Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #61
    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    Bütün bunlar, hayatımızın özellikleri ve bu vücud aleminde sahip olduğumuz hisselerdir. Allah Teala senin bu alemden alınmanı irade edince de tüm kuvvelerine zayıflamalarını, tüm idraklerinin çalışamaz hale gelmelerini ve vücud fabrikanı bozmalarını emreder. Duyu ve görme organları ile kuvvet ve kudretini alınca da sen bir cansız haline gelirsin ve birkaç gün geçmeden çıkaracağın koku tüm halka eziyet eder. Suret ve heyetin insanların kaçacağı bir hale gelir. Tüm parça ve organların kısa bir müddet sonra dağılır. Darmadağın olur. Bunlar se-nin cisminin akıbetidir, mal, akraba ve çocuklarının hali ise malumdur.

    Ama eğer berzahının ıslah edemeden gidecek olursan, orada nasıl bir suret ve halete sahip olacağını sadece Allah bilir. Bu alemin ehlinin idrakleri onu görmekten, işitmekten ve koklamaktan acizdir. Kabir zulmeti, korkusu ve azabı hakkında her ne işittiysen, bu alemin karan-lık, korku ve azaplarıyla mukayese ediyorsun. Halbuki bu kıyas batıl-dır. Kendi irademizle kendimiz için o alemde hazırladığımız şeyler sebebiyle Allah imdadımıza yetişsin. Kabir azabı ahiret azabının çok açık bir numunesidir. Bazı rivayetlerden de anlaşıldığı üzere orada şe-faatçilerden de mahrum bulunmaktayız. Nasıl bir azab oluğunu sadece Allah biliyor. Bizim ahiret neşetindeki halimiz, önceki hallerden daha kötü ve korkunçtur. O gün hakikatlerin zuhur ettiği gündür. Sır-ların keşfedildiği gündür Ameller ve ahlakın tecessüm ettiği gündür. Hesaba erişme günüdür. Cehennem duraklarında zillete düçar olma günüdür. İşte bunlar da kıyametin hali!

    Ama kıyametten sora olan cehennemin hali ise zaten malumdur. Cehennem hususunda bir şeyler işitiyor ve biliyorsun. Cehennem azabı sadece ateş değildir. Yüzüne öyle korkunç bir kapı açılacak ki, eğer bu alemde açılacak olsa tüm dünya ehli helak olur. Aynı şekilde bir cehennem kapısı kulağına ve biri de burnuna açılacak ki, bunlardan herhangi biri bu dünya ehli için açılacak olsaydı, şiddetli azabı yüzün-den hepsi helak olurdu.

    Ahiret alimlerinden biri şöyle diyor: “Cehennem ateşi sonsuz şid-detli olduğu gibi, soğuğu da oldukça şiddetlidir. Allah-u Teala soğuk ve sıcağı bir araya toplamaya da kadirdir.” Bu da akıbetinin hali! Öyleyse işinin evveli sonsuz yokluk, vücuda geldiği andan itibaren tüm haletleri çirkin, tüm hal ve durumu utanç verici, dünya berzah ve ahireti, biri diğerinden daha feci ve rezaletli olan bir kimse neyi ile te-kebbür ediyor? Hangi cemal ve kemal ile iftihar ediyor?

    Öyleyse anlaşıldığı üzere tekebbür büyük bir cehalet ve bilgisizlik-ten kaynaklanmaktadır. Her kimin cehaleti fazla ve aklı az ise kibri daha fazladır. Aynı şekilde her kimin de ilmî daha fazla, ruhu daha büyük ve göğsü daha geniş ise daha çok mütevazi ve alçak gönüllüdür.

    Resullullah’ın (s.a.a) ilmî ilahî vahiyden kaynaklandığından ve ruhu da oldukça büyük olduğundan tek başına milyarlarca insanın ruh alemine galib geldi. Tüm cahili adetleri ve batıl dinleri ayaklar altına aldı. Tüm kitapları neshetti ve mübarek vücuduyla nübüvvet dairesini sona erdirdi. Dünya ve ahiretin sultanı ve Allah’ın izniyle tüm alem-lerde tasarruf sahibi biriydi, ama buna rağmen herkesten daha fazla mütevazi idi. Ashabın kendisine ihtiram için ayağa kalkmasını çirkin görüyordu. Bir meclise girdiğinde daima alt köşede otururdu. Yeme-ğini yerde yer ve yerde otururdu. “Ben de bir köle gibiyim, bir köle gibi oturur ve bir köle gibi de yerim ...” derdi.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #62
      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      Hz. Sadık’dan (a.s) nakledildiği üzere Resulullah (s.a.a) semeri ol-mayan merkebe binmeyi severdi ve Allah’ın kullarıyla daima alçak bir yerde oturur, yemek yerdi. Fakirlere iki eliyle ihsanda bulunurdu. Merkebe biner ve kendi kölesi veya diğer kölelerle bir arada otururdu. Ailesine ev işlerinde yardımcı olmayı adet haline getirmişti. Kendi mübarek eliyle koyunları sağıyor, elbise ve ayakkabısını dikiyordu. Kendi kölesiyle el değirmenini çeviriyor ve hamur yoğuruyordu. Kendi geçimini sağlıyor, fakir ve miskinlerle oturuyor ve onlarla yemek yiyordu. Bunlar ve bunlardan daha büyük işlerin tümü Peygam-ber’in siyeri, ahlakı ve tevazusuydu. Halbuki manevi makamların yanı sıra, zahirî saltanat ve riyaseti de kemale ermiş biriydi.

      Aynı şekilde, Ali b. Ebi Talib (a.s) de o büyük Peygamber’e uymuş ve tamamıyla Resulullah’ın (s.a.a) ahlakıyla ahlaklanmıştı.

      Öyleyse ey aziz! Eğer tekebbür manevi kemal içinse, onun manevi kemali herkesten daha fazlaydı, eğer riyaset ve saltanat içinse, o da buna sahipti. Ama buna rağmen herkesten daha çok mütevazi idi. Öy-leyse bil ki tevazu, ilim ve marifetin ürünüdür. Kibir ve tekebbür ise cehalet ve bilgisizliğin neticesidir. Bu cehalet, ar ve aşağılık utancını kendinden uzaklaştırır. Enbiyanın sıfatıyla muttasıf ol. Şeytanın sıfatı-nı bir kenara it. Hakk ile kibriyası hakkında çekişme. Hak ile kibriyası hakkında çekişen kimse, O’nun gazabına uğrayıp yüz üstü ateşe gire-cektir.

      Eğer nefsini ıslah etmeyi istersen, onun ameli ve pratik yolu da az bir dikkat ve kollama ile oldukça kolay ve rahat bir hale gelecektir. Bu yolda erkekçe himmet, fikir hürriyeti ve görüş yüceliği sayesinde hiç bir tehlike ile karşılaşmazsın. Nefs-i Emmareyi alt etme, nefse galebe çalma ve insanın necat yolu, onların arzu ve isteklerinin hilafına dav-ranmaktır.

      Nefsi ezmek için tevazu sahibi kimselerin sıfatıyla muttasıf olmak ve onlar gibi davranmaktan daha iyi bir yol yoktur. Tekebbürün hangi aşamasında bulunursan bulun, hangi ilim, amel ve sair dalların ehli olursan, ol, bir müddet nefsani arzularının hilafına hareket et. İlmî uyanıklık ve dünyevi/uhrevi akıbeti tefekkür neticesinde yolun kolay ve rahat olması, güzel bir sonuç elde edilmesi ümid edilir. Eğer nefsin senden meclisin üst köşesinde oturmanı ve başkalarından öne geçmeni temenni ederse, sen bunun aksine davran. Eğer nefsin fakir ve miskin-lerle oturmayı ar kabul ediyorsa, sen onun burnunu yere sürterek fa-kirlerle otur, onlarla yemek ye, yolculuk et, onlara katıl. Nefsin bazen de tartışma yoluyla önüne çıkıp, “Sen makam sahibisin, şeriatın ya-yılması ve tebliği için makamını koruman gerekir, fakirlerle oturmak senin azametini kalplerden siler. El altındaki kimselere karışmak insanı hafif kılar. Meclislerde oturmak senin makamını küçültür, o zaman da kendi şer’î vazifelerini hakkıyla yerine getiremezsin.” Diyebilir. Bil ki bütün bunların hepsi şeytanın tuzakları ve nefsin hileleridir. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) dünyadaki makam ve mevkisi senden daha fazlaydı. Siyer ve yaşam tarzı da gördüğün gibiydi.

      Ben kendi zamanımdaki bazı alimleri de bizzat gördüm. Onlar bir memleketin tam riyasetine ve hatta Şia’nın önderliği makamına sahip oldukları halde, siret ve davranışları Resulullah’ın siretinin aynısıydı.

      H. K. 1340 yılından 1355 yılına kadar Şia aleminin tam riyaseti ve kamil merciiyeti makamına sahip olan en büyük üstad ve yüce fakih Hacı Şeyh Abdulkerim Yezdi Hairi’nin nasıl bir ahlak ve siyere sa-hip olduğunu hepimiz gördük. Hizmetçisi ve uşağı ile birlikte oturur yemek yerdi. Yere oturur ve küçük talebelerle ilginç bir şekilde şakala-şır, onlarla kaynaşırdı. Son yıllarda epey yaşlanınca da akşam nama-zından sonra cübbesiz, başına sade bir parça sarmış, ayağına çarık giymiş vaziyette sokaklarda yürüyordu.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #63
        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        Kalplerdeki makamı daha da bir büyümekteydi ve bu işleri yüzün-den makamına hiç bir zarar gelmiyordu.

        Bu merhumun dışında Kum’un bazı oldukça muhterem alimleri de vardı ki, şeytanınızın sizler için yonttuğu bu kayıtlardan hiç birisi on-larda yoktu. Kendi ihtiyaçlarını bizzat kendileri pazardan alıyor, sar-nıçlardan su çekiyor, ev işlerinde ailelerine yardımcı oluyorlardı.

        Onların pak nazarında ön ve arka ile baş ve alt köşenin hiç bir farkı yoktu. İnsanı şaşırtacak bir alçakgönüllülük içindelerdi. Ama buna rağmen makamları mahfuz ve kalplerdeki yerleri gittikçe daha da bir büyüyordu.

        Velhasıl Nebiyy-i Ekrem’in (s.a.a) ve Ali b. Ebi Talip’in (a.s) sıfatı insanı küçük kılmamaktadır. Ama burada nefsine ettiğin muhalefette de oldukça dikkatli ve uyanık olmalısın. Zira bazen nefs insan için başka bir yoldan tuzak hazırlamakta ve insanı gafil avlayarak sırt üstü yere vurmaktadır. Mesela bazılarını görürsün, meclisin en alt köşesinde öyle bir otururlar ki, orada hazır bulunanlara adeta, “Benim makam ve mevkim buradan çok daha yüksek ve yücedir. Ama ben tevazu gös-teriyorum.” Demek ister. Makamı belli olmayan biri kendisinden öne geçirilince, güya bu yanlışlığı ortadan kaldırmak ve bunun sadece te-vazudan ibaret olduğunu göstermek için makamı nispeten düşük olan diğer birini de kendisinden öne geçirir. Bunlar ve buna benzer binler-cesi hep nefsin hileleridir. Bütün bunlar kibri, ona da riyakarlık ve dalkavukluğu ilave etmekten ibarettir.

        Halis bir niyetle mücahedeye girişmek gerekiyor. Elbette o zaman nefs mutlaka ıslah olacaktır. Tüm nefsani sıfatlar, ıslah edilir cinstendir. İlk önceleri biraz zordur. Ama ıslaha kalkıştın mı rahat ve kolay bir hale gelir. Asıl olan insanın tasfiye ve ıslaha niyetlenmesi ve uykudan uyanmasıdır. İnsanlığın ilk menzili “yakza” (uyanmak) ’dır. İnsanın gaflet uykusundan uyanması ve tabiat sarhoşluğundan kendine gelmesidir. İnsanın, kendisinin bir yolcu olduğunu, bu tehlike ve korku dolu seferin bu karanlık, oldukça dakik, kılıçtan daha keskin kıldan daha ince yolun merkebinin ise erkeklik himmet ve gayreti olduğunu ve bu karanlık yolun nurunun ise iman ve övülmüş hasletler olduğunu anlamasıdır. Eğer gevşeklik eder ve gecikirse bu sırattan geçemeyip yüzüstü ateşe düşecektir. Zillet toprağıyla yeksan olacak ve helaket uçurumuna yuvarlanacaktır. Bu sırattan geçemeyen insan, ahiret sıra-tından da asla geçemeyecektir.

        Ey aziz! Cehalet ve bilgisizlik perdesini yırt. Bu korkunç uçurum-dan kendini kurtar. Muttakilerin mevlası ve bu yolun tek sâliki ve ger-çek kılavuzu mescidde yakın olan herkesin işitebileceği bir şekilde şöyle feryat ediyordu. “Mücehhez olun. Allah sizlere rahmet etsin, şüphesiz ki sizler bir yolculuğa çağrılmış bulunmaktasınız.”
        Sizler için en iyi ahiret teçhizatı ise nefsani kemaller, kalp takvası, salih ameller, batın temizliği ile ayıp ve pislikten beri bulunmaktır.

        Farzen şekli ve eksik bir iman ehli bile olsan, saadetliler ve salihler zümresine katılmak için bu pisliklerden temizlenmen ve halis olman gerekir. Bu manevi pisliklerin giderilmesi ise tevbe ve pişmanlık ate-şiyle yakmak, nefsi kınama fırınında yakmak, pişmanlık ateşiyle erit-mek ve Allah’a dönmek iledir. Bu işi bu dünyada kendin yap. Aksi takdirde ilahî azab ocağında “Allah’ın yakılmış ateşi” kalbini ya-kar, eritir. Bu ıslahın ahiret asırlarıyla kaç asır çekeceğini ise Allah bilir. Ama bu dünyada temizlenmek ve ıslah olmak kolaydır. Bu yurtta değişiklik oldukça seri ve çabuk gerçekleşmektedir. Ama o alemde başkalaşım ve değişim başka bir şekilde vaki olmakta, bu nefsin me-lekelerinden bir tek melekenin yok oluşu asırları almaktadır.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #64
          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          Öyleyse ey kardeş! Ömür, gençlik, kuvvet ve iraden elinde baki bu-lunduğu müddetçe kendi nefsini ıslah etmeye çalış. Bu makam ve şe-reflere önem verme. Bu hayali itibarları ayaklar altına al. Sen Adem oğlusun! Şeytanın sıfatını kendinden uzaklaştır. Bu onun bir sıfatı ve Allah’ın dergahından kovulmasının sebebi olduğundan, arif, sıradan halk, alim ve cahili de kendisine yoldaş kılmak istiyor. O alemde ken-disini bu rezil melekeyle karşılayınca onun da kınamasına uğrarsın.

          Orada sana şöyle der: “Ey ademoğlu! Peygamberler sana, benim Hakk dergahından baban Adem’e tekebbürde bulunduğum için kovulduğu-mu söylemediler mi? Adem’in makamını tahkir ve kendi makamımı büyüttüğüm için Allah’ın rahmetinden uzak kaldım. Ama sen niye kendini bu rezilliğe düçar kıldın?”

          O zaman zavallı sen, işitilmesi bile kolay olmayan azapların, bela-ların, hasletlerin ve nedametlerin yanı sıra, mahlukların en zelili ve mevcudatın en aşağısı tarafından da eleştirilecek, kınanacaksın.

          Şeytan Allah’a tekebbür etmemiş, ama Hakk’ın mahluku olan Adem karşısında kibirlenmiş ve şöyle demişti: “Beni ateşten onu ise balçıktan yarattın.”

          O kendisini büyük, Adem’i ise küçük saydı. Sen de ademoğullarını küçük, kendini ise büyük sayıyorsun. Sen de, “Alçakgönüllü ol. Al-lah’ın kullarına tevazu göster”

          diyen ilahî emirlere muhalefet ediyor ve tekebbürde bulunuyorsun. Üstünlük taslıyorsun. Öyleyse sadece niçin şeytana lanet ediyorsun? Habis nefsini de lanete ortak kıl. Nitekim onunla bu rezil haslette ortak değil misin? Sen şeytanın mazharla-rındansın. Mücessem şeytansın. Belki berzahi ve kıyameti suretin de şeytandır. Ahiret suretlerinde ölçü nefs melekeleridir. Ahirette hem şeytani bir surete ve hem de küçük bir karınca suretine sahip olman mümkündür. Ahiret aleminin ölçüleri burada olanlardan başkadır.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #65
            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..



            6. Bölüm: Hasedin De Bazen Tekebbürün Başlangıç Noktası Olduğu Beyanı Hakkında

            Bil ki, bazen bir kemale sahip olmayan kimse de, kemal sahibi olan kimseye tekebbürde bulunabilir. Mesela, fakir zengine ve cahil alime karşı kibirlenebilir. Bilinmelidir ki, bazen ucb tekebbürün kaynağı ol-duğu gibi, bazen haset de tekebbürün kaynağı olabilir. İnsan kendisinin sahip olmadığı bir kemali diğerlerinde görünce, ona karşı hasette bulunabilir. Bu da o kimseye karşı tekebbürde bulunmasına ve neticede onu zelil kılmaya çalışmasına sebep olabilir.

            Kafi-i Şerif’te Hz. İmam Sadık’ın (a.s) “Kibir, halktan her sınıfın kötü ve şerli fertlerinde bulunur” diye buyurduğu yer almıştır. İmam daha sonra da şöyle buyurmuştur:” Resulullah (s.a.a) Medine sokakla-rının birinden geçiyordu. Zenci bir kadın da yolun üstünde durmuş hayvan gübresi topluyordu. Kendisine, “Resulullah’ın yolu üzerinden çekil” denilince o, “Yol geniştir” diye cevap verdi. Ashap kadına sal-dırıda bulunmaya kalkışınca, Peygamber (s.a.a), “Onu bırakın, zira o bir mütekebbirdir.” diye buyurdu.

            Bazen de kibir, ilim sahibi kimselerde ortaya çıkmaktadır. Bunlar da tevazunun zenginler için güzel olmadığından dem vururlar. Nefs-i emmare ona zenginler için tevazunun imanı eksilttiğini söyler durur. Zavallı, zenginlere zenginliği için tevazu ile gayrisi arasında hiç bir farkın olmadığını sanmaktadır. Bazen dünya sevgisi, mevki ve makam arzusu insanı mütevazi olmaya zorlar. Bu ahlak, tevazu değildir. Bu, dalkavukluk ve yağcılıktır. Nefsani rezaletlerden biridir. Bu ahlakın sahibi fakirlere hiç mi hiç tevazu göstermez. Meğer ki, onlarda bir fayda ve menfaatin var olduğunu görsün.

            Bazen de tevazu ahlakı, insanı başkalarına karşı ihtiramlı ve alçak-gönüllü olmaya davet eder. Fakir olsun veya zengin, kendisine tevec-cüh edilsin veya edilmesin fark etmez. Yani onun tevazusu gösterişten uzaktır. Ruhu temiz ve paktır. Makam ve şeref sevgisi kalbini kendisi-ne cezb edememiştir. Bu tevazu fakirler için iyi olduğu gibi, zenginler için de iyidir. Herkese kendine yakışır bir şekilde saygı göstermek ge-rekir. Ama senin makam ve şeref sahibi kimselere tekebbürde bulun-man ve onları tahkir etmen sadece dalkavukluk ve yağcı bir kimse ol-madığın için değildir. Aksine bu haset ettiğinden ve yanlışlık içinde olduğundan dolayıdır. Dolayısıyla, o kişi sana beklenmedik bir şekilde ihtiram edecek olursa, o zaman sen de hemen tevazu gösterecek ve ih-tiramda bulunacaksın. Velhasıl nefsin hile ve şaheserleri o kadar dakik ve gizlidir ki, insanın Allah’a sığınmaktan başka çaresi yoktur. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #66
              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Beşinci Hadis: Haset

              بالسند المتّصل الي محمّد بن يعقوب عن عليّ بن ابراهيم، عن محمّد بن عيسي، عن يونس، عن داود الرقي، عن أبي عبد الله، - عليه السّلام- قال: قال رسول الله -صلّي الله عليه و آله -: قال الله عزّ و جلّ لموسي بن عمران: يا ابن عمران لا تَحْسُدَنَّ النَّاسَ عَلَي ما اَتَيْتُهُمْ مِنْ فَضْلي ولا تُمَدَّنَّ عَيْنَيْكَ إلي ذلِكَ وَلاتُتْبِعْهُ نَفْسَكَ فَإنَّ الحاسِدَ ساخِطُ لِنِعَمي صادُّ لِقِسْمِيَ الَّذي قَسَمْتُ بَيْنَ عِبادي وَ مَنْ يكُ كذلِكَ فَلَسْتُ مِنهُ وَ لَيْسَ مِنّي.

              Davud, Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor: Resulullah şöyle buyurmuştur: “Allah (c. c) Musa b. İmran’a şöyle dedi: “Ey İmranoğlu, kendi fazlımdan insanlara verdiğim şey sebebiyle onlara haset etme, gözünü ona dikme ve nefsini onun ardı sıra salma. Zira haset eden kimse aslında benim nimetlerime gazaplanmış ve kul-larım arasında yaptığım taksimden hoşnutsuz olmuştur. Böyle olan bir kimse benden değildir ve ben de ondan değilim ...”

              Şerh

              Haset, nefsani bir halettir. Bu haletin sahibi, nimet ve kemal diye vehmettiği şeylerin başkalarından alınmasını arzu eder. Kendisi de bir nimete sahip olsun veya olmasın, o nimetin kendisine ulaşmasını istesin veya istemesin hiç fark etmez. Bu, gıptadan başka bir şeydir. Zira gıpta eden kimse, başkasında nimet diye vehmettiği şeyin onda yok oluşunu arzu etmeksizin kendisine de nasip olmasını istemektedir. “Veh-mi/kuruntusal kemal ve nimet” dememizin sebebi ise, hased eden kimsenin zevalini arzuladığı o şeyin haddi zatında kemal ve nimet ol-masının gerekmediğindendir. Hased eden kimse bazen bizzat eksik ve bayağı olan bir şeyi bile kemal zannetmekte ve de yok oluşunu arzu-lamaktadır veya o şey haddi zatında insanlığın noksanlığı ve hayvan-lığın kemalindendir ve hased eden kimse hayvanlık mertebesinde ol-duğundan onu kemal bilmekte ve dolayısıyla da yokluğunu istemekte-dir. Mesela halk arasında bazıları vardır ki, kan dökme ve cinayeti hü-ner olarak kabullenmekte ve böyle olan bir şahsa da hased etmektedir veya boş konuşmayı kemal zannetmekte ve bu sıfata sahip kimseye haset etmektedir. Öyleyse burada ölçü, o şeyin kemal olduğu kuruntu-suna kapılmak ve bir nimet olarak düşünmektir.

              Başkalarına bir nimet görüp de -gerçekten de nimet olsun veya ol-masın- bunu yokluğunu isteyen kimse hased sahibidir.

              Bil ki hased hususunda da, hased edilen, hased eden ve bizzat hased esasınca bazı derece ve kısımları vardır.

              Hased edilen kimsenin hali açısından hasede gelince… Aklî kemal-ler, övülmüş hasletler, menasik, salih ameller ya da mal, evlad, azamet, haşmet vb. Dış meselelerde hased edildiği gibi, kemal olduğu ku-runtusuna kapılınca bu şeylerin her birinin karşıtı olan şeyler hususunda da hased edildiği görülür.

              Hased eden kimsenin hali açısından hasede gelince… Hased, bilin-diği gibi düşmanlık, tekebbür, korku ve sonradan zikredilecek olan birtakım benzeri meseleler yüzünden ortaya çıkmaktadır.

              Bizzat hased hali açısına gelince…Denilebilir ki hasedin gerçek taksim ve dereceleri budur, önceden zikredilenler değil. Öyleyse şiddet ve zaaf boyutuyla sebepler açısından farklılık arz eden bir çok mertebeler vardır. Aynı şekilde etkileri itibariyle de farklılık içindedir. Biz de inşaallah bir kaç bölüm halinde hasedin fesatları ve ilacına, mümkün olduğu kadarıyla değinecek, açıklık getirmeye çalışacağız. Tevfik Allah’tandır.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #67
                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                1. Bölüm: Hasedin Bazı Sebepleri

                Hasedin bir çok sebebi vardır, ama başlıca sebeplerinden biri, insa-nın kendi nefsini zelil, hor ve aşağılık görmesidir. Nitekim kibirde, tür esasınca bunun aksi söz konusudur. İnsan kendisinin bir kemali oldu-ğunu ve başkalarının da bu kemalden yoksun olduğunu görünce nef-sinde bir nevi üstünlük ve yücelik duygusu uyanır ve tekebbürde bu-lunur. Başkalarını kamil gördüğünde ise bir nevi aşağılık duygusuna kapılır, dış etkenler ile nefsani maslahatlar olmadığı takdirde ise hase-din meydana gelmesine sebep olur. Bazen de bu zilletini başkalarının kendisiyle eşliğinde düşünür. O zaman da kemal ve nimet sahibi kimse kendisi gibi veya kendisinin ardından gelen kimselere karşı hasette bulunur. Dolayısıyla da denebilir ki hased, etkisi başkalarından nimet ve kemalin yok olmasını istemek olan nefsin zillet ve aşağılık duygu-suna kapılmasıdır. Allame Meclisi (r.a) gibi bazıları da hasedin sebep-lerinin yedi şey olduğunu söylemişlerdir.

                1-Adavet: Düşmanlık

                2-Taazzuz: Hased edilen kimsenin sahip olduğu nimet ve kemal se-bebiyle kendisine tekebbür ettiğini görünce buna dayanamayıp bu ni-metin ondan zevalini arzu etmek.

                3-Kibir: Hased eden kimsenin, nimet ve kemal sahibi kimseye karşı tekebbürde bulunmayı istemesi ve bunun da sadece o nimetin zevaliyle mümkün olması.

                4-Taaccub:Bu büyük nimetin herhangi bir şahsa verildiğini görünce şaşkınlığa düşmek. Nitekim Allah-u Teala önceki ümmetlerin şöyle dediklerini haber veriyor: “Sizler de bizim gibi beşersiniz ancak.” Aynı şekilde, “Bizim gibi beşer olan bu ikisine mi iman edeceğiz.” diyorlardı. Kendileri gibi olan kimsenin risalet ve vahiy sahibi olma-sına şaşırıyor ve dolayısıyla da hasette bulunuyorlardı.

                5: Havf: Nimet sahibi kimsenin, sahib olduğu kemal ve nimet sebe-biyle kendisinin sevimli bulduğu hedefleri hususunda rahatsızlık çı-karmasından korktuğu için o nimetin zevalini istemesi.

                6- Riyaset sevgisi: Şahsın riyasette bulunması sadece başkalarının nimette kendisiyle müsavi ve ortak olmamasına bağlıysa böyle bir şahıs kendisi dışında hiç kimsenin mezkûr nimete sahib olmasını istemez.

                7-Yaratılış bozukluğu: Hiç kimseyi nimet içinde görmek istemez.”

                Ama bu satırların yazarının inancına göre bu sebeplerin çoğu, belki de hepsi aslında insanın aşağılık kompleksine düşmesi ve kendisinin zillet içinde olduğunu düşünmesine dönmektedir. Hasedin direkt se-bebi, meşhur görüşün haset tanımı esasınca bundan ibarettir. Ama bi-zim hasedi mana ederken, bizzat bu haletin hased olduğunu söyleme-miz ise zikredilen şeyin sıhhatini esirgemek değildir. Velhasıl bu ma-nalar etrafında bahiste bulunmak, bizim maksadımız ve bu kitabın amacı dışındadır.


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #68
                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  2. Bölüm: Hasedin Bazı Fesatları

                  Bil ki hased, insanı helak eden kalbi bir hastalıktır ve ondan birçok kalbi hastalıklar, kibir ve her biri insanı tek başına helak edecek ko-numda olan amellerin fesatları vücuda gelmektedir. Biz de oldukça açık olan bazılarını zikretmeye çalışacağız. Şüphesiz yazarın gözünden de saklı ve örtülü olan bir takım gizli fesatlar da vardır.
                  Hasedin bizzat fesadına gelince, bu konuda Muaviye b. Veheb’in naklettiği sahih hadiste yer alan, doğru sözlü İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyruğudur: “Dinin afeti, hased, ucb ve övünmektir.”

                  Muhammed b. Müslim’in naklettiği sahih bir hadiste ise Hz. İmam Bakır (a.s), şöyle buyurmuştur: “Kul hangi sürçme ile gelirse gelsin bağışlanır. (Ama) hased, ateşin odunu yediği gibi imanı yer bitirir.”

                  Malum olduğu gibi iman, kalbi, azameti yüce Hakk’ın tecellilerine mazhar kılan bir nurdur. Nitekim hadis-i kudside şöyle yer almıştır: “Yer ve göklerim beni almadı. Ama mü’min kulumun kalbi beni al-dı.”

                  Kalbi tüm varlıklardan daha geniş karar kılan bu ilahî nur ve manevi ışık, kalpte bu rezil hasletin bulanıklığından vücuda gelen darlık ve karanlık ile çelişki içindedir. Bu pis sıfat kalbi öylesine sıkar ki etkileri bütün batın ve zahir memleketinde ortaya çıkar. Kalb mahzun ve bitkin, sine tutulmuş ve dar, çehre somurtkan ve asık olur. Bu haller iman nurunu söndürür, insanın kalbini öldürür ve ne kadar kuvvet ka-zanırsa o kadar iman nuru zayıflar, sönmeye yüz tutar.

                  Zahir ve batında hased sebebiyle vücuda gelen eserler, mü’minin manevi ve zahirî vasıflarıyla çelişki içindedir Mü’min Allah-u Teala’ya nispeten iyimser ve kulları arasında yaptığı paylaştırmadan ise razı olan kimsedir. Hased eden kimse ise Hakk Teala’ya nispeten gazaplı, O’nun takdirlerine küskün ve yüz çeviren kimsedir. Nitekim hadis-i şerifte de böyle yer almıştır. Mü’min müminlerin kötülüğünü istemez. Onların aziz ve kerim olmasını arzu eder. Hased eden kimse ise bunun tersinedir. Mü’min dünya sevgisinin mağlubu, hasetçi ise dünya sevgisinin şiddetinden bu rezil haslete düçar olmuştur. Mü’minin hiç bir korku ve hüznü yoktur. Hakk Teala ve kıyametten başka hiçbir şeyden çekinmez. Ama hasetçinin hüzün ve korkusu hased ettiği şey etrafında döner dolaşır. Mü’minin alnı açıktır, yüzünden müjde okunur. Hasetçinin ise yüzü asık ve somurtkandır. Mü’min mütevazidir, ama hasetçi birçok zamanlar tekebbür eder. Hased imanın afetidir ve ateşin odunu yediği gibi imanı yer bitirir.

                  Ahiretteki kurtuluşun sermayesi ve kalplerin hayatı olan imanı in-sanın elinden alması ve onu iflas etmiş kılması bile bu rezil hasletin çirkinlik ve kötülüğünü göstermeye yeter de artar bile. Hasedin ayrıl-maz bir parçası olan büyük fesatlardan biri de Halık’a, hakiki velini-mete gazablanmak ve O’nun takdirlerine küsmek ve yüz çevirmektir. Bugün tabiatın zulmani hicapları ve onunla meşguliyet, tüm duyu or-ganlarımızı örtülü, göz ve kulaklarımızı ise kör ve sağır yapmıştır. Ne Maliku’l Müluk’a gazaplı ve küskün olduğumuzu biliyoruz ve ne de bu gazab ve küskünlüğün melekut ve aslî/daimi meskenimizdeki suret ve tecessümünün ne olduğunu biliyoruz. Hz. İmam Sadık’tan (a.s) “Benden yüz çeviren ve bana gazaplı olan kimse benden değildir ve ben de ondan değilim” sözünü işittiğimizde Hakk Teala’nın bizlerden olmadığının ilanının nasıl bir musibet olduğunu ve bunun altında nele-rin bulunduğunu bilemiyoruz? Hakk’ın velâyetinden dışarı çıkan ve Erham’ur-Rahim’inin rahmet bayrağı altından dışarı sürülen kimse için hiç mi hiç kurtuluş ümid edilemez. Şefaatçilerin şefaati de ona nasib olmayacaktır: “O’nun izni olmadan Allah katından kim şefaat edebilir.”


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #69
                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    Allah’a gazablanan, velayet sığınağından dışarı çıkan ve kendisiyle maliki arasında dostluk bağını koparmış olan kimseye kim şefaat ede-bilir? Yazıklar ve eyvahlar olsun! Bizzat kendimiz kendi başımıza neler getirdik! Enbiya ve evliya ne kadar feryad edip bizleri uykudan uyandırmak istediyse de biz daha bir gaflet uykusuna daldık ve şekavetimiz gün geçtikçe daha da bir fazlalaştı.

                    Bu ahlakın fesatlarından biri de ahiret alimlerinin de buyurduğu gibi kabir azabı ve zulmetidir. Zira buyurdukları gibi ruhi baskı ve kalbi bulanıklığı olan bu alçak ve fasid ahlakın berzahi ve kabri suret ve te-cessümü, kabir azabı ve zulmetidir. Kabrin darlık ve ferahlığı, göğüs genişliğinin varlık ve yokluğuna bağlıdır. Hz. Sadık’tan (a.s) rivayet edildiğine göre Resulullah bir gün dışarı çıkarak Sa’d’ın teşyi mera-simine katıldı. Yetmiş bin melek de onu teşyi etmeye gelmişlerdi. Resulullah (s.a.a) başını semaya kaldırarak şöyle dedi: “Sa’d gibi biri kabir baskısı görür mü?” Ravi İmam’a (a.s) şöyle arz etti: “Fedan olayım, bizlere Sa’d’ın sadece idrardan sakınmadığı nakledilmiştir.” Hazret şöyle buyurdu: “Maazallah! Onun ahlakında sadece bir kötülük vardı, o da ev halkına karşı kötü davranırdı.”

                    Hased sebebiyle kalpte vücuda gelen darlık, baskı, bulanıklık ve zulmet, fasid ahlakın sadece çok az bir kısmında mevcuttur. Velhasıl bu ahlak sahibi hem dünyada azab görmekte ve düçar bulunmaktadır, hem de kabirde baskı ve zulmet içindedir ve hem de ahirette zavallı ve çaresiz kalacaktır. Bunlar başka bir fasid ahlak ile batıl ve fasid amelin vücuda gelmesine sebep olmadığı takdirde hasedin bizzat sebeb oldu-ğu fesatlardır.

                    Başka bir fesada sebep olmaması ihtimali ise oldukça azdır. Belki ondan ahlakî ve ameli birçok kötülükler vücuda gelir. Önceden de zik-redildiği gibi, bazı yerlerde kibir, gıybet, kovuculuk, sövgü, eziyet ve insanın helak olmasına sebep olan benzeri birçok fesada sebep olmak-tadır.

                    Öyleyse her akıllı insanın himmet kemerini kuşanarak kendisini bu utançtan ve imanını bu yakıcı ateş ve büyük afetten kurtarması gerekir. Kendisini daimi ve ebedi bir azab olan bu alemde, fikri baskı, kalp darlığı, berzah ve kabir zulmetleri ve ilahî gazabdan kurtarması lazım-dır. Biraz düşünürse, bunca fesadı olan bir şeyin mutlaka tedavi edil-mesi gerektiğini anlar. Üstelik senin bu hasedinin hased edilene de hiç bir zararı yoktur. Senin hasedin sebebiyle ondaki nimet yok olmamak-tadır. Belki onun için dünyevi ve uhrevi bir faydası bile vardır. Zira senin onun hasetçisi ve düşmanı olman onun için bir menfaattir. Ken-disinin nimetler içinde olduğunu senin ise bundan azab çektiğini gör-mesi bile kendisi için bir nimet sayılır.

                    Eğer sen bu ikinci nimetin farkına varsan, o zaman da senin için başka bir azab ve fikir baskısı meydana gelir. Bu azabın da onun için bir nimettir… Demek ki, sen daima gam, baskı ve derd içindesin, o ise nimet, ferah ve genişlik… Ahirette de senin bu hasedinin ona faydası dokunacaktır. Özelikle de işi gıybet, iftira ve benzeri eziyetlere var-dırmışsan o zaman senin iyiliklerini ona verirler ve sen de zavallı ve iflas etmiş olursun o ise nimet ve azamet sahibi… Eğer biraz olsun bu hususta tefekkür edecek olursan kendini bu rezil hasletten temizler ve nefsini bu helaketten kurtarırsın.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #70
                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      Zannetme ki bu nefsani rezillikle ve ruhi ahlak asla değişmez, orta-dan kalkmaz. Bunlar şeytan ve nefs-i emmarenin sana telkin ettikleri birtakım boş hayallerdir. Onlar seni nefsini ıslahtan ve ahiret yolunun sülûkundan alıkoymaya çalışmaktadır. İnsan bu değişiklikler diyarı ve dönüşüm neşetinde olduğu müddetçe tüm vasıf ve ahlakı değişebilir. Melekeler her ne kadar sağlam ve muhkem de olsalar, bu alemde ol-duğu müddetçe yok olabilir. Ama şiddet ve zaaf ihtilafı sebebiyle tas-fiye ve tezkiyenin zahmeti de farklılık arz etmektedir.

                      Nefste yeni yeni vücuda geldiği sıralarda az bir zahmet ve riyazetle nefsani bir sıfatı ortadan kaldırmak pekala kolaydır. Bu haliyle yere kök salmamış bir fidana benzemektedir adeta. Ama bu sıfat nefste kökleşir ve nefsin yerleşik melekelerinden biri haline gelirse zevali mümkün olsa da biraz zor ve zahmetlidir. Yaşlanmış ve kökleşmiş bir ağacı sökebilmek biraz zordur. Sen kalb ve ruh fesatlarının kökünü söküp atma fikrinde ne kadar geç hareket edersen, bir o kadar daha fazla zahmet ve riyazet çekmen gerekir.

                      Ey aziz! İlk olarak zahir ve batın memleketinde ahlakî veya ameli fesadın vücuda gelmesine izin verme. Başlangıçta vücuda gelmesine izin vermemen, girip kökleştikten, tüm vücudunu kapladıktan sonra yok etmeyi ve dışarı çıkarmayı istemenden daha kolaydır. Nitekim düşmanın bir ülkenin veya kalenin içine girmesine engel olmak, düş-manı içeri girip kaleyi aldıktan sonra savurup dışarı çıkarmaktan çok daha kolaydır. Düşman girdikten sonra onu ne kadar geç çıkarmayı düşünürsen zahmetin o kadar artar ve dahili güçler eksilmeye başlar.

                      Büyük şeyhimiz ve değerli arif Şahabadi (r.a) şöyle buyuruyordu: “Gençlik gücü ve neşat olduğu müddetçe insan ahlakî fesatlara karşı daha iyi kıyam edebilir ve insanlık vazifesini daha iyi yerine getirebilir. Bu kuvvenin elinizden çıkıp ihtiyarlığın gelip çatmasına dek gaflet etmeyin. Zira o zaman muvaffak olmak oldukça zordur. Farzen mu-vaffak olsanız da ıslah için çok zahmet çekmeniz gerekir. Akıllı bir in-san herhangi bir şeyin fesadını görecek olursa eğer ona bulaşmamışsa kesinlikle onun etrafında dönüp dolaşmaz ve kendisini o işe bulaştır-maz. Eğer Allah korusun bulaşmışsa da hemen ıslahına çalışır ve kök-leşmesine izin vermez. Eğer kökleşmişse büyük bir zahmet ve meşak-kate katlanarak berzahi ve uhrevi meyvesini vermesin diye hemen onu söküp atmaya çalışır.”

                      Maddi değişim ve dönüşüm neş’eti olan bu alemden, bu fasid ahlak üzere göçecek olursa bu habis ağaç meyve verecek ve onu söküp atma işi de artık elinden gelmez olacaktır. Zira ahiret ve berzah aleminde nefsani ahlaklarından birisinin dahi değişmesi mümkün değildir.

                      Resulullah (s.a.a) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Cennet ehli cennete ve cehennem ehli de cehennemde kendi niyetleri vasıtasıyla ebedi olarak kalacaklardır.” Rezil ahlakın bir neticesi olan fasid ni-yet, menşe ve kaynağı yok olmadığı müddetçe asla yok olmaz.

                      O alemde melekeler o kadar kuvvetli ve şiddetli bir şekilde zuhur edecektir ki, ya asla zail olmayacak -ki o zaman ebedi olarak cehen-nemde kalacaklar- ya da zail olsa bile rububi/ilahî asırlar sonunda, o da bir çok sıkıntı ve zorluk ve ateşten sonra olacaktır.

                      Öyleyse ey akıllı! Dünyevi bir aylık veya bir yıllık cüz’i bir zahmet neticesinde ıslah edilmesi mümkün olan ve aynı zamanda dünyevi ve uhrevi bela ve musibetlere de son verecek olan bu meselenin sonraya kalmasına ve seni helak etmesine izin verme.





                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #71
                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        3. Bölüm: Ahlakî Fesadların Kökleri

                        Daha önceden de zikredildiği üzere kalb nasibi olan iman, akıl na-sibi olan ilimden başka bir şeydir. Tüm ahlakî ve ameli fesatlar, kalbin imansız oluşundan ve aklın, aklî kanıt yoluyla veya enbiyanın haber vermesiyle derk ve idrak ettiği şeyleri kalbe ulaştırmamasından ve kalbin o şeylerden habersiz bulunmasından vücuda gelmektedir.

                        Filozof, mütekellim ve şeriat ehli olan tüm herkesin kabul ve tasdik ettiği ve hiç kimsenin şek etmediği bir mesele şudur: Kudreti yüce mutlak Hekim’in vücud, kemalat, nimet genişliği, rızık ve mühlet bö-lüştürmesi gibi hususlarda kudret kalemiyle cereyan eden her şey en iyi program ve en güzel nizamdır ve tam maslahatlarla mutabıktır. Düşünülebilecek nizamların en mükemmelidir. Ama herkes kendine has bir dil ve mesleğine uygun bir terimle bu ilahî latife ve kamil hik-meti beyan etmeye çalışmışlardır.

                        Arif kimse şöyle der: “Mutlak Cemil’in gölgesi de mutlak cemildir” Filozof ise şöyle der: “Tabiat aleminde varolan düzen, ilmî düzen ile mutabık olduğu gibi noksanlık ve kötülükten de beridir. Vehmedilen cüz’i şeyler, varlıkları layık olduğu kemallere ulaştırmak içindir.” Mütekellim ve şeriat ehli ise şöyle der: “Hekim’in fiilleri hikmet ve salah üzeredir. Beşerin cüz’i ve sınırlı aklı ise ilahî takdirlerdeki tam maslahatları idrakten acizdir.”

                        Bu mesele herkesin dilinde cereyan etmekte olup ilmî ve aklî kapa-sitesince hakkında bir delil ikame ettiği meseledir. Ama kil-ü kal (söy-lenti) haddini aşmadığından ve kalple hal mertebesine ulaşamadığın-dan dolayı itiraz dilleri açık bulunmaktadır ve imandan nasibi olma-yanlar da bir dille kendi delilini ve sözünü yalanlamaktadır. Ahlakî fe-satlar da bu zemin üzerindedir. Hased eden, başkalarından nimetin zail olmasını arzu eden ve nimet sahibine karşı kalbinde kin besleyen kimse Hakk Teala’nın tam salah üzere bu nimeti o şahsa nasip ettiğini ve bizim idrakimizin bunu derk etmekten aciz olduğuna iman etmediğini bilmelidir. Hakikatte Allah-u Teala’nın adline ve yaptığı bölüştürmenin adilane olduğuna iman etmediğini bilmelidir. Halbuki sen inanç ilkelerinin birinde, Allah’ın adil olduğunu söylüyorsun. Bu lafızdan başka bir şey değildir. Adalete iman ve hased, birbiriyle çelişmektedir. Eğer onu adil biliyorsan, yaptığı bölüştürmeyi de adilane bil. Nitekim mezkur hadis-i şerifte de Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Hasetçi, kullar arasında yaptığım bölüştürmeden razı değildir ve nimetlerim için de gazaplanmıştır.” Kalp, fıtratı gereği adilane bölüştürme karşısında teslim olmakta, zulüm ve zorbalıktan ise fıtratı gereği kaçmakta, uzaklaşmaktadır. Beşerin zatının derinliklerinde yoğrulmuş olan ilahî fıtrat, adalet sevgisi ve adalet karşısında teslim olmak ile zulümden nefret etmek ve önünde teslim olmamaktadır. Eğer aksine bir şey gö-recek olursa bunun ön koşullarında bir eksikliğin olduğunu bilmelidir. Eğer nimetlere gazaplı ve bölüştürmeden razı olmayan bir kimse haline gelecek olursa bu Allah’ı adil kabul etmediğinden, hatta Allah korusun zalimce bilmesindendir. Yoksa bu bölüştürmeyi adilce bildiği halde O’ndan yüz çeviriyor değildir. Planın en mükemmel nizamla uyum içinde olduğunu kabul ettiği halde O’na öfkelenmiş değildir.

                        Eyvahlar olsun ki, imanımız nakıstır ve akl-i bürhani meseleler akıl ve idrak merhalesinden kalp merhalesine ulaşmamıştır. İman; söyle-mek, işitmek, okumak, ve tartışmak demek değildir. Burada niyetin halis olması gerekir. Allah’ı arayan Allah’ı mutlaka bulacaktır. Mari-fetleri talep eden de mutlaka O’na ulaşacaktır. “Bu dünyada kalbi kör olan, ahirette de kör ve daha şaşkındır.” “Allah’ın nur ver-mediği kimsenin nuru olmaz.”



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #72
                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          4. Bölüm: Hasedin Ameli İlacı

                          Çok az bir bölümünü zikrettiğimiz ilmî ilacın yanı sıra bu rezalet dolu haset için ameli ilaçlar da söz konusudur. O da, hased ettiğin kimseye zorla da olsa sevgi ve muhabbet izharında bulunman ve ken-disine gerekli ilgiyi göstermendir. Bundan maksadın batınî hastalığı tedavi etmek olmalıdır. Nefsin seni ona eziyet etmeye, hakarette bu-lunmaya, düşmanlık sergilemeye davet ediyor ve sana onun kötülük ve fesatlarını sunuyor, ama sen nefsani arzularının hilafına ona merhamet et, saygı ve sevgi göstermeye çalış. Dilini onu hayırla anmaya zorla. Onun iyiliklerini kendine ve başkalarına arz et. Güzel ve cemil sıfatlarını göz önünde bulundur. Gerçi ilk önceleri bu mesele icbari bir şeydir. Mecazdır ve hakikati yoktur. Ama maksadın nefsin ıslahı ol-ması bu eksiklik ve rezilliğin bertaraf edilmesi olduğundan bilahare hakikate yakınlaşacak, yavaş yavaş icbari olma durumu ortadan kal-kacak, nefs tabii haline kavuşacak ve gerçekliğe erişecektir.

                          En azından nefsine bunun da Allah’ın bir kulu olduğunu ve Allah-u Teala’nın ona lütuf nazarı olduğundan dolayı kendisine nimet verdiğini ve kendi özel ihsanına mahsus kılmış olabileceğini inandırmaya ve anlatmaya çalış. Özellikle de hased edilen bir kimse ilim ve diyanet ehli biriyse ve hasette bu ilim ve diyanet sebebiyle ise, bu iş daha da bir çirkin ve ona düşmanlık etmek daha da bir kötüdür. Nefsine, bunların Allah’ın has kulları olduğu için ilahî tevfike mazhar olduklarını ve büyük nimetlere nail olduklarını anlatmaya çalış. Bu nimetler, insanın bu nimetlerin sahibine karşı daha da bir sevgi ve muhabbet duymasına vesile olmalıdır. İnsan onları muhterem kabullenmeli ve onlara karşı teslimiyet içinde bulunmalıdır. Öyleyse nefsinde teslimiyet ve muhabbet oluşturması gereken şeylerin, bunun aksi şeylere sebep olduğunu görünce, büyük bir şekavete düştüğünü anlamalı ve hemen ilmî ve ameli yollarla ıslah etmeye çalışmalıdır ve bilmelidir ki, muhabbet icad etmek isteyen kimse sonunda mutlaka başarılı olur. Zira muhabbet nuru zulmet ve bulanıklıklara üstün ve galiptir. Allah-u Teala mücahitlere yardımcı olacağını, kendi gizli lütuflarıyla başarı inayet edeceğini vaat etmiştir. “Şüphesiz ki o başarı ve hidayet sahibidir.”



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #73
                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            5. Bölüm: Ref Hadisinin Beyanı Hakkında

                            Bil ki bazı hadis-i şeriflerde Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Ümmetimden dokuz şey kaldırılmıştır. Bunlardan biri de el veya dil ile zahir olmadığı müddetçe hasettir.” Elbette bu ve ben-zeri hadis-i şerifler insanın kendi nefsinden bu habis ağacı sökme hu-susunda ciddiyet göstermesine, ruhu ve imanı yakan ateşten ve dinin afeti olan bu hasletten kurtarmaya mani olmamalıdır. Zira bu fasid maddenin, nefse ayak bastığında çeşitli fesatlar üretmemesi, hiç bir eserin vücuda gelmemesi ve insanın imanını mahfuz kalması oldukça az görülmüştür.

                            Aynı zamanda sahih hadislerde bu sıfatın imanı yiyip bitirdiği, dinin afeti olduğu , Allah-u Teala’nın bu hasletin sahibinden beri olduğu, kendisini ondan ve onu da kendisinden uzak saydığı yer almıştır.

                            Öyleyse insan, bu kadar büyük bir iş ve mühim bir fesad olan bu hasletten gaflet etmemeli ve ref hadisi ile mağrur olmamalıdır.
                            Öyleyse sen oldukça ciddi ol, onun dallarını koparmaya çalış, ıslah niyetinde ol ve ondan hiç bir eserin zahir olmasına izin verme. O zaman kökleri gevşeyecek, büyüme ve ilerlemeden geri kalacaktır. Eğer ıslah ve riyazet esnasında, birden ölüm gelip çatacak olursa ilahî rahmeti seni kapsayacak, geniş rahmeti ve Resulullah’ın (s.a.a) ruhaniyet bereketiyle bağışlanacaksın. Kötü ahlakın baki kalmış olması muhtemel olan tüm eserlerini rahmani nurla yakacak ve nefsi tertemiz kılacaktır.

                            Ama Hamza b. Hamran’ın naklettiği hadiste İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Şu üç şeyden, nebi de dahil hiç kimse kurtulamamıştır: İnsanları vesveseye düşürmeyi düşünmek, uğursuzluğa inanmak ve hased. Ama mü’min hasedini kullanmaz.” Bu rivayette ya mübalağa edilmiştir ve maksad bu şeylere düçar olanların kesret ve çokluğudur veya bu terkip, iptila kesretinden kinaye olup maksut bizzat cümlenin içeriği değildir. Ya da mecazen hasedin gıptadan daha geniş bir anlam ifade ettiğini ifade etmektedir. Ya da kendi batıl düşüncelerini yayma-da kullanan kafirlerden bu nimetlerin zevalini istemeye de hased den-miştir. Aksi takdirde enbiya ve evliya, hakiki hasedden uzak ve beri-dirler. Ahlakî kötülük ve batınî pisliklere bulaşan bir kalb, ilahî ilham ve vahye nail olmaz. Hak Teala’nın zatî ve sıfatî tecellilerine mazhar olamaz. Öyleyse bu hadis zikredildiği şekilde veya başka bir şekilde tevcih edilmelidir. Ya da ilmî söyleyenine (Ebi Abdillah’a –a. s-) ha-vale edilmelidir. Başta da ve sonda da hamd Allah’a mahsustur.





                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #74
                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              Altıncı Hadis: Dünya Sevgisi

                              بالسند المتّصل الي محمّد بن يعقوب، عن محمّد بن يحيي، عن أحمد بن محمّد، عن ابن محبوب، عن عبد الله بن سنان و عبد العزيز العبدي، عن عبد الله بن أبي يعفور، عن أبي عبد الله عليه السّلام قال: مَنْ أصْبَحَ وَأَمْسي وَالدُّنْيا أكْبَرُ هَمه، جَعَلَ اللهُ الفَقْرَ بَيْنَ عَيْنَيْهِ وَ شَتَّتَ أَمْرَهُ وَلَمْ يَنَلْ مِنَ الدُّنيا إلا ما قُسِمَ لَهُ وَ مَنْ أصْبَحَ وَ إَمْسي وَالآخِرَﺓٌ أكْبَرُ هَمّه، جَعَلَ اللهُ الغِني في قَلْبِه وَ جَمَعَ لَهُ أَمْرَهُ.

                              İbn Ebi Ya’fur, Hazret-i Sadık’ın (a.s) şöyle dediğini naklediyor: “Sabah akşam en büyük derdi dünya olan kişiyi Allah yoksulluğa mahkum eder, işlerini sonuçsuz bırakır ve dünyadan kendisine kısmet olanın dışında hiç bir şeyi ona nasib etmez. Sabah akşam en büyük derdi ahiret olan kişiyi ise Allah gönlü gani, gözü tok kılar ve işlerini düzene koyar.”


                              Şerh

                              Bil ki ilim ehli, marifet ve ilimleri açısından dünya ve ahiret hak-kında bir takım anlamlar ifade edilmiştir ki bunları ilmî kavramlar açı-sından ele almak, bizce önem taşımamakta ve bu kavramları anlamak, red veya kabul etmek, doğru veya yanlış olduğunu ispat etmek için gayret sarf etmek yolcuyu yolundan alıkoymaktan başka bir işe yara-mamaktadır.

                              Burada asıl önemli olan husus, ahireti taleb eden insanın sakınmak istediği takdirde bilinçli bir şekilde sakınmasını sağlayacak olan kı-nanmış dünyayı ve kurtuluş yolunu kat ederken kendisine yardımcı olacak şeyleri tanımasıdır. Biz bunu inşallah birkaç bölüm halinde açıklayacağız. Bu yolda ilerlemek için Allah-u Teala’dan başarı niyaz ediyoruz.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #75
                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                                1. Bölüm: Mevlana Meclisi’nin (r.a) Kınanmış Dünyaya İlişkin Sözlerinin Beyanı

                                Büyük muhakkik ve eşsiz muhaddis Mevlana Meclisi (r.a) şöyle buyuruyor: “Bil ki, bizim anladığımız kadarıyla ayet ve rivayetler top-lamından çıkan sonuca göre kötülenmiş dünya, insanı Allah’a kulluk-tan, O’nun sevgisinden ve ahireti kazanmasından alıkoyan şeylerin toplamıdır. O halde dünya ve ahiret birbirinin karşısında yer almakta-dır. Her ne kadar ticaret, tarım ve sanat gibi şeyler zahiren dünyevi bile olsa, Allah-u Teala’nın rızasına ve O’na yakınlaşmaya sebep olan her şey ahiretten sayılır. Her ne kadar halk bunları dünyevi saysa bile, bunlar aile bireylerinin geçimini sağlamak, Allah’ın buyruğuna uymak, bu kazancını hayırlı işlerde harcamak, muhtaç olanlara yardımda bulunmak, sadaka vermek, insanlara muhtaç olmamak ve benzeri amaçlar taşıyorsa bütün bunlar ahirettendir. Oysa gösteriş ve ikiyüzlü-lük maksadıyla gerçekleştirilen bidat riyazetler de riyakar ameller her ne kadar züht ve taat gibi görünseler de aslında dünyevidirler. Çünkü bunlar kişiyi Allah’tan uzaklaştırmakta ve O’na yakınlaşmaya yol aç-mamaktadır. Tıpkı kafir ve muhalif kişilerin amelleri gibi.”

                                Başka bir araştırmacıdan da şunu nakletmektedir: “Senin dünya ve ahiretin, kalbinin iki halinden ibarettir. Yakın ve ölümden önce olanın adı dünyadır. Bundan sonra gelen ve ölümden sonra olanın adı ise ahiret. O halde ölümden önce senin için lezzet, nasib, şehvet ve tat kaynağı olan her şey, senin dünyan demektir.”
                                Fakir bendeniz ise şöyle der: Denilebilir ki dünya, değişim ve dö-nüşüm diyarı olan varlığın aşağı mertebesidir. Ahiret ise bundan, sebat temellilik ve istikrar diyarı olan melekuta ve kendi batınına dönmek demektir. Bu alem her nefs ve şahıs için gerçekleşmektedir. Her varlık için aşağı dünyevi mertebesi olan, zuhur, mülk ve şuhud makamı var olduğu gibi, yüce uhrevi makamı olan batın, melekut ve gaybi bir ma-kamı da mevcuttur. Aşağı dünyevi alem her ne kadar eksik ve de varlık mertebelerinin en sonuncusu olsa da, kutsal nefislerin terbiye beşiği, yüce makamların elde edilme diyarı ve ahiretin tarlası olması ba-kımından evliya ve ahiret yolunun yolcularına göre en güzel varlıksal görünüm ve en değerli alem ve de en faydalı yurttur. Eğer bu mülkî maddeler, değişimler, doğal ve iradi tözsel hareketler olmasaydı ve Allah-u Teala bu aleme değişimleri hakim kılmamış olsaydı, hiçbir nakıs nefis kendi kemaline, karar ve sebat diyarına ulaşamazdı ve mülk ve melekutta tümel bir noksanlık ortaya çıkardı. Kur’an ile hadislerde bu alemin kınanması aslında tür ve çoğunluk açısından bizzat dünyaya ait değildir, kalbi bir ilgi ile dünyaya yönelmek ve dünyayı sevmek ile ilgilidir.

                                O halde insanın iki dünyası olduğu anlaşılmaktadır: Biri övülmüş olan, öbürü de yerilmiş olan dünya. Övülmüş olanı, terbiye, tahsil, ti-caret, makam ve kemalatı elde etme diyarı olan ve içinde yaşamadan elde edilmesi mümkün olmayan ebedi saadetin elde edildiği yerde bu-lunmaktır. Nitekim muvahhidlerin velisi ve Mü’minlerin Emiri (a.s), bir şahsın dünyayı kınadığını görünce bir hutbesinde şöyle buyurdu:

                                “Dünya, ona doğru davranana doğruluk yurdu, ondan bir şey an-layana afiyet yurdu, ondan azık toplayana zenginlik yurdu ve onunla öğüt alana öğüt yurdudur. Dünya, Allah dostlarının secde yeri (mes-cidi), meleklerinin namazgahı, vahyinin iniş yeri ve dostlarının ticaret yurdudur. Onlar, orda çalışmalarıyla rahmeti elde ettiler, cenneti ka-zandılar.”

                                Allah-u Teala’nın “Muttakilerin yurdu ne güzeldir.” sözü de Ayyaşi’nin Hz. Bakır’dan (a.s) rivayet ettiğine göre “dünya” şek-linde tefsir edilmiştir. O halde güzellik ve yüceliğin mazharı ve mutlak şehadet yurdu olan bu mülk alemi bir anlamda kınanmış değil-dir. Asıl kınanan şey, kişinin sevip bağlandığı ve bütün kalbi ve dışsal fesat ve hataların kaynağı anlamındaki kendi dünyasıdır. Nitekim Ka-fi’de Hz. Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “Dünya sevgisi kötülüğün başıdır.” Hakeza Ebi Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur:: “Biri önden, diğeri ise arkadan çobansız bir sürüye saldıran iki kurt, daha sürüyü bitiremeden dünya ve makam sevgisi mü’minin dinini yer bitirir.”

                                O halde kınanan dünya, gönül verilip bağlanılan dünyadır ve kişi ne oranda gönül verip bağlanırsa insan ile yücelik yurdu ve kendisiyle Hak Teala arasındaki perdeler de o oranda artıp kalınlaşır. Bazı Hadis-i şeriflerde “Allah-u Teala’nın nur ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır” diye buyurulmuştur. Bu zulmet perdelerinin dünyaya duyu-lan ilgi olması mümkündür. İlgi ne kadar fazla olursa, örtüler de o ka-dar çok olacak, ilgi ne kadar şiddetli olursa, örtü de o kadar kalın ve de yırtılması bir o kadar zor olacaktır.


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X