Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    2. Bölüm: Bazı Batini Kuvvetlere Kısaca Bir İşaret

    Bil ki, Allah Tebarek ve Teala kendi kudret eli ve hikmetiyle gayb aleminde ve nefsin batınında sayısız menfaatleri bulunan bir çok kuv-vetler yaratmıştır. Bizim burada bahsetmek istediğimiz ise vahime, gazabiyye ve şeheviyye kuvveleridir. Bu kuvvelerden her birinin, tür ve şahsın muhafazası ile dünya ve ahiretin imarı hususunda ulemanın da zikrettiği sayısız menfaatleri vardır ki şu anda onları zikretmeyi ge-rekli görmüyoruz. Uyarı makamında söylenmesi gereken şey ise bu üç kuvvenin, tüm güzel ve kötü melekelerin kaynağı ve gaybi-melekutî suretlerin kaynağı olduğudur.

    Bunun kısaca izahı şudur: Allah Tebarek ve Teala’nın nihai bir gü-zellik, zarafet ve harika bir karışımla yarattığı bu insanın dünyada mülkî-dünyevi bir sureti vardır ki, bütün filozof ve büyük şahsiyetlerin aklını hayrete düşürmüş, anatomi ilmî ise şimdiye kadar onun hakkında sağlıklı ve yetkin bir bilgi edinememiştir. Allah insana yaratıkları ara-sında belli bir karışım güzelliği ve güzel görünümlü bir cemal ihsan etmiştir. Aynı şekilde insanın melekutî-gaybi bir suret ve şekli de var-dır ki (ister berzah alemi olsun isterse kıyamet) ölümden sonraki alemde nefsin melekeleri ile batınî huylarına tabidir.

    İnsanın batınî ahlakı ve deruni melekesi insanî olursa, onun melekutî sureti de insanî bir suret olacaktır. Ama eğer melekeleri insanî olmazsa (melekutî sureti de) insanî olmaz ve deruni melekeye tabi olur. Mesela eğer insan, batınî şehvet ve hayvanlık melekesine mağlup düşecek olursa ve batın memleketinin hükmü de hayvani bir hüküm haline gelirse, insanın melekutî sureti de ahlakıyla uygun bir hayvan şekline bürünür. Eğer batınına gazap ve yırtıcılık melekesi galebe çalacak olursa, batın memleketinin hükmü yırtıcılık hükmü olur ve gaybi-melekutî sureti de yırtıcı hayvanlardan biri haline gelir. Eğer vehm ve şeytanlık onda meleke (aptitude) haline gelir, batını şeytani meleklere sahip olur ve derunu hile, sahtekarlık, laf taşıyıcılık ve gıybet kabilinden şeytani melekeleri haiz bulunursa, o zaman gayb ve melekut sureti kendisiyle uyumlu bir şeytan haline gelir. O zaman artık hiç bir hayvanın şekline bürünmez; tam tersine oldukça garip bir surete bürü-nür ki bu alemde ondan daha korkunç ve vahşetli bir suret bulabilmek mümkün olmaz. Peygamber (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Bazı insanlar kıyamet gününde maymun ve şempanzeden daha çirkin bir surette haşrolacaktır.”

    Hatta bir insan için o alemde birkaç suretin olması da mümkündür. Zira o alem, her şeyin sadece bir surette göründüğü bu alem gibi de-ğildir ve bu mesele kanıtlar ile de mutabıktır ve de kendi yerinde açık-lanmıştır.

    Bil ki, sadece birinin insan, geriye kalanlarının ise başka şeyler ol-duğu bu muhtelif suretler hususunda ölçü, nefsin bu bedenden çıktığı ve berzah memleketi ile evveli berzahta olan ahiret sultanının galebesi peydahlandığı zamandır. (Nefs) bedenden çıktığı zaman dünyadan hangi melekeyle ayrılmışsa ahiretteki sureti de o melekeye göre şekil-lenir ve melekutî-berzahi gözü onu görmektedir. Eğer gözü olursa biz-zat kendisi de berzahi gözünü açtığında olduğu gibi bizzat kendisini müşahede etmektedir. İnsanın bu dünyada sahip olduğu surete ahirette de sahip olması diye bir zorunluluk yoktur. Allah-u Teala haşr zama-nında bazılarının şöyle dediğini haber veriyor: “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim.” Onlara şöyle cevap verilecek. “Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun.”

    Ey zavallı, sen sadece zahirî gören mülkî göze sahiptin, ama batının ve melekutun kör idi, körlüğünü şimdi idrak ettin. Halbuki sen daha önce de kördün. Allah’ın ayetlerini gören batınî basiret gözünden mahrum idin. Ey zavallı, sen boylu-pozlu ve mülkî endamlı birisin. Ama melekut ve batın ölçüsü başka bir şeydir. Batınî istikamete sahip olmalısın ki, melekutta de doğru endamlı biri olabilesin. Berzah ve ahiret aleminde insanî bir surete sahip olabilmek için ruhun insanî bir ruh olmalıdır. Yoksa sen sırların keşfi ve meleklerin zuhur alemi olan batın ve gayb aleminin de karışıklık ve yanlışlıklarla dolu işbu zahirî dünya alemi gibi olduğunu mu sanıyorsun? Göz, kulak, el, ayak ve sair organların hepsi melekutî dillerle, hatta bazısına göre melekutî su-retlerle yaptıklarını bir bir haber verecektir.

    Uyan ey aziz! Kalb kulağının aç, himmet kemerini kuşan ve kendi bahtsızlığına acı ki, kendine insanî bir suret edinebilesin, kurtuluş ve mutluluk ehli olabilmek için bu alemden insanî bir surette ayrılabilesin. Sakın bunları salt bir öğüt ve hitabe olarak değerlendirme. Bütün bunlar büyük filozofların felsefi kanıt ve riyazet sahibi kimselerin keşfi ile sadık ve masumların verdiği haberlerin bir neticesidir. Ama bu sayfalarda kanıt ikamesine ve bir çok haber ve eserlerin nakline niyetli değiliz.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #17
      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      3. Bölüm: Enbiyanın, İnsan Tabiatının Başı Boşluğunu Önledi-ğinin Beyanı

      Bil ki vehim, gazab ve şehvet kuvvelerini akl-ı selime ve büyük enbiyaya teslim edecek olursan bu kuvveler rahmani ordular arasına katılır ve insanı mutluluk ve mutluluk sahibi bir insan kılar. Eğer başı-boş bırakır ve dizginlerini kaçırarak vehmi/kuruntuyu bu iki kuvveye hakim kılacak olursan o zaman da şeytani ordulardan olur. Şu da bi-linmelidir ki, büyük enbiyadan (a.s) hiç biri gazab, vehm ve şehvetini tamamıyla önlememiş ve Allah yolunun davetçilerinden hiç biri de şimdiye kadar “Şehveti tamamen yok etmek gerekir, gazab ateşi ta-mamıyla söndürülmeli ve vehm tedbiri bütünüyle terk edilmelidir” diye bir şey dememiştir. Tam tersine hepsi de “aklî mizan ve ilahî kanun gözetiminde vazifesini hakkıyla yapabilmesi için sadece önü alınmalı-dır” diye buyurmuşlardır. Zira bu kuvveler, velev ki fesad ve karışık-lığa sebep olsun, kendi işini yapmak, kendi maksadına erişmek iste-mektedir. Allah’ın evi Kabe’de evli bir kadınla zina etmek pahasına bile olsa şehvete gömülü hayvani nefis, dizginlerini koparmak ve kendi maksadına erişmek istemektedir. Gazaplı bencil nefs de, evliya ve enbiyanın katline bile sebep olsa, kendi başına buyruk bir şekilde iste-diğini yapmak istemektedir. Şeytani vahime sahibi nefs ise, yeryüzün-de fesad çıkarmak ve alemin alt-üst olmasına sebep olsa da kendi iste-diğini yapmak istemektedir.

      Enbiya (a.s) geldiler, kanunlar getirdiler ve onlara semavi kitaplar da nazil oldu ki tabiatların kayıtsızlık ve aşırılığını önlesinler, insanî nefsi, akıl ve şeriat kanunu altına soksunlar ve akıl ve şeriat ölçüsüne muhalif davranmasın diye de onu zahid ve edebli kılsınlar. Öyleyse kendi melekelerini ilahî kanun ve aklî ölçülere uydurabilen kimse saadetli ve kurtuluş ehli bir kimsedir. Aksi takdirde kendisini bekleyen şekavetler, bahtsızlıklar, zulmetler ve zorluklar ile iliğine işlemiş fasid bir ahlak ve meleklerin tabii bir neticesi olup berzah, kabir, kıyamet ve cehennemde de kendisiyle birlikte olacak olan o korkunç ve dehşet dolu suretlerden Allah’a sığınmalıdır.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #18
        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        4. Bölüm: Hayalin Kontrol Altına Alınması

        Bil ki bu makamda ve diğer makamlarda mücahid için şeytana ve şeytan ordusuna galibiyetin kaynağı olabilecek ilk şart hayal kuşunun kontrol altına alınmasıdır. Zira bu hayal her an yeni bir dala konan ve uçmakta mahir olan bir kuşa benzemektedir. Bu ise birçok bahtsızlık-ların kaynağı ve sebebi olmaktadır. Hayal, şeytanın bir bahanesidir ki, insanı onunla zavallılaştırmakta ve şekavete davet etmektedir.

        Kendisini ıslah etmek isteyen, batınını sefalı kılıp, İblis ordusundan temizlemek isteyen mücahid, hayalin dizginlerini ellerine almalı, onu istediği yere uçmaktan alıkoymalı ve (kendisini) günah ve şeytanlık gibi fasid ve batıl hayallere kapılmaktan korumalıdır. Hayalini daima şeref ve izzet dolu işlere yöneltmelidir. Bu iş ilk başlarda biraz zor gö-zükse veya Şeytan ve orduları onu (gözlerde) büyük gösterse de az bir murakabet ve kollama sayesinde oldukça kolay bir iş haline gelecektir.
        Tecrübe olarak sen bir müddet hayalini disipline edebilir ve sıkı bir denetim altına alabilirsin: Alçak ve aşağılık bir işe yöneldiğini görünce onu bu işten alıkoymaya çalış ve onu mübah veya tercih edilir işlere yö-nelt. Eğer bir netice aldığını görecek olursan bu tevfik sebebiyle Allah-u Teala’ya şükret ve bu işi sürdürmeye çalış. Belki Allah kendi rahmetiyle sana melekut aleminden bir yol açar da insanlığın doğru yoluna hidayet edilirsin ve Allah’a doğru sülûk işi senin için daha da bir kolaylaştırılır.

        Dikkatli ol ve bil ki, çirkin ve fasid hayaller ve batıl düşünceler şeytanın telkin ve telkinleridir ve senin batın memleketine kendi ordu-larını yerleştirmek istemektedir. Şeytan ordularıyla savaşan bir mücahid olduğun ve nefs sayfasını ilahî-rahmani bir memleket kılmayı istediğin için de o lanetlinin (şeytan) hile ve tuzaklarına dikkat etmeli ve Hak Teala’nın rızasına aykırı olan evhamları kendinden uzaklaştırmalısın. Ta ki, Allah’ın izniyle bu iç savaşta oldukça önemli olan bu mevziyi şeytan ve ordularının elinden alabilesin. Zira bu mevzi sınır konumundadır. Eğer burada galip gelecek olursan ümitli ol.

        Ey aziz! Her zaman Allah Tebarek ve Teala’dan yardım dile, mabud dergahında yalvarıp yakar ve tam bir acziyet ve ısrarla (şöyle) arz et: İlahi, şeytan öyle büyük bir düşmandır ki (hatta) senin büyük enbiya ve evliyana bile göz dikmiştir ve hala da dikmektedir. Bizzat sen; kuruntu, batıl vehimler, hayaller ve batıl hurafelere kapılan bu zayıf kuluna yardımcı ol ki, bu güçlü düşmanın hakkından gelebilsin. Bu savaş meydanında mutluluk ve insanlığı tehdid eden bu güçlü düşman karşısında benimle ol ki, onun ordularını senin özel ve has memleketinden dışarı sürüp, bu gasıbın sana mahsus evine uzanan el-lerini keseyim.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #19
          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          5. Bölüm: Muvazene

          Bu sülûkta insana yardımcı olan ve insanın da kollaması gereken şeylerden biri muvazenedir. Muvazene, akıllı bir insanın, kendi başına buyruk ve şeytanın tasarrufu altında olan ve gazab ve vehimden kay-naklanan fasid ahlak ve alçak melekelerin fayda ve zararlarını, akıl ve şeriatın tasarrufunda bulunan güzel ahlak, nefsani faziletler ve üstün melekelerden kaynaklanan fayda ve zararla mukayese etmesi ve han-gisi güzelse ona teşebbüste bulunması demektir. Mesela insanın ken-disinde kökleşmiş, yerleşik meleke (aptitude) haline gelmiş, kendisin-den birçok melekeler peydahlanmış ve sayısız rezilliklere meydan vermiş olan, kendi başına buyruk şehvetin sahip olduğu faydalar, ula-şabildiği her kötülüğü işlemesi, her ne yoldan olursa olsun eline geçen bir malı geri çevirmemesi ve fasid bir şeye sebep olsa da istediği, ar-zuladığı her şeyi yapmasından ibarettir.

          Nefsin bir melekesi haline gelen ve birçok alçak melekeler vücuda getiren gazabın faydaları da elinin ulaştığı herkese kahır ve galebeyle zulmetmesi, kendisine karşı gelen bir kimseye elinden geleni ardına koymaması, en küçük bir uygunsuzluk görünce savaş ve kargaşalık çıkarması ve alemde fesada sebep olacak her vesileyle kendi zarar ve uygunsuzluklarını kendisinden uzaklaştırmaya çalışmasıdır.

          Aynı şekilde kendisinde bu melekenin kökleştiği şeytani vehim sa-hibi olan nefsin faydaları da; her türlü şeytanlık ve hileye başvurarak gazab ve şehvetin isteklerini yerine getirmesi ve her türlü batıl planla, bir ailenin zavallılaştırılması veya bir şehrin, bir memleketin yoksul-laştırılması pahasına bile olsa Allah’ın kulları üzerinde hakimiyet kurmasından ibarettir.

          Bunlar, bu kuvvetin şeytanın tasarrufu altında bulunduğu bir za-manda sahip olduğu faydalardır. Ama iyice tefekkür edilir ve bu şahıs-larında hali mülahaza edilecek olursa, her ne kadar güçlü olursa olsun ve her ne kadar da emel ve arzularına kavuşursa kavuşsun neticede bin bir arzu ve emelinin daha olduğu ve onlara kavuşamadığı görülür. Bu alemde insanın kendi emellerine kavuşması ve herkesin kendi arzusuna erişmesi mümkün değildir. Zira bu dünya sürtüşmeler dünyasıdır. Bu alemdeki maddeler irademizin icrasına tabi ve teslim olmadığı gibi arzu ve meyillerimiz de mahdud ve sınırlı değildir.

          Mesela şehvet kuvvesi insanda o kadar güçlüdür ki farz-ı imkansız bir şehrin tüm kadınlarına bile sahip olsa yine doymaz, başka şehirler-deki kadınlara yönelir. O memleketteki kadınlar da nasibi olunca, bu defa diğer şehirlere teveccüh eder. Daima sahip olmadığı şeyleri ister. Halbuki, bu söylenilenler de farz-ı imkansız ve ham bir hayalden iba-rettir. Ama buna rağmen şehvet tandırı harıl harıl yanmakta ve insan kendi arzularına ulaşamamış bulunmaktadır.

          Aynı şekilde gazap kuvvesi de insanda öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, bir memleketin mutlak hakimi bile olsa, bununla yetinmemekte, eline geçiremediği diğer memleketlere yönelmektedir. Belki eline her ne geçerse bu kuvve onda daha da bir güçleniş kaydetmektedir. İnkar eden herkes kendi haline ve bu dünya ehlinde sultanların, yöneticilerin, kudret ve haşmet sahibi kimselerin haline müracaat edecek olursa o zaman bizzat kendisi de bizi tasdik edecektir.

          Öyleyse insan daima sahip olmadığı ve elinde bulundurmadığı şey-lerin aşığıdır. Bu bir fıtrat meselesidir ki, büyük şeyhler ve yüce İslam hekimleri (filozofları) hususen de ilahî marifetler dalında üstad ve şeyhimiz olan kamil ve arif Mirza Muhammed Ali Şahabadi -gölgesi başımızdan eksik olmasın- birçok ilahî marifetleri bununla sabit kıl-maktaydı ; ama maksadımızla ilgisi bulunmadığından değinmeden ge-çiyoruz.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #20
            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


            İnsanın söz gelişi kendi maksatlarına eriştiğini kabul bile etsek on-dan istifade etmesi ne zamana kadar geçerlidir? Gençlik güçleri ne zamana kadar diridir? Ömrün baharı bitip de hazana uğradığında, aza-lardan neşat ve kuvvet gitmekte, tat alma duygusu işlemez hale gel-mekte, tatlar doğru dürüst alınamamakta, göz, kulak, dokunma duyusu ve diğer kuvveler atıl durumuna düşmekte, lezzetler tamamıyla eksik veya yok olmakta, muhtelif hastalıklar akın etmekte, sindirim ve te-neffüs organları işlemez duruma gelmekte ve insan için soğuk bir “ah” tan, dert, hasret ve nedamet dolu bir gönülden başka hiç bir şey baki kalmamaktadır. O halde sağlam ve salim bünyeli kimseler için bile bu cismani kuvvelerden istifade müddeti, iyi ve kötüyü anladığı andan itibaren, bu kuvvelerin işlemez veya eksik bir hale geldiği müddete kadar, yani takriben otuz, kırk yıllık bir zaman olmaktadır. O da hemen hemen her gün müşahede ettiğimiz ve gafil olduğumuz türden diğer hastalık ve belalara düçar olmadığı takdirde geçerlidir.

            Şimdilik senin için aslı olmayan hayal aleminde yüz elli yıllık bir ömür ve şehvet, gazab ve şeytanlık vesilelerinin tümünün temin edil-diği bir ortam tasavvur edelim. Bir de senin için hiç bir aksiliğin çık-mamış ve maksadına aykırı hiç bir şeyin meydana gelmemiş olduğunu farz edelim. Acaba rüzgar gibi geçen bu kısa müddet sonrasında akı-betin nasıl olacak? Acaba ebedi hayatın için bu lezzetlerden ne gibi şeyler zahire kıldın? Özellikle de zavallılık, fakirlik ve yalnızlık günü için? Allah’ın melekleri, velileri ve nebileriyle görüşmek için neler hazırladın? Berzah ve kıyamette sana suretinin verileceği ve Allah’tan başka hiç kimsenin de suretinin de ne olduğunu bilmediği çirkin ve münker bir amelden başka ne tedarik ettin?

            Duyduğun ve dünya ateşi ve azabıyla mukayese ettiğin bütün ce-hennem ateşi, kabir, kıyamet azabı ve diğer şeyleri yanlış anlamışsın, kötü kıyas etmişsin. Bu alemin ateşi soğuk ve arızi (ilineksel) bir şeydir. Bu alemin azabı oldukça rahat ve kolaydır. Senin bu alemdeki derkin eksik ve kusurludur. Bu alemin bütün ateşlerini bir araya toplasalar yine de insanın ruhunu yakamaz. Ama oradaki ateş, cismi yaktığı gibi ruhları ve kalpleri de eritmekte ve yakmaktadır.

            Bütün bu duydukların ve şimdiye kadar bu konuda her kimden ne işittiysen senin orada hazır gördüğün amellerinin cehenneminden iba-rettir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “ her ne yaptılarsa hepsini de hazır buldular.”

            Burada yetim malı yedin ve lezzet aldın ama o alemde cehennemde göreceğin suretin ve bu sebeple sana nasib olacak zilletin ne olduğunu sadece Allah bilir? Burada halka kötü laflar ettin, halkın kalbini kırdın. Ama Allah’ın kullarının kalbini kırmanın o dünyada ne gibi bir azabı var. Sadece Allah bilir? Kendin için ne gibi bir azap hazırladığını bizzat gördüğün zaman anlayacaksın. Gıybet ettiğinde senin için hemen melekutî bir suret vücuda gelir ve (o alemde) sana takdim edilir. O suretle mahşur olacak ve azabını da tadacaksın. Bu kolay, rahat, soğuk ve lezzetli cehennem olan ameller cehennemi, günahkar kimseler içindir. Tamah, hırs, inkar, savaş, kötülük; mal, makam, dünya sevgisi ve diğer melekeler kabilinden fasid, rezil ve batıl melekeler edinen şa-hıslar için ise tasavvur bile edilemeyen bir cehennem vardır. Bu suret-ler, bizzat nefsin kendi batınından zuhur eden, benim ve senin gibilerin kalbinden bile geçmesi mümkün olmayan ve cehennem ehlinin, (o suretlerin) azabından firar ettiği ve korku duyduğu suretlerdir. Bazı güvenilir rivayetlerde şöyle yer almıştır: “Cehennemde mütekebbir kimseler için bir vadi vardır ve adına sakar denmektedir. Bu vadi, şiddetli sıcaklık ve hararet sebebiyle Allah’a şikayette bulundu ve kendisine bir nefes alması için izin vermesini istedi. Kendisine nefes alması için izin verilince de öyle bir nefes çekti ki, cehennem alevlen-di.”



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #21
              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Bazen de bu melekeler insanın ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olmaktadır. Zira insandan imanını almaktadır. Mesela sahih ri-vayetlerimizde “ateşin odunu yediği gibi hasedin de imanı yiyip bitir-diği” yer almıştır. Veya diğer sahih rivayetlerimizde geçtiği şekliyle, “Biri önden, diğeri ise arkadan çobansız bir sürüye saldıran iki kurt, daha sürüyü bitiremeden dünya ve makam sevgisi mü’minin dinini yer bitirir.” Allah korusun günahların akıbeti zulmani ve çirkin meleke ve ahlaka, onlar da insanın imansız ve küfür üzere ölmesine sebep olabilir ki, kafirin ve batıl akidelerin bu cehennemi, o diğer iki (ameller cehennemi ile çirkin ve zulmani meleke ve ahlak) cehenneminden nispeten daha zor, daha yakıcı ve daha zulmanidir.

              Ey aziz! Yüce ilimlerde de sabit kılındığı üzere (ilahî azabın) şid-deti sonsuzdur. Sen ve bütün akıl sahipleri ne kadar düşünse bile, dü-şündüğünüzden daha şiddetli ve çetin bir azabın varlığı mümkündür. Sen, ya filozofların kanıtını görmemişisin veya riyazet ehlinin keşfine inanmıyorsun.

              Sen ki elhamdülillah müminsin, enbiyayı (a.s) sadık kabul ediyor-sun, sen ki bizim muteber kitaplarımızda yer alan ve tüm İmamiye alimlerinin de kabul ettiği rivayetleri doğru biliyorsun, sen ki masum imamlardan (s. a) nakledilen dualar ve münacaatları sahih kabul edi-yorsun, sen ki muttakilerin mevlası Emiru’l Mü’minin'in (a.s) müna-catını bizzat gördün, sen ki Seyyidu’s-Sacidin’in (İmam Zeynu’l Abi-din’in) Ebu Hamza duasındaki münacatını müşahede ettin, biraz da onların mana ve içeriği hakkında tefekkür et. Uzun bir duayı bir defa-da ivedilikle ve manası hususunda hiç tefekkür etmeden okuman ge-rekli ve lazım değildir. Ben ve sizler Seyyidu’s-Sacidin’in halet-i ruhiyesine sahip değiliz ki o mufassal duayı tam bir manevi huzur içinde okuyabilelim. Bir gecede, üçte veya dörtte birini oku ve üzerin-de derince bir tefekkür et ki, belki sen de hal sahibi olursun. Hepsinden öte biraz da Kur’an üzerinde tefekkür et. Bak nasıl bir azap vaat etmiştir ki cehennem ehli, Malik’ten kendilerini öldürmesini istemek-tedir. Heyhat ki, artık ölüm diye bir şey söz konusu değildir.

              Bak Allah-u Teala ne buyuruyor: “Allah’a karşı aşırı gitmemden ötürü bana yazıklar olsun!”

              Bu nasıl bir hasret ve arzudur ki, Allah-u Teala onu böylesi bir azametle ifade etmektedir. Kur’an’ın ayet-i şerifeleri üzerinde biraz te-fekkürde bulun. Düşünüp taşınmadan öylece geçme. “Onu gördüğü-nüz gün, bütün emzikli kadınlar, çocuklarını bile unutup bırakır. Her gebe kadın çocuğunu düşürür ve insanları sarhoş görürsün, fakat sarhoş değildir onlar, ancak Allah’ın azabı pek çetindir.”

              İyice bir düşün azizim! -Neuzubillah- Kur’an öykü ve hikaye kitabı değildir. Seninle şaka yapmamaktadır. Bak ne buyuruyor! Bu nasıl bir azaptır ki, insana kendi azizlerini bile unutturmakta, bütün hamile ka-dınlar düşük yapmaktadır. Acaba bu ne azaptır ki, azametinin had ve sınırı olmayan, izzet ve saltanatı sonsuz olan Allah-u Teala bu azabı öylesine şiddet ve azametle tavsif buyurmaktadır. Azameti sınırlı ol-mayan ve sonsuz izzet ve saltanat sahibi Allah Tebarek ve Teala’nın azametli ve şiddetli olarak nitelendirdiği bir şey acaba ne olabilir? Al-lah da biliyor ya, benim ve senin aklın ve tüm insanların fikri bunun hakikatini tasavvurdan aciz kalmaktadır. İsmet ve temizlik Ehl-i Beyt’inin haber ve eserlerine müracaat eder ve üzerinde biraz olsun te-fekkür edecek olursan, o alemdeki azab olayının, bu alemde görüp dü-şündüğün azaplardan bambaşka bir azab olduğunu anlarsın. Bu alemin azabıyla mukayese etmek batıl ve yanlış bir kıyastır.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #22
                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                Ben senin için, makamı yüce Şeyh Seduk-i Taife’den bir hadis-i şe-rif nakledeyim de hakikatin ne olduğunu bilesin. Musibetin ne kadar büyük olduğunu anlayasın. Kaldı ki, bu hadis de diğer cehennemler-den nispeten soğuk olan ameller cehennemi hakkındadır. İlk önce bil-mek gerekir ki, bu hadisi rivayet eden Şeyh Saduk’a tüm İslam alimleri tevazu göstermekte ve onu makamı yüce bir zat olarak kabul etmek-tedirler. Bu büyük zat, İmam Mehdi’nin (Allah’ın selamı üzerine olsun ve Allah zuhurunu acil kılsın) duası üzere dünyaya gelmiş olup özel lütuf ve ilgisine mazhar biriydi. Ben de büyük İmamiye alimlerinden (r.a) birçok muhtelif yolla bu hadisi Şeyh Seduk’tan naklediyorum. Bizimle Saduk arasında var olan şeyh ve üstatların hepsi de ashabın güvenilir ve büyük olan zatlarıdır. Öyleyse iman sahibi bir kimse isen bu hadise de inanmalı, tasdik etmelisin.

                Şeyh Saduk, kendi senediyle Mevlamız İmam Sadık’tan (a.s) şöyle naklediyor: “Bir gün Resulullah (s.a.a) oturmuş idi, birden Cebrail (a.s) geldi. Oldukça üzgün ve mahzun olup rengi solmuştu. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Cebrail! Seni niçin üzgün ve mahzun görü-yorum?” Cebrail şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Nasıl böyle olma-yayım ki!? Cehennemin nefesleri bugün serbest bırakıldı.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Cebrail! Cehennemin nefesleri nedir?” Cebrail şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki Allah-u Teala ateşe emretti o da yandı. Kırmızı oluncaya kadar tam bin yıl geçti. Ondan sonra da yanmasını emretti ki, beyaz oluncaya kadar tam bin yıl geçti daha sonra da yeniden yanmasını emretti, siyah oluncaya kadar tam bin yıl geçti. (Şu anda da) o ateş siyah ve karanlıktır. Nitekim uzunluğu yetmiş zir’a olan zincirin bir tek halkası dünyanın üzerine bırakılacak olsa şüphesiz ki, dünya onun hararetinden erir ve yok olur. Eğer zakkum ve zer’iden bir damlası dünya ehlinin sularına düşecek olsaydı, o zaman da insanlar onun pis kokusundan ölürlerdi.” İmam Sadık (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Böylece Resulullah (s.a.a) Cebrail ile birlikte ağlamaya başladılar. Allah-u Teala onlara bir melek gönderdi ve o melek şöyle buyurdu: “Sizlere Rabbinizden selam var! O şöyle bu-yuruyor: “Ben her ikinizi de azap görmenize sebep olacak herhangi bir günah işlemekten güvende kıldım.”

                Ey azizim! Bu hadis-i şerifin benzeri oldukça fazladır. Cehennem ve onun elim azabının varlığı bütün dinlerin zaruri bir ilkesi ve kanıtla sabit kılınmış açık bir gerçektir. Keşif ehli ve kalb erbabı kimseler bizzat bu alemde onun bir benzerini bile görmüşlerdir. Bu bel büken hadisin içeriği hususunda biraz olsun tefekkürde bulun. Acaba bu ha-disin sıhhatine ihtimal verecek bile olsan yine de deliler gibi çöllere düşmen gerekmez mi? Ne olmuş ki, bizler bu kadar da gaflet ve ceha-let uykusundayız? Yoksa tıpkı Resulullah (s.a.a) ve Cebrail (a.s) gibi bize de Allah’tan bir melek geldi de azaptan güvende olduğumuzu mu bildirdi? Halbuki Resulullah (s.a.a) ve Allah’ın velileri ömürlerinin sonuna kadar Allah korkusundan bir an olsun rahat etmemiş, doğru dürüst ne uyumuş ve ne de rahat bir yemek yemişlerdi. Allah’ın velisi, korkudan dolayı bayılıyor, kendinden geçiyordu. Ali b. Hüseyin’in (a.s) masum bir imam olmasına rağmen ağlaması, yakarışı, münacatı, acziyet ifadesi ve inlemeleri insanın kalbini parçalamaktadır. Bizlere ne olmuş ki, haya bile etmeden Rububiyyet huzurunda böylesine ilahî mukaddesat ve değerleri çiğniyor ayaklar altına alıyoruz? Yazıklar ol-sun bize ve gafletimize! Eyvahlar olsun bize ve ölümümüzün son an-larının şiddetine! Eyvahlar olsun bize berzahta, berzahın zorluklarında, kıyamette ve onun zulmetlerinde! Eyvahlar olsun cehennem azabı ve cezasındaki halimize…




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #23
                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  6. Bölüm: Ahlakî Fesadların Tedavisi

                  Ey aziz! Uykudan uyan, gafletten kurtul ve kendine gel. Himmet kemerini kuşan. Daha vakit varken fırsatı ganimet bil. Daha ömrün bitmemiş, kuvvetin kendi tasarrufundan çıkmamış, gençliğin elden gitmemiş, fasid ahlak karşısında yenik düşmemiş ve alçak melekeler sana hakim olmamışken kendine bir çare ara, fasid ve çirkin ahlakın tedavisi için bir deva bul, şehvet ve gazab ateşinin sönmesi için bir yol araştır.

                  Ahlakî bozukluğun tedavisi için ahlak alimleri ve sülûk ehli kimseler tarafından önerilen en iyi deva, insanın kendisinde gördüğü kötü melekeleri göz önünde bulundurması, bir müddet onun hilafına erkek-çe kıyam etmesi, teşebbüste bulunması ve nefsin aksi istikametinde himmet göstermesidir. Bir müddet o alçağın isteklerinin aksine dav-ranmalısın ve Allah-u Teala’dan tevfik taleb etmelisin ki sana bu mücahede de yardımcı olsun. Şüphesiz ki çok geçmeden o çirkin huy ortadan kalkacak, şeytan ve ordusu o siperden firar edecek ve onların yerine rahmani ordular mevzilenecektir.

                  İnsanın helakine ve kabir azabına sebep olan, insanı her iki dünyada azaba uğratan kötü ahlaktan birisi de insanın kendi ev halkı, komşuları, meslektaşları, pazar veya mahalle efradından birine kötü davranması, ahlaksızlık etmesidir ki, bu da gazab ve şehvetten doğmaktadır. Mücahid bir kimse karşısında uygun olmayan bir iş çıktığında veya gazab ateşi alevlendiğinde kendi batınını temizlemeyi kararlaştırırsa, kendisini yakışık almayan kötü sözler söylemeye davet ettiğinde nefsin hilafına teşebbüste bulunursa, hulk ve huyun kötü akıbetini hatırlar ve aksine uygun işlerde bulunur, batınında şeytana lanet edip Allah’ına sığınırsa, söz veriyorum ki, bir kaç tekrardan sonra çok geçmeden o kötü huy tamamıyla ortadan kalkacak ve batın memleketinde iyi huy istikrar bulacaktır. Ama eğer nefsin istediği şekilde davranacak olursanız evvelen bizzat bu alemde de sizi helak ve yokluk diyarına çekmesi mümkündür. İnsanı bir anda her iki dünyada helak edebilen gazabın şerrinden Allah-u Teala’ya sığınırım. Gazab, önü alınmadığı takdirde pekala herhangi bir cinayete de sebep olabilir. İnsan gazap halinde ilahî mukaddesata yakışık almayan sözler bile söyleyebilir. Nitekim gazab halinde küframiz laflar ederek mürtet olan bir çok insan görüp müşahede etmekteyiz.

                  İslami hikmet sahipleri, “Dev dalgalarla boğuşan kaptansız bir ge-minin kurtuluşa ermesi, gazap halindeki bir insanın kurtuluşa erme-sinden daha kolaydır” demişlerdir. Veya eğer Allah göstermesin ci-dal ve münakaşa ehliysen -Nitekim bizlerden bazı talebeler bu kötü huy ve tabiatın esiri olmuşlardır- bir müddet nefsin hilafına teşebbüste bulun. Alim ve sıradan insanlarla dolup taşan resmi meclislerde her-hangi bir mevzu söz konusu edildiğinden muhatabının doğru ve sahih dediğini görünce hemen kendi yanlışlığını itirafta bulun ve onu tasdik et. Ümid edilir ki, bu kötü huy kısa bir müddet sonra ortadan kalkar. Allah etmesin ki, “Ben keşiflerimden birinde Allah-u Teala’nın Kur’an’da haber verdiği cehennem ehlinin birbiriyle çekişmesi ve düşmanlığının ilim ve hadis ehlinin mücadelesinin tecessümü olduğunu keşfettim” diyen bazı ilim ehli ve mükaşefe iddiasında bulunan kimselerin sözü doğru olsun!

                  Eğer insan bu hadisin sıhhatine ihtimal bile vererek olsa hemen bu kötü hasletin ortadan kalkması fikrinde olmalı, bunun için gece-gündüz bir yol düşünmelidir.
                  Ashabdan bazısından şöyle rivayet edilmiştir: “Günün birinde oturmuş dini emirlerden biri hususunda hararetli bir şekilde münakaşa ediyorduk. Aniden Resulullah yanımıza geldi ve bu halimizi görünce, daha önce öfkelenmediği bir şekilde öfkelendi ve öyle buyurdu: “Siz-den önce helak olanlar da işte bu yüzden helak oldular. Cidali bırakı-nız. Zira müminler, cidal etmez. Cidali terk edin; zira ben kıyamet gü-nünde cidal edenlere şefaat etmeyeceğim. Ben sözü hak bile olsa cidali terk eden kimseye cennetin bahçesi, ortası ve üstünde üç evi tazmin ediyorum. Cidali terk edin; zira Allah-u Teala’nın putperestlikten sonra nehyettiği şey cedelleşmektir.”
                  Hakeza Peygamber’den (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Sözü hak bile olsa, cidali terk etmedikçe kulun imanı kemale ermez.”

                  Bu konu hakkında birçok hadis mevcuttur. İnsanın, hiç bir eser ve faydası olmayan cüz’i bir münakaşa yüzünden Resul-i Ekrem’in (s.a.a) şefaatinden mahrum kalması ve sahih bir niyetle yapıldığı takdirde ibadet ve itaatlerin en efdali olan ilmî bir müzakereyi, putperestliğin hemen ardından yer alan en büyük bir günah haline getirmesi ne kadar da kötü bir şeydir.

                  İnsan her haliyle bu çirkin ve fasid huyları bir bir göz önünde bu-lundurmalı ve nefsin hilafına davranarak onları ruh memleketinden dı-şarı atmalıdır. Gasıp dışarı atılınca da ev sahibi kendi evine geri döne-cektir


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #24
                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    7. Bölüm: Nefisle Mücadelenin Sonucu

                    Bu makamda nefsle mücadeleyi sona erdirir de İblis ordusunu bu memleketten dışarı çıkarır ve (ruh) memleketini melaiketullahın mes-keni, Allah’ın salih kullarının bir mabedi haline getirirse, artık o zaman Allah’a doğru sülûk da kolaylaşır, rahat bir iş haline gelir, insanlığın doğru yolu daha da bir aydın ve açık hale gelir. Yüzüne cennet ve bereket kapıları bir bir açılır. Cehennem kapısı ise tümüyle kapanır. Allah-u Teala rahmet ve lütuf nazarıyla ona bakar, iman ehlinin arasına katılır, mutluluk ehlinden ve ashab-i yeminden olur, kendisi için ins ve cinnin yaratılış gayesi olan ilahî marifetler kapısından bir yol açılır ve Allah Tebarek ve Teala da o tehlikeli yolda kendisinin elinden tutar ve ona yardım eder.

                    Nefsin üçüncü makamı ve onun mücahede keyfiyeti ile şeytanın o makamdaki hile ve düzenlerine de kısaca bir işaret etmek istiyordum. Ama ortamı münasip görmedim. Bu yüzden de bundan sarf-ı nazar etmek zorunda kaldım. Allah-u Teala’dan bu konuda ayrı bir risale yazmak hususunda bana başarı ve onay inayet buyurmasını taleb edi-yorum.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      İkinci Hadis: Riya

                      عَنْ يَزيدَ بْن خليفَةَ قالَ: قالَ أبُو عَبْدِ الله عليه السّلام: كُلُّ رياء شِركٌ. ﺇنَّهُ مَنْ عَمِلَ لِلنّاسِ كانَ ثَوَابُهُ عَلَي النّاسِ و مَنْ عَمِلَ للِّه، كانَ ثَوابُهُ عَلَي اللهِ.
                      Mezkur senetle Yezid b. Halife, Hz. Sadık’tan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Riyanın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine, Allah için amel eden kimsenin sevabı ise Allah’ın üzerinedir.”

                      Riyanın Anlamı ve Dereceleri Hakkında

                      Şerh

                      Bil ki, riya insanın başkalarının kalbinde bir makam edinmek veya yanlarında, hiç bir ilahî maksat gözetmeksizin sadece iyilik, doğruluk, emanet ve diyanet ehli bir kimse olarak şöhret kazanmak için iyi bir amelini veya beğenilmiş herhangi bir hasletini ya da hak inancını in-sanlara göstermesi ve başkalarına gösteriş yapması demektir. Bu, bir kaç makamda tahakkuk etmekte, vücuda gelmektedir.

                      İlk makam: Bunun da iki derecesi vardır. İlki, insanın dindar olarak şöhret kazanmak veya kalplerde makam edinmek için kendi hak akide ve ilahî marifetlerini izhar etmesidir. Mesela, “Ben varlık aleminde Allah’tan başka hiç kimseyi etki sahibi kabul etmiyorum” veya “Ben Allah’tan başka hiç kimseye tevekkül etmiyorum” der ya da kinaye ve işaretle kendisini hak inanç ve akide sahibi bir kimse olarak tanıtır. İkinci tür ise daha yaygındır. Mesela tevekkül ve ilahî takdire rızayet meselesi konuşulurken, riyakar kimse derin bir ah çeker ve başını (hafifçe bir) sallayarak kendisinin de o cemiyetin sülûk ve yolunda olduğunu ima etmeye çalışır.

                      İkinci makam: Bunun da iki derecesi vardır. İlki (insanın) övülmüş hasletler ve faziletli melekeler izharında bulunmasıdır. İkinci derecesi ise (insanın) mezkur amaç üzere kendisini yerilmiş haslet ve kötü melekelerden beri olmuş ve nefsini tezkiye edilmiş göstermesidir.

                      Üçüncü makam: Özellikle fakihler -Allah onlardan razı olsun- in-dinde maruf olan riyadır. O da mezkur iki dereceyi haizdir. İlki (insa-nın) şer’î ibadet ve amellerini veya aklî üstünlüklerini sırf halka gös-termek ve böylece de kalpleri kendisine celbetmek maksadıyla izharda bulunmasıdır. İster bu amelin bizzat kendisini, ister onun keyfiyet, şart veya cüz’ünü olsun, fıkıh kitaplarında yerildiği şekilde riya maksadıyla yapmasıdır.

                      Bir diğeri de aynı maksatla herhangi bir ameli terk etmesidir. Biz bu sayfalarda üç mezkur makamdan her birinin bazı fesat ve bozuklukla-rını şerh etmeye ve özet bir şekilde bunların deva ve ilacına işaret etmeye çalışacağız.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #26
                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        Birinci Makam

                        1. Bölüm: Riyanın Kısımları

                        Bil ki itikad ve ilahî marifetler hususunda söz konusu olan riya, ri-yanın tüm çeşitlerinden daha zor, akıbeti hepsinden daha kötü, zulmeti tüm riyalardan daha fazla ve büyüktür.

                        Bu riyanın sahibi, hakikatte izhar ettiği hususa bizzat kendisi inan-mıyorsa cehennemde ebedi olarak kalacak olan münafıklar cümlesin-den sayılır. Ebedi helake uğrar ve azabı diğer azapların en şiddetlisi olur. Ama izhar ettiğini sırf halkın kalbinden mevkii ve makam ka-zanmak için izhar ediyorsa bu şahıs münafıklar cümlesinden sayılmaz, ama bu riya iman nurunun kalbinden çıkmasına ve onun yerine kalbine küfür zulmetinin yerleşmesine sebep olur. Zira bu şahıs, ilk etapta gizli şirk sebebiyle müşriktir. Çünkü sahibi bizzat Hak Teala olan ve sadece Allah’a halis kılınması gereken ilahî marifetleri ve hak inançları insanlara teslim etmiş, başkalarını buna ortak kılmış ve şeytana onda tasarruf hakkı tanımıştır, dolayısıyla da artık bu kalbin Allah için olmadığı gün gibi aşikardır.

                        İleride bölümlerin birinde de beyan edeceğimiz gibi, iman, kalbi amellerden ibarettir, salt ilimden değil ... Öyle ki “Riyanın her çeşidi şirktir” diye buyuran hadis-i şerif de bu hakikati ifade etmektedir. Ni-tekim bu helak edici facia, karanlık ve zulmete gömülü fıtrat ve habis meleke, sonunda kalb evinin Allah’tan başkalarına mahsus bir hale gelmesine ve bu rezil ve alçağın zulmeti de yavaş yavaş insanın bu dünyadan imansız olarak gitmesine sebep olmaktadır. Sahip olduğu bu hayali imanı ise manasız bir suret, ruhsuz bir ceset ve akılsız bir kılıf konumunda olup Allah-u Teala indinde asla kabul görmeyecektir. Ni-tekim Kafi’de yer alan Ali b. Salim’den menkul hadis de buna işaret etmektedir.

                        Ravi, Hz. İmam Sadık’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Al-lah-u Teala şöyle buyuruyor: Ben en hayırlı şerikim. Her kim yaptığı her hangi bir amelde bana bir başkasını şerik kılacak olursa, ben sa-dece sırf halisane benim için olanını kabul ederim.”

                        Malumdur ki, kalbi ameller halis olmadığı takdirde Hak Teala tara-fından kabul görmemekte, itina edilmemektedir. Allah-u Teala kendisi için olmayan amelleri aslî sahibine, yani insanın kendisine gösteriş ol-sun diye amel ettiği kimseye iade etmektedir. Kalbi amelleri de o şahsa tahsis edildiğinden artık mezkur şahıs şirk sınırı aşmış ve salt küfre girmiş sayılmaktadır. Belki de denebilir ki, bu şahıs artık münafıklar cümlesine katılmış, onlara mülhak olmuştur. Şirki gizli olduğu gibi, nifakı da gizlidir. Zavallı mümin olduğunu zannetmiş, fakat hakikatte evvelen müşrik, sonra da münafık olmuştur. Dolayısıyla münafıkların azabını da tatmalıdır. İşleri nifaka varan kimselerin vay haline.




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #27
                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          2. Bölüm: İlmin İmandan Ayrı Olduğu Beyanı Hakkında

                          Bil ki Allah, tevhid, selbiye, sübutîyye ve celaliye gibi diğer kemal sıfatları (perfection) ile melaike, resuller, kitaplar ve kıyamet günü hakkında ilim sahibi olmak başka şey, iman ise başka şeydir. Zira bir kimsenin bu ilme sahip olduğu halde imandan mahrum olması da mümkün ve olasıdır. Nitekim şeytan, en azından benim ve senin kadar bu mertebeleri bildiği halde yine de küfretmiş, kafir olmuştur. İman kalbi bir fiildir ki, o olmadığı müddetçe imanda söz konusu değildir. Dolayısıyla, aklî delille veya dinlerin gerekliliği ve zarureti kanıtıyla herhangi bir mevzuda ilim sahibi olan bir kimse, kalben de bilgilerine teslim olmalı ve bir nevi teslim, huzu, mesuliyet ve kabullenmekten ibaret olan kalbi fiilleri de yerine getirmelidir ki, mümin olabilsin. İmanın kemali itminandır. Zira iman kuvvetlendikçe, haliyle ardından kalpte itminan da hasıl olacak, vücuda gelecektir. Bütün bunlar ise ilim değildir.

                          Aynı şekilde bir şeyi kanıtla idrak ettiği halde kalbin buna teslim olmaması da mümkündür. O zaman bu ilmin hiç bir faydası yoktur. Mesela sizler ölünün hiç kimseye zarar veremeyeceğini, dünyadaki bütün ölülerin bir sinek kadar bile duygu ve hareketinin olmadığını, bütün cismani ve nefsani kuvvetlerinin kendisinden ayrıldığını aklınızla anladığınız ve derk ettiğiniz halde, sırf kalbiniz bu meseleyi ka-bullenemediği ve aklınız teslim olmadığı için bir tek gece olsun bir ölüyle aynı odada kalamazsınız. Ama kalb akla teslim olur da bu hükmü kabullenecek olursa, bu iş sizin için çok kolay olacaktır. Nite-kim birkaç kez teşebbüsten sonra da artık kalb teslim olacak ve ölüden hiç bir şekilde korkmayacak, ürkmeyecektir.

                          Anlaşıldığı üzere, kalbin hissesi olan teslim, aklın hissesi olan ilimden daha başka bir şeydir. Zira bazen insan yaratıcıyı, O’nun bir-liğini, ahiret gününü ve diğer hak inançları aklî kanıt yoluyla ispatladığı halde buna bu akideye iman denmez ve bu insan da bir mümin olarak kabullenilmez. Tam tersine ya kafirler, ya münafıklar ya da müşrikler cümlesine dahil edilir. Ne yazık ki bugün kalb gözleriniz görmüyor ve melekutî basiret sahibi de değilsiniz. Bu mülkî göz de idrak edemiyor. Ama sırların açığa çıktığı, ilahî hak saltanatının zahir olduğu, tabiatın harap olduğu ve hakikatin ikame edildiği gün, gerçekte Allah’a iman etmemiş olduğunuzu ve bu aklî hükmün de iman ile hiç bir ilişkisinin olmadığını çok açık bir şekilde anlayacak, derk edeceksiniz. “Lailahe illallah” hakikati akıl kalemiyle kalbin temiz ve halis levhasına nakşe-dilemediği müddetçe insan, Allah’ın vahdaniyetine iman etmiş sayıl-maz. Ama bu ilahî ve temiz kelime kalbe girince kalp saltanatı artık Allah’ın olur ve insan bundan böylece hak memleketinde (kalp) hiç kimseye söz hakkı vermez, müessir olarak kabullenmez. O’ndan başka hiç kimseden makam ve mevki beklentisi içinde olmaz, talepte bu-lunmaz. Makam ve dereceyi başkalarından istemez. Riya ve gösteriş içine girmez. Öyleyse kalbinizde herhangi bir riya görecek olursanız bilin ki kalbiniz aklınıza teslim olmamış, iman, kalplerinize nur saçmamış ve hakikatte siz tabiat aleminde Allah’ı değil, başka birini müessir olarak kabullenmiş bulunmaktasınız. Dolayısıyla da münafıklar veya müşrikler ya da kafirler zümresinde yer almış, menzil edinmişsiniz demektir.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #28
                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            3. Bölüm: Riyanın Vahameti

                            Ey hak inançları ve ilahî marifetleri Allah-u Teala’nın düşmanı olan şeytanın eline ısmarlayan, Hak Teala’ya özgü hakları başkalarına veren, ruh ve kalbin aydınlık sebebi, ebedi mutluluk ve necatın sermayesi, likaullahın kaynağı ve mahbuba yakınlığın tohumu olan nurları, korku dolu karanlıklar, mutsuzluk, ebedi helaket, mahbubun mukaddes huzurundan uzaklığın ve Hak Teala ile likadan uzak kalmanın serma-yesi edinen münafık! Ardında nur olmayan zulmetlere, genişliği ol-mayan darlıklara, şifası olmayan hastalıklara, hayatı olmayan ölüme ve kalbin batında zuhur edip nefs melekutu ile beden mülkünü benim ve senin kalbinden bile geçemeyecek bir şekilde yakacak olan ateşe hazırlıklı ol. Nitekim Allah-u Teala kendi münzel kitabında bir ayet-i şerifede şöyle buyuruyor: “Allah’ın tutuşturulmuş, (yandıkça) tır-manıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.”

                            Yani Allah’ın ateşi kalpleri istila etmekte ve yakmaktadır. Allah’ın ateşinden başka hiç bir ateş kalbi yakamamaktadır. Fıtrat-ı ilahî olan tevhid fıtratı gidip de yerine şirk ve küfür yerleşecek olursa artık insan şefaatçilerin şefaatinden de nasiplenemez ve ebedi olarak cehennemde kalır. Hem de nasıl bir azab? Öyle bir azap ki, Allah’ın kahrından ve Rububiyyet gayretinden meydana gelmiştir.

                            Öyleyse ey aziz! Boş bir hayal, Allah’ın zayıf kullarına cüz’i bir muhabbet ve çaresiz halkın bir tek teveccüh ve iltifatı için kendini Al-lah’ın gazap ve öfkesine uğratma ve o ilahî marifetleri sonsuz kera-metleri, lütufları ve Rububiyyet rahmetlerini hiç bir eser ve faydası olmayan, pişmanlık ve hasretten başka bir şey getirmeyen halk önün-deki bir tek mahbubiyet ve sevgiye değiştirme. Zira kazanç dünyası olan bu alemden göçer de amelin sona erecek olursa, artık pişmanlık ve tevbenin hiç bir faide ve neticesi olamaz.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #29
                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              4. Bölüm: Riya İçin İlmi Bir Deva

                              Biz bu bölümde, mezkur makamda ve aynı şekilde diğer makam-larda bu kalbi hastalığı gidermede etkili olduğunu umduğumuz bazı şeyler çerçevesinde hatırlatmalarda bulunacağız. Bu noktalar, kanıtla, mükaşefeyle, zahirle, masumların verdiği haberlerle ve Allah’ın kita-bıyla mutabık olduğu gibi, aklınızca da hemen kabul görecek ve tasdik edeceğiniz şeylerdir.

                              Allah Tebarek ve Teala bütün mevcudatı kendi kudretiyle ihata et-miş, saltanatının genişliği tüm kainatı kaplamış ve güçlü ihatası tüm yaratıkları çepeçevre sarmış olduğundan, bütün kulların kalbi de onun taht-ı tasarrufu, saltanatı ve kudret eli altında bulunmaktadır. Kulların kalbi üzerinde, O’nun kayyumi izni ve tekvini müsaadesi olmadığı müddetçe hiç kimse tasarrufta bulunamaz. Hatta kalbin sahibi olan kimseler dahi Hak Teala’nın tasarruf ve izni olmaksızın kendi kalpleri üzerinde tasarrufta bulunamazlar. Kur’an’da ve Ehl-i Beyt’in verdiği haberlerde bazen imayla bazen kinaye yoluyla ve bazen de sarih bir şekilde bu meseleye değinilmiş, işaret edilmiştir.

                              Demek ki kalbinizin gerçek sahibi ve onda tasarrufta bulunan zat, Allah Tebarek ve Teala’dır. Zayıf ve aciz bir kul olan sizler ise O’nun izni olmaksızın kalplerde hiç bir tasarrufta bulunamazsınız. Tam tersine O’nun iradesi, sizin ve diğer tüm mevcudatın iradesine galip ve kahir durumdadır. O halde eğer riya ve gösteriş, sırf insanların kalbini kazanmak, gönüllerini ısındırmak, kalplerde değer ve makam edinmek ve iyilik sahibi bir kimse olarak ün salmak içinse bu olay sizin tasarruf ve kudretinizin dışında olup tamamıyla Allah’ın taht-ı tasarrufu altında bulunmaktadır. Kalplerin rabbi ve gönüllerin gerçek sahibi, insanların kalbini istediği kimseye doğru çevirir. Belki sizler böyle yaptığınızda tam tersi bir neticeyle de karşılaşabilirsiniz. Nitekim bizler bir çok riyakar insan gördük ve duyduk ki kalpleri temiz ve pak olmadığından sonunda rüsva oldular ve elde etmek istediklerinin tam tersiyle karşılaştılar. Kafi’de yer alan bir hadis-i şerif de bu manaya işaret et-mektedir. Cerrah-i Medaini’nin naklettiğine göre İmam Sadık (a.s) Al-lah-u Teala’nın (c. c), “Rabbi ile mülakat etmeyi ümid eden bir kimse salih amel işlemeli ve rabbine ibadette hiç kimseyi ortak kılmamalıdır” sözünün tefsirinde şöyle buyurmuştur: “İyi ve salih bir iş yapıp da bununla rabbiyle mülakat etmeyi dilemeyen, sadece insan-ların kendisini temiz bir kimse olarak bilmelerini dileyen ve yaptıklarını tüm halkın duymasını isteyen bir kimse Allah’a ibadette ortak koşmuş sayılır.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Bir kul iyilik yapar da bunu (halktan) gizlerse Allah günün birinde onun iyiliğini halk arasında yayar. (Hakeza) bir kul kötülük yapar da bunu gizlerse, Allah günün birinde onunda kötülüğünü açığa vurur.”

                              Öyleyse ey azizim! İyilikle ünlenmeyi Allah’tan iste, insanların kalbinin seninle olmasını kalbin gerçek sahibinden dile. Sen işlerini Allah için yap. Allah uhrevi bereketler ve o alemdeki nimetlerinin yanı sıra bu dünyada da sana kerametler ihsan eder, seni insanlara mahbub ve sevgili kılar. Kalplerdeki makam ve konumunu daha bir arttırır, sabit kılar. Seni her iki dünyada da alnı açık ve izzetli tutar. Ama ilk önce büyük bir mücahede ve zahmetle kalbini bu sevgi ve alakadan tamamıyla temiz ve halis kılmalısın. Amelinin bu cihetten halis olması için batının sefalı olmalı ve kalbin bütünüyle hakka teveccüh etmelidir. Ruh, pisliklerden arınmalı ve nefsani bulanıklık giderilmelidir. Zayıf insanların sevgi ve kini ile naçiz insanların yanında meşhur ve ünlü olmanın hiç bir faydası yoktur. Faraza bir faydası olsa da birkaç günlük cüz’i ve değersiz bir faydadır. Bu Sevgi, Allah korusun işlerin akıbetinin riyaya varmasına ve insanı müşrik ve münafık ve kafir etmesine de sebep olabilir . Bu alemde rüsva olmasa da o alemde adl-i Rububiyyet huzurunda ve Allah’ın salih kulları, büyük peygamberler ve mukarreb melekleri yanında rüsva olur. Utancından başını önüne eğer ve çaresiz kalır. Üstelik o günde rezil ve rüsva olmanın nasıl bir şey olduğunu tasavvur bile edemiyorsun. Allah’ın huzurunda rezil ve rüsva olmanın ne gibi zulmetleri de peşinden getirdiğini ancak Allah bilir. Allah-u Teala’nın da buyurduğu gibi, o gün kafirin bile “Keşke toprak olsaydım” dediği gündür ve artık bunun da hiçbir faydası yok-tur.

                              Ey çaresiz! Cüz’i bir muhabbet ve insanlar nezdinde faydası olma-yan boş bir şöhret için o büyük kerametlerden oldun. Allah’ın rızasın-dan mahrum kaldın ve Hak Teala’nın gazabına uğradın. Kendisiyle keramet yurdunu edinmen, ebedi mutluluğa ermen ve cennetin üst mertebesine erişmen gereken amelleri, şirk ve nifak zulmetlerine çe-virdin, kendin için hasret, pişmanlık ve şiddetli azaplar satın aldın ve kendini Siccin ehli kıldın. Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte, İmam-ı Sadık’tan (a.s) Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Melek kulun iyi amellerini sevinç içinde yukarı götürünce Allah (c. c) şöyle buyurur: Bu amellerini siccine (cehenneme) atın, zira bu amellerde istemediği, arzulamadığı tek şey benim.”

                              Ben ve sen bu halle siccinin ne olduğunu tasavvur edemeyiz. Facirlerin amel defterini anlayamayız ve bu amellerin siccinde olan suretini göremeyiz.
                              İşlerin hakikatini gördüğümüz zaman ise, ellerimiz kesilmiş, çare-mizse tükenmiş olacaktır.

                              Ey aziz! Kendine gel, gaflet ve sarhoşluğu kendinden uzaklaştır. O alemde tartılmadan önce sen kendi amellerini akıl terazisiyle iyice bir tart. Senden hesap sorulmadan önce kendi kendini hesaba çek. Kalp aynanı şirk, nifak ve iki yüzlülükten arı ve temiz kıl. Bırakma fıtrat nuru küfür zulmetine tebdil olsun. Bırakma “Allah’ın fıtratı ki Allah insanları onun üzerine yaratmıştır” ayetinde buyurulan ilahî fıtrat zayi ve heba olsun. Bu ilahî emanete bu kadar da ihanet etme. Kalbinin aynasını temiz tut ki, Hakk’ın cemal nuru onda tecelli etsin ve seni alemden ve içinde olanlardan müstağni kılsın, kalbinde öyle bir ilahî ateş tutuşsun ki diğer tüm muhabbetleri yakıp kül etsin. Öyle ki bir lahzasını tüm aleme değiştirmeyesin. Allah’ın yadı ve zikrinden öyle bir lezzet alasın ki, bütün hayvani zevkleri oyuncak ve boş bir şey ola-rak göresin. Eğer bu makamın da ehli değilsen ve bu şeyler sana garip geliyorsa, hiç olmazsa Kur’an-ı Mecid ve Masum İmamların verdiği haberlerde yer alan o diğer alemdeki ilahî nimetleri elden çıkarma. İn-sanların teveccühünü kazanmak için hayali bir kaç günlük şehvet kar-şılığında onca sevap ve nimetleri zayi etme, kendini onca kerametler-den mahrum kılma ve ilahî-ebedi saadeti, daimi mutsuzluk karşılığında satma.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #30
                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                                5. Bölüm: İhlasa Davet

                                Bil ki, bizlere bütün bu kerametleri ihsan eden, bizler için bunca hazırlıklar yapan, biz daha gelmeden önce bu dünyada zayıf midemize uygun ve faydalı vitaminleri olan latif yiyecekler yaratan, bizler için mürebbilik yapan ve minnetsiz ve zatî sevgisiyle hizmet eden kimseler (anne ve baba) var eden, elverişli hava ve muhit, zahirî ve batınî ni-metler ve bizler için daha gitmeden ahiret ve berzah aleminde onca hazırlıklar yapan gerçek Maliku’l Müluk ve velinimetimiz, bizden sa-dece bu kalbi kendisi veya kerameti için halis ve temiz tutmamızı is-temiştir. Bunun netice ve faydası da hakikatte kendimize dönmektedir. Ama biz yine de kulak vermiyor, itaat etmiyor, O’nun rızasına muhalif davranıyoruz. Ne büyük zulüm işledik ve ne büyük bir Maliku’l Müluk’la savaşa kalkıştık ki, kötü neticesi yine bizim kendimize zul-metmemizdir ve O’nun saltanatına en küçük bir zarar bile vermemek-tedir. Her ne yapsak da O’nun sulta ve saltanatı altından çıkamayız, müşrik olalım veya tevhid ehli onun için hiç fark etmez. Eğer Allah’ı tanır veya nefsimizi tezkiye edecek olursak bu kendimiz içindir, kafir veya müşrik olacak olursak sadece kendimize zarar vermiş oluruz: “Şüphesiz ki Allah tüm mahlukattan müstağnidir.”

                                Allah’ın bizim ibadetlerimize, ihlasımıza ve kulluğumuza hiç bir ihtiyacı yoktur. Bizim itaatsizlik, şirk ve ikiyüzlülüğümüz O’nun sal-tanat ve kudretine hiç bir zarar veremez. Ama merhametlilerin en merhametlisi olduğundan geniş rahmet ve kamil hikmeti, bizlere hida-yet etmeyi, hayır ve güzel ile şer ve çirkin yolları göstermeyi ve insanlık yolunun uçurumu ile mutluluk yolunun sürçmelerini bizler için gözler önüne sermeyi iktiza etmektedir. Allah-u Teala, bu hidayet ve yol gös-tericiliğinde, belki bu ibadetlerde, ihlaslarda ve kulluklarda bile bizlere o kadar büyük nimetler ihsan etmiş ve bizleri minnet altında bırakmıştır ki, basiret ve gerçekleri gören berzah gözü açılmadığı müddetçe bunların hiç birini anlayamaz ve derk edemeyiz.

                                Bu dar, karanlık ve zulmet diyarı tabiatta esir, zamanın akışında mahkum ve mekanın uzunca karanlığında mahpus olduğumuz müd-detçe Allah’ın büyük nimetlerini idrak edemeyiz. İbadet ve ihlastaki, hidayet ve yol göstericiliğindeki ihsanlarını tasavvur edemeyiz.

                                Büyük enbiyanın, Allah’ın yüce velilerinin ve ümmetinin gerçek alimlerinin bizlere minnet borçlu olduklarını düşünmemelisin. Zira onlar bizim mutluluk ve kurtuluşumuzun rehberi olup bizleri cehalet, zulmet ve perişanlıklardan kurtardılar. Bizleri nur, mutluluk, sevinç ve azamet alemine davet edip durdular. Batıl inanç ve cehl-i mürekkebin ayrılmaz bir parçası olan zulmetlerden, çirkin ahlak ve melekelerin su-reti olan azap ve baskılardan ve çirkin amellerimizin melekutu olan korkunç suretlerden kurtuluşumuz ve o tasavvurunu bile edemediğimiz nur, mutluluk, sevinç, rahatlık, güzellik ile cennetteki huri ve köşklere kavuşabilmemiz ve terbiye olmamız için onca meşakkat ve büyük zahmetlere katlandılar. Bu mülk alemi, sahip olduğu bütün azametiyle cennette giyilen elbiselerden sadece birini bile içine alamayacak kadar dar ve küçüktür. Bu gözlerimizin, huru’l ayn’ın bir tek saç telini bile görebilecek kadar takati yoktur. Bütün bunlar büyük enbiyanın, özellikle de keşf-i külli ve destur-i cami sahibi olan Hatemu’n-Nebiyyin’in ilahî vahiy aracılığıyla derk ettiği, gördüğü, duyduğu ve bizleri davet ettiği akait, ahlak ve fiillerin melekutî suretidir. Biz zavallılar ise akıl sahiplerinin yanlış düşündüklerini kabul eden çocuklar gibi daima onlarla mücadele, savaş ve cidal etmekle meşgulüz. Ama o temiz ve mutmain nefisler, temiz ve tayyibe ruhlar, Allah’ın kulları hususunda sahip oldukları şefkat ve rahmet sebebiyle bizim cehaletimiz karşısında kendi davetlerinden el çekmediler. Belki hiç bir ücret ve karşılık istemeksizin zorla-altınla bizleri cennet ve sa-adete doğru çekip durdular. Resul-i Ekrem (s.a.a) yaptıklarına ecir ve karşılık olarak bizlerden kendi yakınlarını sevmemizi istiyorsa da bu sevgi ve muhabbetin bizler için diğer alemdeki sureti belki bütün suretlerden daha nurani ve aydınlıktır. Dolayısıyla o da bizim fayda-mızadır ve rahmet ve saadete ulaşmamız içindir. Yani risalet ücreti bile bizlere dönmekte ve bizlere nasip olmaktadır. Biz zavallılar o halde onlara niye minnet edelim ki? Bizim ihlas ve sevgimizin onlara ne gibi faydası olur ki? Bizim ve sizin, ümmetin uleması üzerinde ne gibi bir hak ve minneti olabilir? Halka meseleleri açıklayan şahıstan, Nebiyy-i Ekrem’e ve Hak Teala’ya (c. c. ) Kadar herkesin bizlere yol göstermek konusunda sahip olduğu mertebe ve makamı miktarınca üzerimizde hakkı vardır. Bunun karşılığını bu dünyada vermemiz mümkün değildir. Zira bu dünya onların hizmet ve ihsanlarının karşılığını verebilecek liyakate sahip değildir. “Minnet, Allah’ın Resulünün ve velilerin hakkıdır.” Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyurmaktadır:

                                “Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler; De ki: “Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır. Doğrusu Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Al-lah, yaptıklarınızı görendir.”

                                Öyleyse eğer biz gerçekten de iman iddiamızda sadıksak Allah-u Teala bizleri bu imanda da minnet altında bırakmıştır. Allah-u Teala gayb alemini biliyor, ayrıca gayb alemindeki iman, İslam ve amelle-rimizin suretlerinin ne olduğundan da çok iyi haberdardır. Ama biz zavallılar hakikatten habersiz olduğumuzdan, meseleleri beyan eden bir şahıstan bir mesele soruyor ilim öğreniyoruz, sonra da onu minnet altında bırakmaya kalkışıyoruz, bir alimi taklit ediyoruz ve ona minnet etmeye çalışıyoruz. Bir alimin arkasında cemaat namazı kılıyor, onu kendimize minnettar kabul ediyoruz. Halbuki onlar bizi minnet altında bırakmıştır. Ama bizim hiç bir şeyden haberimiz yok. Belki bu haksız ve yersiz minnetler amellerimizi baş aşağı etmekte, Siccin’e atmakta ve yokluk rüzgarına savurmaktadır.


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X