Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..
Ucbun diğer bir fesadı da insanı riyaya zorlamasıdır. Çünkü tabia-tıyla kendi amellerini değersiz sayan, ahlakının bozuk ve fasid oldu-ğunu kabullenen, imanının eksik olduğuna inanan ve zat, sıfat ve amelleriyle ucba kapılmayan, aksine kendisini ve varolan her şeyini değersiz sayan, dolayısıyla da gösteriş yapmaktan ve onları başkalarına göstermekten şiddetle sakınan kimse, çirkin ve bozuk metasını hile fuarında sergilemeye kalkışmaz. Ama kendisini kamil ve amellerini değerli kabullendiği takdirde hemen onu belli ettirmeye ve diğerlerine satmaya kalkışır.
İkinci hadisin şerhinde riyanın fesad ve bozukluklarından uzun uzadıya bahsettik. Onların tümünü ucbun fesatları olarak da kabul-lenmek gerekir.
Ucbun diğer bir fesadı da bu rezil sıfatın insanda helak edici kibre yol açmasıdır. İnsanı tekebbür musibetine düçar kılmaktadır. (İnşallah bundan sonra biraz da bundan bahsedilecektir. ) Ucbun direkt veya endirekt bizzat kendisinden kaynaklanan bazı fesatlarının şerrinden ise, bahsin uzamasına sebep olacağından dolayı sarf-ı nazar ediyoruz.
Ucba düçar olan şahıs bilmelidir ki, bu rezil sıfat, bir çok rezalet ve kötülüklerin tohumu konumundadır. İnsanı ebedi felaket ve azabın kucağına düşürmede müstakil ve yeterli bir sebep olan sayısız mesele-lerin kökeni ve kaynağı durumundadır. Bu fesatları hakkıyla anlar, dikkatle mülahaza eder ve ardından da Resul-i Ekrem ve Eh-i Beyt’inden (a.s) menkul olan hadislere müracaat edecek olursa, Şüp-hesiz, kendi nefsini ıslah etmeye niyetlenecek, Allah etmesin bu çirkin ve rezil sıfatın diğer aleme sirayet etmemesi için kendini bu rezil sıfat-tan temizlemeye ve köklerini kendi nefsinden söküp atmaya çalışacak-tır.
Bir zaman gelir de bu dünyevi/mülkî göz kapanır, berzah ve kıyamet sultanı zuhur edecek olursa, büyük günahlar ehlinin durumunun kendi halinden çok daha iyi olduğunu, Allah-u Teala’nın, sahip oldukları nedamet veya Hakk Teala’nın fazlına karşı itimatları sebebiyle onları bağışladığını, bu zavallıyı ise kendisini müstakil ve özerk kabul-lendiğinden, batınında kendisini Hak Teala’nın fazlından müstağni gördüğünden, Allah-u Teala’nın hesaba çektiğini, onu kendi isteği üzere adalet mizanıyla sorguladığını görecek ve neticede Hakk Teala, kendisi için asla ibadet etmediğini, tüm ibadetlerinin O’nun dergahın-dan uzak olduğunu, amel ve imanının da batıl ve değersiz olduğunu ona bildirecektir. Bundan da acısı, bizzat bunlar onun helaket, elim azab ve cehimde (cehennemde) ebedi olarak kalmasına sebep olacaktır. Allah-u Teala hiç kimseye adaletiyle muamele etmesin. Zira Allah insana adaletiyle muamele edecek olursa hiç kimse için bir kurtuluş yolu kalmaz. Hidayet İmamları (a.s) ve büyük peygamberler dua ve münacatlarında Allah’ın fazlını temenni ediyorlardı. Adalet ve hesapta münakaşa hususunda oldukça korku içinde idiler. Hakk dergahının seçkinleri ve Masum İmamlar’ın (a.s) dua ve münacaatları, kendi kusur ve hatalarını itiraf ve hakkıyla ubudiyetten aciz olduklarının beyanıyla doludur. Öyle ki mevcudatın en efdali ve mümkünü’l vücudun Allah’a en yakını olan Peygamber (s.a.a) bile, “Seni hakkıyla tanıya-madık ve sana hakkıyla ibadet edemedik” diye buyurmaktadır. O halde diğer insanların hali ne olacaktır varın siz düşünün.
Evet onlar Hakk Teala’nın azametini ve “mümkün’ül vücud” un “vacib’ul vücud” ile olan ilişkisini çok iyi anlamışlardır. Onlar dünya-daki tüm ömürlerini ibadet, taat, hamd ve tesbih ile geçirecek olsalar bile, Hakk’ın nimetinin şükrünü eda edemeyeceklerini çok iyi bilmek-teler. Nerede kaldı ki, O’nun zat ve sıfatının hamd-u sena hakkını ye-rine getirebilsinler… Onlar mevcutlardan hiç birisinin kendiliğinden bir şeye sahip olmadığını; kudret, ilim, kuvvet vb. kemallerin tümünün O’nun kemal gölgesi altında bulunduğunu, “mümkün” ün ise fakir, belki salt fakirlik ve bağımlılık olduğunu, müstakil olmadığını çok iyi anlar. Mümkün’ün ne gibi bir kemali olabilir ki, onunla övünmeye ve diğerlerine üstünlük taslamaya kalkışsın! Ne kudreti vardır ki, amelle-rini diğerlerine gösteriş yapsın. Onlar Allah’ın celal ve cemalinin arif-leriydi. Onlar açık bir müşahedeyle kendi acziyet ve noksanlıklarını ve Vacib’ul Vücud’un kemalini müşahede ediyorlardı. Ama biz zavallıla-rın göz, akıl, idrak vb. duyu organları, cehalet, bilgisizlik, gaflet, ken-dini beğenmişlik ve kalbi ve kalıbı (organik) günahların hicab ve per-desiyle örtülü kaldığından, Hakk’ın üstün ve kahir saltanatı mukabi-linde arz-ı endamda bulunuyor ve kendimiz için bir istiklal ve nesnel-liğe kail oluyoruz.
Ey kendinden ve yaratıcısıyla kendisi arasında var olan ilişkiden habersiz olan zavallı mümkün varlık!
Ey Malik’ul- Müluk karşısında ne gibi bir sorumluluk ve görevi ol-duğundan gafil olan talihsiz mümkün varlık! Bizler için birçok felaket ve bahtsızlığa sebep olan ve bizleri bunca zulmetler ve bulanıklıklara düçar kılan da işbu cehalet ve bilgisizliktir. İşin bozukluğu baştan ve suyun pisliği kaynaktandır. Bizim marifet gözümüz kör ve kalplerimiz ölmüştür. Bu da bütün bu musibetlerin sebebidir. Ama biz ıslah fik-rinde dahi değiliz.
Yarabbi! Sen bizlere tevfik inayet eyle. Sen bizlere vazife ve so-rumluluğumuzun ne olduğunu bildir. Arif ve evliyanın kalbini doldu-ran kendi marifet nurlarından bize de nasib et. Kudret ve saltanat iha-tanı bize de göster. Bizlere kendi eksiklik ve noksanlıklarımızı göster. Tüm güzellik ve iyilikleri mahluka isnad eden biz çaresiz ve zavallılara, “el-hamdu lillahi Rabbi’l alemin” in manasını öğret. Sen kalplerimizi mahluklardan hiç birisinin hamda layık olmadığına aşina kıl. Sen bizlere “Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Sana gelen kötülükler ise nefsinden” hakikatini göster. Sen mübarek tevhid kelimesini bizim kasvetli ve bulanık kalplerimize sok. Biz hicab, zulmet, şirk ve nifak ehliyiz. Biz bencil ve kendini beğenmiş kimseleriz. Sen nefs ve dünya sevgisini kalplerimizden dışarı çıkar. Sen bizleri Allah’ı isteyen ve sadece Allah’a ibadet edenlerden eyle! “Şüphesiz ki sen her şeye ka-dirsin.”
Ucbun diğer bir fesadı da insanı riyaya zorlamasıdır. Çünkü tabia-tıyla kendi amellerini değersiz sayan, ahlakının bozuk ve fasid oldu-ğunu kabullenen, imanının eksik olduğuna inanan ve zat, sıfat ve amelleriyle ucba kapılmayan, aksine kendisini ve varolan her şeyini değersiz sayan, dolayısıyla da gösteriş yapmaktan ve onları başkalarına göstermekten şiddetle sakınan kimse, çirkin ve bozuk metasını hile fuarında sergilemeye kalkışmaz. Ama kendisini kamil ve amellerini değerli kabullendiği takdirde hemen onu belli ettirmeye ve diğerlerine satmaya kalkışır.
İkinci hadisin şerhinde riyanın fesad ve bozukluklarından uzun uzadıya bahsettik. Onların tümünü ucbun fesatları olarak da kabul-lenmek gerekir.
Ucbun diğer bir fesadı da bu rezil sıfatın insanda helak edici kibre yol açmasıdır. İnsanı tekebbür musibetine düçar kılmaktadır. (İnşallah bundan sonra biraz da bundan bahsedilecektir. ) Ucbun direkt veya endirekt bizzat kendisinden kaynaklanan bazı fesatlarının şerrinden ise, bahsin uzamasına sebep olacağından dolayı sarf-ı nazar ediyoruz.
Ucba düçar olan şahıs bilmelidir ki, bu rezil sıfat, bir çok rezalet ve kötülüklerin tohumu konumundadır. İnsanı ebedi felaket ve azabın kucağına düşürmede müstakil ve yeterli bir sebep olan sayısız mesele-lerin kökeni ve kaynağı durumundadır. Bu fesatları hakkıyla anlar, dikkatle mülahaza eder ve ardından da Resul-i Ekrem ve Eh-i Beyt’inden (a.s) menkul olan hadislere müracaat edecek olursa, Şüp-hesiz, kendi nefsini ıslah etmeye niyetlenecek, Allah etmesin bu çirkin ve rezil sıfatın diğer aleme sirayet etmemesi için kendini bu rezil sıfat-tan temizlemeye ve köklerini kendi nefsinden söküp atmaya çalışacak-tır.
Bir zaman gelir de bu dünyevi/mülkî göz kapanır, berzah ve kıyamet sultanı zuhur edecek olursa, büyük günahlar ehlinin durumunun kendi halinden çok daha iyi olduğunu, Allah-u Teala’nın, sahip oldukları nedamet veya Hakk Teala’nın fazlına karşı itimatları sebebiyle onları bağışladığını, bu zavallıyı ise kendisini müstakil ve özerk kabul-lendiğinden, batınında kendisini Hak Teala’nın fazlından müstağni gördüğünden, Allah-u Teala’nın hesaba çektiğini, onu kendi isteği üzere adalet mizanıyla sorguladığını görecek ve neticede Hakk Teala, kendisi için asla ibadet etmediğini, tüm ibadetlerinin O’nun dergahın-dan uzak olduğunu, amel ve imanının da batıl ve değersiz olduğunu ona bildirecektir. Bundan da acısı, bizzat bunlar onun helaket, elim azab ve cehimde (cehennemde) ebedi olarak kalmasına sebep olacaktır. Allah-u Teala hiç kimseye adaletiyle muamele etmesin. Zira Allah insana adaletiyle muamele edecek olursa hiç kimse için bir kurtuluş yolu kalmaz. Hidayet İmamları (a.s) ve büyük peygamberler dua ve münacatlarında Allah’ın fazlını temenni ediyorlardı. Adalet ve hesapta münakaşa hususunda oldukça korku içinde idiler. Hakk dergahının seçkinleri ve Masum İmamlar’ın (a.s) dua ve münacaatları, kendi kusur ve hatalarını itiraf ve hakkıyla ubudiyetten aciz olduklarının beyanıyla doludur. Öyle ki mevcudatın en efdali ve mümkünü’l vücudun Allah’a en yakını olan Peygamber (s.a.a) bile, “Seni hakkıyla tanıya-madık ve sana hakkıyla ibadet edemedik” diye buyurmaktadır. O halde diğer insanların hali ne olacaktır varın siz düşünün.
Evet onlar Hakk Teala’nın azametini ve “mümkün’ül vücud” un “vacib’ul vücud” ile olan ilişkisini çok iyi anlamışlardır. Onlar dünya-daki tüm ömürlerini ibadet, taat, hamd ve tesbih ile geçirecek olsalar bile, Hakk’ın nimetinin şükrünü eda edemeyeceklerini çok iyi bilmek-teler. Nerede kaldı ki, O’nun zat ve sıfatının hamd-u sena hakkını ye-rine getirebilsinler… Onlar mevcutlardan hiç birisinin kendiliğinden bir şeye sahip olmadığını; kudret, ilim, kuvvet vb. kemallerin tümünün O’nun kemal gölgesi altında bulunduğunu, “mümkün” ün ise fakir, belki salt fakirlik ve bağımlılık olduğunu, müstakil olmadığını çok iyi anlar. Mümkün’ün ne gibi bir kemali olabilir ki, onunla övünmeye ve diğerlerine üstünlük taslamaya kalkışsın! Ne kudreti vardır ki, amelle-rini diğerlerine gösteriş yapsın. Onlar Allah’ın celal ve cemalinin arif-leriydi. Onlar açık bir müşahedeyle kendi acziyet ve noksanlıklarını ve Vacib’ul Vücud’un kemalini müşahede ediyorlardı. Ama biz zavallıla-rın göz, akıl, idrak vb. duyu organları, cehalet, bilgisizlik, gaflet, ken-dini beğenmişlik ve kalbi ve kalıbı (organik) günahların hicab ve per-desiyle örtülü kaldığından, Hakk’ın üstün ve kahir saltanatı mukabi-linde arz-ı endamda bulunuyor ve kendimiz için bir istiklal ve nesnel-liğe kail oluyoruz.
Ey kendinden ve yaratıcısıyla kendisi arasında var olan ilişkiden habersiz olan zavallı mümkün varlık!
Ey Malik’ul- Müluk karşısında ne gibi bir sorumluluk ve görevi ol-duğundan gafil olan talihsiz mümkün varlık! Bizler için birçok felaket ve bahtsızlığa sebep olan ve bizleri bunca zulmetler ve bulanıklıklara düçar kılan da işbu cehalet ve bilgisizliktir. İşin bozukluğu baştan ve suyun pisliği kaynaktandır. Bizim marifet gözümüz kör ve kalplerimiz ölmüştür. Bu da bütün bu musibetlerin sebebidir. Ama biz ıslah fik-rinde dahi değiliz.
Yarabbi! Sen bizlere tevfik inayet eyle. Sen bizlere vazife ve so-rumluluğumuzun ne olduğunu bildir. Arif ve evliyanın kalbini doldu-ran kendi marifet nurlarından bize de nasib et. Kudret ve saltanat iha-tanı bize de göster. Bizlere kendi eksiklik ve noksanlıklarımızı göster. Tüm güzellik ve iyilikleri mahluka isnad eden biz çaresiz ve zavallılara, “el-hamdu lillahi Rabbi’l alemin” in manasını öğret. Sen kalplerimizi mahluklardan hiç birisinin hamda layık olmadığına aşina kıl. Sen bizlere “Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Sana gelen kötülükler ise nefsinden” hakikatini göster. Sen mübarek tevhid kelimesini bizim kasvetli ve bulanık kalplerimize sok. Biz hicab, zulmet, şirk ve nifak ehliyiz. Biz bencil ve kendini beğenmiş kimseleriz. Sen nefs ve dünya sevgisini kalplerimizden dışarı çıkar. Sen bizleri Allah’ı isteyen ve sadece Allah’a ibadet edenlerden eyle! “Şüphesiz ki sen her şeye ka-dirsin.”
Yorum