Bu yüzden hiç kimse Allah’a hakkıyla şükredemez.

                              Kul, sadece Allah ile yaratıkları arasındaki ilişkiyi, Allah’ın rahme-tinin yaratılışın başlangıcından sonuna dek yayıldığını, nimetlerin bir-biriyle olan irtibatını ve varlığın başlangıç ve sonunu olduğu şekliyle bildiği takdirde şekur (şükredici) olabilir. Bunun marifeti ise en eşref ve efdali Resulullah olan halis veliler için dahi söz konusu olamaz. Diğer kullar ise bunun bazı mertebelerinden, hatta çoğundan ve en büyük mertebesinden bile gaflet içerisindedirler. Kulun kalbinde Hakk’ın uluhiyet hakikati tecelli etmedikçe, “vücutta Allah’tan başka bir etken yoktur” hakikatine iman etmedikçe ve kalbinde şek ve şirk bulanıklığı olduğu müddetçe hakkıyla şükredemez. Sebeplere teveccüh eden, varlıkların bağımsız tesirine inanan ve nimetin velinimetten olduğundan gaflet eden bir insan, Allah-u Teala’ya küfran-i nimette bulunmuştur. Bir takım putlar yapmış ve bunların tesiri olduğuna inanmıştır. Bu yüzden de bazen amelleri kendisine isnad etmektedir. Hatta bazen işlerde kendisinin tasarrufta bulunduğuna inanmaktadır.

                              Bazen de yaratılış alemindeki unsurları etken kabul etmekte ve ba-zen de nimetleri surî (yüzeysel) ve zahirî etkenlere isnat ederek Al-lah’ın elinin bağlı olduğunu söylemektedir: “Allah’ın eli sıkıdır” derler…söylediklerinden dolayı lanetlendiler.” Hakkın tasarruf eli açıktır ve bütün varlık dairesi, hakikaten O’ndandır. Başkasının bu hususta hiç bir etkinliği yoktur. Bütün zuhur alemi onun nimet ve kudretidir ve onun rahmeti her şeye şamildir. Bütün nimetler O’ndandır, başkası için herhangi bir nimet söz konusu değildir ki velinimet sayılsın. Bütün varlık alemi O’ndandır ve başkası için herhangi bir varlık yoktur ki herhangi bir şey kendisine isnad edilsin. Ama ne yazık ki gözler kör, kulaklar sağır ve kalpler perdelenmiştir! Bu hususta Mevlana şöyle diyor: “Bir göz istiyorum ki sebepleri delip geçsin.”

                              Bu ölü kalpler daha ne zamana kadar Hakkın nimetlerine küfranda bulunacak; alem, durum ve şahıslara bağlı kalacaktır?Bu bağlılıklar ve ilgiler, Mukaddes Zat'ın nimetlerine karşı bir küf-randır ve O’nun rahmetini gizlemektir. Buradan da anlaşıldığı üzere şükrün hakkını eda etmek, her insanın işi değildir. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: “Kullarımdan şükretmekte olanlar az-dır.” Hakkın nimetlerinin marifetine hakkıyla sahib olan çok az in-san vardır ve bu yüzden şükür görevini hakkıyla yerine getiren kullar da oldukça azdır.

                              Bilmek gerekir ki Allah’ın kullarının marifet dereceleri farklı olduğu gibi, şükür dereceleri de muhteliftir. Hakeza başka bir açıdan da şükrün mertebeleri muhtelif ve farklıdır. Zira şükür, nimet sahibinin verdiği nimete senada bulunmaktır. O halde eğer o nimet zahirî nimet-lerden olursa, bir şükrü vardır. Eğer batını nimetlerden olursa, ayrı bir şükrü vardır. Eğer marifet ve ilim türünden nimetler olursa, şükrü de başka bir şekilde olur. Bu nimet ismî tecelliler türünden olursa şükrü de ayrı bir çeşittir. Ve eğer ahadî ve zatî tecelliler kabilinden bir nimet olursa, şükrü de başka bir şekildedir. Nimetlerin bütün mertebeleri kullardan çok azı için bir araya geldiği için, şükrü bütün mertebeleriyle yetine getirmek de kullardan çok azına nasip olmaktadır. Bütün batınî ve zahirî mertebelere sahip olanlar, sadece halis velilerdir ki. Bu cihetten onların şükrü de zahirî, batınî ve sırrî (gizli) olmak üzere bütün çeşitleriyle tahakkuk etmektedir.

                              Gerçi şükrün, genelin makamından olduğunu söylemişlerdir. Zira velinimetin ceza iddiası ile iç-içedir. Bu da bir tür edepsizlik sayıl-maktadır. Ama bu iç-içelik ve yakınlık, velilerden, özellikle de bütün kesret ve vahdet makamının hafızı olan kamil velilerden başkası için söz konusudur. Bu yüzden Şeyh-i Arif Hace Ensari şükrü, genelin makamından saydığı halde şöyle demiştir: “Şükrün üçüncü derecesi kulun sadece velinimetinin cemalini görmesi ve cemalini müşahedede kendinden geçmesidir. Velinimetini müşahedede ise üç makam söz konusu olmaktadır: İlk makam, kulun sadece velinimetini görmesidir. İnsan bir kul olarak, sadece velinimetini görünce, ister istemez O’nun nimetlerini büyük sayar. İkinci makam, sevgi dolu bir kalple velinime-tini müşahede edince, bütün zorlukların kendisine tatlı gelmesidir. Üçüncü makam ise, velinimetini tefriden (yani ismî tecelliler olmaksı-zın) müşahede ettiği takdirde, artık ne bir nimet ve ne de bir şiddet görmesidir (artık o sadece Allah’ı müşahede eder).”

                              O halde anlaşıldığı üzere sâliklerin makamlarının her birinde ma-kamların evveli, genel içindir ve sonu ise halis, hatta kamil velilere özgüdür.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Bütünleme: Şükrün Rivayetlerde Yer Alan Faziletinin Beyanı Hakkında

                                Biz bu makamı da, şükürle ilgili hadislerden birkaçını zikrederek sona erdireceğiz.

                                Hz. Sadık’tan nakledilen (a.s) bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın nimetlerini yiyip şükreden kulun ecir ve sevabı, Allah yolunda oruç tutan kimsenin ecir ve sevabı gibidir. Esenlik içinde şükreden kulun ecri ise, belaya maruz kaldığı halde sabreden kimsenin ecir ve sevabı gibidir ve kendisine nimet verildiğinde şükreden kimsenin ecir ve sevabı ise, nimetten mahrum olduğu halde kanaat eden bir insanın ecri gibidir.”
                                Abdullah b. Velid ise Hz. Sadık’tan (s.a.a) şöyle buyurduğunu nak-letmektedir: “Üç şey vardır ki onlarla birlikte hiç bir şey zarar vere-mez. Şiddet anında dua, günahlardan dolayı bağışlanma dileme ve nimetlere şükretmek.”

                                Ebi Basir ise Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
                                “Sizden birisi su içtiğinde Allah-u Teala, o su vasıtasıyla kendisine cenneti farz kılmaktadır.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Zira, o su içen insan bardağı kaldırmakta, ağzına götürmekte, Allah’ın ismini zikre-derek o suyu içmekte, sonra o bardağı içmeye meyilli olduğu halde ağzından uzaklaştırmakta ve Allah’a hamd etmektedir. Sonra yeniden ağzına götürmekte, içmekte ve ağzından uzaklaştırarak Allah’a hamd etmektedir. Sonra yeniden ağzına götürmekte, içmekte, ağzından uzak-laştırmakta ve Allah’a hamd etmektedir. Böylece aziz ve celil olan Allah da bu sebeple ona cenneti farz kılmaktadır.”
                                Allah’a hamd etmek şükür ile birliktedir. Nitekim rivayetlerde yer aldığı üzere “İnsan “elhamdülillah” deyince Allah’a şükretmiş sayıl-maktadır.”
                                Kafi’de yer alan bir rivayette, Ömer b. Yezid, Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu yer almıştır:
                                “Her ne kadar o nimet büyük de olsa, her nimetin şükrü Allah’a hamd etmektir.”
                                Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Nimetin şükrü ha-ramlardan uzaklaşmaktır. İnsanın söylediği şükrün kemali ise “el-hamdu lillahi rabbi’l alemin” demesidir.”
                                Hammad b. Osman ise şöyle diyor: Hz. İmam Sadık (a.s) mescidden dışarı çıkınca merkebinin kaybolduğunu gördü ve şöyle dedi: Allah-u Teala eğer o merkebi bana geri döndürürse, ona hakkıyla şükredeceğim.” Çok geçmeden kendisine merkebini getirdiler. İmam Sadık o zaman,“ “el-hamdu lillah” diye buyurdu. Orada olanlardan birisi şöyle dedi: “Sana feda olayım, acaba siz Allah’a hakkıyla şükredeceğinizi söylememiş miydiniz?” İmam Sadık (a.s) şöyle bu-yurdu: “Benim “el-hamdu lillah” dediğimi duymadın mı?”
                                Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere Allah-u Teala’ya hamd etmek, dil ile yapılan şükrün en üstün olanıdır.
                                Şükrün eserlerinden biri de nimetin çoğalmasıdır. Nitekim ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Eğer şükrederseniz şüphesiz size artırırım.”

                                Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Şükür verilen kimseye; nimet artışı da verilir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Eğer şükrederseniz şüphesiz size artırırım.”


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X