Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    Ucbun diğer bir fesadı da insanı riyaya zorlamasıdır. Çünkü tabia-tıyla kendi amellerini değersiz sayan, ahlakının bozuk ve fasid oldu-ğunu kabullenen, imanının eksik olduğuna inanan ve zat, sıfat ve amelleriyle ucba kapılmayan, aksine kendisini ve varolan her şeyini değersiz sayan, dolayısıyla da gösteriş yapmaktan ve onları başkalarına göstermekten şiddetle sakınan kimse, çirkin ve bozuk metasını hile fuarında sergilemeye kalkışmaz. Ama kendisini kamil ve amellerini değerli kabullendiği takdirde hemen onu belli ettirmeye ve diğerlerine satmaya kalkışır.

    İkinci hadisin şerhinde riyanın fesad ve bozukluklarından uzun uzadıya bahsettik. Onların tümünü ucbun fesatları olarak da kabul-lenmek gerekir.
    Ucbun diğer bir fesadı da bu rezil sıfatın insanda helak edici kibre yol açmasıdır. İnsanı tekebbür musibetine düçar kılmaktadır. (İnşallah bundan sonra biraz da bundan bahsedilecektir. ) Ucbun direkt veya endirekt bizzat kendisinden kaynaklanan bazı fesatlarının şerrinden ise, bahsin uzamasına sebep olacağından dolayı sarf-ı nazar ediyoruz.

    Ucba düçar olan şahıs bilmelidir ki, bu rezil sıfat, bir çok rezalet ve kötülüklerin tohumu konumundadır. İnsanı ebedi felaket ve azabın kucağına düşürmede müstakil ve yeterli bir sebep olan sayısız mesele-lerin kökeni ve kaynağı durumundadır. Bu fesatları hakkıyla anlar, dikkatle mülahaza eder ve ardından da Resul-i Ekrem ve Eh-i Beyt’inden (a.s) menkul olan hadislere müracaat edecek olursa, Şüp-hesiz, kendi nefsini ıslah etmeye niyetlenecek, Allah etmesin bu çirkin ve rezil sıfatın diğer aleme sirayet etmemesi için kendini bu rezil sıfat-tan temizlemeye ve köklerini kendi nefsinden söküp atmaya çalışacak-tır.

    Bir zaman gelir de bu dünyevi/mülkî göz kapanır, berzah ve kıyamet sultanı zuhur edecek olursa, büyük günahlar ehlinin durumunun kendi halinden çok daha iyi olduğunu, Allah-u Teala’nın, sahip oldukları nedamet veya Hakk Teala’nın fazlına karşı itimatları sebebiyle onları bağışladığını, bu zavallıyı ise kendisini müstakil ve özerk kabul-lendiğinden, batınında kendisini Hak Teala’nın fazlından müstağni gördüğünden, Allah-u Teala’nın hesaba çektiğini, onu kendi isteği üzere adalet mizanıyla sorguladığını görecek ve neticede Hakk Teala, kendisi için asla ibadet etmediğini, tüm ibadetlerinin O’nun dergahın-dan uzak olduğunu, amel ve imanının da batıl ve değersiz olduğunu ona bildirecektir. Bundan da acısı, bizzat bunlar onun helaket, elim azab ve cehimde (cehennemde) ebedi olarak kalmasına sebep olacaktır. Allah-u Teala hiç kimseye adaletiyle muamele etmesin. Zira Allah insana adaletiyle muamele edecek olursa hiç kimse için bir kurtuluş yolu kalmaz. Hidayet İmamları (a.s) ve büyük peygamberler dua ve münacatlarında Allah’ın fazlını temenni ediyorlardı. Adalet ve hesapta münakaşa hususunda oldukça korku içinde idiler. Hakk dergahının seçkinleri ve Masum İmamlar’ın (a.s) dua ve münacaatları, kendi kusur ve hatalarını itiraf ve hakkıyla ubudiyetten aciz olduklarının beyanıyla doludur. Öyle ki mevcudatın en efdali ve mümkünü’l vücudun Allah’a en yakını olan Peygamber (s.a.a) bile, “Seni hakkıyla tanıya-madık ve sana hakkıyla ibadet edemedik” diye buyurmaktadır. O halde diğer insanların hali ne olacaktır varın siz düşünün.

    Evet onlar Hakk Teala’nın azametini ve “mümkün’ül vücud” un “vacib’ul vücud” ile olan ilişkisini çok iyi anlamışlardır. Onlar dünya-daki tüm ömürlerini ibadet, taat, hamd ve tesbih ile geçirecek olsalar bile, Hakk’ın nimetinin şükrünü eda edemeyeceklerini çok iyi bilmek-teler. Nerede kaldı ki, O’nun zat ve sıfatının hamd-u sena hakkını ye-rine getirebilsinler… Onlar mevcutlardan hiç birisinin kendiliğinden bir şeye sahip olmadığını; kudret, ilim, kuvvet vb. kemallerin tümünün O’nun kemal gölgesi altında bulunduğunu, “mümkün” ün ise fakir, belki salt fakirlik ve bağımlılık olduğunu, müstakil olmadığını çok iyi anlar. Mümkün’ün ne gibi bir kemali olabilir ki, onunla övünmeye ve diğerlerine üstünlük taslamaya kalkışsın! Ne kudreti vardır ki, amelle-rini diğerlerine gösteriş yapsın. Onlar Allah’ın celal ve cemalinin arif-leriydi. Onlar açık bir müşahedeyle kendi acziyet ve noksanlıklarını ve Vacib’ul Vücud’un kemalini müşahede ediyorlardı. Ama biz zavallıla-rın göz, akıl, idrak vb. duyu organları, cehalet, bilgisizlik, gaflet, ken-dini beğenmişlik ve kalbi ve kalıbı (organik) günahların hicab ve per-desiyle örtülü kaldığından, Hakk’ın üstün ve kahir saltanatı mukabi-linde arz-ı endamda bulunuyor ve kendimiz için bir istiklal ve nesnel-liğe kail oluyoruz.

    Ey kendinden ve yaratıcısıyla kendisi arasında var olan ilişkiden habersiz olan zavallı mümkün varlık!

    Ey Malik’ul- Müluk karşısında ne gibi bir sorumluluk ve görevi ol-duğundan gafil olan talihsiz mümkün varlık! Bizler için birçok felaket ve bahtsızlığa sebep olan ve bizleri bunca zulmetler ve bulanıklıklara düçar kılan da işbu cehalet ve bilgisizliktir. İşin bozukluğu baştan ve suyun pisliği kaynaktandır. Bizim marifet gözümüz kör ve kalplerimiz ölmüştür. Bu da bütün bu musibetlerin sebebidir. Ama biz ıslah fik-rinde dahi değiliz.

    Yarabbi! Sen bizlere tevfik inayet eyle. Sen bizlere vazife ve so-rumluluğumuzun ne olduğunu bildir. Arif ve evliyanın kalbini doldu-ran kendi marifet nurlarından bize de nasib et. Kudret ve saltanat iha-tanı bize de göster. Bizlere kendi eksiklik ve noksanlıklarımızı göster. Tüm güzellik ve iyilikleri mahluka isnad eden biz çaresiz ve zavallılara, “el-hamdu lillahi Rabbi’l alemin” in manasını öğret. Sen kalplerimizi mahluklardan hiç birisinin hamda layık olmadığına aşina kıl. Sen bizlere “Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Sana gelen kötülükler ise nefsinden” hakikatini göster. Sen mübarek tevhid kelimesini bizim kasvetli ve bulanık kalplerimize sok. Biz hicab, zulmet, şirk ve nifak ehliyiz. Biz bencil ve kendini beğenmiş kimseleriz. Sen nefs ve dünya sevgisini kalplerimizden dışarı çıkar. Sen bizleri Allah’ı isteyen ve sadece Allah’a ibadet edenlerden eyle! “Şüphesiz ki sen her şeye ka-dirsin.”



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #47
      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      :al.razı olsun

      Yorum


        #48
        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        5. Bölüm: Ucbun Menşeinin Nefis Sevgisi Olduğunun Beyanı

        Bil ki ucb rezilliği nefs sevgisinden kaynaklanmaktadır. Zira insan, nefs sevgisi fıtratı üzere yaratılmıştır. İnsanî tüm hataların ve ahlakî rezilliklerin kaynağı ise nefs sevgisidir. İşte bu cihettendir ki, insan kendi küçük ve değersiz amellerini büyük olarak görmekte, bu vesi-leyle Hakk dergahının iyileri ve has kulları arasında olduğunu san-makta ve bu değersiz amelleri vasıtasıyla sena ve medhe layık bulun-duğunu tasavvur etmektedir. Hatta bazen kötü ve çirkin amelleri bile gözünde iyi ve güzel olarak tecelli eder. Eğer başkalarından kendi amellerinden daha iyi ve büyük ameller zuhur edecek olursa, onlara yeterince ehemmiyet vermemekte ve daima halkın iyi amellerini kötü-lükten bir mertebeye te’vil ve tevcih etmektedir. Öte yandan kendi çirkin ve uygunsuz işlerini ise iyilikten bir mertebeye te’vil etmektedir. Allah’ın kulları konusunda kötümserdir. Ama kendisi söz konusu olunca iyimserdir. Bu nefs sevgisi vasıtasıyla, binlerce pislik ve Hak’tan uzaklaştırıcı kötülüklerle yoğrulmuş küçücük bir ameli karşı-lığında Hakk Teala’yı kendisine borçlu kabul etmekte ve rahmete mazhar olması gerektiğini hayal etmektedir. Şimdi de en iyisi biraz ol-sun kendi güzel ve iyi amellerimizi düşünelim. Bizlerden zuhur eden ibadî amellerimizi biraz da olsun aklımızla ele alıp insaf gözüyle de-ğerlendirelim.

        O zaman da görelim bakalım, bizler bu amellerimiz sebebiyle medh, sena, sevab ve rahmete mi müstahakız, yoksa kınama, ceza, gazab ve azaba mı? Eğer Hakk Teala bizim nazarımızda iyi olan bu ameller sebebiyle bizleri kahır ve gazab ateşinde yakacak olursa, bu yerinde ve adaletli bir şeydir.

        Ben şu anda sizleri, sormak istediğim şu soru hususunda hakem kı-lıyorum ve sizlerden tefekkür ettikten sonra da tasdik etmenizi istiyo-rum. Sorum şudur: Eğer doğrulanmış doğru olan Nebiyy-i Ekrem (s.a.a), farzen sizlere dese ki: “Tüm ömrünüz boyunca ister Allah’a ibadet edin, O’nun emirlerine itaat gösterin, şehvetleri ve nefsani is-tekleri terk edin, isterse de tüm ömrünüz boyunca O’nun emirlerinin aksine davranın, nefsani meyil ve şehvetleriniz doğrultusunda hareket edin, sizin ahiretteki derece ve mevkiniz değişmeyecektir. Cennete gi-deceksiniz ve azaptan emanda olacaksınız. Namaz kılın veya zina edin hiç fark etmez. Ama Halk Teala sizin kendisine ibadet etmenizi, medh-u senada bulunmanızı, şehvet ve nefsani arzularını bu dünyada terk etmenizi istemektedir. Buna karşılık olarak da sizlere hiç bir mükafat vaat etmemekte, hiç bir sevap vermemektedir.” Şimdi soruyorum, acaba sizler günah ve günah ehli mi olurdunuz, yoksa ibadet ve takva ehli mi? Sizler Hakk Teala’nın hatırı ve rızası için nefsani lezzetleri kendinize haram kılar mıydınız? Sizler yine de müstehablar, cum’a ve cemaat hususunda bu kadar rağbetli olur muydunuz? Yoksa şehvetlere dalıp işret meclislerinde eğlence, müzik ve benzeri şeylerle mi meşgul olurdunuz? Riyakarlık ve gösterişten uzak tam bir insaf nazarıyla düşünüp de öyle cevap verin. Ben kendi adıma ve benim gibi olanlar adına diyorum ki günah ve günah ehli, itaati terk eden ve nefsani şehvetlere dalan kimselerden olurdum.

        Bu neticeden de anlaşıldığı gibi, bizim tüm amellerimiz nefsani lezzetler ile mide ve tenasül organımızı tatmin etmek içindir. Biz mideperest ve şehvetperest kimseleriz. Bazı lezzetleri terk ediyorsak da bu daha büyük lezzetleri tatmak içindir. Bakışımızın yönü ve arzu-larımızın kıblesi şehvet güdülerimizi tatmin etmektedir. İlahî yakın-laşmanın miracı olan namazı, bizler cennet hurilerine kavuşabilmek için kılıyoruz. Namazlarımızın Hakk’a yakın olmakla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır. Emre itaat ile de bir ilgisi yoktur. Allah’ın rızasını gözetmekten binlerce fersah uzaklardadır.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #49
          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          Ey şehvet ve gazabını dindirmekten başka hiç bir şey düşünmeyen ve ilahî marifetlerden habersiz olan zavallı sefil! Zikir, vird, müstahaplar ve vaciplerle amel, mekruhu ve haramları terk etmek, gü-zel ahlakla ahlaklanmak ve kötü ahlaktan uzak durmak gibi amellerinin tümünü insaf terazisiyle tart. Yapmış olduğun bu bütün amellerin hepsi de nefsani şehvetlere ulaşmak, zümrütten tahtlara oturmak, güzel manzaralı kasırlarda sükunet etmek, güzel ve zarif cennet hurileriyle oturmak, parlak ve ipek elbiseler giymek ve nefsani arzulara nail olmak içindir. Acaba baştan sona bencillik ve nefisperestlikten kaynaklanan bu amellerin Allah için Hakk’a ibadet aşkıyla olduğunu söylemek yakışık alır mı? Acaba sadece ücret için çalışan ve “Ben iş veren için çalışıyorum” dediğinde herkesçe tekzip edilen işçiden bir farkınız var mı? Acaba “Ben sadece Allah’a yakınlaşmak için mi namaz kılıyorum” demekle yalan söylemiyor musunuz? Acaba sizin bu namazınız Allah’a yakın olmak için midir, yoksa cennet hurileri ve nefsani şehvetlere nail olmak için mi?

          Açıkça söyleyeyim ki, Allah’ın arif ve evliya kulları indinde bizim bütün bu ibadetlerimiz, büyük günahlardan sayılmaktadır. Seni zavallı seni! Hz. Hakk’ın (c. c) huzurunda ve onun mukarreb meleklerinin önünde Hakk’ın rızasının hilafına hareket etmektesin. Hakk’a yakın-laşmanın miracı olan ibadeti bile nefs-i emmare ve şeytan için eda et-mektesin. Buna rağmen kalkmış bir de utanmadan ibadetin hususunda Rububiyyet ve mukarreb meleklerin huzurunda onca yalan atıyor ve iftirada bulunuyorsun. Minnet etmeye kalkışıyor, ucb ve tekebbüre kapılıyorsun. Benim ve senin yaptığın bu ibadet ile en büyüğü riya olan isyan ehlinin günahlarının ne farkı var ki? Zira riya şirktir. Kötülüğü ve büyüklüğü de Allah için ibadet etmemiş olmandır. Oysa bizim bütün ibadetlerimiz salt şirktir. İbadetlerimizde ihlas şüphesi bile yoktur. Belki Allah’ın rızası, başkalarıyla ortaklık şeklinde dahi olsun amellerimizde mevcut değildir. Tam tersine hepsi de şehvetler ile mide ve tenasül organının tatmini içindir.

          Ey aziz! İster dünyadaki kadın olsun, ister cennetteki hiç fark et-mez; kadın için kılınan namaz, Allah için kılınan namaz değildir. Dünyevi veya uhrevi emel ve arzular için kılınan namaz ilahî bir namaz değildir ve Allah’la hiç bir ilgisi yoktur. Öyleyse niçin bu kadar kabarıp nazlanıyor, işvelenip tekebbür ediyorsun? Allah’ın kullarına hareket gözüyle bakıyor, kendini Hakk dergahının has kullarından sayıyorsun? Zavallı seni! Bizzat bu namazın yüzünden azaba müstahak ve yetmiş zir’alık zincire vurulmaya layıksın. Öyleyse niçin kendini alacaklı zannediyorsun? Halbuki bu kendini alacaklı zannetmek, tekebbür ve ucb sebebiyle, nefsine başka bir azap daha hazırlıyorsun. Sen yapmaya memur olduğun amelleri yerine getir, ama bil ki amellerin Allah için değildir. Yine bil ki, Allah-u Teala seni kendi fazl ve rahmetiyle cennete götürecektir. Şirkin bir bölümünü Allah-u Teala kullarının zayıflığı sebebiyle onlar için bağışlamış, gufran ve rahmetiyle üzerine settariyet perdesini örtmüştür. Bırak da bu perde yırtılmasın. Adına ibadet dediğimiz bu kötülük ve günahlar üzerindeki Hakk ve gufran perdesi öylece kala-dursun. Allah korusun sayfa çevrilir de adalet sayfası gelecek olursa, ibadetlerimizin kötü kokusu, günahkarların insanı helak eden günahlarının kokusundan daha az değildir.

          Biz daha önce Sıketu’l İslam Kuleyni’nin Kafi’de, senedi Hz. Sa-dık’a (a.s) varan bir hadisine işaret etmiştik. Şimdi de o hadisin bazı bölümlerini teberrük olsun diye aynı şekilde naklediyoruz.

          İmam Sadık (a.s), Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklet-mektedir: “Allah-u Teala Davud’a şöyle dedi: Ey Davud! Günahkar-lara müjde ver ve sıddıkları ise korkut.” Davud şöyle arz etti: Nasıl olur da günahkarlara müjde verir, sıddıkları ise korkuturum? Allah-u Teala buyurdu: “Günahkarlara müjde ver ki, ben tevbeleri kabul ederim. Günahları ise bağışlarım. Sıddıkları ise korkut ki, amelleriyle ucba düçar olmasınlar. Zira ki ben kullarımdan her kimi (lütfümle değil de) adaletimle hesaba çekecek olursam, mutlaka helak olur.”

          Sıddıklar günah ve masiyetten uzak ve pak olmalarına rağmen he-sapta helak olduktan sonra benim ve senin halin ne olacak? Üstelik bunlar da benim ve senin amellerinin, helak edici ve aynı zamanda ha-ram olan dünyevi riya ve nifaktan arı ve halis olduğu durumda geçer-lidir. Oysa riya ve nifaktan halis olan çok az amellerimiz var. En iyisi söylemeyelim de öylece kalsın.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #50
            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Allah razı olsun çok değerli paylaşım, Rabbim muhtevaya da amel etmeyi nasip etsin cümlemize

            Yorum


              #51
              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Şimdi eğer ucb, tekebbür, naz ve işveye yer kalmışsa sen yine yapmaya devam et. Ama insaf olarak artık utanmak, mahcubiyet ve kusurlarını itiraf zamanıdır. Ciddi ve doğru bir şekilde eda ettiğin her ibadetten sonra Hakk Teala huzurunda attığın onca yalan ve yersiz olarak kendine verdiğin onca isnat yüzünden Allah’a tövbe ve istiğfar et. Acaba namaza başlamadan önce Hakk Teala’nın huzurunda, “Hiç şüphem olmaksızın mabudumu tek tanıyarak, yüzümü gökleri ve yer-yüzünü yaratana döndüm ve ben şirk koşanlardan değilim. Şüphesiz ki namazım ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah içindir.” dediğin için bile olsa tevbe etmen gerekmez mi? Acaba gerçekten de kalbiniz göklerin ve yerin yaratıcısına mı yönelmiştir? Acaba siz Müslüman ve şirkten halis misiniz? Acaba, namaz, ibadet, hayat ve ölümünüz gerçekten de Allah için midir? Acaba namazda “el-hamdu lillahi Rabbi’l alemin” dediğin için utanman gerekmez mi? Acaba siz hamd ve övgülerin Hakk’a mahsus olduğuna mı inanı-yorsunuz, yoksa kullara mı?

              Belki O’nun düşmanlarının dahi iyilikler ve güzel hasletler sahibi olduğuna inanıyorsunuz! Acaba bizzat bu alemde de rububiyeti başka-ları için sabit kıldığın halde namazda “Rabbbu’l alemin” demen yalan değil midir? Tevbe etmen gerekmez mi? “Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz” demekten utanmıyor musun? Acaba sen Allah’a mı ibadet ediyorsun, yoksa mide ve tenasül organına mı? Acaba sen Allah’ı mı istiyorsun, yoksa huru’l ayn’ı mı? Acaba sen gerçekten de Allah’tan mı yardım istiyorsun, yoksa işlerinde nazar-ı itibara almadığın tek kimse Allah mı? Sen Beytullah’ı ziyaret etmeye giderken maksat ve maksudun Allah, istek ve arzun beytin sahibi midir ve kalbin şairin şu sözünü terennüm ediyor mu: “Evin sevgisi kalbime girmedi.” Sen şimdi gerçekten de Allah’ı mı istiyorsun? Hakk’ın cemal ve celal eserlerini mi taleb ediyorsun? Acaba sen mazlumların efendisi Hz. Hüseyin için mi yas tutuyor ve dövünüyorsun, yoksa kendi arzu ve emellerine kavuşmak için mi? Miden mi seni yas meclisleri düzenlemeye zorluyor? Şehvetlerine nail olma arzusu mu seni cemaat namazlarına katılmaya zorluyor? Nefsani heva ve hevesler mi seni ibadet ve menasiklere doğru çekmektedir?

              Ey kardeş! Nefs ve şeytanın hileleri hususunda oldukça dikkatli ol. Bil ki bunlar, senin bir tek halis amelinin dahi olmasını istemezler. Hatta Allah-u Teala’nın kendi fazlıyla kabullendiği bu halis olmayan amelinin bile menzile ulaşmasını arzulamazlar. Öyle bir şey yaparlar ki bu ucb ve yersiz tekebbür sebebiyle tüm amellerini yok etmeye ça-lışırlar ve bu faydanın da cebinden çıkmasını dilerler. Allah’tan ve O’nun rızasından uzaksın, cennet ve huru’l ayn’a da kavuşamayacak-sın. Hatta bundan daha kötüsü ebedi olarak kahır ateşinde de yanacak-sın. Sen bu çürümüş, kokmuş, eli kolu kırık; riya, süm’a ve amellerinin kabulüne engel olan binlerce musibetle karışık amellerin sebebiyle Hak Teala üzerinde bir hakkının olduğunu mu zannediyorsun? Yoksa mahbub ve muhibler zümresine mi katıldın, ey muhiblerin halinden habersiz olan zavallı! Ey muhiblerin kalbinden ve kalplerinin ateşinden habersiz olan zavallı! Ey muhlislerin yangısından ve onların amellerinin nurundan habersiz olan gafil ve çaresiz! Yoksa sen onların amellerinin de benim ve senin amellerin gibi olduğunu mu zannediyorsun? Yoksa sen Hz. Emiru’l Mü’minin’in namazının bizim namazlarımızdan üstünlüğünün “vele’d-dallin” ayetinin daha bir uzatarak okunması olduğunu mu zannediyorsun? Yoksa kıraati mi daha doğruydu? Yoksa rüku ve sücudu daha uzun, zikir ve virdleri mi daha çoktu? Yoksa Hz. Ali’nin (a.s) bizlerden ayrıcalığı bir gecede bilmem kaç yüz rekat namaz kılması mıydı? Yoksa Seyyidu’s-Sacidin’in (a.s) münacat ve duası da bizim dualarımız gibi midir? O; hur’ul-ayn, armut ve nar için mi bu kadar ağlıyor, inleyip duruyordu? Ali’nin (a.s) velayet makamına olan kısır marifetim sebebiyle toprak olsun başıma! Ali’nin makamına yemin olsun, -ki şüphesiz büyük bir yemindir - tüm melekler ile Ali’nin ve diğerlerinin mevlası olan Resulullah dışındaki nebiler hep birlikte elele verecek olsalar bile, Emiru’l Mü’minin’in bir tek “la ilahe illallah” sözünü dahi söyleyemezler. Onların kalbinin halini onlardan başka hiç kimse bilemez.

              Ey aziz! Bu kadar da Allah lafını tekrarlayıp durma. Bu kadar da Allah sevgisinden dem vurma!. . Ey arif, ey sufi, ey filozof, ey mücahid, ey derviş, ey fakih, ey mü’min, ey muhafazakar, ey zavallı bahtsızlar, ey nefsin heva ve hilelerine düçar olan çaresizler! Ey emel-ler, arzular ve nefs sevgisinin esiri sefiller! Bilin ki hepiniz çaresiz ve zavallısınız. Hepsiniz ihlas ve Allah’ı istemek hususunda fersahlarca uzaktasınız. Kendi kendinize bu kadar hüsn-ü zannınız olmasın. Bu kadar da naz ve işve etmeyin. Kendi kalplerinize sorun bakın, Allah’ı mı istiyor yoksa bencilliği mi? Muvahhid midir yoksa müşrik mi? Öy-leyse bu ucblar da neyin nesi? Amellerinle bu kadar iftihar etmenin manası da ne? Farzen tüm ayrıntı ve şartları doğru, şirk, riya ve ucbdan arı ve uzak bir amel bile olsa, mide ve tenasül organını tatmin etmekten başka bir hedefi olmayan amelin ne değeri olabilir ki bu kadar gururla meleklere takdim ediyorsun? Halbuki bu amelleri gözlerden saklı ve gizli tutmak gerekir. Bu ameller çirkin ve feci şeyler cinsindendir. Dolayısıyla da insan bu amellerinden utanmalı ve saklı/gizli tutmaya çalışmalıdır.

              Yarabbi! Biz zavallılar, şeytanın ve nefs-i emmarenin şerrinden ka-çıp sana sığınırız. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin (a.s) hakkı için sen bizleri şeytanın ve nefs-i emmarenin şerrinden kurtar.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #52
                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                Dördüncü Hadis: Kibir

                بالسند المتّصل الي محمّد بن يعقوب عن عليّ بن ابراهيم عن محمّد بن عيسي، عن يونس، عن أبان، عن حكيم، قال: سألت أَبا عبدالله- عليه السّلام- عن أَدني ألإلحادِ، فقالَ: الكِبْرُ أَدْناهُ.
                Hekim şöyle diyor: “İmam-ı Sadık’a (a.s) “İlhadın en alçak derecesi nedir?” Diye sordum. Şöyle buyurdu: “İlhadın en aşağı ve alçak dere-cesi kibirdir.”


                Şerh

                Kibir öyle bir nefsani halettir ki, insanı kendisinin büyük ve yüce olduğuna inandırmakta ve dolayısıyla da diğer insanlara karşı büyük-lük taslamaya teşvik etmektedir. Kibrin eseri ise insandan ortaya çıkan ve dış alemde zuhur eden ve de adına kibir denen belirtileridir. Bu sı-fat, ucbdan başka bir şeydir. Belki önceden de zikredildiği gibi bu çir-kin sıfat, habis ve rezil haslet ucbun semere ve ürünü konumundadır. Zira ucb kendini beğenmişliktir. Kibir ise başkalarına büyüklük ve üs-tünlük taslamaktır. İnsan kendisinde bir kemal (perfection) ve üstünlük görünce öyle bir naz ve işve içine girer ki, buna ucb derler. Aynı şekilde diğerlerinin bu kemalden yoksun olduğunu zannedince de on-lardan üstün ve öncelikli olduğunu zanneder. İşte bu zandan diğerleri-ne karşı büyüklük ve üstünlük taslama haleti ortaya çıkar ki buna da “kibir” derler. Bunların hepsi de insanın kalbinde ve batınında ortaya çıkmaktadır. Ama eser ve belirtileri dışarıya yansımaktadır. Bu ister beden, ister fiiller ve isterse de sözlerde olsun fark etmez, hepsi de ki-birdir.

                Neticede insan bencil olur, bencillikte aşırı gidince de kendini be-ğenmeye başlar ve kendini beğenmişlikte de ifrata varınca başkalarına karşı üstünlük taslamaya kalkışır.
                Bil ki nefsani sıfatlar, ister noksanlık ve rezaletler ve isterse de ke-mal ve faziletler boyutunda olsun, oldukça dakik ve karmaşık bir şey-dir. Dolayısıyla da aralarında belirli bir fark ve ayrıcalık tespit ede-bilmek oldukça zordur. Çoğu kez büyük alimler arasında bu nefsani sıfatların sınırlandırılması hususunda oldukça şiddetli ihtilaflar bile baş göstermiştir. Belki de vicdani sıfatları noksansız bir şekilde tarif edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla da bu işleri vicdanın bizzat kendisine havale edelim, kendimizi kavramlar üretmekten kurtaralım ve maksadımızdan uzaklaşmayalım.

                O halde bilmek gerekir ki kibrin de, ucb için zikrettiğimiz derecelere benzer birtakım derece ve mertebeleri vardır. Ucb’da da bir benzerinin olduğu ve orada sırf önemli olmadığından zikretmediğimiz bazı dereceleri, buradaki önemine binaen zikredeceğiz. Ama ucbda benzer-lerinin zikredildiği dereceler altı tanedir:
                Kibrin derecelerinden biri insanın iman ve hakk inançları sebebiyle tekebbür etmesidir ki, onun da karşısında küfür ve batıl inançları se-bebiyle insanın tekebbür etmesi yer almaktadır.

                Kibrin diğer bir derecesi de insanın üstün melekeler ve övülmüş sı-fatları sebebiyle tekebbür etmesidir ki, karşısında insanın ahlakî rezil-likler ve uygunsuz melekeleri sebebiyle tekebbür etmesi yer almaktadır.

                Kibrin bir diğer derecesi de insanın kendi menasik, ibadetler ve salih amelleriyle tekebbür etmesidir ki, karşısında insanın günahlar ve kötü amelleriyle tekebbür etmesi yer almaktadır.

                Bunlardan her biri nefiste var olan ucb derecesinden kaynaklanmış olabileceği gibi, sonradan işaret edilecek olan başka birtakım sebepleri de olabilir. Ama burada özellikle üzerinde durmak istediğimiz insanın haseb, neseb, mal, evlad, siyadet, riyaset vb. Birtakım harici şeyler se-bebiyle tekebbüre kalkışmasıdır. Aynı şekilde Allah’ın izniyle bir kaç bölüm halinde kibrin rezil fesatları ile gücümüz yettiği bu fesatların ilacına da işaret etmeye çalışacağız. Allah-u Teala’dan kendime ve okuyuculara tesir etmesini taleb ediyorum.


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #53
                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  1. Bölüm: Kibrin Dereceleri

                  Bil ki, kibrin ayrı bakış açısıyla başka bir takım dereceleri daha vardır.

                  Birincisi: Allah-u Teala karşısında kibirlenmek.

                  İkincisi: Enbiya, resuller ve evliya (a.s) karşısında kibirlenmek.

                  Üçüncüsü: Allah-u Teala’nın emirleri karşısında kibirlenmek ki bu da Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.

                  Dördüncüsü: Allah’ın kullarına kibirlenmek ki, bu da marifet ehli indinde Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.


                  Ama hepsinden daha çirkini, helak edicisi ve üstün derecesi olan Allah-u Teala’ya karşı kibirlenmektir, küfür ve fücur ehli ile uluhiyet iddiasında bulunan kimselerde görülmektedir. Bazen bunun kimi ör-nekleri diyanet ehli kimselerde görülmektedir, ancak zikri münasip değildir. Bu, cehaletin, bilgisizliğin, “mümkün” varlığın kendi haddini ve “vacibu’l vücud” un makamını bilmemesinin sonucudur.

                  Ama enbiya ve evliyaya karşı kibirlenmek, bizzat nebiler zamanında oldukça fazla görülmüştür. Allah-u Teala onların şöyle dediğini haber veriyor: “Biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?”

                  Bu dininin ehli olanlara şöyle diyorlardı: “ bu Kur’an dediler, iki şehirden birinin en büyük, en ileri gelen adamına inseydi ne olur-du?”

                  Sadr-ı İslam’da Allah’ın evliya kullarına karşı kibirlenmek oldukça fazlaydı. Günümüzde de İslam iddiasında bulunan bazı kimselerde ör-nekleri mevcuttur.
                  Ama Allah’ın emirleri karşısında kibirlenmek bazı günahkar kim-selerde görülmektedir. Bu tür bir insan, mesela ihram elbisesi ve ben-zeri amellerini kendine yakıştıramadığı için haccı bile terk etmektedir. Secde etmeyi gururuna yediremediği için namazı terk etmektedir. Ba-zen menasik, ibadetler, ilim ve diyanet ehli kimselerde de bu durum görülmektedir. Mesela tekebbüre kapıldığından ezanı terk eder ve kendisi gibi veya kendisinden aşağı olan kimselerden hak bir söz bile i-şitmeyi asla kabullenmez.

                  Bazen görüldüğü gibi insan herhangi bir meseleyi kendi dost veya arkadaşlarından duyunca büyük bir şiddetle reddeder, bu sözün sahi-bini kınar ve şiddetle eleştirir. Ama aynı meseleyi bir din veya dünya büyüğünden işitince hemen kabullenir. Hatta birincisinde ciddi bir şe-kilde reddedip ikincisinde ciddi bir şekilde kabul etmesi de mümkün-dür. Bu şahıs, hakkın talibi değildir. Sahip olduğu tekebbür, hakkın üzerine perde örtmektedir. Büyüklere yaltaklanmak -ki övülmüş tevazu sıfatından başka bir şeydir- onu sağır ve kör kılmıştır. İşte bu tekebbür yüzünden; kendi makamına yakıştıramadığı bazı ilim ve kitapları okutmayı, zahiren hiç bir unvanı olmayan kimselere veya sayısı az olan bir cemaate ders vermeyi, küçük mescidlerde cemaate katılmayı ve Allah’ın rızasının onda olduğunu bilse bile az bir topluluk ve cemaatle kanaat etmeyi dahi terk etmekte, şiddetle reddetmektedir. Hatta bazen bu mesele, bu sıfat sahibinin bile amelinin kibir üzerine olduğunu anlayamayacağı kadar dakik ve zariftir. Elbette kendi nefsini ıslah etmeyi ister ve nefsin hile ve desiseleri hususunda oldukça dakik ve dikkatli davranmış olursa durumu değişir.
                  Ama Allah’ın kullarına, daha da kötüsü ilahî alim ve bilginlere te-kebbür etmenin fesadı, hepsinden daha çok ve zararı hepsinden daha fazladır. Fakirlerle oturmaktan çekinmek, meclis ve mahfillerde amel ve davranışlarda daima önde bulunmayı istemek işte bu kibirden kay-naklanmaktadır. Bu kibir ayan ve eşref takımından tut, alimlere ve muhaddislere, zenginlerden tut fakirlere kadar -Allah’ın hıfzettiği kimse hariç- birçok insan arasında yaygın ve revaç halindedir. Bazen tevazu, yaltakçılık ve tekebbürü birbirinden ayrılabilmek oldukça zor-dur. İnsan kendisine hidayet yolunu göstermesi için Allah-u Teala’ya sığınmalıdır. İnsan kendisini ıslah etmek isterse ve maksuda doğru ha-reket edecek olursa Hakk Teala’nın mukaddes zatı kendi geniş rahme-tiyle ona hidayet ve kılavuzluk eder ve bu seyr-u sülûku onun için ol-dukça kolay ve rahat bir hale getirir.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    2. Bölüm: Tekebbürün Asıl Sebebi

                    Kibrin birçok sebebi vardır ve bu sebeplerin hepsi de aslında bir şeye dönmektedir. İnsan, kendisinde bir kemalin bulunduğunu zanne-dince ucba kapılır, bu, nefs sevgisiyle de karışınca başkalarının kema-lini görmesine engel teşkil eder ve dolayısıyla da onların kendisinden çok geride ve eksik olduklarını zanneder. Bu da neticede kalbi veya zahirî büyüklenmeye sebep olmaktadır. Mesela bazen irfan alimlerin-den bir kimse kendini marifetler ve şuhud ehli kabul eder, kalb ehli ve geçmişi güzel kimselerden olduğunu zanneder. Başkalarına büyüklük ve üstünlük taslar. Filozof ve hükemayı kışri (kabukçu/yüzeysel), fakih ve muhaddisleri zahirci ve halkı da hayvan gibi görür. Allah’ın tüm kullarına hakaret ve tahkir gözüyle bakar. Bu zavallı, “fena fillah” ve “beka billah” lafını edip hakikate eriş davulunu çaldığı halde böyle düşünür. Halbuki ilahî marifetler, insanın Allah’ın kullarına güzel bir gözle bakmasını gerektirmektedir. Eğer marifetullahın kokusunu dahi almış olsaydı, hakkın cemal ve celalinin mazharlarına tekebbürde bu-lunmazdı. Nitekim beyan ve ilim makamında, kendisi de kendi haleti-nin aksini açıkça ifade etmektedir. Bütün bunlar aslında kalbine mari-fetlerin girmemiş olmasından ve bu zavallının daha iman makamına dahi ermeden irfan makamından dem vurmasından ve irfandan hiç bir nasibi olmadığı halde hakikate eriştiğini söylemesinden kaynaklan-maktadır.

                    Bazen filozoflar arasında da bazı şahıslar ortaya çıkarak kendilerini kanıt ve hakikatlerin alimi bildiklerinden ve Allah’a, melaikeye, resul-lere ve kitaplara yakin eden kimselerden olduklarını düşündüklerinden dolayı diğer insanlara hakaret gözüyle bakmakta ve diğer ilimleri ilim olarak bile kabul etmemektedirler. Bunlar Allah’ın tüm kullarının ilim ve iman açısından nâkıs olduğunu düşünürler. Bu yüzden de kalple-rinde onlara karşı kibirlenir ve zahirde de onlara karşı tekebbür ile muamelede bulunurlar. Halbuki Rububiyyet makamı ve “mümkün” ün fakirliği hususunda ilim sahibi olmak bunun tersini gerektirmektedir. Aslında filozof, mebde ve mead (yaratılış ve kıyamet) hakkındaki var olan ilmî vasıtasıyla tevazu melekesine sahip olan kimse demektir. Al-lah-u Teala Kur’an-ı Kerim’inde apaçık bildirdiği üzere Lokman’a hikmet verdi. Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de o büyük zatın kendi oğluna şöyle nasihatta bulunduğunu haber vermektedir: “Ululanıp in-sanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kendini beğenerek kibirle yürüme, şüphe yok ki, Allah ululanıp övünenlerin hiç birini sev-mez.”

                    İrşad, tasavvuf ve nefis tezkiyesi iddiasında bulunan kimseler ara-sında da halka karşı kibirlenen, tekebbür eden, alimlere, fakihlere ve onlara tabi olan kimselere karşı kötümser olan kimseler ortaya çık-maktadır. Alim ve filozoflara dil uzatır, kendilerinin ve kendilerine bağlı olan kimselerin dışındakilerin helak ehli olduklarına inanırlar. Eli ilimden boş olduğu için de ilimleri yol dikeni sayar ve ilim ehlini de sâlik yolunun şeytanı olarak kabullenirler. Halbuki kendi makamlarını iddia ederken bütün bu sözlerin aksini söylemektedirler. İnsanların hi-dayetçisi ve sapıkların mürşidi olan kimselerin, insanı helak eden şeylerden arınmış olması gerekir. Dünyadan el çekerek Hakk’ın cema-linde fani olması, Allah’ın kullarına tekebbür etmemesi ve onlara karşı kötümser olmaması gerekir.

                    Fakihler, fıkıh ve hadis alimleri ve talebeleri arasında da bazen diğer insanlara tahkir gözüyle bakan, onlara karşı üstünlük taslayan ve kendisini bütün ikram ve büyüklüklere müstahak bir kimse olarak ka-bullenen kimseler ortaya çıkmaktadır. Bu kimse de tüm halkın kendi-sine itaat etmesi gerektiğini ve dediği her şeyin harfi harfine yerine getirilmesi lazım geldiğini düşünür. Kendisini, “O yaptıklarından sorulmaz, fakat onlardır sorumlu olanlar” ayetinin bir örneği ka-bul eder. Kendisi ve kendisi gibi olan bir kaç kişi dışında hiç kimsenin cennete giremeyeceğine inanır. Çeşitli ilimlerin mensuplarından söz edilince onlara hemen dil uzatır, yeterli ölçüde nasiplenmediği kendi ilminin dışındaki tüm ilimleri görmeden, ölçüp biçmeden dışlamaya kalkışır ve insanın helak sebepleri olduğunu söyler. Ulema ve sair ilimleri cehalet ve bilgisizliği yüzünden dışlar ve onları böylesine tahkir edip aşağılamayı da dini bir vecibeymiş gibi gösterir. Halbuki ilim ve diyanet, böylesi davranış ve ahlaktan münezzehtir. Herhangi bir hususta ilmî olmadan görüş izharında bulunmayı temiz şeriatımız ha-ram kılmış ve müslümana karşı saygılı olmayı farz kılmıştır. Bu za-vallı din ve ilimden habersiz Allah ve Resulü’nün sözünün zıddına davranmış, ama buna dini bir şekil vermeye çalışmıştır. Halbuki halef ve selef alimlerinin siyer ve adeti asla bu olmamıştır.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #55
                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      Şer’î ilimlerin hepsi de alimlerin tevazu sahibi olmaları gerektiğini ve tekebbürü kalplerinden söküp atmaları lazım geldiğini söylemektedir. Aslında hiç bir ilim tekebbüre sebep olmaz ve tevazuya aykırı değildir. Bundan sonra da bu şahısların ilminin amellerine aykırı olmasının sebebini beyan etmeye çalışacağım. Tıp, matematik ve tabii ilimleri ile elektrik ve mekanik gibi dakik ve kompleks ilimlerin sahibi kimselerde de büyüklük taslama hastalığına bazen rastlanmaktadır. Bunlar da diğer alimleri değersiz kabul etmekte ve ehline küçümseme gözüyle bakmaktadırlar. Bunlardan her biri asıl ilmin, kendi yanlarında bulunan ilim olduğunu düşünürler. Zahirde ve kalplerinde insanlara üstünlük taslamaya kalkışırlar. Halbuki ilimleri bunu gerektirmemektedir.

                      İlim ehli olmayan, bazı menasik ve ibadetler ehli de insanlara karşı tekebbür eder, onları hakir görür ve tahkir ederler. Diğer insanları ve hatta alimleri dahi necat ehli olarak kabullenmezler. İlimden bahsedi-lince, “Amelsiz ilmin ne faydası var? Asıl olan ameldir” derler. Özel-likle de kendi meşgul oldukları amele oldukça ehemmiyet verirler ve tüm insanlara kibir ve ucb nazarıyla bakarlar. Halbuki hakiki ibadet ve ihlas ehli olmuş olsalardı, amellerini kendilerini ıslah etmiş olması ge-rekirdi. Namaz, insanı fesad ve münkerden alıkoymakta ve mü’minin miracı konumunda bulunmaktadır. Bu elli yıllık namaz kılan, farz ve müstehab amellerini yerine getiren zavallı, ilhad olan kibre ve diğer fesatlardan daha büyük olan ucba düçar olmuş ve şeytana ve şeytanın ahlakına daha da bir yakınlaşmıştır. İnsanı kötülükten nehyetmeyen ve kalbi korumayan, hatta kesret ve çokluğu sebebiyle kalbi zayi bile edebilen namaz, namaz değildir. Oldukça ehemmiyet ve önemle kıldı-ğın halde seni şeytana ve kibirden ibaret olan şeytani sıfata yakınlaştı-ran namaz, aslında namaz değildir. Namaz asla bu gibi şeyleri gerek-tirmemektedir. Bunlar ilim ve amelden hasıl olan kibirdir.

                      Bunlar dışında hasıl olan benzer şeyler de aslında insanın kendisin-de bir kemal görmesi ve başkalarının bu kemalden yoksun olduğunu düşünmesi neticesinde vücuda gelmektedir. Mesela haseb ve neseb sahibi bir kimse böyle olmayan kimseye karşı tekebbür etmekte veya cemal ve güzellik sahibi kimse de böyle olmayan veya böyle olmak is-teyen kimseye karşı kibirlenir, tekebbürde bulunur. Veya tabiileri, ta-raftarları, dostları, kabilesi, talebeleri ve benzeri şeyleri olan kimse de bundan yoksun olan bir kimseye karşı tekebbürde bulunur. O halde genel olarak kibrin sebebi, insanın kendisinde hayali bir kemal görmesi, bu sebeple ucba kapılması ve başkalarını bu sıfattan ve kemalden yoksun bilmesidir. Hatta bazen fasid ahlak ve çirkin ameller sahibi kimseler de başkalarına karşı tekebbürde bulunur. Zira kendinde var olanı kemal olarak değerlendirmektedir de ondan.

                      Bil ki kibir sıfatına sahip olan kimse bazı cihetlerden ötürü kibir iz-harında bulunmaktan sakınır, el çeker. Bunu hiç kimseye belli ettirmez. Ama bu habis ve alçak ağaç, kalbinde kök salmıştır. Bu yüzden de kişi doğal halini kaybedince hemen ortaya çıkar. Mesela kızdığında ve öfkelendiğinde hemen kibriya ve azamet izharında bulunur ve ilim, amel veya sahib bulunduğu diğer şeylerini başkalarının yüzüne vurur ve onunla iftihar eder.

                      Bazen de kibrini açığa vurur ve dış etkenlerin hiç birine itina gös-termez. Kibrinin şiddeti, onu ipini koparmışa döndürür. Velhasıl bazen kibir, ameller, hareketler ve duruşlarda da zuhur eder. Mesela meclislerde daima baş köşede olmaya, giriş çıkışta diğerlerinden önde bulunmaya çalışır. Fakirleri kendi meclisine koymaz, onlarla oturmak-tan, meclis kurmaktan şiddetle kaçınır. Kendisi için bir dokunmazlığa kail olur. Yol yürümek, bakmak, halkın sorularını cevaplandırmak ve benzeri amellerinde tekebbürde bulunur. Bu hadisin şerhinde yer alan meselelerin aslını kendisinden alıp tercüme ettiğimiz bazı muhakkikler şöyle diyorlar: “Alimde kibrin en düşük ve alçak derecesi insanlardan yüz çevirmesi ve onlara hakkıyla teveccüh etmemesidir. Abidde ise insanlara surat asması, yüzünü ekşitmesidir.” Adeta inanlardan uzaklaşmış veya onlara gazaplanmış gibi bir hali vardır. Ama bu zavallı, vera’nın (günahlardan sakınmanın) ; alnını kırıştırmasında, kaşlarını çatmada, suratını asmada, boynunu büküp başını aşağı salmasında ve kendisine şöyle bir çekidüzen vermesinde olmadığını, tam tersine kalpte olduğunu bilemiyor. Oysa Peygamber (s.a.a) göğsüne işaret ederek “Takva buradadır” buyurmuştur.

                      Bazen de kibir insanın dilinde zahir olur, başkalarına karşı övünür, iftiharda bulunur ve nefsini temize çıkarmaya çalışır. İbadet eden kim-se iftihar makamında, “ben falan işleri yaparım” der, başkalarının bu hususta eksik olduğunu düşünür ve kendi amellerini büyük sayar. Ba-zen de diliyle açıkça bunu tasrih etmemektedir; ama söylediği bu söz-lerinin gereği, nefsin tezkiye edilmesi ve temize çıkarılmasıdır. Alim ise diğerlerine, “Sen ne biliyorsun? Ben falan kitabı bilmem kaç defa okudum. Yıllar yılı ilmî camiada hazır bulundum. Bir sürü üstad ve büyük şahsiyetleri gördüm. Ne kadar zahmet çektim. Bunca kitap yazdım. Tasnif ve teliflerim var” gibi şeyler söyler. Velhasıl nefsin şer ve hilelerinden Allah’a sığınmak gerekir.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        3. Bölüm: Kibrin Fesatları

                        Bil ki, bu uygunsuz ve çirkin sıfatın hem bizzat kendisi birçok fe-satları haizdir ve hem de birçok fesatların vücuda gelmesine sebep olmaktadır. Bu rezil sıfat, insanı zahirî ve batınî kemal (perfection) ve dünyevi ve uhrevi nasiplerinden de mahrum kılmakta, alı-koymaktadır. Çoğu kere buğz ve düşmanlık vücuda getirmekte, insanı başkalarının gözünden düşürmekte ve değersiz kılmasına sebep olmaktadır. Diğer insanları kendisine aynı şekilde karşı koymaya ve onu hor görmeye ve tahkir etmeye zorlamaktadır.

                        Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kulun başının üstünde bir dizgin ve yular vardır ve bir melek de onun dizginlerini elinde tutmaktadır. Tekebbür ettiğinde melek o şahsa, “Aşağı in! Allah seni aşağı indirsin” der. Velhasıl o kendi nazarında insanların en büyüğüdür. Ama halkın nazarında ise insanların en değersiz ve küçük olanıdır. Tevazu ettiğinde ise onun başının üzerindeki dizginlerini yukarı çekerek ona, “Büyük ol Allah-u Teala seni büyük ve yüce kılsın.” Der. Kendi yanında insanların en küçüğü, halkın nazarında ise insanların en büyüğü ve yücesidir.”

                        Ey aziz! Sende olan akıl ve nefis diğerlerinde de var. Eğer sen te-vazu gösterecek olursan, mecburen halk da sana ihtiram gösterecek ve seni büyük tutacaktır. Ama eğer tekebbür edecek olursan hiç bir yere varamazsın. Ellerinden gelse seni hor ve hakir eder ve sana hiç mi hiç itina göstermezler. Bir şey yapmasalar bile kalplerinde hor, gözlerinde zelil ve hiç bir makamı olmayan bir kimse haline gelirsin. Sen tevazu ile halkın kalplerini fethetmeye çalış, kalpler sana yönelince hemen eserlerini zahir eder ve eğer kalpler senden yüz çevirecek olursa o za-man da senin istediğinin tersine birtakım eserler zahir edecektir.

                        Öyleyse sen farzen ihtiram delisi ve büyüklük isteyen bir kimse dahi olsan, mutlaka insanlarla iyi geçinmek ve tevazu göstermek zorundasın. Tekebbürün neticesi senin kastettiğin ve talep ettiğin şeylerin tam tersidir . Öyleyse dünyevi hiç bir neticesini alamadığın gibi, belki beklediğinin de tam tersine sonuçlar elde edersin. Ayrıca bu ahlak ahirette zillet ve horluğuna sebep olur. Bu alemde insanları hakir gör-dün, onlara büyüklük tasladın, azamet, celal, izzet ve haşmet izharında bulundun, bütün bunların ahiretteki suret ve tecessümü, zillet ve hor-luktur. Nitekim Kafi’de kendi senediyle yer alan bir hadiste Davud b. Ferkad kardeşinden naklen şöyle diyor: “Hz. İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: “(Ahirette) Mütekebbirler zayıf karıncalar halinde tecessüm edecek ve insanlar, Allah-u Teala hesaptan el çekinceye kadar onları ayakları altında çiğneyecektir.”

                        İmam Sadık’ın (a.s), kendi ashabına yaptığı bir vasiyette ise şöyle yer almıştır: “Azamet ve büyüklük izharından sakının. Zira büyüklük aziz ve celil olan Allah’ın örtüsüdür. Allah’ın örtüsü hakkında çekişen kimseyi ise Allah-u Teala parçalar ve kıyamet gününde zelil kılar.” Allah-u Teala’nın zelil ettiği kimseye ise ne yapacağını ve onu ne gibi bir hale koyacağını bilemiyorum. Zira ahiret işleri ile dünya işleri ara-sında büyük farlılıklar vardır. Ahiretteki zillet, dünyadaki zilletten bambaşka bir şeydir. Nitekim o alemin nimet ve azabı da buraya göre farklıdır. Nimetleri bizim düşüncelerimizin çok üstünde, idrakimizin ötesindedir. Hakeza azabı da öyle… Yüceliği de bizim hayal ettiği-mizden bambaşka bir şeydir. Zillet ve hor kılması da bizim sandığımız bu zillet ve horluktan ayrı bir olaydır. Mütekebbir insanın işlerinin akıbeti ise cehenneme varmaktır. Bir hadis-i şerifte de şöyle yer almış-tır: “Kibir ateşin bineğidir.”

                        Kibir bineğine binen bir kimseyi ise bineği ateşe götürür ve onda bu sıfattan en küçük bir eser olduğu müddetçe de cennet yüzünü gö-remez. Nitekim Resulullah (s.a.a) ’tan şöyle nakledilmiştir: “Kişi, kal-binde hardal tanesi kadar dahi kibir olduğu müddetçe cennete gire-mez.”

                        İmam Bakır ve İmam Sadık (a.s) da buna yakın açıklamada bulun-muştur . Nitekim Kafi-i Şerif’te yer alan bir hadiste Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmaktadır: “İzzet ve kibriya Allah’ın örtüsüdür. Bun-lardan bir şeye sahip olmaya kalkışanı Allah-u Teala yüzüstü cehen-neme atar.” Üstelik mütekebbirler için hazırlanan cehennem ile di-ğer insanlar için hazırlanan cehennem arasında da büyük farklılıklar vardır. Bu konuda daha önceden tercüme ve naklettiğimiz insanın be-lini kıran hadis yeterlidir ve burası yeri olduğundan yeniden nakledi-yoruz.


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #57
                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..



                          Hadis oldukça muteber bir hadistir. Hatta sahih hadisler gibidir. İbn-i Bekir İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor: “Şüp-hesiz cehennemde mütekebbirler için bir vadi vardır ki adına sakar derler. Bir defasında hararetinin şiddetinden aziz ve celil olan Allah’a şikayette bulundu. Allah’tan bir nefes alabilmek için kendisine izin vermesini istedi. Böylece öyle bir nefes aldı ki cehennem alevlendi.”

                          Kendisi azap yurdu olmasına rağmen hararetten şikayette bulunan ve nefsiyle de cehennemi yakan yerden Allah’a sığınırım. Ahiretteki ateşin hararetini, şiddetini bu alemde idrak edemeyiz. Zira azabın şid-det ve zaafının ihtilaf sebeplerinden biri idrakin kuvvet ve zaafıdır. Duyu organı ne kadar fazla ve güçlü, idrak ne kadar daha kamil ve ha-lis olursa, elem ve derdi de o kadar fazla his ve idrak eder.

                          Bu ihtilafın sebeplerinden biri de harareti kabulde duyuların dayan-dığı maddelerdir. Zira harareti kabul hususunda maddeler farklılık içindedir. Mesela altın ve demir, harareti kurşun ve kalaydan daha faz-la kabullenmektedir. Hakeza kurşun ve kalay da tahta ve kömürden, tahta ve kömür de et ve deriden daha kolay olarak harareti kabullen-mektedirler.

                          Bunun başka bir sebebi de idraki kuvvetinin harareti kabullenen yer ile varolan irtibatının şiddetidir. Mesela insanın beyni kemiklerden daha az hararet kabul etmesine rağmen, etkilenmesi daha fazladır. Zira idrak kuvveti beyinde daha güçlü ve hassastır.

                          Bunun başka bir sebebi de bizzat hararetin kendi noksanlık ve ke-malidir. Mesela, eğer hararet 100 derece olursa 50 derecelik hararetten daha fazla elem vermektedir.

                          Bunun başka bir sebebi de hararetin etken maddesi ile harareti ka-bullenen madde arasında irtibatın farklılığıdır. Mesela ateşin ele yakın olması ile ele değmesi arasında yakma açısından oldukça büyük fark-lılık vardır.

                          Bütün bu zikredilen beş sebebin hepsi de bulunduğumuz alemde tam anlamıyla eksik ve noksandır. Ama ahiret aleminde tam anlamıyla kuvvetli ve kamildir. Bu alemde var olan bütün idraklerimiz eksik, za-yıf ve zikri bahsin uzamasına sebep olacak olan ve aynı zamanda da bu makamda zikri münasip görülmeyen birçok hicap ve perdelerle ör-tülüdür.

                          Bugün gözlerimiz melekleri, cennet ile cehennemi görmektedir. Kulaklarımız; berzahı, berzah aleminde olanları, kıyamet ve ehlinin sesini duymaktadır. His ve duyu organlarımız, orasının hararetini idrak edememektedir. Bunun sebebi de bizzat kendilerinin eksik ve noksan olmasındandır. Ayetler ve Ehl-i Beyt’in sözleri de ima yoluyla veya açık bir şekilde bu mevzuya işaret ile doludur. Aynı zamanda kendi yerinde de kanıt/delil ile uyum içindedir.

                          Ama insanın bedeni bu alemde harareti kabul edememektedir. Bir saat bile bu dünyanın soğuk ateşinde yanacak olsa kül olur gider. Ama kadir olan Allah-u Teala kıyamette insanın bedenini, cehennem ate-şinde -ki Cibril-i Emin’in haber verdiğine göre “Cehennem ehlinin yetmiş zir’alık zincirinden bir halkasını bu dünyaya getirecek olsalar bütün dağlar hararetinden erir gider - daima baki kalacak, erimeye-cek ve bitmeyecek bir şekilde yaratacaktır. İnsanın kıyametteki bedeni de kabiliyet açısından bu alemdeki bedeniyle kıyas edilemez.

                          Bu alemde nefis/ruh ile beden arasındaki ilişki da oldukça zayıf ve nakıstır. Bu alem, nefsin kendi kuvveleriyle zahir olmasına izin ver-mektedir. Ama o alem, nefsin zuhur diyarıdır. Nefsin bedenle olan nispeti, failiyetin hallakiyet ile varolan nispeti gibidir. Nitekim bu me-sele kendi mahallinde sabit ve bellidir. Bu nispet, nispetler ve irtibatların en kamili ve tamam olanıdır.

                          Bu dünyanın ateşi, soluk ve de soğuk bir ateştir. Halis olmayan ha-rici maddeler ile katışık, ilineksel bir şeydir. Ama cehennem ateşi halis, katıksız, zatıyla kaim olan töz, canlı ve irade sahibi bir ateştir ki, ehlini tam bir şuur ve idrak ile yakmaktadır. Doğrulanmış doğru Cibril-i Emin’in cehennem hakkındaki nitelendirmesini okudun. Ayrıca Kur’an-ı Kerim ve peygamberlerin sözleri de cehennemi nitelendiren ifadelerle doludur.

                          Cehennem ateşinin bedene ilişme ve irtibatının bu alemde bir ben-zeri yoktur. Bu dünyadaki tüm ateşler insanı ihata edecek olsa, sadece yüzeysel olarak ihata edebilir. Ama cehennem ateşi batınî, zahirî, bizzat duyu organlarını ve duyu organlarıyla ilintili her şeyi aynı şekilde ihata etmektedir. O kalb, ruh ve kuvveleri yakan bir ateştir ve onlarla bu alemde bir benzerinin olmadığı bir türde birlik meydana getirmektedir.

                          Velhasıl malum olduğu üzere bu dünyada azabın neden ve araçları hiç bir surette mevcut değildir. Ne buranın maddesinin kabul liyakati vardır, ne hararetin faili tam faildir ve ne de idrakler kamil ve tamdır. Cehennemin dahi kendisinin bir tek nefesiyle yandığı ateşi ne derk edebiliriz ve ne de düşünebiliriz. Meğer ki Allah korusun mütekebbir-lerden olalım, bu çirkin ve uygunsuz ahlakımızı ıslah edemeden bu alemden göçelim ve ahirette açık bir şekilde müşahede edelim. “Mü-tekebbirlerin yurdu ne kötüdür!”


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #58
                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            4. Bölüm:Kibrin Bazı Sebepleri

                            Bil ki daha önceden de zikredildiği gibi tekebbür etmenin sebeple-rinden biri de aklın küçüklüğü, kabiliyetin zayıflığı, alçaklık, düşkün-lük, sabırsızlık ve tahammülsüzlüktür. İnsan özetle kapasitesiz ve sa-bırsız bir varlık olduğundan kendisinde bir kemal görünce veya bir üs-tünlük ve imtiyaz müşahede edince, hemen bir mevki ve makam sahibi olduğu kuruntusuna kapılmaktadır. Halbuki sahip olduğu her branşa ve muttasıf olduğu her kemale insaf ve ibret gözüyle bakacak olursa, kemal sandığı, kendisiyle iftihar ve tekebbürde bulunduğu her şeyin ya aslında hiç mi hiç kemal olmadığını ya da kemal olsa bile diğerlerinin kemalleri karşısında kayda değer bir değer ifade etmediğini ve zavallının suratının tokatla kızarmış olduğunu hemen anlayacak, derk edecek, “Şişkinliği, şişmanlık zannetmiş” olduğunun farkına varacaktır.

                            Mesela sahip olduğu irfan ilmî sebebiyle diğer insanlara hakaret gözüyle bakan, tekebbürde bulunan, onların kışri (yüzeysel) ve zahirî olduğunu söyleyen bir arifin; tamamıyla hakikatlerin hicabı ve yolunun engeli olan bir avuç mefhumdan, ilahî marifetlerle hiç bir ilgisi olmayan ilahiyattan ve ilahî isim ve sıfatlar ilminden fersahlarca uzakta bulunan tumturaklı, debdebeli ve kandırıcı bir kaç ıstılahat ve kavramlardan başka neyi vardır ki? Marifetler kalbin sıfatıdır ve bu satırların inancına göre bütün bu ilimler aslında amelidir, terimleri bilmek ve kendinden habire terim ve kavramlar üretmek değildir. Biz bu kısa ve az bir bilgiyle yaşadığımız ömrümüzde bile, istilahi arifler ile sair ilimlerin alimleri arasında irfan ve ilmin hakkına andolsun, bu ıstılah ve kavramların kalbini olumlu yönde etkilemediği, hatta tam tersi yönde tesir ettiği bir çok kimseler de gördük.

                            Ey aziz! Senin de dediğin ve kabullendiğin gibi ilahî irfan, kalbi, ilahî esma ve sıfatların tecellisi, zat-ı mukaddesin tecellisi ve hakiki sultanın giriş mahalli kılmaktadır. Böylece tüm eserleri mahvetmekte, renkleri silmekte, makam ve mevkileri, büyüklük ve ululanmaları ta-mamıyla yok etmektedir; “Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdik-leri zaman orasını bozarlar, onurlu kimselerini aşağılık yapar-lar.”

                            İlahi irfan kalbi, Ahmedi tevhide erdirir. Öyleyse niçin kalbini kendi cemalinde mahvetmiş, renkleri daha da bir arttırmış, makam ve mevkileri büyüklük ve yücelikleri çoğaltmış, seni Hakk Teala’dan ve isimler tecellisinden mahrum bırakmış, kalbini şeytanın barınağı kılmış? Neden Allah’ın kullarına, Hakk dergahının haslarına ve sevgilinin cemalinin tecellilerine küçümseme ve aşağılık gözüyle bakıyorsun? Eyvahlar olsun senin gibi arifin haline ki, herkesin halinden daha kötü bir hale sahipsin, hüccet sana daha çok tamamlanmış, hiç bir özür ve mazeretin de kalmamıştır! Sen Hakk’a mı tekebbür ediyorsun? O’nun mukaddes zatî tecellilerine, sıfat ve isimlerine karşı firavunluk mu taslıyorsun?!

                            Ey kavram ve terimler talibi! Ey hakikatleri kaybetmiş zavallı! Biraz olsun düşün. Marifetlerden neye sahip olduğuna bir bak. Hakk ve sı-fatları hususunda kendinde ne gibi bir eser görüyorsun? Musiki ilmî belki senin ilminden daha da dakiktir. Astronomi, mekanik ve diğer doğal ve sayısal ilimler de kavramlar ve dikkat açısından senin ilminle omuz omuzadır. Onlar insana ilahî irfan vermedikleri gibi, senin ilmin de terimler hicabı, kavramlar ve itibarlar perdesi arkasında kaldığı müddetçe ne bir keyfiyet ve ne de bir hal verebilir insana. Belki ilim kanununda, tabii ve sayısal ilimler sizin ilimlerinizden daha iyidir. Zira o ilimler bir netice vermektedir, ama sizlerin ilmî hiç bir müspet netice vermediği gibi belki bazen aksi netice de vermektedir.

                            Mühendis, geometri ilminin neticesini ve kuyumcu da kendi sana-tının neticesini almaktadır. Ama sizler, dünyevi neticeden mahrum kaldığınız gibi, marifetlere de ulaşmamış bulunmaktasınız. Belki sizin hicaplarınız daha da bir yoğun ve kalındır. Ehadiyet/Birlik bahsi edi-lince sonsuz bir zulmet düşünmektesiniz. Hz. Esma ve sıfatlar husu-sunda bir söz işitince sonsuz bir kesret canlanmaktadır gözünüzde. Dolayısıyla da bu kavramlar sayesinde hakikatlere ve marifetlere ula-şamadığınız gibi, bizzat bu kavramlar, hak alimlerine karşı tekebbür ve iftihar sebebi olmaktadır. Kalbi bulanıklık ve kirlilikleri arttıran marifet, marifet değildir. Sonunda sahibini şeytanın varisi kılan marifetlere eyvahlar olsun. Kibir, şeytanın ahlakî özelliklerinden biridir. O senin baban Adem’e karşı tekebbür etti ve dergahtan kovuldu. Sen de tüm Adem ve Adem oğullarına karşı tekebbür ettiğinden, kovulmuş ve tardedilmişsin ...



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #59
                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              Şimdi gel de diğer ilimlerin halini bir düşün! Hekim eğer gerçekten de hekim ise, halk ve Hakk ile Hakk ve kendisi arasında varolan nispeti anlamış ve derk etmişse, kibriya ve ululuk onun kalbinden dışarı çıkar ve arınmış olur. Ama bu mefhumlar ve ıslahatlar talibi zavallı, hikmetin bunlardan ibaret olduğunu ve hekimin de bunları bilen kimse olduğunu zannetmektedir. Bazen de kendisinin vacip sıfatlarla muttasıf olduğunu söyler. Hekim’in Hakk’ın sıfatlarından biri olduğunu ifade eder. “Hikmet ilaha benzetmektedir.”

                              Bazen de kendisini enbiya ve mürselin zümresindenmiş gibi gös-termeye çalışır, “Onlara kitap ve hikmeti öğretir.” ayetini tilavet edip durur. Bazen de “Hikmet mü’minin yitiğidir” hadisini ve “Ki-me hikmet ihsan edilirse şüphesiz ki o çok hayra nail olmuş de-mektir.” ayetini kıraat eder. Halbuki kalbi hikmetten habersiz, ha-yırlardan fersahlarca uzak ve hikmetten mahrumdur.

                              İlahî hekim ve büyük İslam filozofu Muhakkik Damad (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hekim bedenin kendisi için bir elbise gibi olduğu ve is-tediği anda onu soyup çıkarabilen kimsedir.” O ne diyor, biz ne diyo-ruz? O hikmetten ne anlamış ve bizler ne anlıyoruz? Öyleyse bu, bir kaç mefhum ve bir avuç ıstılah ile övünen ve insanlara üstünlük tasla-yan senin kapasitesizliğini, tahammülünün azlığını ve kabiliyetinin noksanlığını göstermektedir.

                              Kendisini mahlukatın mürşit ve hidayetçisi bilenlerin, tasavvuf ve el tutma makamına oturanların hali bu ikisinden daha kötü, tekebbür ve nazı da daha fazladır. Bu kimse, iki grubun kavramlarını çalmış, kendi pazarındaki mallara şöyle bir çeki düzen vermiş, Allah’ın kullarının kalbini Hakk’tan döndürerek kendisine cezb etmiş, o saf ve sade zavallıyı alimlere ve diğer insanlara karşı kötümser kılmış, kendi pa-zarını genişletmek için anladığı veya anlamadığı bir avuç cazip ve ilgi çekici kavramları zavallı halka yutturmuş ve “Meczub Ali Şah, Mahbub Ali Şah” adını söylemekle cezbe ve hubb halinin elde edileceğini zannetmiştir.

                              Ey dünya talibi ve kavramlar hırsızı! Senin bu işinin o kadar da kibir ve iftihar edilecek bir yanı yoktur. Zavallı seni, sabırsızlık ve aklının küçüklüğünden bazen sen de oyuna geliyor, kendinin bir makam sahibi olduğunu düşünüyorsun. Nefs ve dünya sevgisi, çalıntı malı mefhumlar, nispetler ve itibarlara eklenmiş, uygunsuz bir sonuç ver-miştir. Bunların eklenmesiyle de ilginç ve acaib bir macun/karışım vücuda gelmiş, sen de kalkmış kendini bütün bu ayıplara rağmen mah-lukatın mürşidi, ümmetin necatının hidayetçisi ve şeriat sırrının sahibi ve belki bazen daha da bir küstahlaşarak, tümel velayet makamının maliki olduğunu düşünüyorsun. Halbuki bu da, kabiliyetin eksikliği, göğsün darlığı ve kalbin genişlikten mahrum olmasındandır.

                              Sen fıkıh, hadis ve diğer şer’î ilimlerin talebesi de usul ve hadis il-minde sana öğrettikleri bir avuç kavramdan başka bir şey bilmiyorsun. Eğer baştan sona amelle ilgili bulunan bu ilim de, sende bir şeyler oluşturamamış, nefsini ıslah etmemiş, tam tersine ahlakî ve ameli fe-satlar vücuda getirmişse senin için zordur ve diğer ilimlerin alimlerden daha aşağı ve değersiz sayılırsın. Belki sıradan insanlardan da daha aşağısın. Bu ilineksel kavramlar, harfi manalar, Allah’ın diniyle hiç bir ilgisi olmayan, dolayısıyla “ilmî semereleri var” diye tavsif edebi-leceğin bir ilimden dahi sayılamayacak olan faydasız niza ve ihtilaflar için bunca naz ve tekebbür de neyin nesi? Allah şahittir ki -Şahit ola-rak Allah yeter - eğer ilmin neticesi bu olursa ve sana hidayet etmez, ahlakî ve ameli fesatları senden uzaklaştırmazsa, en aşağılık ve iğrenç işlerden daha aşağı ve iğrençtir. Zira bu iş ve mesleklerin seri ve acil neticeleri vardır. Dünyevi ve uhrevi fesatları da daha azdır. Ama za-vallı sen günah ve vebalden başka bir netice elde edemezsin, ahlakî fesatlar ve uygunsuz amellerden başka bir hasılın olmaz. Öyleyse senin ilmin de ilmî bakış açısıyla dahi bakacak olursan hiç bir değer ifade etmemekte ve dolayısıyla tekebbür edilecek bir yönü bulunmamak-tadır. Ama ilmî ufukların oldukça dar ve küçük olduğundan hemen birkaç kavram ve ıstılah öğrenince kendini alim, halkı ise cahil görmeye başlıyorsun. Mukarreb meleklerin kanadını ayakların altına seriyor , meclislerde yeri, sokaklarda ise yolu Allah’ın kullarına daraltıyor, küçültüyorsun. Alimlerin ilmini zayi ederek türdeşlerine hakaret ediyorsun.

                              Bunlardan daha aşağı ve düşük olanı ise mal, evlad, akraba ve tai-fesi gibi dış ve harici işler sebebiyle tekebbür eden kimsedir. Zavallı, ademi ahlak ve insanî edeplerin hepsinden mahrum ve uzaktır. Eli tüm ilim ve marifetlerden boştur. Ama elbisesi koyun yününden ve babası falan oğlu falan olduğu için insanlara tekebbürde bulunuyor. Ne kadar küçük bir aklı, dar ve karanlık bir kalbi var ki, tüm kemallerden sadece güzel bir elbise ile ve tüm güzelliklerden bir tek külah ve aba ile kanaat etmektedir. Zavallı, hayvani bir makam ve hayvani lezzetlerle iktifa etmiş, akıldan yoksun bir suret ve gerçeklerden arınmış bir şekil ile kanaat etmiş, kendisinin bu nitelikle makam sahibi biri olduğunu zannetmektedir. O kadar aşağılık ve liyakatsizdir ki, birisi ondan dün-yevi olarak bir derece yukarıda olursa, ona kölenin efendisine davran-dığı gibi davranmaktadır. Şüphesiz tüm arzu ve gayesi dünya olan kimse, dünyanın kulu ve ehlidir. Taptığı şey (dünya) kimin yanındaysa onun önünde zelil ve hakir düşmektedir.

                              Velhasıl tekebbürün en kuvvetli sebeplerinden biri, fikir ufkunun küçüklüğü ve kabiliyet haddinin aşağılığıdır. Kemal olmayan veya la-yık bir kemal olmayan şeyler ona şiddetli bir şekilde tesir etmiş, onu ucb ve kibre zorlamıştır. Dünya ve nefis sevgisi fazla olan kimselerde bu işler daha fazla etki yaratmaktadır.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #60
                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                                5. Bölüm: Tekebbürün Tedavisi

                                Şimdi kibrin fesatlarını bildiğin için nefs ilacını bulmayı düşün. Himmet kemerini kuşan. Kalbi bu bulanıklardan ve gönül aynasını bu yoğun tozdan temizlemeye çalış. Eğer nefs kuvveti ve kalb genişliğine sahip isen, dünya sevgisi kalbinde kök salmamışsa, dünya güzellikleri kalbinde fazla tecelli etmemiş, insaf ve ibret alma gözün açık ise, ön-ceki bölümde beyan edilenler en iyi ilmî ilaç konumundadır.

                                Ama eğer bu merhalede de kendine gelmezsen biraz da kendi halet-lerini düşün, belki kalbin uyanır da kendine gelirsin. Ey ilk önceleri bir hiç olan ve sonsuz yılların yokluk gizinde saklı duran insan! Yokluktan ve vücud sayfasında mahvolmaktan daha değersiz ne olabilirdi ki? Hakkın iradesi seni yaratmayı dileyince, kabiliyetin eksik, alçak ve değersiz olduğundan ve feyz-i ilahiyi kabullenme kabiliyetinden mah-rum bulunduğundan seni salt ve kuvvet ve zaaftan ibaret olan alemin ilk maddesinden, varlıkların ve kainatın en alçak ve değersiz varlığı olan nesnel ve elementsel bir şekle büründürdü, oradan da elinle do-kunacak olursan şiddetle tiksindiğin ve hemen büyük bir zahmetle de olsa temizlemeye çalıştığın bir nutfe haline getirdi ve seni oldukça dar ve pis bir yer olan babanın erbezinde karar kıldı. Daha sonra da idrar mecrasından feci ve çok çirkin bir halde anne rahmine yerleştirdi ve böylece seni, adını dahi anmaktan nefret ettiğin bir yerde müstakar kıldı. Orada da seni kan pıhtısı ve bir parça et haline getirdi ve seni adını duymaktan dahi korktuğun ve utandığın gıda ve besinlerle bes-ledi, büyüttü. Ama herkes bu belalara düçar olduğundan artık utanç ve ar da kendiliğinden kalkmaktadır: “Bela genel olursa güzeldir.”

                                Sen bütün bu merhalelerin hepsi de mevcudatın en rezil, zelil ve al-çağı durumundaydın. Zahirî batınî bütün idraklerden yoksun ve tüm kemallerden beri idin. Daha sonra kendi geniş rahmetiyle bir kurtçuk-tan daha aşağı ve kabiliyetin eksik olduğu halde sana hayat verdi. Kendi rahmetinin genişliği ile sende hayatı ve hayati özellikleri daha da bir fazlalaştırdı. Dünya muhitine gelme liyakatini elde edince de seni en alçak mecralar ve en rezil haletlerden bu fezaya soktu. Halbuki tüm kemaller ve hayati özelliklerde diğer tüm hayvanların yavrusundan daha zayıf ve değersiz idin. Daha sonra da kamil kudretiyle seni zahirî ve batınî kuvvelerle donattı. Ama buna rağmen yine de o kadar değersiz ve zayıfsın ki, kuvvelerinden hiç biri senin tasarrufunda de-ğildir. Kendi sıhhatini dahi hıfzedemiyor, kudret ve hayatını koruya-mıyorsun. Gençliğini ve cemalini koruyamıyorsun. Eğer bir afet ve hastalığa düçar olursan onu kendinden def edemiyorsun. Özetle varlık ve varlıksal özelliklerin hiç birine sahip değilsin.

                                Eğer bir gün aç kalacak olursan en kokuşmuş murdarı bile yemekten çekinmezsin. Eğer susayacak olursan en pis ve kokmuş suyu bile rahatça içmeye kalkışırsın. Velhasıl tüm hususlarda zelil ve çaresiz bir kulsun ve hiç bir şeye kadir değilsin. Vücud ve vücudun kemallerinde sahip olduğun hisseyi, diğer mevcudatın sahip olduğu hisselerle mu-kayese edecek olursan, senin ve bütün yeryüzünün, belki bütün güneş sisteminin bile tüm neşetlerin en küçüğü olan cismani alem mukabi-linde hiç bir değer ifade etmediğini, hissedilir bir öneme sahip bulun-madığını göreceksin.

                                Azizim! Kendinden başkasını görmemiş, gördüğün şeylere ise ibret ve tartı gözüyle bakmamışsın. Hayatta sahip olduğun hayati itibarlar ve dünyevi ziynetleri şehrinle, şehrini ülkenle ve onu da yüzde birini dahi görmediğin dünya ülkeleriyle mukayese et. Tüm ülkeleri yeryüzüyle, yeryüzünü güneş sistemi ve güneşin nurlu ışığından faydalanan geniş kürelerle, benim ve senin fikrine sığmayan güneş sistemini de diğer sistemlerle kıyas et ki bizim güneş sistemimiz tüm gezegenleriyle, onlardan birinin tek bir gezegeni kadar dahi değildir. Onlardan hiç biri bizim güneş sistemimiz ve gezegenleriyle kıyas dahi edilmez. De-diklerine göre şimdiye kadar keşfedilen bilmem kaç milyon saman yo-lundan, bu küçük ve yakın samanyolunda bile bilmem kaç milyon gü-neş sistemi vardır. Onlardan en küçüğü ise, bizim güneş sisteminden milyonlarca defa daha büyük ve nuranidir. Bunların tümü cismani alemdir ve miktarını onların halık ve yaratıcısından başka hiç kimse bilmemektedir. Keşf erbabı olanlar ondan sadece az bir bölümünü keş-fedebilmişlerdir. Tüm cisimler alemi ise tabiat ötesi alem mukabilinde hiç bir değer ifade etmemektedir. Orada da beşerin akıl ve havsalasına sığmayan nice alemler vardır.


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X