Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Otuzikinci Hadis: Yakin

    بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی مُحَمَّدِبنَ يَعقُوبَ الکُلَينی، عَنِ الحُسَينِ بنِ مُحَمَّدٍ، عَن المُعَلّی بنِ مُحَمَّد، عَنِ الحَسَنِ بنِ عَلِیٍّ الوَشاءِ، عَن عَبدِالله بنِ سِنانٍ، عَن أَبی عَبدِالله، عَلَيه السَّلام، قال: مِن صِحَّةِ يَقينِ المَرءِ المُسلِمِ أَن لا يُرضِیَ النَّاس بِسَخَطِ الله، وَ لا يَلومهُم عَلی ما لَم يؤتِهِ الله؛ فَإِنَّ الرِّزقَ لا يَسوقُهُ حِرصُ حَريص، وَ لا يَرُدُّهُ کَراهِيَةُ کارهٍ؛ وَ لَو أَنَّ أَحَدَکُم فَرَّ مِن رِزقِهِ کَما يَفرُّ مِنَ المَوتِ، لَأَدرَکَهُ رِزقُهُ کَما يُدرِکُهُ المَوتُ. ثُمَّ قالَ: إِنَّ الله بِعَدلِهِ وَ قِسطِهِ جَعَلَ الرَّوحَ وَ الرَّاحَةَ فِی اليَقينِ وَ الرِّضا؛ وَ جَعَلَ الهَمَّ وَ الحُزنَ فِی الشَّکِّ وَ السَّخَطِ.

    Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslümanın yakininin sıhhatti Allah’ın gazabı pahasına insanları razı etmemesi ve Allah’ın verdikleri hususunda onları kınamamasıdır. Zira ne harisin hırsı rızkı getirir ve ne de istemeyenin istememesi o rızkı geri çevirir. Sizden birisi ölümden kaçtığı gibi rızıktan kaçacak olsa, yine de kendisine gelip çatan ölüm gibi rızkı kendisine gelip çatacaktır. Allah-u Teala adale-tiyle ruh ve rahatlığı rıza ve yakinde karar kılmış, gam ve hüznü ise şek ve gazapta karar kılmıştır.”

    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Şerh

      Cevheri şöyle diyor: “Sehete ve “suht” kelimeleri hoşnutluğa aykırı durumdur. “Sahite” cümlesi “gazibe” (gazaplandı) anlamındadır. “el-kıst” ise adalet anlamındadır. Dolayısıyla da tefsir edici bir atfetmeden ibarettir.

      “Revh ve’r-Rahe” bir anlamdadır ve de istirahat anlamını ifade et-mektedir. Nitekim Cevheri de bunu söylemiştir. Dolayısıyla bu atfetme de yoruma dayalı bir atfetmedir veya “revh” kalp rahatlığıdır. “rahet” ise beden istirahatıdır. Meclisi de bunu ifade etmiştir.

      “el-Hemm ve’l-Huzn” ise Cevheri'ye göre aynı anlamdadır ve bu atıfta tefsire dayalı bir atıftır. Meclisi'ye göre ise “hemm” tahsil esna-sında nefsin ıstıraba kapılmasıdır. “hüzn” ise kaybettikten sonraki sız-lanma ve kederdir.

      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        1. Bölüm: Allah’ın Verdikleri Hususunda İnsanları Kınamama

        “Allah’ın verdikleri hususunda onları kınamaması” sözü hakkında iki ihtimali beyan etmişlerdir. Birinci ihtimal esasınca “insanlar kendi-sine bir şey vermeyecek olursa onları kınamamalı ve şikayette bulun-mamalıdır.” Zira bu Allah’ın kudreti ve ilahi takdir altında bulunan bir husustur ve Allah-u Teala hakikatte o ihsanı kendisine takdir etmemiş-tir. Yakin ehli olan bir kimse bunun ilahî bir takdir olduğunu bilir. Do-layısıyla da hiç kimseyi kınamaz. Bu ihtimali muhakkak Feyz-i Kaşani beyan etmiştir. Muhaddisi Meclisi de bu görüşü takviye etmiştir.

        Feyz-i Kaşani’nin verdiği başka bir ihtimal göre ise, “Allah-u Tea-la’nın insanlara vermediği bir şey sebebiyle insanları kınamamasıdır. Zira Allah-u Teala insanlara farklı şekilde ihsanlarda bulunmuştur ve dolayısıyla da bu hususta hiç kimseyi kınamamalıdır.” Nitekim bir ri-vayette şöyle yer almıştır: “Eğer insanlar Allah’ın kendilerini nasıl yarattığını bilseydi, hiç kimse başka birini kınamazdı.” Bu hususta Allame Meclisi şöyle diyor: “Zira ne harisin hırsı rızkı getirir…” sö-zünüm delil olarak beyan edilmesine bakılacak olursa bu ihtimalin uzaklığı daha da iyi anlaşılır.

        Yazara göre ise bu ikinci ihtimal, birinci ihtimale göre daha müna-siptir. Özellikle de delil olarak söylenen “Zira ne harisin hırsı rızkı ge-tirir” sözüne bakılacak olursa bu daha iyi anlaşılır. Zira insanları kı-namak, sadece rızkın onların elinde olduğu ve çaba göstermenin rızkın genişleme nedeni bulunduğu takdirde geçerlidir. O zaman insan, “”Ben bütün gücümle çalıştım, ama sen çalışmadın ve dolayısıyla da geçim sıkıntısına düştün” deme hakkına sahip olurdu. Ama, yakin ehli olan kimse rızkın Allah’ın takdirinde olduğunu ve hiç bir harisin hır-sının rızkı indirmediğini çok iyi bilir ve dolayısıyla da bu konuda hiç kimseyi kınamaz.

        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          Rızkın Bölüştürüldüğü ile Talebin üstünlüğünü Beyan Eden Hadisleri uzlaştırma

          Bilmek gerekir ki birçok hadis ve ayetlerde rızkın mukadder ve taksim edilmiş olduğu beyan edilmiştir. Ama bunun insanları ticarete, kesbe, geçimini kazanmaya teşvik eden hadislerle hiç bir aykırılığı ve münafatı yoktur. Hatta bunu terk etme mekruh sayılmış, terk edenler kınanmış ve rızık talebinden geri kalanların duasının kabul olmayacağı ve Allah’ın kendilerine rızık vermeyeceği beyan edilmiştir. Bu hususta hadisler oldukça çoktur. Biz sadece bir kaçını zikretmekle yetineceğiz.

          Ravi şöyle diyor: İmam Sadık (a.s), “Ömer b. Müslim ne yaptı?” diye sordu. Ben kendisine, “Fedan olayım ibadete yönelmiş ve ticareti terk etmiştir.” diye cevap verdim. İmam şöyle dedi: “Yazıklar olsun ona! Acaba rızkı talebi terk edenin duasının müstecap olmadığını bil-miyor mu?” “Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir.” ayeti nazil olduğunda ashaptan bir grup bütün kapıları yüzlerine kapatarak ibadete koyuldular ve, “Allah rızkımızı tekeffül etmiştir. Artık bu bize yeterlidir.” dediler. Resulullah bunu duyunca onları huzuruna çağırdı ve şöyle buyurdu: “Sizleri bu işe sevk eden nedir?” Ashap “Ya Resulullah! Allah-u Teala bizim rızkımızı tekeffül etmiştir ve biz de ibadete yöneldik.” Resulullah şöyle buyurdu: “Böyle yapan kimsenin asla duası kabul olmaz. Siz rızkınızı talep ediniz.”

          Bu hadislerin arasını uzlaştırmanın yolu, talep ettikten sonra da rı-zıkların ve tüm işlerin Allah’ın kudreti altında olmasıdır. Yoksa bizim talebimizin rızkın celbinde bir bağımsızlık olduğu anlamında değildir. Aksine rızık talebi için çalışmak kulların görevlerinden biridir. Ama işlerin düzenlenmesi, zahirî ve gayr-i zahirî nedenlerin bir araya geti-rilmesi kulların ihtiyarlarının dışında olup, Allah-u Teala’nın takdiriy-ledir. Dolayısıyla sahih bir yakine sahip olan insan, talepten geri kal-mamasına, bütün aklî ve şer’î görevleriyle amel etmesine ve yalan is-teklere kapılarak talep kapısını yüzüne kapamamasına rağmen, bütün her şeyin Allah-u Teala’nın emri altında olduğuna, vücud ve kemalatta da Allah’tan gayri hiç bir varlığın etkisinin olmadığına inanır. Hem ta-lip, hem talep ve hem de metlub (taleb edilen şey) Allah’tandır. Dola-yısıyla da yakin sahibi olan bir insanın, Allah’ın diğer kullarına verdiği rızık sebebiyle onları kınamayacağını bildiren bu hadis-i şerif, “in-sanların normal miktarda talep ettikleri taktirde kınanamayacağını” beyan etmektedir. Zira bu onların elinde olan bir şey değildir. Hatta rızkı talep etmeyenleri kınamak, onları talebe teşvik açısından daha gerekli ve üstün bir davranıştır. Nitekim hadis-i şeriflerde de bunun benzerleri vardır.

          Özetle bu bölüm, cebir ve tefvizin dallarından biridir ve sadece bu hususta araştırma yapanlar, konunun hakikatine erebilirler. Bu konuda detaylı bir açıklamada bulunmak ise, görevimiz dışındadır.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            2. Bölüm: Yakinin sıhhatinin Alâmetleri Hakkında

            Bu hadiste yakinin sıhhat ve esenliğinin iki alameti beyan edilmiştir. Birincisi doğru bir yakine sahip olan insanın, Allah-u Teala’nın gazabını kazanarak insanları razı etmeye çalışmaması ve ikincisi de insanları Allah’ın kendilerine verdiği şeyler sebebiyle kınamamasıdır. Bu iki sıfat yakin kemalinin meyvelerindendir. Nitekim bunların kar-şısında yer alan sıfatlar da yakinin zayıflığı ve imanın hastalığından kaynaklanmaktadır ve biz bu kitapta iman ve yakin ile bu ikisinin ürünleri hususunda yeterli açıklamalarda bulunduk. Şimdi de özet ola-rak bu iki sıfatın nasıl yakinin sıhhat ve selametine ve bunların karşı-sında yer alan sıfatların da imanın zayıflığı ve hastalığına delalet etti-ğini beyan etmeye çalışacağız.

            Bilmek gerekir ki, insanların rıza ve hoşnutluğunu arayan ve insan-ların kalbine ve ilgisine teveccüh eden insan, hakikatte onların tamahlandığı işlerde bir etkisinin olduğuna inanmaktadır. Örneğin pa-rayı seven ve servet aşığı olan insan, servet sahibi kimselerin karşısında eğilerek huzu gösterir, onlara yaltaklanır ve alçakgönüllü davranır.

            Riyaset ve zahiri ihtiramlara aşık olan insan da müritlerinin kalbini ne pahasına olursa olsun kendine celp etmeye çalışır. Bu bir kısır dön-güdür. Alttakiler üsttekilere, riyaset sahipleri ise eli altındakilere yal-taklanır. Elbette bazı insanlar da her iki tarafta nefsani riyazet vasıta-sıyla kendilerini terbiye etmişlerdir. Sadece Allah’ın rızasını talep ederler. Dünya ve süsüne yönelmez, riyaset hususunda Allah-u Tea-la’nın rızasını umarlar. Hakeza riyasete sahip olmadıkları zaman da Hakk’ı ister ve Hakk’ı ararlar.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              İnsanların İki Kısım Olduğu Beyanı Hakkında

              Özetle insanlar dünyada iki kısımdır. Bir grubu yakinleri vasıtasıyla tüm zahirî sebepleri ve etkileri, Allah-u Teala’nın kamil ve ezeli iradesi altında görecek bir makama ermişlerdir; dolayısıyla da Allah’tan başka hiç bir şeyi görmez ve istemezler. Dünya ve ahirette yegane malik ve etki sahibinin Allah olduğuna iman etmişlerdir. Kur’an'ın ayetlerinden birine gerçek bir şekilde iman etmiş; hiç bir şek, şüphe ve noksanlığın olmadığı bir şekilde yakine ermişlerdir. Bu ayeti şerifte şudur: “Allah (c. c) mülkün sahibidir. Mülkü istediğine verir ve istediğinden de mülkü alır.”

              Bunlar Allah’ın mülkün sahibi olduğunu ve bütün ihsanların Allah-u Teala’dan olduğunu kabul etmişlerdir. Vücudun kemalinin verilip alınmasının alemdeki düzen ve maslahat esasınca Allah-u Teala’dan olduğuna inanmaktadırlar. Elbette böyle şâhısların yüzüne bir takım marifet kapıları açılır ve kalpleri ilahî olur. İnsanların riyazet veya ga-zabını bir hiç görürler. Allah’tan başkasına talep ve tamah gözüyle bakmazlar. Kalp ve hal lisanı şu sözü terennüm eder. “İlahî eğer sen bir şeyi bize ihsan edecek olursan, buna kim buna engel olabilir ve eğer sen bir şeyi bizden esirgersen, kim onu bizlere bağışta bulunabilir?”

              Dolayısıyla da insanlardan, insanların ihsanlarından ve dünyasından yüz çevirir, Allah’a niyaz elerini uzatırlar. Böyle kimseler, Allah’ın gazabını bütün mevcudatın rızasına değişmezler ve Hz. Ali’nin bu-yurduğu makama ererler. Bütün varlıkları bir hiç, fakir ve Allah’a muhtaç gördüğü halde, Allah’ın kullarına rahmet, azamet ve merhamet gözüyle bakarlar. Hiç kimseyi salah ve terbiye amacıyla olmadıkça kınamazlar. Nitekim nebiler de böyle idiler. İnsanları Allah’a bağlanan, celal ve cemal mazharları olarak görüyor ve Allah’ın kullarına lütuf ve muhabbet gözüyle bakıyorlardı. Hiç kimseyi bir eksikliği dolayısıyla kınamazlardı. Bazılarını sadece umumun maslahatı ve insanlık ailesinin ıslahı için kınıyorlardı ve bu da yakin, iman ve ilahî hudutlar hakkındaki marifet ağaçlarının meyvelerindendi.

              İkinci kısım insanlar ise Allah’tan habersiz veya olsa da bilgileri eksik, imanları nakıs kimselerdir. Kesrete ve zahirî sebeplere teveccüh ettiklerinden, “sebeplerin sebebi”nden gaflet etmiş ve mahlukun rızayetini elde etmeye koyulmuşlardır. Bazen oldukça zayıf bir kulun riyazetini elde etmek için bile, Allah-u Teala’nın gazabına uğramakta-dırlar. Dolayısıyla günah ehli ile birlikte hareket eder, iyiliği emretmeyi ve kötülükten sakındırmayı terk eder, batıl bir fetva verir, yersiz onaylama veya tekzipte bulunur, müminin gıybetini eder veya dünya ehlinin ilgisini elde etmek için müminlere iftirada bulunur. Bütün bun-lar imanın zayıflığındandır, hatta şirkin bir mertebesidir. Böyle bir ba-kış, insanı, sadece biri bu hadiste beyan edilen nice helak edici musi-betlere düçar kılar. Böyle bir şahıs Allah’ın kullarına kötü zanda bulu-nur, düşmanlık eder ve işlerinde onları eleştirir.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                3. Bölüm: Eşaire ve Mu’tezile’nin Sözlerinin Nakli ve Hak Mezhebe İşaret Hakkında

                Meclisi, Mi’rat’ul Ukul adlı kitabında mezkur hadisin şerhinde Al-lah-u Teala tarafından taksim edilmiş olan rızkın haram olan rızıkları da kapsayıp kapsamadığı hakkında uzunca bir tartışmada bulunmuş, Fahr-u Razi’nin tefsirinden Eşariye ile Mutezile’nin ihtilafını nakletmiştir. Her iki tarafın dayandıkları hadisleri beyan etmiştir. Ardından İmamiye’nin de Mutezile gibi Allah’ın bölüştürdüğü rızkın haramı kapsamadığını, sadece helale ait olduğunu beyan etmiştir. Mutezile’nin bazı ayet ve rivayetler ile -Eşariye ve Mutezile’nin adetleri olduğu üzere- rızık lügatinin zahirine sarıldığını nakletmiştir. Dolayısıyla muhaddis Meclisi, İmamiye’nin de mutezile gibi düşündüğünün sanarak delillerini kabul etmiştir; oysa bilmek gerekir ki bu da cebr ve tefvizin bir şubesidir ve İmamiye mezhebi bu konuda Mutezile ve Eşariye aynı görüşte değildir. Hatta Mutezile’nin sözü Eşari’nin sö-zünden daha değersiz ve düşüktür.

                Dolayısıyla İmamiye mütekellimle-rinden Mutezile’nin görüşlerine meyl edenlerden bazısı, hakikatten gaflet etmişlerdir. Nitekim daha öncede işaret edildiği üzere cebir ve tefviz meselesi her iki tarafın alimlerinden çoğunun dilinde belirsiz kalmış ve ihtilaf hususu doğru ölçüler esasınca beyan edilmemiştir. Dolayısıyla da cebr ve tefvizin en önemli şubelerinden biri olmasına rağmen, bu meselenin cebr ve tefviz meselesiyle ilgisi bir çokları tara-fından fark edilememiştir.

                Eş’ari helal ve haram rızkın taksim edildiğine inanarak cebre ve Mutezile de haram rızkın taksim edilmediğini söyleyerek tefvize düş-müştür. Bu her iki görüş de batıldır ve fesatları yerinde beyan edilmiş-tir. Biz kesin deliller esasınca helal ve haram rızkın Allah-u Teala ta-rafından bölüştürüldüğüne inanıyoruz. Nitekim günahların da ilahî ka-za ve takdirle yapıldığını kabul ediyoruz. Ama bu inanç, cebir ve fe-sada sebep olmamaktadır. Lakin biz delilleri beyan etmeye pek de el-verişli olmayan bu kitabımızda, ehli de olmadığımızdan, ilmî mesele-lere girmeyeceğimizi şart koşmuştuk. Bu yüzden de bu işaretle yetini-yoruz. Hidayete erdirici olan Allah’tır.

                Merhum Muhaddis Meclisi, bu hadisin şerhinde, ayrıca kulların rızkının Allah-u Teala’nın üzerine mutlak bir şekilde mi farz olduğu, yoksa onların kazanç ve çaba göstermesine mi bağlı olduğu konusunu ele almıştır. Bu konu mütekellimlerin temel esaslarıyla uyum içinde-dir. Ama bu konuyu, kanıt ölçüleri ve yakinî ilkeler esasınca ayrı bir şekilde ele almak gerekir. İlk önce bu gibi hususlarda tam bir faydası olmadığından tartışmaya girmemek daha iyidir. Ayrıca daha önce de işaret ettiğimiz gibi rızıkların ilahî kaza ve takdir esasınca bölüştürül-müş olması, insanın çaba ve gayret göstermesine aykırı değildir.

                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  4. Bölüm: Dünya Ehlinin Hüzün ve Sıkıntısı

                  Allah-u Teala ruh ve rahatlığı yakin ve hoşnutlukta, hüzün ve üzün-tüyü ise şek ve gazapta karar kılmıştır ve adaletin gereği de budur. Hadis-i şerifte rahatlık ve hüzün, rızkın takdir ve bölüştürülmesi konu-sunun devamında yer aldığı için, bu rahatlık ve hüznün dünyevi işler, rızık elde etme ve geçimini sağlama hususunda olduğu anlaşılmaktadır. Gerçi bir açıklamaya göre bu ayırım, uhrevi işlerde de geçerlidir. Biz şu anda bu hadisi açıklamakla meşgulüz.

                  Hakk’a ve takdirlerine yakini eden ve mutlak kadirin işlerine güvenen bir insan, Allah-u Teala’nın işlerinin tümüyle maslahat esasınca yürüdüğüne, Allah-u Teala’nın kamil ve mutlak bir rahmet sahibi, özetle mutlak rahim ve mutlak cevad olduğuna inanır. Elbette bu yakin sayesinde zor işleri basitleşir ve bütün musibetleri kendisine kolay hale gelir. Dolayısıyla onun rızık talebiyle dünya, şirk ve şek ehli olan kimselerin rızık talebi arasında oldukça büyük bir farklılık vardır.

                  Zahirî sebeplere itimat eden insan, onları elde etmede sürekli muz-darip ve sarsıntı halinde olur. Eğer bir darbe yiyecek olursa, bu ona çok ağır gelir. Zira bunun gaybi maslahatlar esasınca olduğuna inanamaz. Özetle bu dünyayı elde etmeyi saadet olarak değerlendiren insan, bunu tahsil etmekte bir çok acılara ve zorluklara katlanır. Bütün gayretini bu yolda sarf eder. Nitekim gördüğümüz gibi dünya ehli sürekli bir zorluk içinde bulunmaktadır. Kalp ve bedensel rahatlık yüzü görmezler.

                  Dolayısıyla da dünya ve süslerini kaybettiği takdirde büyük ve sonsuz hüzne kapılırlar. Eğer bir musibete uğrarlarsa, bütün güçlerini kaybeder ve olaylar karşısında sabırlarını tüketirler. Bunların tek sebebi ilahî kaza ve kader hususunda sarsıntı içinde olmaları ve ilahî adalete itimat etmemeleridir. Bütün sıkıntıları, bu inançsızlık ve güvensizliğin sonuçlarıdır. Biz daha önce bu konuda bir takım açıklamışlar yaptığımızdan dolayı, tekrar etmekten kaçınıyoruz.

                  Ama yakin ve hoşnutluk ile şek ve gazabın kendine has etkilerinin ortaya çıkışı, ilahi takdir esasıncadır. Bu takdir ve düzenleme adalete dayanmaktadır. Bu gerçeği bilmek ise, ilk etapta, batıl olan cebir söz konusu olmadan, Allah-u Teala’nın tüm vücud mertebelerindeki failiyet etkisinin ve vücud aleminin kamil bir nizam olduğunun limmi beyanına gerek duymaktadır. Her iki husus da konumuz dışında kaldı-ğından geçiyoruz. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    Otuzüçüncü Hadis: Velayet ve Ameller

                    بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی الشَّيخِ الاَقدَم، مُحَمَّد بنِ يَعقوبَ الکُلَينی، رضون الله عَليه، عَن أَحمَدَ بنِ مُحَمَّدٍ، عَنِ الحُسَينِ بنِ سَعيدٍ، عَمَّن ذَکَرَهُ، عَن عُبَيدِ بنِ زُرارَةَ، عَن مُحَمَّدٍ بنِ مارِِدٍ، قالَ: قُلتُ لأَبی عَبدالله، عَلَيه السَّلام: حَديثٌ رُوِیَ لَنا أَنَّکَ قُلت: إِذا عَرَفتَ فاعمَل ما شِئتَ. فقالَ: قَد قُلتُ ذلک. قالَ قُلتُ: وَ إِن زَنَوا وَ إِن سَرَقوا وَ إِن شَرَبو الخَمرَ؟ فقالَ لی: إِنا لله وَ [إِنَّا] إِلَيهِ راجِعونَ. وَالله، ما أَنصَفُونا أَن تَکونَ أَخِذنا بالعَمَلِ وَ وُضِعَ عَنهُم! اِنَّما قُلتُ إِذا عَرَفتَ فاعمَل ما شِئتَ من قَليلِ الخَيرِ وَ کَثيرِهِ، فَإِنَّهُ يُقبَلُ مِنکَ.

                    Ravi, İmam Sadık’a (a.s), “Bizlere nakledildiği üzere siz, “(İmamlar hakkında) Marifet elde ettiğiniz takdirde, istediğiniz gibi amel edin.” diye buyurmuşsunuz” deyince İmam (a.s), “Evet ben öyle dedim” diye buyurdu. Ravi, “Eğer zina eder, hırsızlık yapar ve şarap içerse de mi?” diye sorunca, İmam (a.s) şöyle buyurdu: “İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Allah’a andolsun ki bizlere insafsızlık etmişler. Bizler bile amellerimizle sorguya çekilecekken, nasıl olur da onlardan hesap kaldırılmış olabilir. Ben sadece şöyle dedim: “(İmamları) Tanıdıktan sonra az veya çok hayır amellerini yerine getirirseniz bu sizden kabul edilir.”

                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Şerh

                      “Hadisun” mübteda (özne) ve “ruviye” ise haberidir (yüklemidir). “Enneke” ise hazfedilmiş olan mübtedanın haberidir ve aslı “huve enneke”dir.

                      “İza erefte” cümlesindeki “marifet”ten maksat, İmam (a.s) hakkın-daki marifettir. Hadisteki “kale kultu” kelimesi ise, “kultu” veya “kulte” diye de okunabilir.

                      “inzenev” cümlesindeki “in” harfi vasliyye (bağlantı) içindir ve an-lamı şudur: “Tanıdıktan sonra büyük günahlardan da olsa istediğini yapsınlar”

                      “İnna lillah” cümlesi ise, “istirca” kelimesi olup musibet ve azamet makamında söylenir.

                      Bu iftira veya yanlış anlama, büyük bir musibet sayıldığından İmam (a.s) şiddetle sakınarak böyle buyurmuşlardır.

                      “Ennekune” cümlesi ise, “fi ennekune”dir ve de, “mükellef oldu-ğumuz ve sorguya çekileceğimiz hususlarda, bize inandıkları için mü-kellef olmadıklarını ve sorguya çekilmeyeceklerini söylemekle insaflı davranmadılar. Daha sonra da maksatlarını açıklayarak velayetin amellerin kabul şartı olduğunu beyan etmişlerdir.”

                      Konuyla ilgili açıklamalar inşallah ileride gelecektir.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        1. Bölüm: İbadete Teşvik Eden ve Günahlardan Sakındıran Hadisler ile Zahiren Buna Aykırı Hadisleri Uzlaştırmanın Beyanı Hakkında

                        Bil ki Resulullah (s.a.a) ve Hidayet İmamları’nın (a.s) haletleri, ibadetleri, Rabb’ul İzzet dergahına yakarmaları, Allah’tan korkuları ve Kazi’ul Hacat (ihtiyaçları gideren Allah) ile yaptıkları münacat niteliği hakkındaki tevatür haddini aşan bir çok hadislere; Resulullah’ın, Emir’el Müminin’e ve bazı imamların diğer baz imamlara yaptığı va-siyetlere; İmamlar’ın bazı halis taraftarlarına yaptığı bir takım tavsiye-lere ve Allah hakkında kendilerine yaptıkları uyarılara ve aslî-fer’î teklifler hususunda hadis kitaplarının dolup taştığı rivayetlere müracaat edildiği takdirde, bazı rivayetlerin zahir esasınca nakledilmiş hadislere aykırı olduğunu gördüğünde, bunların zahirinin kastedilmediğini kesin bir ilimle bilir.

                        Dolayısıyla dinin zaruriyatından olan bir takım kesin hadislerle münafat içinde olmaması için tevil imkanı varsa mutlaka tevil etmeli, veya örfî olarak uzlaştırma imkanı varsa uzlaştırmalı, aksi taktirde il-mini sahibine döndürmeliyiz. Biz şu anda bu sayfalarda, söz konusu hadisleri bir araya toplayıp aralarını cem etmeye çalışma durumunda değiliz. Ama hakikatin ortaya çıkması için iki tarafın hadislerinden bir örnek zikretmek zorundayız.

                        Kafi’de yer alan bir hadiste Ebi Abdillah şöyle buyurmuştur: “Bi-zim Şiilerimiz hüzün ve keder içinde olanlardır. Onların aşırı hüzün ve ibadetten dolayı bedenleri oldukça zayıf düşmüştür. Akşam onları bü-rüyünce de, geceyi hüzünle karşılarlar.” Bu hususta Şiilerin alamet-lerini beyan eden rivayetler oldukça çoktur.

                        Hakeza Ebi Abdillah Mufazzal’a şöyle buyurmuştur: “Sefih insan-lardan sakın. Şüphesiz ki Ali’nin Şiileri midesini ve tenasül organını iffetli tutan, cihadı şiddetli olan, yaratıcısı için amel eden, sevabını ümid eden ve azabından korkan kimsedir. Bunları gördüğün zaman şüphesiz ki onlar, Cafer Bin Muhammed’in Şiileridir.”

                        “Hakeza İmam Bakır Hayseme’ye şöyle buyurmuştur: “Ey Hayseme! Şiilerimize de ki bizlere güvenerek amelden geri kalmasınlar. Şiilerimize de ki, Allah-u Teala’nın nezdinde olan şeylere sadece amelleriyle ulaşabilirler. Şiilerimize de ki kıyamet gününde insanların en çok hasret duyacak olanı, adaleti bildirdikten sonra adalete muha-lefet ederek başkasının tarafına geçen kimsedir. Şiilerimize de ki eğer Allah-u Teala’ya itaat edecek olurlarsa, şüphesiz kıyamet günü kurtu-luşa ermiş olurlar.”

                        Hakeza Ebi Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Batıl yollara koyulma-yınız. Allah’a yemin olsun ki bizim Şiilerimiz, sadece Allah’a itaat edenlerdir.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          Hakeza Ebi Cafer (a.s), Cabir’e şöyle buyurmuştur: “Ey Cabir Şii olduğunu söyleyen birine sadece biz Ehli Beyt’i sevmesi yeterli midir? Vallahi bizim Şiilerimiz sadece Allah’tan sakınan ve sadece Allah’a itaat edenlerdir. O halde Allah’tan korkunuz ve Allah indinde olanlara (sevaba) ulaşmak için amel ediniz. Allah ile sizin hiç biriniz arasında herhangi bir yakınlık yoktur. Allah-u Teala’ya en sevgili olanınız, şüphesiz en takvalı olanınız ve itaatte en iyi amel edeninizdir. Ey Cabir! Vallahi Allah-u Teala’ya sadece itaatle yakınlık elde edilebilir. Bizimle ne cehennemden kurtuluş için bir beraat ve ne de herhangi bir kimse için Allah katında bir özür vardır. Kim Allah’a itaat ederse o bizim dostumuzdur, ve her kimse Allah’a isyan ederse o bizim düşmanımızdır. Bizim velayetimize, sadece amel etmek ve günahlardan sakınmak ile nail olunur.”

                          Hakeza Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Bakır (a.s) şöyle buyur-muştur: “Ey Al-i Muhammed’in Şiileri! Sizler orta yolda olunuz ki ileri gidenler sizlere geri dönsün ve geride kalanlar sizlere katılsın.” Sa’d adında ensardan birisi şöyle arz etti: “Fedan olayım ileri gidenler kimlerdir?” İmam şöyle buyurdu: “Onlar öyle kimselerdir ki bizim kendi hakkımızda demediğimiz şeyleri, onlar bizim hakkımızda derler. Dolayısıyla onlar bizden değildir ve biz de onlardan değiliz.”

                          “O halde geride kalanlar kimdir?” diye sorulunca da İmam şöyle buyurdu: “Onlar hidayet talibidir; ama bunun yolunu bilmiyorlar. Kendilerine hayrın ulaşmasını ve amel etmeyi istiyorlar.” İmam daha sonra Şiilerine dönerek şöyle buyurdu: “Allah’a andolsun ki, bizde Al-lah’ın azab ve gazabından kurtuluş için bir beraat ve kurtuluş yoktur ve bizimle Allah arasında bir akrabalık söz konusu değildi ve bizim Allah katında bir özrümüz yoktur. Biz Allah-u Teala’ya sadece itaat ile yakınlaşırız. Sizden her kim Allah-u Teala’ya itaat ederse bizim ve-layetimizin ve dostluğumuzun da kendisine bir faydası vardır. Ama kim Allah’a itaat etmezse bizim velayetimizin ona hiç bir faydası yoktur. Eyvahlar olsun size, sakın gururlanmayın; eyvahlar olsun size, sakın gururlanmayın.”

                          Kafi’de yer alan bir rivayette de İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuş-tur: “Resulullah Safa’da durarak şöyle buyurdu: “Ey Haşimoğulları! Ey Abdulmuttalib oğulları! Ben sizlere gönderilmiş Allah’ın bir elçisi-yim. Ben sizlere karşı şefkatliyim. Benim amelim kendim içindir ve siz-lerin ameli de kendiniz içindir. “Muhammed bizdendir ve yakında onun girdiği yere gireceğiz” demeyiniz. Hayır Allah’a andolsun ey Abdulmuttalib oğulları! Sizden olsun ve olmasın benim dostlarım sa-dece sakınanlardır. Kıyamette diğer insanlar ahireti yüklenirken sizler dünyayı yüklendiğiniz halde yanıma gelecek olursanız, sizleri asla ta-nımam.”

                          Hz. İmam Bakır (a.s) Cabir’e şöyle buyurmuştur: “Ey Cabir! Batıl mezhepler ve bozuk görüşler seni kandırmasın ve Ali sevgisinin yeterli olduğunu sanma. Acaba ameli çok olmadığı halde ben Ali’yi seviyorum demek ve Ali’nin velayetine inanmak insan için yeterli midir? Eğer (Hz. Ali’den daha iyi olan) Resulullah’ı bile birisi sevdiğini iddia eder, ona uymaz ve sünnetiyle amel etmezse, bu sevginin kendisi için her hangi bir faydası olmaz?”

                          Tavus’un meşhur hikayesinde yer aldığı üzere Tavus aniden birinin ağlayıp yakardığını ve acı acı inlediğini duydu. Sonunda o kimse adeta kendinden geçerek ağlayıp yakarmaları kesildi. Tavus baş ucuna ge-lince o kimsenin Ali bin Hüseyin olduğunu gördü. İmam’ın başını ku-cağına aldı ve ona; “Sen Resulullah’ın evladısın, sen Fatıma’nın ci-ğerparesisin, siz cennetliksiniz” gibi bir takım sözler söyledi. İmam şöyle buyurdu: “Habeşli bir köle bile olsa, Allah-u Teala cenneti ken-disine itaat ve ibadet eden kimseler için yaratmıştır ve Kureyş soyundan bile olsa ateşi de günah işleyenler için yaratmıştır.”


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            Bu birkaç hadis, biz dünya ehlinin sahip olduğu yalancı isteklerin yanlış ve batıl olduğunu göstermekte, bunların şeytani heveslerden olup, akıl ve nakille çeliştiğini göstermektedir. Ayrıca bu rivayetlere şu ayetleri de ilave et: “Herkes kazancına bağlı bir rehindir”

                            Hakeza: “Zira kim zerre kadar bir hayır işlediyse onu görecek, kimde zerre kadar bir kötülük işlediyse onu görecektir.”
                            Hakeza: “Herkesin kazandığı kendi lehine, yüklendiği vebal da aleyhinedir.”

                            Allah-u Teala’nın kitabında her sayfada bu ve buna benzer bir çok ayet vardır. Bunları tevil ve tasarruf etmek ise mümkün değildir. Bun-ların karşısında bir takım muteber kitaplarda yer alan hadisler de var-dır. Ama bunları tür itibariyle uzlaştırma imkanı vardır. Eğer bu uzlaş-tırma beğenilmez ve tevil edilmezse, yine de bütün bu sahih, açık, mütevatir; Kur’an, akl-i selim ve müslümanların zaruretinin teyit ettiği hadislere karşı koyması imkansızdır.

                            Nitekim, Ebi Abdillah şöyle buyurmuştur: “İman ile olan hiç bir amel zarar görmez ve küfür ile olan hiçbir amelin de faydası yoktur.” Bu manada birkaç hadis daha vardır.

                            Allame Meclisi bu ve benzeri hadisleri, “Zarardan maksat ateşe girmek ve ateşte ebedi kalmaktır.” diye yorumlamıştır. Elbette zarardan maksat ateşe girmek bile olsa, bunun berzah ve kıyametteki diğer azaplarla bir münafatı yoktur.

                            Ama yazarın zannına göre bu hadisler şöyle yorumlanabilir: İman kalbi öylesine bir nurlandırmaktadır ki, farzen insan bazen günah veya hata yapsa bile, o nur ve iman melekesi vasıtasıyla tevbe ederek ve Allah’a yönelerek bu yaptıklarını telafi edebilir. Allah’a ve ahiret gü-nüne iman eden insan, amellerini hesap gününe bırakmaz. Hakikatte bu hadisler imana sarılmaya ve imanın bekasına teşvik mesabesindedir. Nitekim Hz. Sadık’dan nakledilen bir rivayette, Hz. Musa (a.s), Hz. Hızır’a, “Ben seninle olduğum sebebiyle şerafet ve hürmet sahibi oldum. O halde bana bir vasiyet et” deyince Hz. Hızır şöyle buyur-muştur: “Gayrisiyle olduğun takdirde hiçbir şeyin sana bir faydasının dokunmadığı ve kendisiyle birlikte olduğun zaman da hiçbir şeyin sana zarar veremediği şeyle birlikte ol.”

                            Hz. Ali (a.s) bir çok defasında hutbede şöyle buyurmuştur: “Ey in-sanlar! Dininizi koruyunuz. Dinden el çekmeyiniz. Zira dindar iken yapılan bir günah, dinsizken yapılan bir iyilikten daha iyidir. Zira dinde günah bağışlanır, ama din dışındaki ibadet ve iyilikler asla kabul edilmez.”

                            Hak dine bağlanmayı teşvik eden bu ve benzeri hadisler, müminle-rin ve hak din sahiplerinin kötülüklerinin bilahare bağışlanacağına de-lalet etmektedir. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyurmuştur: “Şüp-hesiz ki Allah bütün günahları bağışlar.” Bu yüzden onların kötülüklerinin, diğerlerinin hiç bir zaman kabul edilemeyecek olan iyiliklerinden daha iyi olduğu; hatta iman ve velâyet gibi kabul şartları olmadığından zulmet içinde olan iyiliklerin, iman nuru vasıtasıyla korku ve reca içerisinde olan müminlerin kötülüklerinden daha karanlık ve zulmani olduğu da söylenebilir. Özetle bu hadis iman ehlinin kötülüklerinden dolayı hesaba çekilmeyeceğine delalet etmemektedir ve hadislerin zahirinden de bu anlaşılmaktadır.


                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              Şia ve Ehl-i Sünnet arasında meşhur olan bir hadiste ise şöyle yer almıştır: “Ali sevgisi öyle bir iyiliktir ki, hiç bir kötülük onunla zarar vermez. Ali’ye (a.s) düşmanlık etmek de öyle bir kötülüktür ki onunla hiç bir iyiliğin faydası olmaz.”

                              Bu hadis-i şerif de daha önceden iman hakkında naklettiğimiz diğer hadislerle aynı konumdadır ve merhum Meclisi’nin söylemiş olduğu ihtimale göre de bu hadislerde yer alan zarardan maksat da ateşte ebe-di olarak kalmak veya ateşe girmektir. İman ve imanın kemale erme sermayesi olan Hz. Ali’nin sevgisi, insanın şefaatçilerin şefaati vasıta-sıyla ateşten kurtulmasına neden olmaktadır. Daha öncede dediğimiz gibi bunun, berzahtaki çeşitli azaplarla da hiç bir çelişkisi yoktur. Ni-tekim bir rivayette şöyle yer almıştır. “Sizler berzahınızı ıslah edin, biz kıyamette sizlere şefaat edeceğiz.”

                              Ya da bizim dediğimiz üzere, Hz. Ali’nin sevgisi kalpte bir nuraniyet ve iman melekesi icad etmektedir ki böylece insan günah-lardan sakınmaktadır. Bazen günaha düşse bile, tevbe vasıtasıyla bunu onarmaktadır. İşlerin kötü bir yere varmasını önlemekte ve nefsini kontrol etmektedir. Bu hususta da Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

                              “Onlar, Allah’la beraber başka bir ilaha ibadet etmezler. Al-lah’ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zina da yap-mazlar. Kıyamet gününde azabı katlanır ve azapta tahkir edilerek ebedi kalır. Ancak tevbe ve iman edip yararlı iş görenler müstesna. Çünkü böylelerinin kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayıcı çok esirgeyicidir.”

                              Bu ayetin tefsirinde bir çok hadisler yer almıştır ve biz bu hadisler-den sadece birini aktarmakla yetiniyoruz. Zira hepsi de mana ve içerik açısından birbirine yakındır.

                              Değerli muhaddis Muhammed bin Müslim-i Sakafi şöyle diyor: “İmam Bakır’a (a.s) mezkur ayetin manasını sorunca şöyle buyurdu: “Günahkar mümin kıyamet günü hesap durağına getirilince Allah-u Teala onu hesaba çeker, günahlarını hiç kimseye bildirmez, daha sonra günahkar mümine kendi günahlarını söyler ve o mümin de böylece kendi günahlarını itiraf eder. Allah-u Teala katiplerine, günahkar müminin günahlarını iyiliğe çevirmelerini ve insanlara bu iyilikleri açıklamasını söyler. Daha sonra insanlara şöyle denir: “Bu kulun bir tek günahı bile yoktu.” Ardından onu cennete götürmelerini emreder. Evet ayetin tevili budur ve bu, özellikle de Şiilerimizden günahkar olanlar içindir.”

                              Gerçi ayeti tam olarak aktararak konuyu epeyce uzattım; ama bu oldukça önemli bir konudur. Minber ehlinden bir çoğu halka bu hadis-leri kötü anlatmaktadır. Bu ayeti zikretmedikçe ayet ile ilişkileri belli olmadığı için, uzunca aktarımı sıkıcı da olsa bunu yapmak zorunda kaldım. Ayetin baş ve sonlarını okuyan kimse, insanların mutlak bir şekilde kendi amellerinden sorumlu olduğunu ve kötülükleri sebebiyle sorguya çekileceklerini bilir. Elbette iman edenler, günahlarından tövbe edenler ve salih amellerde bulunanlar bunun dışındadır. Bu üç husus kimde bir araya gelirse kurtulanlardan olur, Allah’ın lütfüne erer, Allah-u Teala’nın huzurunda saygınlık elde eder ve böylece de bütün günahları iyiliklere çevrilir.

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                İmam Bakır (a.s) da ayeti böyle te’vil ederek bu tür şahısların hesa-ba çekilme ve Allah’ın huzurunda durdurulma niteliğinin bu şekilde olduğunu beyan etmiştir. Ama bu, Ehl-i Beyt Şiilerine has bir şeydir. Diğer insanlar bundan mahrumdur. Zira iman sadece Ali ve onu vasi-lerinin velayetine inanmakla hasıl olur. Allah’a ve Resul’üne iman bile, velayet olmadıkça kabul edilmez.

                                Nitekim sonraki bölümde inşaallah bunu da zikretmeye çalışacağız. Dolayısıyla bu ayet-i şerifeyi ve bunu tefsir eden rivayetleri ilk delillerden saymak gerekir. Zira bu rivayetler, iman sahibi bir insanın, tevbe ve salih amel vasıtasıyla günahlarını telafi etmediği taktirde bu ayetin kapsamına girmediğine delalet etmektedir.

                                Ey aziz, o halde şeytan ve nefsani isteklerin seni aldatmasın. Elbette şehvetlerine, dünya ve makam sevgisine düçar olan yazar gibi tembel bir insan, daima kendi tembelliğini teyit etmek için bir takım bahaneler peşinde koşar durur. Şehvetleri ile uyum içerisinde olan ve nefsani istek ve şeytani hayallerini teyit eden her şeye yönelir. Hakikati hakkında hiç bir araştırma yapmadan ve karşıtlarına dikkat bile etmeden göz ve kulaklarını, nefsani istek ve şeytani hayallerini teyit eden şeylere doğru açar..

                                Zavallı, Şii olduğunu söylemekle ve Ehl-i Beyt muhibbi olduğunu iddia etmekle Allah korusun her türlü günahı işlemeye izin aldığını ve teklif kaleminin hakkında kaldırıldığını sanmaktadır. Zavallı, şeytanın kendisini körleştirdiğini, ömrünün sonunda bu hakikatten yoksun fay-dasız muhabbetin de elinden alınacağını ve dolayısıyla da kıyamette Ehl-i Beyt’in düşmanları safında yer alacağını bilmemektedir. Mu-habbet iddiasında bulunan kimsenin delili olmadığı takdirde bu iddiası asla kabul edilmez. Ben sizinle dost olduğum ve sizi halis bir şekilde sevdiğim takdirde asla sizin amacınıza aykırı teşebbüste bulunamam. Muhabbet ağacının semeresi, bu muhabbetle uyumlu bir şekilde amel etmektir. Eğer bu meyvesi yoksa, bilmek gerekir ki bu sevgi de yoktur ve bu muhabbet, hayali bir muhabbettir.

                                Peygamber-i Ekrem ve mükerrem Ehl-i Beyt’i, bütün ömrünü, Al-lah’ın hükümlerini, ahlakî ilkeleri ve itikadî meseleleri yayma yolunda tükettiler. Onların tek amacı Allah’ın hükümlerini yaymak ve beşeri ıslah etmek idi. Bu yolda her türlü öldürmelere, yağmalara, zillete ve ihanete sabrettiler ve çalışmaktan geri kalmadılar. O halde Şii de onla-rın yolunda yürüyen ve onların dediği üzere amel eden kimsedir.

                                Hadis-i şerifte dille ikrar ve organlarıyla amel etmenin imanın er-kanından sayılması, tabii bir sırrın ve cari olan sünnetullahın beyanı içindir. Zira imanın hakikati, izhar (açığa vurmak) ve amel etmek ile birliktedir. Aşkını izhar etmek, sevgilisi karşısında kur yapmak, Allah ve velilerine duyduğu sevgi ve imanın gerekleriyle iman etmek, aşığın yaratılışında yer alan bir özelliktir. Dolayısıyla da amel etmediği tak-dirde mümin değildir. Muhabbeti doğru bir muhabbet olamaz. Bu yüzden bu imanın sureti ve anlamsız/hakikatten yoksun muhabbeti de en küçük bir olay ve baskı karşısında ortadan kalkar ve insan ahiret alemine eli boş olarak intikal eder.

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X