Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Bu hususta bir çok rivayet vardır. Buradan da anlaşıldığı gibi ver’a olmadan hiç bir ibadetin değeri yoktur. Ayrıca bilindiği gibi yapmakta olduğumuz ibadetlerin büyük sırrı da nefsin teslimiyet içine girmesi, riyazet çekmesi ve melekut aleminin mülk ve tabiata galebe çalmasıdır. Şiddetli bir ver’a ve kamil bir takva olmaksızın bu da asla hasıl olamaz. Allah’a isyana yeltenmiş olan nefislere, hiç bir şey etki etmez ve faydalı olmaz. O halde nefsin kemal sureti olan ibadetin, günah bulanıklığından kurtulmayan bir nefis üzerinde hiç bir tesiri ola-maz. Bu nefis manasız bir suret ve ruhsuz bir kalıb mesabesindedir.

    Ravi şöyle diyor: “İmam Sadık (a.s) bir takım nasihatta bulundu, zühde davet etti ve daha sonra şöyle buyurdu: “Ver’a sahibi olun. Zira insan sadece ver’a sayesinde Allah indinde olanlara nail olabilir.”

    O halde bu hadis-i şerif esasınca ver’a sahibi olmayan bir insan, Al-lah’ın kullarına vaat ettiği yüceliklerden mahrum kalır ve bu da en bü-yük mutsuzluk ve mahrumiyetlerden biridir.

    Vesail’de yer alan bir hadis-i şerifte İmam Bakır şöyle buyurmuştur: “Velayetimize ancak amel ve ver’a ile erişilebilir.”
    Başka bir hadis-i şerifte İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur “Yüz bin kişilik cemiyeti olan bir şehirde kendisinden daha takvalı birinin bulunduğu (takvası az) kimse, bizim Şiilerimizden (taraftarlarımızdan) değildir.” Kafi’de de bu anlamda bir çok hadis vardır.
    Bilmek gerekir ki rivayetler esasınca ver’anın kemal ölçüsü, Allah’ın haramlarından sakınmaktır. İlahi haramlardan sakınan kimse halkın en ver’alı olanıdır. O halde şeytan bu işi gözünde büyütmemelidir. Seni ümitsiz kılmamalıdır. Zira o melun, insanı ümitsizliğe düşürerek ebedi mutsuzluğa düşürmeye adet etmiştir. Mesela bu hususta şöyle der: “Nasıl olur da yüzbin kişilik nüfusu olan bir yerde en takvalı sen olabilirsin.” Bu melunun hilelerinden ve nefs-i emmarenin ves-veselerindendir.

    Buna cevap olarak demek gerekir ki, rivayetler esa-sınca da bir insan ilahî haramlardan sakındığı takdirde bu hadisin kap-samına girer ve insanların en takvalısı sayılır. İlahî haramlardan sa-kınmak çok zor bir şey değildir. İnsan az bir nefis riyazeti ve teşebbüs sayesinde tüm günahlardan el çekebilir. Elbette insan ilk önce mutluluk ve kurtuluş ehli olmayı, Ehl-i Beyt’in velayeti altına girmeyi ve Hakk Teala’nın yüceliklerine mazhar olmayı istemelidir. Bu ölçüde günahlardan sakınamıyorsa hiç bir şey olmaz. Kesinlikle bir yere kadar tahammül, riyazet ve ısrar gerekmektedir.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Tamamlama: İhanetin Fesatları ve Emanetin Hakikatinin Be-yanı Hakkında

      Bu makamda işaret edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur ki Resulullah (s.a.a), ver’a hususunda tavsiyede bulunduktan hemen sonra ihanete cüret etmemeyi öğütlemiştir. Halbuki ver’a okuduğun gibi, mutlak günahlarla veya daha geneliyle ilgili bir şeydir. O halde ver’a ile örtüşmesi için, ihaneti örfi anlamından daha genel bir manada açıklamak gerekir. O da, mutlak günahı veya ilallah seyrine engel olan bir şeye bulaşmayı, ihanet olarak saymaktır. Zira ilahî teklifler Hakk’ın emanetleridir. Nitekim bazı müfessirler, “Emaneti göklere ve yere sunduk” ayetindeki emanetin, ilahî teklifler olduğunu söylemiştir. Hatta tüm organ ve kuvveler Hakk’ın emaneti sayılır. Bunları da Hakk’ın rızası dışında bir yerde kullanmak, ihanet sayılır ve kalben Allah’tan gayrisine teveccüh etmek de bu ihanetler cümlesindendir.

      “Dost’un Hafız’a ısmarladığı bu emanet canı
      Bir gün yüzünü görür de O’na teslim ederim.”

      Ya da ihanetten maksad; bilinen manasıdır. Ama oldukça önemli olduğu için özellikle ve ayrıca zikredilmiştir. Adeta ver’a’nın tüm ha-kikati, emanete ihanetten sakınmaktır. Emaneti sahibine vermek ve ihanetten sakınmak hususunda Masumlar’ın rivayetlerini inceleyen bir kimse, Allah’ın bu hususa ne kadar önem verdiğini çok iyi bilir. Ayrıca bunun zatî çirkinliği de herkesçe bilinen bir şeydir. Hain kimseyi, şeytanların en reziline katmak gerekir. Halk arasında ihanet ve sahte-karlıkla meşhur olan kimseye, bu dünya hayatı zor ve tatsız gelir.
      İnsan türü dünyada birbiriyle yardımlaşma sayesinde rahat bir hayat yaşayabilir. Ferdi hayat, insanlık toplumundan çıkıp vahşi hayvanlara katılmadığı müddetçe, hiç kimse için mümkün değildir. Sosyal hayat insanların birbirine itimadı sayesinde idare olur ve eğer insanoğlundan güven alınacak olursa, asla rahat bir hayat yaşayamaz. Güvenin büyük temeli ise emanete riayet etmek ve ihanetten kaçınmak üzere bina edilmiştir. O halde hain, güvenilir bir kimse değildir ve insanlık toplumundan dışarı çıkmıştır. Hain kimse; “erdem şehri”ne üyelikten çıkarılmış sayılır. Şüphesiz böyle bir kimsenin zor bir hayat yaşayacağı ise bellidir. Biz bu hususta daha fazla faydalanmak için Ehl-i Beyt’ten birkaç hadisi nakledelim; gönlü ve gözü açık olanlar için bu yeterlidir.
      Hz. İmam Sadık şöyle buyurmuştur: “İnsanın rüku ve sücudunun uzunluğuna bakmayın, zira; bu insanın adet ettiği bir şeydir. Dolayı-sıyla terk ederse ondan dehşete kapılır. Siz insanın doğru sözlü olma-sına ve emanete riayet etmesine bakınız.”

      Ravi şöyle diyor: “Hz. İmam Sadık’a (a.s) “İbn-i Ebi Yafur size se-lam gönderdi” dedim. İmam şöyle buyurdu: “Sana ve ona selam ol-sun. Onun yanına varınca selamımı söyle ve kendisine şöyle dediğimi ilet: “Hz. Ali’yi Resulullah nezdinde yücelten şeyin ne olduğuna bak ve sen de onunla amel et. Şüphesiz ki Hz. Ali doğru sözlü olduğu ve emanete riayet ettiği için Resulullah nezdinde o yüce makama erişmiş-tir.”

      Ey aziz! Bu hadis-i şerif üzerinde biraz tefekkür et. Doğru sözlü olmak ve emanete riayet etmek, Hz. Ali’yi (a.s) o yüce makama ulaştı-racak kadar büyük ve önemli bir husustur. Buradan da anlaşıldığı gibi Resulullah bu iki sıfatı her şeyden daha çok seviyordu. Zira Hz. Ali’nin (a.s) onca kemal sıfatları arasında sadece bu iki sıfatı kendisini Allah’a yakın kılmış ve o yüce makama ulaştırmıştır. İmam Sadık (a.s) da bütün fiil ve sıfatlar arasında çok önemli gördüğü bu iki sıfatı dostu İbn-i Ebi Ya’fur’a tavsiye etmiştir.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Ebu Zer Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: “Sıla-i rahim ve emanete riayet, (tecessüm etmiş haliyle) kıyamette sıratın iki yanında dururlar. Sıla-i rahim eden ve emanete riayet eden birisi sırattan geçer ve cennete girer. Ama sıla-i rahim etmeyen ve emanete ihanet eden birisi geçmek isterse hiç bir ameli bu sıfatları sebebiyle ona fayda vermez ve sırat onu ateşe atar.”

        Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle diyor: “Peygamberlerin evlatlarının katiline bile emanetlerini geri verin.”

        Hakeza Hz. İmam Sadık (a.s) vasiyetlerinin birinde şöyle buyur-muştur: “Bil ki Hz. Ali’yi kılıcıyla vurup öldüren katili bile beni emin olarak kabullenir, benden hayır diler ve benimle istişare ederse, ben de kabullendiğim takdirde, emanetine riayet ederim.”

        Hamza-i Sumali de, Hz. Seccad’ın (a.s) kendi dostlarına şöyle bu-yurduğunu nakletmiştir: “Emanetlere riayet ediniz. Muhammed’i (s.a.a) gönderen Allah’a andolsun ki eğer babam Hz. Hüseyin’i öldü-ren katiller, o cinayeti işledikleri kılıçlarını bile bana emanet verecek olsalar, emaneti kendilerine geri veririm.”

        İmam Sadık’ın (a.s), babalarından naklettiğine göre, Resulullah emanete ihanetten sakındırdıktan sonra şöyle buyurmuştur: “Dünyada emaneti geri vermeden ölen kimse, benim dinimden gayrisi üzere öl-müştür ve de Allah’ı kendisine gazap ettiği bir halde karşılar. Hain kimsenin ihanetini bildiği halde, ondan bu malı alan kimse de hain biri sayılır.”

        Bu hususta hadisler bundan daha çoktur. Allah-u Teala’nın gazabı-nın neticesinin ne olduğu ise herkesçe malumdur. Elbette şefaat eden-ler de Allah’ın gazap ettiği, özellikle de Resulullah’ın dininden çıkmış olan hain kimseye, asla şefaat etmezler. Başka bir rivayette ise “Mü-mine ihanet eden kimse benden değildir” diye buyurulmuştur. Başka bir rivayette de “Hain kimse İslam dininden dışarı çıkmıştır ve onu ebedi olarak cehenneme atarlar” diye yer almıştır. Bu büyük günah-tan Allah’a sığınırım.

        Bilindiği gibi mümine ihanet; mal ihanetinden ve günah olarak daha büyük olan diğer ihanetlerden daha genel ve kapsamlıdır. O halde insan bu alemde de nefs-i emmaresine oldukça dikkat etmelidir. Zira nefs-i emmare insana bir çok işleri kolay gösterir ve insanı kör kılar. Aynı zamanda ihanet de, insanın ebedi mutsuzluğuna ve daimi mah-rumiyetine de neden olmaktadır. Buradan Allah-u Teala’nın emanetle-rine ihanet etmenin sonuçları da açıkça anlaşılmaktadır.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          3. Bölüm: Allah-u Teala’nın Bazı Emanetlerine İşaret

          Bil ki Allah-u Teala bütün zahirî ve batınî kuvve ve organları bizlere ihsan etmiş, zahir ve batın memleketimizde rahmetini genişletmiş, bütün bunları kudretimize teslim kılmış, bunları bizlere bir emanet olarak merhamet buyurmuştur. Bütün bu emanetler temiz, her türlü maddi ve manevi pisliklerden arınmış ve gayp aleminden bizlere nazil olan nimetler tertemiz kılınmıştır. O halde biz Allah-u Teala’nın huzu-runa vardığımızda, bütün bu emanetleri mülk, dünya ve tabiat pislikle-rine bulaştırmadan kendisine teslim edecek olursak, emanete riayet etmiş oluruz. Aksi takdirde ihanet etmiş, gerçek İslam ve Resulullah’ın getirdiği dinden çıkmış sayılırız.

          Meşhur bir hadiste şöyle yer almıştır: “Müminin kalbi Rahmanın arşıdır.” Meşhur bir hadis-i kudside ise şöyle buyrulmuştur: “Yer ve gök beni almadı; ama mümin kulumun kalbi beni aldı.”

          Müminin kalbi Allah’ın saltanat tahtı, arşı ve mukaddes zatın evidir. Mümin kalbin gerçek sahibi, mukaddes zattır. Dolayısıyla Hakk’tan gayrisine teveccüh de Hakk’a ihanettir. İrfan ekolünde Allah-u Teala ve dostlarından gayrisini sevmek ihanet sayılmaktadır. Nitekim Allah’ın dostlarını sevmek de gerçekte Allah’ı sevmektir.

          İsmet ve taharet Ehl-i Beyt’inin velayeti, risalet hanedanını sevmek ve kutsal makamlarını bilmek, Allah’ın bir emanetidir. Nitekim birçok hadislerde ayetteki emanet, Hz. Ali’nin velayeti olarak tefsir edilmiştir. Do-layısıyla Hz. Ali’nin (a.s) velayet ve saltanatını gasbetmek de emanete ihanet sayılmaktadır. Hz. Ali’ye uymamak da ihanetin mertebelerinden biridir. Hadis-i şeriflerde de yer aldığı üzere gerçek Şii, Ehl-i Beyt’e kamil olarak uyan kimsedir. Aksi takdirde uymadan sırf Şii olduğunu iddia etmekle insan Şii olamaz.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Hayallerden bir çoğu, yalancı istekler türündendir. Dolayısıyla kal-bimizde Hz. Ali ve temiz evlatlarına karşı en küçük bir sevgi gördü-ğümüzde, hemen bu sevgiyle gururlanıyor, onlara uymayı terk ederek kendilerini sevdiğimizi sanıyoruz. Eğer insan dikkat etmeyip dostluğun nişanelerini terk edecek olursa, bu dostluğun baki kalacağına kim güvence verebilir? İnsan ölüm anında mümin ve halis olmayanlar için ortaya çıkan zorluk ve dehşetle karşılaşınca, Hz. Ali’yi de (a.s) unuta-bilir.

            Nitekim hadislerde yer aldığı üzere “Günah ehlinden bir grubu cehennemde azab görecekler ve bunlar Resulullah’ın ismini bile unu-tacaklardır. Bu günahkarlar, ancak uzun bir müddet azab görüp temiz hale gelince Resulullah’ın ismini hatırlayacak ve onlara telkin edile-cektir. Böylece, “Ey Muhammed!” diye feryat edecek ve böylece ken-dilerine merhamet edilecektir.”

            Biz ölüm anının da bu alemdeki durumlara benzediğini sanmakta-yız. Azizim! Sen en küçük bir hastalık sebebiyle bile bütün bilgilerini unutuyorsun. O halde bütün o zorluklar, baskılar, musibetler ve deh-şetler karşısında ne yapacaksın? Elbette eğer insan dost olur, dostluğun gerekleri ile amel eder, Hakk’ı zikreder, ve tabi olursa, şüphesiz Hakk’ın mutlak velisi ve mutlak sevgilisine dostluğu sebebiyle Allah-u Teala’nın teveccühüne mazhar olacak ve Allah’ın sevdiği bir kul haline gelecektir. Ama eğer sadece iddia eder, amel etmez, hatta muhalefet gösterirse, bu alemden göçmeden önce, dünyanın değişiklikler, de-ğişimler ve farklı tecellileri karşısında bu dostluğunu kaybedebilir.

            Hatta neuzubillah bu sevdiğine düşman bile kesilebilir. Nitekim bir çok insanın, dostluk iddiasında bulundukları halde, yersiz muaşeretler ve uygunsuz amelleri sebebiyle, Allah, Resulü ve Ehl-i Beyt’e düşman kesildiklerini gördük. Farzen bu alemden Ehl-i Beyt’e muhabbet üzere intikal edecek olursa, hadis-i şeriflerde yer aldığı üzere kıyamette necat ehli olacak ve saadete erecektir; ama berzahta, ölümün korkunç hallerinde ve kıyamette, insan sayısız büyük dehşetlere maruz kala-caktır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle yer almıştır: “Biz kıyamette sizlere şefaat edeceğiz, ama berzahınız için kendiniz bir şeyler yapma-lısınız.”

            Bu alemde hiç bir misali ve örneği olmayan berzah azabı, zahmeti, kabir baskısı ve azabından Allah’a sığınırım. Cehennemden kabre açı-lan o kapı, eğer bu aleme açılacak olsaydı, şüphesiz bütün varlıklar helak olurdu. Bundan Allah’a sığınırım.

            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              4. Bölüm: Allah-u Teala’dan Korkmanın Beyanı Hakkında

              Bil ki Allah-u Teala’dan korkmak, sıradan insanlar için düşünülebi-lecek en önemli bir mertebedir. Bu korku manevi kemallerden biri olmakla birlikte, nefsani faziletlerden bir çoğunun kaynağı ve nefsin önemli ıslah edici etkenlerinden de biridir. Belki bütün ıslahların kay-nağı ve bütün ruhani hastalıkların tedavi nedeni sayılabilir. Allah’a iman eden ve ilallah muhaciri olan insan, bu menzile oldukça önem vermelidir. Bu korkuyu kalpte arttıran ve güçlü kılan şeylere oldukça teveccüh etmelidir. Azabı, ölümden sonra berzah alemi ve kıyamette göreceği zorlukları, sıratın dehşetli anlarını, amellerinin tartılacağını, inceden inceye hesaba çekileceğini, cehennemin çeşitli azaplarını; Al-lah-u Teala’nın kahır, celal, saltanat ve azametini, Allah’ın kendisine mühlet verdiğini, Allah’ın düzenini, kötü akıbetini ve benzeri korkunç olayları göz önünde bulundurmalı, sürekli hatırında tutmalıdır. Biz bu kitapta, bu merhalelerin tümünü bir yere kadar açıkladığımız için, bu-rada sadece Allah’tan korkmanın faziletleri ile ilgili bir takım hadisleri nakletmekle yetiniyoruz.

              İshak b. Ammar, Hz. Sadık’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ey İshak! Allah’tan onu görüyormuşçasına kork; eğer sen onu gör-müyorsan da, o seni görüyor. Eğer onun görmediğini sanıyorsan, kafir olursun, eğer onun seni gördüğünü bildiğin halde günah işliyorsan; onu, seni görenlerin en aşağısı kılmış olursun.”

              Bil ki eğer insan Allah-u Teala’nın mülk ve melekuttaki tecellisini ve o mukaddes zatın yer ve göklerdeki zuhurunu, huzurî bir müşahede, kalbi bir mükaşefe veya hakiki bir imanla müşahede edecek olursa, Allah’ın yaratıklarıyla ve yaratıklarının Allah’la olan isnadını gerçek anlamıyla idrak ederse, ilahi meşiyetin tecellilerdeki zuhurunu ve bu tecellilerin Allah’taki fenasını gerçek manasıyla algılayacak olursa, Allah-u Teala’nın bütün mekanlardaki huzurunu/varlığını bilir ve Al-lah’ı bütün varlıklarda ilm-i huzuri ile müşahede eder.

              Nitekim Hz. İmam Sadık şöyle buyurmuştur: “Gördüğüm her şeyde Allah’ı onunla ve onda gördüm.”

              Nafilelerin sağladığı yakınlıkta ise “Ben onun kulağı, gözü, eli olu-rum.” hakikati ve benzeri gerçekler kendisi için keşf olur. Dolayısıy-la Allah-u Teala’yı kendi makamı esasınca ilmen, imanen, aynen veya şuhuden bütün vücud mertebelerinde hazır görür. Elbette bu makamda sâlik hangi mertebede olursa olsun, Hakk’ın huzurunu göz önünde bu-lundurur ve Allah’a muhalefetten sakınır. Zira huzur ve hazıra riayet etmek, bütün varlıkların üzerinde yaratıldığı fıtratlardan biridir. Ne kadar hayasız bir insan da olsa, gaybet ve huzuru birbirinden ayrı tutar. Özellikle de kamil ve azim olan velinimetin huzuruna riayet eder. Varlıklardan her birinin huzuruna riayet etmek, her insanın fıtratında, ayrı ayrı bir şekilde sabit ve mevcuttur.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                5. Bölüm: Allah-u Teala’nın Huzuruna Riayet Hususunda İn-sanların Farklılığının Beyanı Hakkında

                Bil ki iman, sülûk, irfan ve velayet ehlinden her birisi kendilerine özgü bir şekilde Allah-u Teala’nın huzuruna riayet ederler. Nitekim mümin ve muttakiler, Allah-u Teala’nın huzuruna, kötülükleri terk etmek ve emirlerini yerine getirmekle riayet ederler. Cezbe ehli olan kimseler ise Allah’tan gayrisine teveccühü terk etmek ve Allah’a tam ve kamil bir şekilde bağlanmakla Allah’ın huzuruna riayet etmiş olurlar. Kamil ve büyük evliyalar ise Allah’tan gayrisini terk etmek ve bencilliği yok etmekle Allah’ın huzuruna riayet ederler. Özetle marifet ehli ve kalp ashabının yüce makamlarından birisi, Hakk’ın huzurunu müşahede etmek ve bu huzura riayette bulunmaktır. Nitekim insan hangi makamda olursa olsun, Allah’ın fiilî ilminin niteliğini ve varlık-ların Allah’ın zatındaki fenasını müşahede etmek ve bütün varlıklarının rububiyet huzuru olduğunu anlamakla, Allah’ın huzuruna riayet etmiş olur ve bu ise fıtri hususlardan biri sayılmaktadır.

                Nitekim Resulullah (s.a.a) da şerhiyle meşgul olduğumuz bu hadiste Hz. Ali’ye vasiyette bulunurken, bunun ilk makamına işaret etmiştir. İshak b.Ammar’ın naklettiği hadiste, “Üçüncüsü ise zikri yüce Al-lah’tan onu görüyormuşçasına korkmandır” ve başka bir yerde ise, “Allah’tan onu görüyormuşçasına kork” diye buyurulmuştur

                Hz. İmam Sadık (a.s) ise “Sen onu görmesen de şüphesiz o seni görüyor” sözüyle bu makamın ikinci mertebesine işaret etmiştir. Hz. İmam Sadık (a.s), “Eğer onun seni gördüğünü bildiğin halde…” sö-züyle de insanlardaki fıtratın, huzura (Allah’ın hazır ve nazır olduğuna) riayet ettiğine işaret etmiştir.

                İman, sülûk, riyazet ve irfan ehlinin farklı mertebeleri esasınca, Al-lah’tan korkmanın da bir takım aşamaları vardır. Bu korkunun en bü-yük mertebesi, Allah-u Teala’nın celalî ve kahrî tecellileri ve azame-tinden korkmaktır. Aslında, bu makamı korkunun mertebelerinden saymamak da mümkündür. Nitekim meşhur Arif Hace Ensari, Menazil-us Sâlikin adlı kitabında şöyle buyuruyor: “Kalp, sırlar ve ve-layet ehlinin; ululama heybeti, azamet ve celal haşmeti dışında bir korkusu yoktur.”


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  6. Bölüm: Ağlamanın Faziletinin Beyanı Hakkında

                  Allah korkusundan ağlamanın da bir çok fazileti vardır. Nitekim bir hadisi-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Her bir göz yaşı damlası için Allah-u Teala cennette bin ev inşa eder.” Şeyh Saduk’un Hz. Sa-dık’tan, onun da babalarından naklettiği bir rivayette ise Resulullah şöyle buyurmuştur: “Allah korkusundan ağlayan bir gözün her gözyaşı damlası için cennette hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir kalbin içinden geçirmediği inci ve mücevher ile süslü bir köşk verilir.”

                  Sevab’ul A’mal’da ise Hz. İmam Bakır’dan naklen Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Hiçbir şeyin dengi olamadığı Allah, hiçbir şeyin bedeli olamadığı la ilahe illallah kelimesi ve hiçbir şeyin eşiti olamadığı Allah korkusundan dökülen göz yaşı damlası dı-şında her şeyin bir karşılığı vardır. Eğer göz yaşı yüzüne dökülürse, artık o yüzü hiç bir zaman siyahlık ve zillet kaplamaz.”

                  Hakeza bir hadiste yer aldığı üzere “Günahları sebebiyle kendisi ile cennet arasında yerden arşa kadar uzaklık olan bir insan, günahlarından pişman olarak Allah korkusundan ağlarsa, onunla cennet arasında bu uzaklık kalkar ve cennet kendisine kirpiklerin göze olan yakınlığı mesabesinde yakın olur.”

                  Kafi’de Hz. Sadık’dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Allah için dökülen gözyaşı damlası dışında her şeyin bir ölçeği vardır. Bir damla gözyaşı ateşten bir deryayı söndürür.” Hakeza şöyle buyurmuştur: “Bir ümmetin içinde, bir tek ağlayan kimse olursa, o ümmetin tümüne merhamet edilir.” Bu tür hadisler oldukça çoktur.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    7. Bölüm: Küçük Amele Büyük Sevabın Verilmesinin İmkansız Olmadığının Beyanı Hakkında

                    İşaret edilmesi gereken hususlardan birisi de güvene ermemiş bazı zayıf nefislerin, bu cüz’i işler için büyük sevapların verilmesini im-kansız saymasıdır. Halbuki onlar, bu alemde bizim gözümüzde küçük olan bir şeyin, melekutî ve gaybî suretinin de küçük olması gerekme-diği hususunda gaflet etmektedirler. Oysa küçük bir varlığın melekutu ve batını, tam bir azamet ve büyüklük içerisinde olabilir. Nitekim Resulullah’ın cismani sureti bu alemdeki küçük varlıklardan biri ol-masına rağmen, mukaddes ruhu, mülk ve melekut alemlerini ihata et-miş, semavat ve yerlerin icadına vasıta olmuştur. O halde bir şeyin batınî ve melekutî suretinin küçük olduğuna hükmedebilmek için, me-lekut alemini ve varlıkların batınını da bilmeyi gerekir. Bizim gibiler için böyle bir hüküm verme yetkisi yoktur. Dolayısıyla bizler ahiret aleminin alimleri olan enbiya ve evliyanın sözlerine kulak vermeliyiz.

                    Ayrıca ahiret alemi Allah-u Teala’nın sonsuz nimetleri, sonsuz rahmetleri ve fazlı üzere bina edilmiştir. Allah-u Teala’nın kereminin ise haddi ve sınırı yoktur. Mutlak Cevad’ın fazlını ve sonsuz rahmet sahibinin rahmetini sınırlamak, büyük bir cehaletten kaynaklanmakta-dır. Allah’ın bütün nimetlerini saymak, akılların aciz olduğu bir şeydir. Kaldı ki Allah’ın bütün bu nimetleri, istemeden ve liyakat aranmaksı-zın verilmiştir. O halde hiç istenmediği halde bu sevapların kat kat fazlasını da kullarına vermesinin herhangi bir sakıncası düşünülebilir mi? Halbuki o alem; insan iradesinin nüfuzu üzere bina edilmiş ve hakkında şöyle buyurulmuştur: “Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır.” İnsanın iştah ve isteğinin ise her han-gi bir sınırı ve miktarı yoktur. O halde bu hususun imkansız olduğu söylenebilir mi? Allah-u Teala o alemi öyle bir şekilde yaratmıştır ki, insan salt irade ettiği takdirde, irade ettiği şey vücuda gelmekte ve mevcut olmaktadır.

                    Ey aziz! Bu sevaplar hakkında var olan hadisler ve rivayetler insanın inkar edebileceği kabilinden bir veya iki tane değildir. Aksine mütevatirden de üstün bir konumdadır. Bütün muteber hadis kitapları bu tür hadislerle doludur. Adeta bizzat masumdan işitmekteyiz ve bu hususta hiç bir tevile de imkan yoktur. Bu konu, mütevatir naslara ve Kur’an’a da uygundur ve dolayısıyla yersiz yere inkar, imanın zayıflı-ğından ve cehaletten kaynaklanmaktadır. İnsan, enbiya ve evliyanın buyrukları karşısında teslim olmalıdır. İnsanın kemale ermesi için hiçbir şey evliyaya teslim olmak kadar iyi ve etkili değildir. Özellikle de aklın keşfedemediği böylesi hususları, vahiy ve risalet dışında başka bir yolla anlamak mümkün değildir.

                    Eğer insan küçük aklını, vehimlerini ve zanlarını; gaybi, uhrevi, taabbudi ve şer’i işlere bulaştırmaya kalkışırsa, sonunda dinin zaruriyatını inkar eder bir hale gelir. Bu inkar, azdan çoğa ve aşağıdan yukarıya doğru artış kaydeder. Gerçi doğruluğu hususunda şüphe yoktur, ama sizler bazı hadisleri ve senetlerini zayıf saymaya kalkışsanız bile, Allah-u Teala’nın yüce kitabı olan Kur’an-ı Kerim’i inkar edemezsiniz. Orada ise bu sevapların benzeri açıkça zikredilmiştir. Örneğin Allah-u Teala şöyle buyurmuştur “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.”


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Hakeza “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir.”

                      Benim inancıma göre bu inkar ve imkansız saymaların temeli, in-sanın kendi amellerini büyük görmesi ve kendini beğenmişliğe kapıl-masıdır. Örneğin bir gün oruç tutmakta, bir geceyi ibadetle ihya et-mekte ve ardından bu amellerin büyük sevapları olduğunu duyduğu zaman bunun imkansız olduğunu asla söylememektedir. Halbuki bunu da amelin mükafatı esasınca imkansız sayması gerekir. Ama o insan; amelini büyük saydığı ve beğenmişliğe kapıldığı için, o sevapları he-men onaylamaktadır.

                      Ey azizim! Bütün ömrümüz elli veya altmış yıldır. Bu müddet zar-fında bütün şer’i görevlerimizle amel ettiğimizi; doğru bir iman, salih bir amel ve gerçek bir tövbe ile bu dünyadan gittiğimizi sayalım. Ama bu kadar amel ve imanlarımızın ne kadar bir değeri vardır? Halbuki kitap, sünnet ve bütün dinlerin icmasına göre böyle bir şahıs Allah’ın rahmetine mazhardır.

                      Vaat edilmiş cennete girecek, cennette ebedi olarak rahmet, nimet ve rahatlık içinde kalacaktır. Acaba bunları inkar edebilir miyiz? Eğer amellerin karşılığı esas alınmış olsaydı, farzen amellerimizin bir mükafatı bile olsaydı, acaba bu mükafat, nicelik ve nitelik açısından akılların düşünmekten bile aciz olduğu bir miktarda olur muydu? O halde bu konu başka bir esas üzere bina edilmektedir ve başka bir temel üzere kuruludur. Dolayısıyla da bunu imkansız saymak doğru değildir ve asla inkar edilemez.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        8. Bölüm: Nafilelerin Sayısının Beyanı Hakkında

                        Resulullah’ın “Sünnetime uygundur” diye beyan buyurduğu elli rekat namaz, farz ve nafile namazlardır. Elbette yatsı namazından son-ra oturarak kılınan ve bir rekat sayılan iki rekat nafile namazı bu sayının dışındadır. Zira bunu da sayacak olursak farz ve nafile namazlar elli bir rekat olmaktadır. Belki de Resulullah’ın elli rekat buyurması bu elli rekat namazın sünnet-i müekkede olduğu sebebiyledir. Nitekim İbn-i Ebi Umeyr, İmam Sadık’a (a.s) “Sünnet olan namazlardan en üstünü hangisidir?” diye sorduğunda “Elli rekatın tümü” diye buyurmuştur.

                        Nitekim bazı rivayetlerden de Resulullah’ın siretinin, elli rekat na-maz olduğu anlaşılmaktadır. Gerçi bazı rivayetlere göre de Resulullah’ın “ateme”yi eda ettiği yer almıştır. Belki de bunun zikre-dilmemesi ve Resulullah’ın sünnet namazların elli rekat olduğunu bu-yurması, “ateme”nin, “vitr” namazının yerine sayılması ve kendi başına bağımsızlığının olmamasıdır. Nitekim Fuzeyl Bin Yesar’ın rivayet ettiği hadis de buna delalet etmektedir ve rivayet-i şerifede de “vitr” olarak adlandırılmıştır.
                        Rivayette yer aldığına göre yatsı namazından sonraki nafileyi yerine getiren ve ölen insan, “vitr” namazını kılmış sayılır.

                        O halde haki-katte bu iki rekat namaz, ölüm olayı korkusundan dolayı, vaktinden önce kılınması gereken vitr namazıdır. Ama vitr namazının vakti gel-diğinde, bu nafile o vitr namazının yerine geçmemektedir. Bazı riva-yetlerde yer aldığına göre ise, bu iki rekat nafile namazı, elli rekat na-mazların bir cüz’ü değildir ve daha sonra, sayıyı tamamlamak ve nafile namazların farz namazlarla denkleştirilmesi için arttırılmıştır. Bu hadisler mana itibariyle birbirleriyle çelişmemektedir. Zira belki de sünnet olan en faziletli namazlar, elli rekattır, bu iki rekat ise, gayri müekkede (fazla te’kid edilmemiş) namazdır ve de sadece ölüm hadi-sesi endişesi ve sayıyı tamamlamak için takdir edilmiştir.

                        Velhasıl günlük nafile namazlarının bir çok fazileti vardır. Hatta bazı rivayetlerde bunları terk etmek günah sayılmıştır. Bazı rivayet-lerde ise bu makamda şöyle buyurulmuştur: “Allah-u Teala sünneti terk edene azap edecektir.” Bazı rivayetlerde de bunların farz olduğu ifade edilmiştir. Bütün bunlar nafilelerin müekked olduğu ve terk et-menin çirkin bir şey sayıldığı esasıncadır. Dolayısıyla insana yakışan mümkün mertebe nafileleri terk etmemesidir. Nitekim rivayet-i şerifelerde yer aldığına göre de bu nafilelerin varlık sebebi, farzların tamamlanması ve kabulüdür. Diğer bazı rivayetlerde ise şöyle buyurulmuştur: “Bizim Şiiler ellibir rekat namaz kılanlardır.” Bu hadisten de anlaşıldığı üzere Şiiler, bu namazları kılan kimselerdir; bu namazlara inanan kimseler değil. Nitekim müminlerin alametini beyan eden hadisten de bu anlaşılmaktadır.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          9. Bölüm: Her Ay Üç Gün Oruç Tutmanın İstihbabının Beyanı Hakkında

                          Resulullah’ın (s.a.a) ikinci sünneti her ay üç gün oruç tutmaktır. Bu sünnetin fazileti hakkında da kırktan fazla rivayet nakledilmiştir. Büyük alimler arasında bunun niteliği hususunda ihtilaf vardır. Ama alimler arasında meşhur olan, bir çok hadisler ve Resulullah’ın (s.a.a) ömrünün sonundaki ameli ile uyum arzeden ve de hidayet imamlarının da uyguladığı şekliyle; bu üç günün birinci günü, amellerin Allah’a arz edildiği gün olan her ayın ilk Perşembe’si; bu üç günün ikinci günü ise devamlı bir uğursuzluk ve azabın nüzul günü olan ikinci on günün ilk Çarşamba’sı ve bu üç günün üçüncü günü ise, yine amellerin arz edildiği gün olan son on günün son Perşembe’sidir.

                          Rivayetlerde yer aldığı üzere eski ümmetlerden birine azap nazil olduğunda, bu günlerin birinde nazil oluyordu. Bu yüzden Resulullah bu korkunç günlerde oruç tutardı.

                          Hadiste de yer aldığı üzere bu üç günün orucu, bütün zamanların orucuna denktir. Bazı rivayetlerde bunun sebebinin de “Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir” ayeti olduğu beyan edilmiştir.

                          Ama bazı rivayetlerde bu sıralamaya aykırı bir şekilde beyan edilen sıralama ise, fazilet mertebelerine yorumlanmaktadır. Farzen bununla çelişse de, bir çok yönden bu rivayetler daha üstün durumdadır. Belki bunlar arasındaki farklılığın; nas ile zahir veya ezher (en zahir) ile zahir arasındaki farklılık olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla Seduk’un mürsel olarak naklettiği rivayet de, “Son on günde iki Perşembe günü varsa, birincisinde oruç tut; zira ikincisine erişemeyebilirsin” hadisi ile asla çelişmemektedir.

                          Zira bu rivayet, ölüm veya benzeri bir sebepten ötürü başarı elde edememe korkusuyla acil bir fazilete erişmeyi beyan etmektedir. Ni-tekim yatsı namazından sonraki nafile namazının hikmeti hususunda da böyle bir açıklama yapılmıştır. O halde bu rivayet de aslında maksada, yani son Perşembe gününün faziletine delalet etmektedir ve dolayısıyla bununla çelişen bir rivayet değildir. Zahiren insan ikinci Perşembe gününe erişirse, birinci Perşembe oruç tutmuş bile olsa, ikinci Perşembe günü oruç tutmanın faziletini elde etmek için, o gün de oruç tutmalıdır. Dolayısıyla insan ikinci Perşembe’ye eriştiğinde, birinci Perşembe günü oruç tutmuşsa bile, bu kifayet etmemektedir. Değerli araştırmacı Feyz-i Kaşani ile “Hadaik” kitabının sahibinin bu hadisleri uzlaştırma makamında buyurdukları sözler, özellikle de “Hadaik” kitabının sahibinin ilgili açıklamaları oldukça uzak bir ihtimaldir.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            10. Bölüm: Sadakanın Faziletinin Beyanı Hakkında

                            Resul-i Ekrem’in üçüncü sünneti sadaka vermek ve bu konuda cid-diyet göstermektir. Sadaka vermek, müstahap ameller arasında dengi az bulunur bir ameldir. Ayrı inançtakilere, hatta denizdeki ve karadaki hayvanlara bile, sadaka vermek hususunda nakledilmiş hadisler ol-dukça fazladır. Biz bunlardan sadece bazısını zikretmekle yetineceğiz.

                            İbn-i Senan Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Şeytana en ağır gelen şey mümine verilen sadakadır. Bu sadaka kulun eline geçmeden önce Allah-u Teala’nın eline geçmektedir.”

                            Hakeza İmam Sadık bu hususta şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala sadaka dışında yarattığı tüm yaratıkları için, kendisini koruyan bir de koruyucu takdir etmiştir. Zira sadakayı ise bizzat Allah-u Teala koru-maktadır. Babam sadakayı verdiğinde onu fakirin eline verir, daha sonra ondan geri alır, o sadakayı öper, koklar, yine o fakire geri ve-rirdi.”

                            Buna yakın bir manayı ifade eden bir çok hadis vardır. Bütün bunlar sadakanın büyüklüğünü ifade etmektedir. Allah-u Teala onu kimseye havale etmemiş, bizzat kendi kudret eli ve kayyumi ihatasıyla sadakanın gaybi kamil suretini korumayı üstlenmiştir. Hadis kitapları-mızda çeşitli bölümlerde yer alan bu ve benzeri hadisler, marifet ehli ve kalp ashabı için, Hakk’ın kayyumi tecellisi ve fiili tevhidini keş-fetmektedir. Sadaka veren insanın dikkat etmesi gereken önemli bir husus da insanın sadakayı kimin eline teslim ettiğini bilmesidir. Zira Allah korusun eğer fakire herhangi bir minnette bulunacak ve onu in-citecek olursa, önce Allah-u Teala’ya, sonra da fakire minnet etmiş ve incitmiş olur. Ama eğer fakire tam bir huzu ve tevazu içinde verecek olursa, hakikatte Allah-u Teala’ya tevazu etmiş olur. Nitekim İmam Bakır (a.s) sadakayı fakirin eline teslim ettikten sonra geri alır, öper, sevgilinin güzel kokusunu koklar ve fakire geri verirdi. O mukaddes zat ve cezbe ehli aşık için, bundan nasıl bir rahat nefesin ve ruhi sükû-netin ortaya çıktığını, batınî şevk yalımını ve kalbî alevlerini, bu mahbubla raz-u niyaz sayesinde nasıl söndürdüğünü ise sadece Allah bilir.

                            Binlerce defa eyvahlar olsun ki bu yazar, nefsin heva ve heves der-yasına boğulmuş, tabiat arzına gömülmüş, şehvetine esir, karnının ve tenasül organının esiri haline gelmiş, varlık aleminden gaflet etmiş ve benlik sarhoşluğu içinde bu aleme gelmiş, yakında da bu halet üzerinde de gidecektir; evliyanın muhabbetinden hiç bir şey derk edememiş, onların cezbelerinden, menzillerinden ve âşıkane sözlerinden hiç bir şey anlayamamıştır. Bu alemdeki duruşu hayvani bir duruş, hareketleri de hayvani ve şeytani bir takım hareketler olmuştur. Eğer böyle olursa ölümü de hayvan ve şeytanların ölümü olacaktır. “Allah’ım! Sadece sana şikayette bulunulur ve sadece sana dayanılır.”

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              Allahım! Bizlere hidayet nuruyla yardımcı ol, bizleri bu ağır uyku-dan uyandır ve bizleri gayp, nur, sevinç, mutluluk, ünsiyet halveti ve özel mahfiline davet et.

                              İmam Sadık’tan naklen Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminin gölgesi dışında, kıyametin tüm zemini ateştir. Şüphesiz müminin verdiği sadaka kıyamette ona gölge yapar.”

                              Rivayette yer aldığına göre, “Sizin deve yavrusunu beslediğiniz gibi Allah-u Teala da sadakayı besleyip terbiye etmektedir. Eğer yarım hur-ma sadaka vermişseniz, Allah-u Teala onu büyütür ve onu kıyamet gününde, Uhud dağı kadar büyük bir halde kuluna geri verir.”

                              Bu ve benzeri hadisler oldukça çoktur. Bir çok hadislerde de yer aldığına göre “Sadaka kötü bir şekilde ölmeyi önlemektedir.” , “Sa-daka rızkı (gökten) indirir” , “Sadaka borçları ödetir” “Sadaka ömrü uzatır ve yetmiş çeşit kötü ölümü defeder” , “Allah-u Teala sadakaya karşılık on ile yüzbin kat ihsanda bulunur” , “Sadaka malın fazlalığına sebep olur” , “İnsan sabah sadaka verirse, o günkü semavi belalardan güvende olur ve eğer gecenin evvelinde verirse o gecedeki semavi belalardan kurtulur.” “Hastalar sadaka ile tedavi edilir”

                              “Müslümanlardan birinin ailesine bakan, onların açlığını gideren, onların bedenlerini örten ve hürmetini koruyan kimsenin bu ibadeti, her biri yetmiş köle azad etmekten daha faziletli olan yetmiş hacdan daha sevimlidir.” Halbuki rivayette yer aldığına göre “Kim bir köleyi azad ederse Allah-u Teala o kölenin her bir uzvuna karşılık, onun bir uzvunu ateşten kurtarır.” , “Hz. Ali (a.s) kendi el emeğiyle kazanmış olduğu maldan tam bin köle azad etmişti.” Benzeri daha bir çok hadis nakledilmiştir; ama söz uzayacağından sadece bu kadarı ile yetiniyoruz.

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Başka Bir Esprinin Beyanı

                                Bu makamı da ilginç bir espriyi zikrederek sona erdirmek istiyoruz ve o espri de ayet-i kerimede şöyle yer almış olmasıdır: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmediğiniz müddetçe iyiliğe erişemezsiniz.”

                                Bir hadiste yer aldığı üzere Hz. Sadık (a.s), sadaka olarak şeker ve-riyordu. Kendisine “Niçin sadaka olarak şeker veriyorsun?” denildi-ğinde ise şöyle buyurmuştur: “Şekeri her şeyden daha çok seviyorum ve dolayısıyla en çok sevdiğim şeyi sadaka vermeyi istiyorum.”

                                Bir hadiste de yer aldığı üzere Hz. Ali bir elbise aldı, ondan hoş-landığı için de sadaka olarak verdi ve şöyle buyurdu “Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu işittim: “Başkasını kendisine tercih eden kimseye, Allah-u Teala da kıyamet gününde cenneti tercih eder. Sevdiği şeyi Allah için infak eden kimseye, Allah-u Teala kıyamette şöyle buyuruyor: “Dünyada insanlar birbirini iyilikle mükafatlandırıyordu. Bugün de seni cennetimle mükafatlandırıyorum.”

                                Hakeza rivayet edildiği üzere ashaptan birisi bu ayet nazil olduktan sonra sahip olduğu bağlardan en çok sevdiğini, akrabaları arasında paylaştırdı. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ne mutlu sana! Ne mut-lu sana ki, bunun sana büyük faydası olacaktır.”
                                Nakledildiği üzere Ebuzer-i Gaffari’ye (r.a) bir misafir geldi. Ebuzer ona şöyle dedi: “Benim bir işim var. Bir kaç da deveye sahibim. Git onların en iyisini al getir.” Misafiri gitti ve zayıf bir deve getirdi. Ebu Zer ona: “Bana ihanet ettin” dedi. Misafir, “Develerin en iyisi erkek develerdir. Ama ona bir gün ihtiyacınızın olacağını düşündüm.” dedi. Ebu Zer şöyle buyurdu: “Benim deveye ihtiyaç duyacağım gün, kabre koyulacağım gündür.” Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla iyiliğe erişemezsiniz” Ebuzer (r.a) daha sonra şöyle buyurdu: “Şüphesiz malın üç ortağı vardır.

                                Birisi kaderdir ki, helak veya ölüm sebebiyle malın iyi veya kötüsünü yok edip götürmesi hususunda seninle meşveret etmez. İkincisi varistir ki başını yere koymanı (ölmeni) ve sen sorumlu oldu-ğun halde o malı alıp götürmeyi bekler. Üçüncüsü ise sensin. O halde onlardan en acizi olmamaya gücün yetiyorsa, öyle ol. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz.” “Bu deve, mallarım arasında bana en sevimli olanı idi. Dolayısıyla da onu kendim için önceden göndermek iste-dim.”


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X