Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #76
    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    2. Bölüm: Dünya Sevgisinin Artış Nedenlerine Dair

    Bil ki, insan bu tabiat aleminin evladıdır. Bu dünya bu su ve topra-ğın çocuğu olduğu için, dünya sevgisi daha gelişiminin başlangıcından itibaren kalbine ekilmiştir. Büyüdükçe bu sevgi de gönlümde gelişip serpilir. Allah-u Teala’nın ona lütfettiği şehvet kuvveleri ve lezzet araçları sayesinde, şahsını ve türünü koruması için bu sevgi gün be gün artar. Bu alemi lezzetlerinin mekanı ve ölümü bunlardan mahrum kalmak olarak değerlendirdiği için de filozofların delilleri ve peygam-berlerin (a.s) haberleri aracılığıyla ahiret alemine ve ondaki nitelik, hayat ve kemallere inansa kalbi bundan habersiz kalır ve bırakın itmi-nan makamına ulaşmış olmayı, asla kabullenmez bile. Bu yüzden dünyaya duyduğu bu sevgi gittikçe güçlenir.

    Ayrıca insanlar fıtraten ebediyen yaşamaya meyilli, yok olmaktan kaçıp nefret eden ve ölmeyi yok olmak sanan bir yapıya sahib olduğu için, bu dünyanın fani ve gelip geçici, öte dünyanın ise baki ve sürekli olduğuna aklen kabul etse bile, asıl önemli olan kalben bunu kabul-lenmesidir. Bunun en mükemmel aşaması ise itmi’nan derecesidir. Ni-tekim İbrahim Halilurrahman Hak Teala’dan itminan makamını taleb etmiştir ve de bu makam kendisine verilmiştir. O halde kalpler ya bizim kalplerimiz gibi her ne kadar aklen tasdik ediyorsak bile ahirete iman etmemiştir, ya da itminana sahip değildir. Bu yüzden de bu dün-yada ebediyen yaşamak istemekte ve ölümden, yani bu alemden ay-rılmaktan kaçmaktadır.

    Ama eğer kalpler bu dünya aleminin alemlerin en aşağısı, yokluk, değişim ve dönüşüm alemi, helak ve noksanlık diyarı olduğunu ve ölümden sonraki alemlerin her birinin ebedi, mükemmel, hayat ve hu-zur diyarı olduğunu kalben idrak edecek olursa, o aleme fıtraten sevgi beslemeye başlar ve dünyadan kaçmaya koyulur. Eğer bu makamdan yukarı çıkar, şuhud ve vicdan makamına erişir ve bu alemin ve ona ilgi duymanın batınî suretini görecek olursa, bu alem onların gözünde sıkıntı diyarına dönüşür, ondan nefret eder, bu karanlık zindandan, zaman ve değişim zincirlerinden/bukağılarından kurtulmaya can atar.

    Nitekim velilerin sözlerinde de bu anlama işaret edilmiştir. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Allah’a yemin olsun ki, Ebu Talib’in oğlu (Ali) bir çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyaktan daha fazla ölüme iş-tiyak duyar.” Çünkü o yüce insan bu alemin hakikatini velayet gö-züyle müşahede etmişti. Bu yüzden de Hak Teala’nın rahmet dergahı-na yakın olmayı her iki aleme bile değişmezdi Eğer durum bunu ge-rektiriyor olmasaydı, onların o pak nefsi bu karanlık tabiat ortamında bir an ile durmazdı. Bu kesret, zuhur alemi ve mülkî işlerle meşgul olmak şöyle dursun, melekutî onaylar bile aşıklar ve meczuplar için, düşünmekten bile aciz olduğumuz büyük bir sıkıntı kaynağı olmuştur.

    Velilerin inleyip ağlamalarının çoğu, sevgiliden ve kereminden ayrı düşmüş olmaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim onlar da bunu duala-rında dil getirmişlerdir. Halbuki onlar mülkî ve melekutî herhangi bir ihtiyaca da sahip değillerdi. Tabiat cehenneminden geçmişlerdi. Ge-çerken de cehennem sönmüş ve alevleri dinmişti. Onlar dünya bağlarından kurtulmuşlardı ve kalpleri tabii hataya sahip değildi. Ama doğal bir lezzet olan tabiat aleminde bulunmanın lezzeti ve mülk ale-mindeki mecburi lezzetlenmek, her ne kadar sınırlı olsa bile onlar için bir hicap/engel konumundaydı. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “ Bazen kalbim bulanıyor ve ben şüphesiz her gün yetmiş defa Allah’tan mağfiret diliyorum. .”

    Belki de insanların babası Hz Adem’in hatası da, mülk tedbirine mecburi teveccüh ve buğday ile diğer tabii şeylere duyduğu ihtiyaç idi. Bu da Allah’ın velileri ve meczup kulları için bir hata sayılmaktadır. Ama eğer Hz. Adem o ilahî cezbeyle kalsa ve o mülk alemine girmeseydi, dünya ve ahiretteki bunca rahmet mekanizması ortaya çıkmazdı. Bu makamı bırakalım, bu kadarıyla bile konumuzdan uzak-laşmış olduk.



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #77
      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      3. Bölüm: Dünyevi Hazların Kalbe Tesiri ve Bunun Fesatlarına Dair

      Bil ki nefsin bu alemden aldığı bir haz, kalpte bir etki bırakır. Bu, mülk ve tabiat aleminden etkilenmek ve dünyaya bağlanma sebebidir. Haz ne oranda artarsa, kalbin etkilenmesi ve sevip bağlanması da o oranda fazlalaşır. Sonunda kalp her yönüyle dünyaya ve içindeki süs-lere bağlanmış olur. Bu da pek çok fesatlara kaynaklık eder. İnsanın bütün hataları, günah ve kötülüklere yönelmesi bu sevgi ve bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Nitekim bu durum Kafi’den aktarılan hadiste de yer almıştı.
      Hz. Şeyh ve arifimiz Şahabadi’nin (ruhum ona feda olsun) de bu-yurduğu gibi, bunun en büyük fesadı ise şudur: Eğer dünya sevgisi in-sanın kalbinin sureti haline gelir ve insan dünyaya şiddetli bir şekilde bağlanırsa, ölüm anında Allah-u Teala’nın onu sevdiğinden ayırdığını ve kendisiyle istekleri arasına ayrılık soktuğunu keşfedince, O’na öf-kelenerek dünyadan ayrılmaktadır.

      Bu bel kıran sözlerin insanı uyandırması ve kalbini korumaya yö-neltmesi gerekir.

      Allah etmesin ki insan velinimetine ve hakiki Maliku’l Müluk’una öfkelenmiş olsun. Bu gazap ve düşmanlığın suretinin ne olduğunu Al-lah-u Teala’dan başkası bilemez.
      Hakeza Büyük Şeyh’imiz (gölgesi daimi olsun) babasından naklet-tiğine göre ömrünün sonunda çocuklarından birini çok sevdiği için büyük bir korkuya kapılmış ve riyazet çekip bu bağlılıktan kurtularak hoşnut bir halde ebedi hayata intikal etmişti. Allah ondan razı olsun.

      Kafi’de kendi isnadıyla Talha bin Zeyd’den naklettiğine göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünyanın durumu deniz suyunun du-rumuna benzer. Susayan kimse ne kadar çok içse, onu öldürünceye kadar susamışlığını arttırır.”

      Dünya sevgisi insanı ebedi helake sürükler ve batınî ve zahirî bela-ların ve kötülüklerin kaynağı konumundadır.

      Hz. Resul-i Ekrem’den (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Dirhem ve dinar sizden öncekileri öldürdü, sizi de bunlar öldürecek-tir.”

      Gerçi uzak bir ihtimal ve hatta mümkün olmayan bir şeydir ama, insan başka hiç bir günaha düçar olmasa bile dünyaya bağlanıp sevmek bile tek başına bir bela kaynağıdır. Kabir ile berzah aleminin müddet ölçüsü de aslında bu ilgidir. Bu sevgi ve bağlılık ne kadar az olursa, insanın berzah ve mezarı da o kadar aydınlanacak, genişleyecek ve de orada kalma süresi o kadar azalacaktır. Bu nedenle de evliyaullah için kabir alemi bazı rivayetlerde de geçtiği gibi üç günden fazla değildir ve bu üç gün de onların o doğal ilgi ve zatî bağlılıklarından ötürüdür.

      Dünya sevgisinin fesatlarından biri de insanı ölümden korkar hale getirmesidir. Dünya sevgisinin ve ona kalbi bağlılığın doğurduğu bu korku, oldukça kınanmış bir şeydir. Bu müminin sıfatlarından biri olan “dönüş korkusu” değildir. Ölümün başlıca zorluğu da bu ilgilerin ortadan kalkma baskısı ve de bizzat ölümün kendisinden korkudur.

      Büyük İslam araştırmacısı ve şanı yüce Seyyid Damad eşsiz bir eser olan Kabasat adlı kitabının ilgili bölümünde şöyle buyurmaktadır: “Ölüm seni korkutmasın, çünkü onun acılığı korkusundadır.”

      Dünyayı sevmenin büyük fesatlarından biri de insanın şer’î riyazet, ibadet ve menasikten alıkoyması, tabiat yönünü güçlendirmesi ve ta-biatın ruha itaat etmeyip ona isyan etmesini sağlaması, insanın azmini gevşetmesi ve iradesini zayıflatmasıdır. Oysa şer’î ibadet ve riyazetle-rin büyük sırlarından biri de beden, tabiat güçleri ve mülkî yönün ruha tabi olması, nefsin iradesinin onda hakim hale gelmesi, nefis meleku-tunun mülke galip olması, irade ettiğinde bedene istediği işi yaptıracak ve istediği işten de alıkoyacak bir şekilde ruhun saltanat, kudret ve nü-fus sahibi olması ve istediği işi hiç zorlanmadan yapmasını sağlayacak şekilde beden mülkü ve mülkî/zahirî güçlerin melekuta tabi olmasıdır.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #78
        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        İnsanın işbu zahmetli ibadetler sayesinde azmi bilenir, tabiata galebe çalar ve mülke egemen olur ve eğer irade tam ve mükemmel olur ve azim güçlü ve sağlam olursa beden mülkü, zahirî ve batınî güçlerinin misali, Allah’a isyana yeltenmeyen meleklerin misali gibi olur. Onlara ne buyurursa yerine getirir ve onları hangi şeyden sakındırırsa hiç bir zorluk çekmeden ondan sakınırlar.

        İnsanın mülkî güçleri ruha tabi olursa sıkıntı ve zahmetlerin yerini rahatlık alır, mülkün yedi iklimi melekuta teslim olur ve bütün kuvve-leri onun hizmetine girer.
        Ey aziz şunu bil ki! O alemde azim ve irade çok gereklidir ve çok işe yarar. Cennetlerin en iyisi olan cennet mertebelerinden birinin öl-çüsü de irade ve azimdir ve insan güçlü bir irade ve azme sahip olma-dıkça o cennete ve o yüksek makama erişemez.

        Rivayetlerde yer aldığı üzere cennet ehli makamlarına yerleştikle-rinde azameti yüce ilahî mukaddes dergahtan kendilerine bir ferman gelir ve o fermanda şöyle yazılıdır:

        “Bu mektup, ebedi ve ölümsüz olandan, ebedi ve ölümsüz olanadır. Ben neye “ol” dersem, o olur. Seni de bu gün neye “ol” dersen olacak bir imkana sahip kıldım.”
        Bir bak, bu ne büyük bir makam, saltanat ve ne büyük bir ilahî güç-tür ki iradesi Allah’ın iradesinin mazharı olmakta ve yok olana varlık giysisi giydirmektedir! İradenin bu güç ve kudreti bütün cismani cen-netlerden daha iyi ve yücedir. Bu fermanın saçma ve uydurma olma-dığı gayet açıktır.

        İradesi hayvani şehvetlere tabi ve azmi ölü olan kişi bu makama erişemez. Hak Teala’nın işleri boş şeylerden münezzehtir. Bu alemde düzen üzeredir ve de neden ve sonuç esasına dayalıdır. O alemde de durum budur. Ama o alemde belli bir düzen ile sebep ve sonuçlara da-ha da uygundur. Ahiret aleminin bütün nizamı uyum ve sebeplere da-yalıdır. Bu iradenin bu dünyadan temin edilmesi gerekir. Dünya ahiretin tarlası ve bütün cennet nimetleri ve cehennem azaplarının hammaddesidir.

        O halde şer’î menasik ve ibadetlerin her biri, kanıt ve hadislerle de uyumlu olduğu üzere cismani cenneti, köşkleri hizmetçi ve hurileri imar eden melekutî ve uhrevi bir surete sahip olmakla birlikte, her ibadet nefsi etkilemekte, nefis iradesini güçlendirmekte ve gücünü kemale erdirmektedir. Bu nedenle de ibadetlerin zor olanları tercihe daha layıktır. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “İşlerin en iyisi en zor olanıdır.”

        Mesela kış soğuğunda tatlı uykudan vazgeçip geceleri Hak Teala’ya ibadet etmek ruhu bedene egemen kılar ve iradeyi güçlendirir. Bu her ne kadar başlangıçta bir miktar güç olsa da yavaş yavaş kolaylaşır ve bedenin nefse itaati fazlalaşır. Nitekim bu işin ehli olanların hiç zorlanmadan kalkıp ibadet ettiklerini görüyoruz. Eğer bizler tembellik ediyor ve zorlanıyorsak bu, girişimde bulunmamamızdandır. Eğer bir kaç kez buna kalkışırsak zahmetin yerini rahatlığın aldığını göreceğiz. Hatta bunun ehli olanlar yaptıkları amelden bizim dünya lezzetlerinden aldığımız tattan daha fazla tat almaktadırlar ve nefsin teşebbüsüyle bu bir adet haline gelmektedir. “Hayır adettir.”

        İbadetlerin pek çok meyvesi vardır. Bir tanesi bizatihi bunların ahiretteki suretleridir ki, bu güzel suretleri dünyada görmek mümkün olmadığı gibi, tasavvur etmek bile mümkün değildir. Ayrıca ibadetler sayesinde nefs, azim ve güce kavuşur. Bunun da pek çok semeresi vardır ki bunlardan birini yukarıda izah etmiştik.

        Bir diğeri de kişiyi yavaş yavaş zikir, fikir ve ibadetlere yakınlaş-tırmasıdır ve bu, insanı mecazdan hakikate yakınlaştırıp Malik’ul Müluk’a kalbi bir ilgi doğurur, gerçek sevgilinin güzelliğine sevgi du-yulmasını sağlar, kalbin dünyevi ve uhrevi bağımlılık ve sevgisini azaltır.

        Rabbanî cezbe vücuda gelince ve insan bir hal elde edince ibadet, hatırlama ve düşünmenin hakikati ortaya çıkar ve her iki alem gözden düşer. Dostun tecellisi kalpteki şirk tozunu siler, geçer ve Allah’ın böyle bir kula ne tür kerametler bağışlayacağını Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Ayrıca azim; şer’î ibadetler, riyazetler ve şehvetlerin terkiyle güçlenir ve insan azim ve irade sahibi olur. Oysa günahlara yönelmek tabiatı üstün kılar ve insanın iradesini zayıflatır. Buna yuka-rıda kısaca değinmiştik.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #79
          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          4. Bölüm: Dünyayı Sevmenin Fesatlarına Dair

          Vicdan sahibi herkes bilir ki insan aslî yapısı ve fıtratı gereği tam ve mutlak olan kemale aşıktır ve gönlü mutlak güzel ve her açıdan mükemmel olana yöneliktir ve bu, Allah Tebarek ve Teala’nın insa-noğluna bağışladığı ilahî fıtrat nimetlerinden biridir. Bu mutlak sev-giyle mülk ve melekut alemi idare edilir ve mutlak kemale aşık olanla-rın vuslat sebebi temin edilir.

          Ama herkes kendi hal ve konumu icabı farklı şeyleri kemal sayar ve gönlü ona yönelir. Ahiret ehli, uhrevi makam ve dereceleri kemal saydığından, gönülleri bunlara yöneliktir. Allah ehli ise Hakk’ın ce-malinde kemali ve kemalinde cemali bulmuş ve “Ben yüzümü ta-mamen, gökleri ve yeri var edene çevirdim” derler.

          “Benim için Allah ile öyle bir hal vardır ki…” diye buyururlar. O’na varmanın sevgisi ve O’nun güzelliğinin aşkına sahiptirler. Oysa dünya ehli, kemali dünyevi lezzetlerde sandıklarından ve dünyanın güzelliği gözlerini bürüdüğünden, fıtraten ona yönelmişler, ama her şeye rağmen, fıtrî eğilim ve zatî aşk mutlak kemale yönelik olduğun-dan, diğer ilgiler ilineksel ve uygulama hatası sayıldığından; mülk ve melekuttan, nefsani kemallerden, dünyevi hazinelerden veya saltanat-tan elde ettiği her lezzete rağmen açlığı günden güne çoğalır ve aşk ateşi günbegün daha da alevlenir.

          Mesela şehvet sahibi bir nefis bu doğrultuda hangi lezzeti tatsa, elinde olmayan bir başkasına yönelir ve iştiyak ateşi daha da tutuşur. Aynı şekilde lider olma sevdasındaki bir nefs de bir yere egemen oldu mu başka bir yerin peşine düşer. Eğer bütün yeryüzünü egemenliği al-tına alsa, başka gezegenlere uçup onları da sahiplenmek ister. Ama zavallı insan fıtratın başka bir şeyi talep ettiğini bilmez. Fıtrî aşk mutlak sevgiliye aittir. Onlar bilmeseler de bütün tözsel, tabii ve iradi ha-reketler ve bütün kalbi ve nefsi eğilimler aslında mutlak güzelin güzel cemaline aittir. Bu mirac burakı ve vuslat refrefi olan sevgi, arzu ve aşkı yersiz bir şekilde kullanmakta ve gereksiz yere sınırlı kılmaktadır.

          Asıl maksadımızdan uzaklaştık gibi. Maksat şudur ki insan aslında kalben mutlak kemale eğilimli olduğu için, dünyevi her neyi toplasa kalbi bağlılığı artar. Dünya ve içindeki güzelliklerin kemal olduğunu sanınca hırsı artar, aşkı şiddetlenir, dünyaya duyduğu ihtiyaç fazlalaşır, fakirlik ve ihtiyaç onun devamlı nasibi olur. Oysa ahiret ehlinin durumu bunun tamamen tersinedir. Dünyaya ilgileri azalır ve ahirete ilgileri arttıkça bu aleme olan meyilleri ve kalbi ilgileri azalır ve so-nunda bu dünyadan müstağni hale gelirler. Kalplerini zenginlik bürür ve dünya ile dünyevi süsleri naçiz bir şey sayarlar. Nitekim Allah ehli olanlar her iki dünyadan da müstağnidirler, biricik ihtiyaçları mutlak gani olandır ve bizzat gani olanın tecellisi, kalplerinin sureti haline gelmiştir. Kutlu olsun onlara.

          O halde “Sabah akşam en büyük derdi dünya olan kişiye Allah sü-rekli yoksulluğu gösterir. Sabah akşam en büyük derdi ahiret olan ki-şinin ise Allah gönlüne zenginlik koyar” hadis-i şerifi de bu söyledik-lerimize bir işaret sayılabilir.

          Açıkça bilindiği gibi kalbi ahirete yönelen bir kimse, dünyevi işleri ve dünyanın zor sorunlarını basit ve kolay görür, bu dünyayı kaypak ve değişken, geçici ve terbiye diyarı sayar, hiç bir zorluk ve hoşluğuna itibar etmez, ihtiyaçları azalır ve dünyevi işler ile dünya halkına ge-reksinimi azalır. Öyle bir aşamaya varır ki ihtiyaçsızlaşır, işleri düzene girer, durumunu toparlar, kalbi ve zatî zenginliğe erişir.

          O halde bu aleme ne kadar büyüklük ve muhabbet gözüyle bakarsan ve kalbin ona ne kadar ilgi duyarsa, bu sevgi mertebesince ihtiyacı artar, yoksulluk zahirine ve batınına serpilir, işleri birbirine girer, kalbi sarsıntılı, gamlı ve korkulu olur. İşleri arzulanan sonuca erişemez, arzu ve hırsın günden güne artar, gam ve hasret seni çepeçevre kuşatır, gönlünü ümitsizlik ve şaşkınlık kuşatır. Nitekim hadis-i şerifte de bun-ların bir kısmına işaret buyurulmuştur:

          Kafi, kendi senediyle Hafs b. Kurt’tan Ebi Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Kişi dünyaya ne kadar çok bulaşırsa, ondan ayrıldığında da hasreti o miktarda şiddetli olur.”

          İbn-i Ebi Ya’fur, şöyle diyor: “Eba Abdillah’ın (a.s) şöyle buyur-duğunu işittim: “Kalbi dünyaya bağlanan kimsenin kalbi üç şeye bağ-lanır: Bitmeyen gam, erişilmez arzu, gerçekleşmeyen ümit.”

          Ama ahiret ehli, Hakk’ın keramet diyarına ne kadar yaklaşırsa kalpleri o oranda itminan dolu ve huzurlu olur, dünya ve içindekilerden o oranda bağımsızlaşır ve onlardan nefret edip kaçar. Eğer Allah-u Teala onlara bir ecel belirlemiş olmasaydı, bu dünyada bir an bile durmazlardı. Nitekim Hz. Mevl’el-Muvahhidin Hz. Ali (a.s) da bunu açıkça ifade etmiştir.

          O halde onlar bu alemde ehl-i dünya gibi sıkıntı ve eziyette olma-dıkları gibi, ahirette de Hakk’ın rahmet deryasında yüzeceklerdir. Al-lah bizi ve sizi onlardan kılsın, inşaallah.

          O halde ey aziz! Artık bu muhabbet (dünyayı sevme) ve ilginin fe-satlarını anladığına ve bu sevginin insanı helake sürüklediğini, insanın imanını elinden aldığını ve insanın dünya ve ahiretini darmadağın et-tiğini öğrendiğine göre, hikmet kemerini kuşan, bu dünyaya olan ba-ğımlılığını azaltabildiğin ölçüde azalt, muhabbet bağlarını gevşet ve şu bir kaç günlük ömrü naçiz say. Elem, sıkıntı ve azapla karışık bu nimetleri küçük gör ve Allah-u Teala’dan başarı niyaz et ki sana yardım edip seni bu zorluk ve sıkıntıdan kurtarsın ve gönlünü kendi keramet diyarının munisi kılsın: “Allah’ın katında bulunan ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #80
            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


            Yedinci Hadis: Gazab

            بالسند المتّصل الي محمّد بن يعقوب عن عليّ بن ابراهيم، عن محمّد بن عيسي، عن يونس، عن داود بن فرقد قال: قال ابو عبد الله عليه السّلام: الغضبُ مِفتاحُ كُلِّ شَرٍّ.
            “Ferkad oğlu Davud’un naklettiği üzere Hz. İmam Sadık (a.s) şöy-le buyurmuştur: “Gazap, bütün kötülüklerin anahtarıdır.”

            Şerh

            İbn-i Miskeveyh adıyla tanınan büyük araştırmacı Ahmet b. Mu-hammed, Teharet’ul-A’rak adlı o eşsiz nefis kitabında beyan ve karışım güzelliği hakkında icmalen şöyle diyor:

            “Gazab, intikam arzusuyla meydana gelen bir coşku ve nefsani bir harekettir. Bu hareket kızıştığı zaman gazap ateşini tutuşturup kalpte kanı harekete geçirir. Beyin ve damarlarda ortaya çıkan kara bir duman aklı acizleştirip görevini gerektiğince ifa edemeyecek hale getirir. Bu duruma düçar olmuş insanın durumu, filozofların da ifade ettikleri gibi, içinde ateş yakılan, dumana boğulan, alevi sürekli alevlenen, harıl harıl yanan ve söndürülmesi gittikçe zorlaşan bir mağara gibidir. Bu insan, içinde yanan ateşin şiddetinden ne yapacağını bilmeyecek bir hale gelir. Tedavi edilmesi gittikçe güçleşir, içindeki ateşin söndü-rülmesi gitgide zorlaşır ve sonunda söndürmek maksadıyla üstüne atı-lan şeylerin ateşi bırakın söndürmeyi, daha da alevlenmesine neden olduğu bir hale gelir.

            Bu esas üzere insan olgunluk ve hidayet karşısında körleşip sağırla-şır ve öğüt ve nasihatler karşısında duymaz bir hale düşer. Bu durumda öğüt, gazabın daha da alevlenmesine neden olur. Böyle bir insan için de bir çözüm yolu düşünmek imkansızdır.”

            İbn-i Miskeveyh daha sonra da şöyle diyor:

            “Sokrat’ın da dediği gibi fırtınalı bir havada dev dalgalara yaka-lanmış bir geminin, öfkesi kabarmış kişiye oranla kurtuluş ümidi daha çoktur. Çünkü o durumdaki gemiyi usta denizciler kurtarabilirler. Oysa gazap ateşine yakalanmış bir nefsin kurtuluş umudu kalmamıştır. Hangi çareye başvurup hangi vaaz ve nasihatta bulunsan, tevazu gösterip yalvarsan dahi yine de hiç bir fayda sağlanmaz ve aksine öfkesinin daha da kızışmasına yol açar.”



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #81
              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              1. Bölüm: Gazap Kuvvesinin Faydalarına Dair

              Bil ki gazap kendisi aracılığıyla dünya ve ahiretin kazanıldığı, şahıs, tür ve aile düzeninin korunabildiği ve faziletli bir medeniyet ve toplum düzenin kurulabildiği büyük bir ilahî nimettir.

              Eğer bu şerefli kuvve hayvanlarda bulunmasaydı, doğal güçlüklere karşı koyamaz ve yok olup giderlerdi ve eğer insanda bulunmasaydı, bunun yanı sıra, pek çok kemal ve ilerlemelerden de mahrum kalır ve korku, zaaf, gevşeklik, tembellik, tamah, sabırsızlık, gereken yerde sebatsızlık, rahatlık arzusu, donukluk, esaret boyun eğme, zulmü ka-bullenme ve kendisine veya ailesine yönelik ortaya çıkan rezaletlere boyun eğmek, himmetsizlik ve gayretsizlik gibi bir çok fesatlara neden olan kınanmış ahlak ve meleke eksikline maruz kalır, itidal çizgisinden saparak tefrite düşerdi.

              Allah-u Teala Mümini vasfederken şöyle buyurmaktadır: “Kâfirlere karşı şiddetli kendi aralarında ise merhametlidirler.”

              İyiliği emredip kötülükten sakındırma, hadler, cezalar ve diğer dini ve aklî emir ve yasakların uygulanması şerefli gazap kuvvesi olmadan gerçekleştirilemez. O halde gazap kuvvesinin öldürülmesi veya söndü-rülmesinin nefsin kemal ve miracı olduğunu sananlar büyük yanılgı içindedirler ve kemalin sınırı ile itidal makamından habersizdirler.

              Bu zavallılar, Allah Tebarek ve Teala’nın bütün hayvanlardaki bu değerli kuvveyi boş yere yaratmamış olduğunu ve onu ademoğulları arasında mülkî ve melekutî yaşantının sermayesi ve hayır ve bereket-lerin anahtarı kıldığını bilmemektedirler. Din düşmanlarıyla cihad, in-sanlık ailesinin korunması; can, mal, namus, vesair ilahî değerlerin muhafazası ve insanın baş düşmanı olan nefsle cihad bu şerefli kuvve olmadan mümkün olmaz. Tecavüz ve saldırılara karşı konulması, eziyetlerin ortadan kaldırılması, toplum ve fertlerden zararlı ve tehlikeli durumların bertaraf edilmesi ancak bu kuvvenin bayrağı altında ger-çekleştirilebilir.

              Bu nedenle bazı sözde filozoflar gazabın sönmesi ve etkisini yitir-mesini önlemek maksadıyla tedavi yolları geliştirmişler ve onu uyan-dırıp harekete geçirmek için ilmî ve ameli ilaçlar önermişlerdir. Zor işlere girişmek, savaş meydanlarına gitmek ve gerektiğinde Allah’ın düşmanlarıyla cihad etmek bunlardan sadece birkaçıdır. Hatta bazı felsefecilerin bile bile korkunç yerlere gittikleri, canlarını büyük tehli-kelere attıkları, fırtınalı havada gemiye binip dev dalgalar arasında de-nize açıldıkları ve bu yolla nefislerinin korkudan kurtulmasını ve gev-şeklikten sıyrılmasını sağlamaya çalıştıkları bile nakledilmektedir.

              Her halükarda hayvan ve insanın batınında bu gazap kuvvesi mev-cuttur; ama bazılarında üstüne kül örtülmüş kor gibi sönük durumda-dır. İnsan kendinde sönüklük, gevşeklik ve gayretsizlik hissetti mi bu-nu zıtlarıyla tedavi etmeli ve bu durumdan kurtulup nefsini cesaret ifadesi olan itidal haline büründürmeye çalışmalıdır. Şüphesiz cesaret üstün melekelerden ve güzel sıfatlardan biridir ve ileride buna işaret edilecektir.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #82
                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                2. Bölüm: Öfkede Aşırıya Gitmenin Kötülüğüne Dair

                İtidal noksanlığı ve tefrit hali, rezil sıfatlar olduğu ve pek çok fesa-da yol açtığı gibi, aynı şekilde itidali aşma ve ifrat hali de ahlakî rezil-liklerdendir ve büyük fesada yol açmaktadır. Bu fesadı anlatmaya Ka-fi’de yer alan şu hadis-i şerif yeter: Hz. İmam Sadık (a.s), Peygam-ber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Sirkenin balı boz-ması gibi, gazap da imanı bozar.”

                Bazen insanın şiddetli öfkesi onu Allah’ın dininden çıkarır, iman nurunu söndürür, öfkenin zulmet ve ateşi hak inançları yakar, insanı derin bir küfre sürükler ve ebedi helake ulaştırır. İnsan artık pişmanlı-ğın hiç bir fayda sağlamadığı öyle bir zamanda gafletten uyanır. Kalpte ortaya çıkan bu gazap ateşi, belki de şeytanın közüdür. Nitekim İmam Bakır’ul Ulum (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bu gazap, şeytanın ademoğlunun kalbinde yaktığı bir ateştir.” Gazabın o alemdeki sureti de ilâhî gazap ateşinin sureti şeklinde olacaktır. Nitekim Hz. İmam Bakır (a.s) Kafi’de yer alan bir hadiste şöyle buyurmaktadır: “Tevrat’ta aziz ve celil olan Allah’ın, Musa ile yaptığı konuşmalarının birinde ona şöyle buyurduğu yer almıştır: Ey Musa! Seni kendilerine malik kıldığım kişilere öfkelenmekten sakın ki ben de öfkemi senden sakınayım.”

                Bil ki hiç bir ateş, ilahî gazap ateşinden daha yakıcı değildir. Nite-kim rivayet edildiği üzere Havariler, Hz. İsa b. Meryem’e (a.s), “En zor şey nedir?” Diye sorduklarında, “En zor şey Allah’ın öfkesidir.” Diye buyurdu. Onlar, “Ondan nasıl korunalım” diye sorduklarında da şöyle buyurdu: “Öfkelenmemekle.”

                O halde anlaşıldığı üzere Allah’ın öfkesi her şeyden daha tehlikeli ve daha şiddetlidir, onun gazap ateşi (bütün ateşlerden) daha yakıcıdır ve bu alemdeki öfkenin sureti, o alemde Allah’ın gazap ateşinin sure-tidir. Gazap kalpten kaynaklandığı gibi, gazap ve sair kalbi rezaletlerin başlangıç kaynağı olan ilahî gazap ateşi de belki kalbin batınından ortaya çıkacak, zahire sirayet edecek; göz, kulak, dil ve diğer zahirî duyu organlarından şiddetli alevleri dışarı taşacaktır. Belki de bu duyu organları cehenneme açılan birer kapı olur, amellerin cehennem ateşi ile eserlerin cismani cehennemi önce insanın bedenini kuşatır ve oradan batınına geçer.

                O halde insan, biri kalbin batınından çıkan ve oradan beyin yoluyla beden mülküne sirayet eden ve diğeri ise amellerin çirkinliğinin sureti ve fiillerin somutlaşmış hali olan, zahirden başlayıp batını etkisi altına alan, iki cehennemin baskı ve azabına maruzdur. Bunun yakmak dı-şında nasıl bir baskı ve azap olduğunu sadece Allah Tebarek ve Teala bilir. Sen Cehennemin kuşatma biçiminin, bildiğin bir kuşatma türü olduğunu mu sanıyorsun? Buradaki kuşatma sadece zahirin yüzeyine yöneliktir. Oradaki kuşatma ise hem zahirî, hem batını, hem sathı ve hem de derini ihata etmektedir. Eğer Allah göstermesin gazap insanın çok etkin kuvvelerinden biri haline gelir ve gazab suretine dönüşürse musibet şiddetlenir, berzah ve kıyametteki sureti, yırtıcı bir hayvana dönüşür. Hem de bu dünyada eşi benzeri olmayan bir yırtıcılığa! Çün-kü bu durumdaki bir insanın yırtıcılığını, bu dünyadaki herhangi bir hayvanın yırtıcılığı ile kıyaslamak mümkün değildir.


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #83
                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  Kemalde hiç bir canlı bu ilginç bir varlık olan insanın dengi olama-dığı gibi, noksanlık ve kötü sıfatlara sahip olmada da hiç bir varlık onunla boy ölçüşemez. “İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkın ...” ayeti bu insan hakkında nazil olmuş, “Şimdi o (kalpleri-niz) taş gibi, hatta daha da katı ...” ayeti de insanların katı kalple-rini nitelemek için inmiştir.

                  Bu duydukların, gazap ateşinin başka fesatlar ve günahlar ortaya çıkarmadığı takdirdeki fesatlarından sadece küçük bir bölümüdür. Ama ne yazık ki boğulmuş ateşin birbirine karışıp nuru söndürdüğü gibi, bizzat deruni karanlık ateş de batında birbirine karışıp boğulmakta ve iman nurunu söndürmektedir. Dolayısıyla insanın başka fesat ve günahlara düşmemesi çok uzak bir ihtimaldir. İnsanın öfkelendiği za-man günahlardan ve helak edici fesatlardan kurtulması mümkün de-ğildir.

                  Bir dakikalık gazap ateşi ve bu lanetli şeytanın közünün şiddetle alevlenmesi yüzünden insanın yolluk ve helak uçurumuna yuvarlan-ması, peygamberlere ve Allah korusun kutsal değerlere hakaret etmesi, suçsuz bir nefsi öldürüp haramları çiğnemesi ve dünya ile ahiretini yokluk rüzgarına savurması bile mümkündür. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. İmam Sadık (a.s) babasından naklen şöyle buyurmuştur: “Hangi şey gazaptan daha şiddetlidir! Kişi öfkelenince ve bu öfkeyle Allah’ın haram kıldığı bir nefsi öldürür ve namuslu bir kadına iftira eder.”

                  Büyük fitneler ve feci işlerin çoğu, gazap ve gazap ateşinin alev-lenmesi neticesinde meydana gelmiştir. Nefsi salim olan insanın, kendi öfkeli halinden çok korkması gerekmektedir. Gazap ateşine yakalanmış kişinin ise sakinleştiğinde durumunu tedavi etmeye yönelmesi ve öfkesi şiddetlendiğinde meydana gelen fesatları ve bu fesatların so-nuçtaki etkilerini düşünüp kendini bu ateşten kurtarmaya çalışması ge-rekir.

                  Allah-u Teala’nın alemdeki düzenin korunması, kişi ile türün bekası, aile nizamının tertibi, insanoğlunun varlığının sürdürülmesi, sınır ve hakların muhafazası için lütfettiği ve sayesinde zahir ve batın, gayb ve şuhud aleminin ıslah edilmesi gereken bu gazab kuvvesinin insan tarafından Hak Teala’nın arzu ve maksadının hilafına kullanılmasının ne büyük bir ihanet olduğunu ve bunun ne kötü sonuçlara yol açacağını düşünmelidir. Ne kadar zalim ve cahildir ki insan , Hak Teala’nın emanetini geri vermemiş, üstelik bu emaneti düşmanlık ve öfkesini üzerine çekmek yolunda kullanmaya kalkışmıştır. Böyle birinin ilahî gazaptan masun kalmayacağı da gayet açıktır. O halde insan gazaptan kaynaklanan bozuk ahlak ve amelleri ve her birinin insanı ilelebet be-laya uğratacak uygunsuz etkilerini; dünyada sıkıntı ve belaya, ahirette ise azaba maruz bırakabilecek sonuçlarını iyice bir düşünmelidir.

                  Allah’ın kullarına kin gütmek gibi bu gazap huyundan kaynaklanan ahlakî fesatlar, kimi zaman enbiya ve Vacibu’l Vücut ve Velinimet’in (Allah’ın) mukaddes zatına yönelik kine dönüşmektedir. Bunun çir-kinlik ve fesadının ise ne kadar büyük olduğu bellidir.

                  Gemleri bir an bile gevşetilecek olursa insanı zillet çukuruna sürük-leyen ve ebedi helâke mahkum eden asi nefsin şerrinden Allah-u Tea-la’ya sığınırım. Gazabın ahlakî fesatlarından biri de bazı çirkinliklerini beşinci hadisin şerhinde işittiğin hasettir ve ayrıca da bir çok ahlakî fesatlar vücuda getirmektedir.

                  Gazabın, ameli fesatları da sayılamayacak kadar çoktur. Kişi o du-rumda irtidada sebeb olacak bir laf diyebilir, neuzubillah enbiya ve evliyaya hakaret edebilir, ilahî haramları çiğneyip saygı değer namusları ayaklar altına alabilir, suçsuz birini öldürebilir, zavallı bir aileyi zillete sürükleyebilir, bir aile düzenini bozabilir, sırları ifşa edebilir, bu ocaklar söndüren ve imanı yakan gazab ateşinin alevlendiği anda benzeri bir çok fesadı sürüklenebilir. O halde bu huyun bütün nefsani hastalıkların anası ve bütün şerlerin anahtarı olduğu söylenebilir.

                  Bunun karşısında ise, öfkenin dizginlenmesi, gazap ateşinin söndü-rülmesi veciz sözler, güzelliklerin odak noktası ve yüceliklerin kaynağı bulunmaktadır. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. İmam Sadık (a.s) babasından naklen şöyle buyurmuştur: “Bir Bedevi Resulullah’ın huzuruna geldi ve şöyle dedi: “Ben çölde yaşıyorum, bana veciz bir söz söyle.” Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle bu-yurdu: “Sana öfkelenmemeni emrediyorum.” Bedevi sorusunu üç kez tekrar etti ve her defasında da aynı cevabı alınca kendi kendine şöyle dedi: “Bundan sonra hiç bir şey sormayacağım. Resulullah (s.a.a) bana hayırlı olandan başka bir şey emretmez.” Hz İmam Sadık (a.s) babası-nın daha sonra şöyle buyurduğunu nakletti: “Hangi şey gazaptan daha şiddetlidir? İnsan öfkelenince Allah’ın haram kıldığı bir nefsi öldürür ve namuslu bir kadına iftira eder.”

                  Akıllı insan, nefsinin sakin ve öfkesinin sönük olduğu bir zamanda gazaplanmanın fesatlarını ve öfkesini yenmenin yararlarını düşündük-ten sonra bu yakıcı ateşi kalbinde ne pahasına olursa olsun yatıştırmaya ve gönlünü onun zulmet ve bulanıklığından kurtarmaya ahdetmelidir.

                  Bu iş de küçük bir girişim, nefsin arzularının hilafına davranmak ve işlerin sonucunu düşünmek ve nefsine nasihat etmekle pekala müm-kündür.

                  Aynı şekilde, bütün fasit ahlak ve çirkin melekelerin nefs sahasın-dan kovulması ve bütün güzelliklerin ve güzel melekelerin kalbe yer-leştirilmesi ve ruhun bunlarla donatılması da mümkündür.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #84
                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    3. Bölüm: Alevlenmiş Durumdaki Öfkenin Tedavisine Dair

                    Alevlenmiş durumdaki öfkenin tedavisi için de ilmî ve ameli ilaçlar vardır.

                    İlmî ilaç: Belirtilen hususları düşünmektir ki, bu da mezkur halde ameli tedavi yollarından biridir.

                    Ameli ilaç: Bunun en önemlisi, öfkeyi daha başlangıç noktasın-dayken terk etmektedir. Çünkü bu kuvve de tıpkı ateş gibi yavaş yavaş tutuşmakta ve ağır ağır alevlenip yakıcı bir hal almakta, dizginlerini insanın elinden kapıp almakta, akıl, iman ve hidayet nurunu söndür-mekte, insanı biçare ve zelil kılmaktadır.
                    Daha alevlenmiş ve ateş bacayı sarmamışken insan dikkatli dav-ranmalı, mümkün olan her araçla bu öfkeden vaz geçmelidir. Örneğin öfkelenmesine yol açan sebeplerin bulunduğu yerden ayrılmalı yahut halini değiştirmeli, oturuyorsa kalkmalı; ayaktaysa oturmalı veya otu-ruyorsa kalkmalı, Allah’ın zikriyle meşgul olmalıdır. Bazıları gazap anında Allah’ı zikretmenin farz olduğunu söylemişlerdir. Velhasıl insan bu durumda başka işlerle meşgul olmalıdır. Her halükârda baş-langıcında gazaptan korunmak çok kolaydır ve bunun iki neticesi var-dır:

                    Birinci neticesi, nefsi sakinleştirip gazap ateşini dindirmesi, ikinci neticesi ise nefsin esaslı tedavisine sebep olması. Eğer insan bir müddet nefsine böyle davranır ve nefsiyle bu tür bir muamelede bulunacak olursa durumu tamamen değişir ve itidale yönelir. Kafi’de yer alan bir hadis-i şerif de bu anlamlardan bazısına işaret etmektedir:

                    Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki şu gazap, şeytanın ademoğlunun kalbinde yaktığı bir ateştir. Eğer sizden biri öf-kelenecek olursa gözleri kızarır, boyun damarları şişer ve şeytan içine girer. Sizden biri bu durumu kendinde hissedince hemen yere otursun. Çünkü o durumda şeytanın pisliği ondan çekip gider.”

                    Meyser şöyle diyor: “Hz. İmam Bakır (a.s), huzurunda gazaptan söz açılınca şöyle buyurdu: “Muhakkak ki öfkelenen kişi ateşe girmedikçe razı olmaz. (Yani öfkesi onu cehennem ateşine sürüklemedikçe yatışmaz. ) O halde kim bir topluma öfkelendiğinde ayaktaysa hemen otursun. Zira bu ondan şeytanın vesvesesini giderir ve kim de yakınla-rına öfkelenirse yanına gidip ona dokunsun. Çünkü rahim (yakınlar) kendi benzerine dokunduğunda sakinleşir.”

                    Öfkenin zuhur hali için bu hadisten iki ameli ilaç istifade edilmek-tedir. Birincisi genel ilaçtır ve bu da oturmak ve durumunu değiştir-mektir. Nitekim diğer hadiste insana, otururken öfkelendiğinde yerin-den kalkması tavsiye edilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet yoluyla nakle-dilen bir hadiste de belirtildiği üzere peygamber (s.a.a) öfkelendiğinde ayakta ise oturuyor, eğer oturuyorsa sırt üstü uzanıyor ve böylece öf-kesi diniyordu.

                    Diğeri de yakınlar hususundaki özel bir ilaçtır ki kişi bir yakınına öfkelendiğinde gidip ona dokunduğu takdirde öfkesi dinecektir.

                    Bunlar, öfkeli şahsın kendini tedavi etme yollarıdır ... Ama eğer başka biri öfkelenen kişiyi tedavi etmek isterse, öfkenin başlangıcında, belirtilen ilmî ve ameli yöntemlerden birisiyle bunu gerçekleştirebilir. Ama eğer gazap şiddetlenip alevlenmişse, nasihat tamamen ters bir etki yapar. Bu durumun tedavisi çok zordur. Elbette kendisinden çekindiği biri tarafından korkutulacak olursa etkili olabilir. Çünkü gazap, kişinin kendini karşısında güçlü ve galip hissettiği veya en azından kendi dengi gördüğü kişilere karşı alevlenir. Ama nefsini karşısında mağlup hissettiği kişilere karşı gazabını açığa vurmaz, gazabı kalpte kalıp diner ve orda hüzün oluşur. O halde öfkenin feveran ve şiddet hali, çok tehlikeli bir durumdur. Ondan Allah’a sığınırız.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #85
                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      4. Bölüm: Öfkenin Sebepleri Yok Etme Yoluyla Tedavi Edil-mesine Dair

                      Öfkenin en köklü tedavisi, gazap ateşini alevlendiren sebepleri yok ederek gazap nesnesini tümüyle ortadan kaldırmaktır. Bu sebepler çoktur; ama biz bu sayfalarda gerektiği kadarını zikretmekle yetinece-ğiz.

                      Bunlardan biri de nefs sevgisidir ki bundan da mal, makam, şeref ve egemen olma ve kudretini genişletme sevgisi ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlar tür olarak gazap ateşini kızıştıran şeylerdir. Çünkü bu sevgilere sahip insan, bunlara çok önem verir ve kalbinde bunların büyük bir yeri vardır. Dolayısıyla bunlara yönelik herhangi bir müda-hale ve muhtemel saldırı onu öfkelendirip harekete geçirir, nefsine ha-kim olmayacak bir hale getirir ve nefs sevgisinden kaynaklanan tamah, hırs vesair fesatlar gemlerini elinden alarak nefsin işlerini akıl ve şeriat caddesinden saptırırlar. Ama eğer insanın bu sevgisi şiddetli değilse bu hususlara fazla önem vermez ve makam, şeref ve benzeri şeylere sevgiyi terk etmekten hasıl olan nefis sükuneti ve itminan haleti, nefsinin adaletten uzaklaşmamasına yol açar. Böyle bir insan hiç zah-met ve sıkıntı çekmeden tatsızlıklar karşısında sabreder, sabır dizginleri kopmaz ve gereksiz yere öfkeye kapılmaz. Eğer dünya sevgisi gönlünden uzaklaşır ve bu fesat kaynağı etkisiz hale gelirse, bütün fe-satlar kalpten ayrılır ve bütün ahlakî güzellikler ruh memleketine yer-leşir.

                      Öfkeyi kızıştıran bir diğer sebep de insanın, gazap ve gazaptan kaynaklanan kabahat, noksanlık ve rezilliklerin en büyüğü olan fesatları cehalet ve anlayışsızlığından ötürü birer kemal ve güzellik sanmasıdır. Nitekim bazı cahiller bunları mertlik, yiğitlik ve cesaret saymakta, bunlarla övünüp “Şöyle ettik, şöyle yaptık” diye böbürlenmekte ve mü’minlerin en büyük ve en güzel sıfatlarından biri olan cesareti bu helak edici rezalete benzetmektedirler.

                      Oysa cesaretin bunlardan çok başka bir şey olduğunu ve gerekler, sebepler, etki ve özelliklerinin bu rezillikten tamamen farklı bulundu-ğunu bilmek gerekir. Cesaretin kaynağı nefs kuvveti, itmi’nan, itidal, iman, dünya süsünü ve iniş çıkışlarını fazla önemsememektir. Oysa gazap; nefs zayıflığı, nefsin sarsıntısı, iman gevşekliği, ruhsal denge-sizlik, dünya sevgisi, dünyaya önem vermek ve nefsani lezzetleri kay-betme korkusundandır. Bu nedenle bu gazap rezaleti kadınlarda erkek-lerden, hastalarda sağlamlardan, çocuklarda büyüklerden ve yaşlılarda gençlerden daha fazladır. Oysa cesaret bunun tamamen tersinedir. Ah-lakî rezilliklere sahip olanların zahirî fazilet sahiplerinden daha çabuk öfkelendiklerini görmekteyiz. Nitekim cimri kimsenin de mal ve var-lığına saldırıldığında diğer kimselerden daha çok ve çabuk öfkelendi-ğini görmekteyiz.

                      Bunlar cesaret ve gazabın temelleri ve gerekleridir. Ama eserler açısından da birbirinden farklılık içindedirler. Şiddetli gazap feveranı-na kapılmış öfkeli şahıs, akıl iplerini koparmış deliler ve yırtıcı hay-vanlar gibi işlerin sonucunu göz önünde bulundurmaksızın, uluorta ve akıl hükmetsizin vahşice saldırır, iğrenç ve pis tavırlar sergiler. Diline, eline, ayaklarına ve diğer azalarına hakim olamaz. Gözleri, dudakları ve ağzı öylesine kötü bir hale bürünür ki, eğer o haldeyken eline bir ayna tutuşturulacak olursa kendi durumundan hayrete düşüp utanç duyar.

                      Bu rezil huyun sahipleri, bilinçsiz hayvanlara ve hatta cansızlara bile öfkelenirler. Hava, zemin, kar, rüzgar, yağmur vs. Tabiat olaylarına bile, kendilerinin arzularına aykırı bir şekilde gerçekleştikleri takdirde küfrederler. Kimi zaman kalem, kitab, kase ve testiye öfkelenip kırar, parçalarlar. Oysa cesaret sahibi bir insanın tutumu bunun tamamen tersinedir. İşleri akla, belirli bir düzene ve nefs itminanına dayalıdır. Yerinde öfkelenir ve yerinde yumuşak davranır. Her şey onu harekete geçirmez, öfkelendirmez. Öfkelenmesi halinde de ölçülü öfkelenir ve intikamını makul biçimde alır. Kimden intikam alacağını, ne oranda ve nasıl intikam alacağını ve kime yumuşak davranıp göz yumacağını bilir. Gazap anında aklının yularları kendisinin elindedir, bu nedenle de kötü söz sarf etmez ve kötü amellere yeltenmez. Bütün işleri akıl, şeriat, adalet ve insaf ölçüleri dahilindedir. İşin nihayetinde pişmanlık duymayacağı bir şekilde hareket eder.

                      O halde bilinçli insan, enbiyanın, evliyanın ve müminlerin vasıfla-rından ve nefsin kemallerinden biri olan huy (cesaret) ile şeytanın, vesvas-ı hannasın nefsani rezilliğin ve kalbi noksanlığın eseri olan bir huyu (öfkeyi) birbirine karıştırmamalı ve yanılgıya sürüklenmemelidir. Ama cehalet ve bilinçsizlik örtüsü ve dünya ile nefs sevgisinin hicabı, insanın gözünü kulağını örtüp kapatmakta ve insanı çaresizlik ve helak olmaya sürüklemektedir.

                      Öfkenin bunlardan başka kendini beğenmişlik, böbürlenme, büyük-lük taslama, ikiyüzlülük, mizah vb. Sebepleri de zikredilmiştir. Bun-lardan söz etmek sözün uzamasına ve bıkkınlığa yol açacaktır ve belki de bunların bir çoğu veya tamamı direkt veya endirekt olarak yukarıda zikrettiğimiz iki mebde ve konuyla ilintilidir. Hamd Allah’a özgüdür.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #86
                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        Sekizinci Hadis: Asabiyet

                        بسندي المتّصل إلي مُحَمَّدِ بْنِ يَعْقُوبَ عَنْ عليَّ بْنِ اِبْراهيمَ، عَنِ أبيه، عَنِ النَّوْفَلي، عَنِ السَّكُوني، عَنْ أبي عَبد الله عليه السّلام قالَ: قالَ رَسُولُ اللهِ صلّي الله عليه و آله: مَنْ كانَ في قَلْبِه حَبَّةٌ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ عَصَبِيّةٍ، بَعَثَهُ اللهُ يَوْمَ القِيامَهِ مَعَ أَعْرابِ الجاهِليَّهِ.
                        “Sekuni, Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kimin kalbinde bir hardal tanesi kadar olsun asabiyet (kayırmak, ırkçılık vb. ) Varsa, Allah onu kıyamet günü cahiliye Araplarıyla birlikte haşr edecektir.”

                        Şerh

                        “Hardal”a eski Farsça’da “espendan”, günümüz Farsça’sında ise “hardal” denmektedir. Tohumu tıp ve tekstilde kullanılan, yakıcı özel-liği olan bir bitkidir. “Asabi” ise zulümde yakınlarına ve akrabalarına yardımcı olan kimsedir. “Asaba” da baba tarafından akrabaya den-mektir. Zira onlar kendisini ihata eder ve o da onlar sayesinde güçlenir. Asabiyet ve “taassup” ise himaye etmek ve savunmak demektir. Bunlar lügat ehlinin sözleridir.

                        Fakir bendeniz ise şöyle der: “Asabiyet” batınî/nefsani bir ahlak olup, eseri; yakınları, akrabaları ve kendisiyle ilintisi olanları müdafaa ve himaye etmektir. İster dini bağlılıklar olsun, ister mezhebi, ister mesleki, ister vatani, ister bölgesel… İş, üstatlık, öğrencilik ve diğer ilintiler… Bu, pek çok ahlakî ve ameli fesatlara kaynaklık eden ahlakî fesad ve rezil melekedir. İster hak adına yapılıyor olsun, ister dini bir gerekçeyle, maksat hak olmadıktan ve kendisinin, meslektaşının veya akrabasının üstünlüğünü sağlamayı hedeflendikten sonra, bu durum zatı gereği kınanacak, kötü bir durumdur. Ama hakkın izhar edilmesi, hakikate revaç kazandırılması, hak olan şeylerin ispatı ve bu amaçlarla himayeye yeltenilmesi ya “asabiyet” değildir, veya “kınanmış asabiyet” değildir.

                        Burada ölçü, hedef ve maksat, nefs ile şeytanın veya Hak ve Rah-man’ın müdahalesinin olmasıdır. Başka bir ifadeyle insan, akraba veya yakınlarına gösterdiği asabiyet ve himayede ya hakkı ortaya koyup batılı defetmeyi hedefler, ki bu tür asabiyet övgüye değer bir şeydir, hak ile hakikati himaye etmek demektir ve insanın en iyi kemalidir, enbiya ve evliyanın ahlakıdır ve alameti de, kim haklıysa velev yakın-larından ve akrabalarından olmasın ve hatta düşmanlardan biri bile ol-sun onu desteklemektir ve bunu yapan kişi, hakikati himaye eden, fa-zilet taraftarları zümresinde yer alan ve erdemli şehri koruyan biri sa-yılır. Toplumun salih bir elemanı ve cemiyet fesatlarının ıslah edicisidir. Veya asabiyette bulunan insanı nefsi ve ırkçılık duyguları tahrik eder, velev akrabası batıl ve haksız bile olsa ondan yana tavır takınır, haksız da olsalar akrabalarının yanında yer alır, onları her halükârda himaye eder ki böyle bir kişi iğrenç ve cahili bir asabiyete sahiptir, toplumun fasid elemanlarındandır, salih ahlakı bozanlardandır ve cahiliye Arapları –ki karanlık, cehalet ve bilinçsizlik çağı olan İslam öncesi zamanda yaşayan bu toplulukta iğrenç asabiyet ahlakı ve uygunsuz meleke, hidayet nuruna ermiş olanları müstesna, çok şiddetli bir şekilde mevcuttur ve hatta genel anlamda Araplarda bu huy diğer ırklara oranla daha fazladır- zümresinde yer alanlardandır. Nitekim Hz. Ali’den (a.s) nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

                        “Allah-u Teala altı taifeyi altı şeyden ötürü azaplandıracaktır: Arapları asabiyetlerinden ötürü, çiftçileri büyüklük taslamalarından ötürü, yöneticileri zulümlerinden ötürü, fakihleri kıskançlıklarından ötürü, tüccarları ihanetlerinden ötürü ve köylüleri cehaletlerinden ötürü…”




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #87
                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          1. Bölüm: Asabiyetin Fesatlarına Dair

                          İsmet ve taharet Ehl-i Beyt’inin hadislerinden de anlaşıldığı gibi asabiyet huyu, insanı imandan çıkaran, helak edici ve kötü akıbete uğ-ratıcı bir durumdur ve şeytani kınanmış ahlaklardan biridir.

                          Kafi’nin sahih senetle naklettiği bir hadiste Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim asabiyete kapılır ve kimin için asabiyet gösterilir-se boynundan iman bağı çözülür.” Yani, imandan çıkar, kendi ba-şına buyruk olur. Kendisi için asabiyet gösterilen kimse ise asabiyet edenin bu fiiline rıza gösterdiği için bu cezaya ortaktır. Nitekim başka bir hadiste de “Kim bir kavmin yaptığından hoşnut ise, onlardan sayı-lır.” buyrulmuştur. Ama eğer hoşnut değilse ve ahlaklarından rahatsızlık duyup nefret ediyorsa, böyle bir kimse bu hadisin kapsamı dışındadır.

                          Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim asabiyet ederse, Al-lah onun başına ateşten bir mendil sarar.”

                          Hz. Ali b. Hüseyin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hamza b. Abdulmuttalib’in hamiyetinden (asabiyetinden) başka hiç bir hamiyet cennete girmeyecektir. Zira o Peygamber (s.a.a) için gösterdiği hami-yetinden ötürü Müslüman olmuştu.”

                          Hz. Hamza’nın Müslüman olma biçimi birkaç şekilde nakledilmiş tir ki bunlardan söz etmek konumuzun dışındadır. Bununla birlikte nur-i ilahiden ve Hak Teala’nın has ve ihlaslı kullarına ve özellikle de ünsiyet dergahının muhlislerine bağışladığı gaybi ödüllerden biri olan imanın, hak ve hakikati ayaklar altına alıp, doğruluk ve dürüstlüğü ce-halet ve bilinçsizliğe çiğneten böyle bir huyla (asabiyetle) herhangi bir münasebetin olamayacağı gayet açıktır.

                          Şüphesiz bencillik, ve cahili yersiz asabiyet pası ile örtülen bir kalb aynasında iman nuru tecelli edemez ve Zülcelal’in has halvetgahı olamaz. Kalbi iman ve marifet nurunun tecelligahı olan ve boynu imanın sağlam iman ipine bağlı, hakikatler ve marifetlerin rehinesi olan bir kimse, dini prensiplere bağlı, aklî esaslara dayanan, akıl ile şer’în gösterdiği doğrultuda hareket eden ve hiç bir adet ve ahlakın, yolundan saptıramadığı kimsedir. Sadece hakikatlere teslim olmuş, boyun bükmüş, ne kadar büyük olursa olsun kendi maksatlarını veli-nimetinin maksatlarında fani kılmış ve kendini ve iradesini Hakiki Mevla’sının iradesine feda etmiş kimse iman ve İslam iddiasında bu-lunabilir. Şüphesiz böyle bir şahıs cahili asabiyetten uzak olacak, kalbi hakikatlere yönelik olacak ve karanlık cahiliye ve asabiyet perdesi gözlerini kör edemeyecektir. Hakkı uygulayıp hakikati dile getirme konumunda bütün akraba ve yakınlık bağlarını ayaklar altına alacak, bütün yakınlarını ve geleneklerini Velinimet’in maksadı uğrunda kur-ban edecek ve cahiliye asabiyeti ile İslamiyet asabiyeti karşı karşıya geldiğinde, İslamiyet asabiyetini ve haktan yana olmayı tercih edecek-tir.

                          Hakikatlerin arifi insan tüm asabiyetler, taallukat ve irtibatların ili-neksel ve yok olmaya mahkum şeyler olduğunu ve yaratıcı ile yaratık-lar arasındaki ilişki ile zatî ve yok olması mümkün olmayan hakiki asabiyetin ise bütün irtibatlardan daha sağlam ver bütün soy sop bağ-larından daha yüce bulunduğunu bilir.

                          Resul-i Ekrem (s.a.a) bir hadiste şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü benim soyum ve nesebim hariç, diğer bütün soy ve nesepler kesilecek-tir”

                          O yüce insanın soy ve nesebinin ruhani ve baki olduğu ve bütün cahili asabiyetlerden uzak olduğu gayet açıktır. Bu ruhani soy ve ne-sebin o alemdeki zuhuru daha güçlü ve kemali daha yücedir. Oysa bu mülkî ve cismani irtibatlar -ki beşeri adetler üzeredir- en ufak bir sar-sıntıda dağılır gider ve hiç birinin o alemde bir değeri yoktur. İlahî melekutî nizam çerçevesi içinde bulunan ve şer’î aklî kurallar dahilinde yer alan bütün bağlarda ise kopma ve kesinti söz konusu değildir.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #88
                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            2. Bölüm: Asabiyetin Melekutî Suretine Dair

                            Geçen bazı hadislerin yorumunda her şeyin melekutî, berzahi ve kıyameti suret ölçülerinin, onların melekeleri ve güçlerine bağlı olduğu ifade edildi. Zira o alem, beden mülkünün kendisine isyan edeme-yeceği nefis egemenliğinin ortaya çıkış diyarıdır. O alemde insanın hayvan veya şeytan suretinde diriltilmesi mümkündür. Şu yorumla-maya çalıştığımız, “Kimin kalbinde hardal tanesi kadar olsun asabiyet (kayırma, ırkçılık) varsa, Allah onu kıyamet günü cahiliye Araplarıyla bir arada haşr edecektir.” Hadis-i şerifi de bu manaya işaret ediyor olabilir.

                            Bu rezil huya sahip insan, bu alemden ayrıldığında kendini belki de Allah-u Teala’ya iman etmeyen, risalet ve nübüvvete inanmayan bir cahiliye Araplarından biri suretinde yaratılmış olduğunu görecek, dünyada hak bir inanç içinde olduğunu ve peygamberlerin sonuncusu-nun (s.a.a) ümmetine mensup olduğunu kendisi bile anlamayacaktır. Nitekim bir hadiste cehennem ehlinin Resulullah’ın (s.a.a) adını unu-tacakları, kendilerini tanıtmaktan aciz kalacakları ve Hak Teala irade edip onları kurtarmadıkça bu durumun devam edeceği ifade edilmiştir. Bazı hadislerin belirttiğine göre de bu huy şeytanın huylarından ol-duğu için, cahiliye Arapları ve cahiliye asabiyetine sahip kişiler belki de şeytan suretinde hasredileceklerdir. Nitekim Kafi’nin naklettiği sahih bir hadiste Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur:
                            “Melekler şeytanın kendilerinden olduğunu sanıyorlardı, ama Al-lah’ın ilmine göre şeytan onlardan değildi. O (şeytan), nefsinde bulu-nanı hamiyet ve asabiyetle açığa vurdu; ve: “Beni ateşten yarattın, (oysa) Adem’i çamurdan.” dedi.”

                            O halde ey aziz! Bil ki bu iğrenç şey (asabiyet) şeytandır ve o mel’unun yanılgısı ve batıl kıyası bu kalın hicap yüzünden idi. Bu hicab bütün hakikatlerin üstünü perdeleyip örter, bütün rezaletleri gü-zellik olarak gösterir ve başkalarının bütün güzel yönlerini rezaletmiş gibi lanse eder. Her şeyi olduğundan farklı ve aykırı gören insanın so-nunun nereye varacağı ise belli bir şeydir. Bu rezillik, insanın helakine yol açmasının yanı sıra, ayrıca daha pek çok nefsani ve ahlakî ve ameli fesada yol açmaktadır ki, bunları saymak usandırıcı olacağından geçiyoruz.

                            O halde bu fasit huydan kaynaklanan fesatları anlayan ve doğru-lanmış doğru Resul-i Ekrem ve muazzam Ehl-i Beyt’inin dosdoğru şehadetleri ile, bu fesatların insanı helake sürüklediğini ve ateş ehli kıldığını öğrenen aklı başında insanın nefsini tedavi etmeye çalışması ve Allah göstermesin eğer kalbinde bu huydan bir hardal tanesi kadar eser varsa kendini ondan arıtması gerekir ki bu alemden göç edip ahiret alemine intikal ettiğinde pak bir halde bulunmuş ve arınmış bir nefisle intikal etmiş olsun. İnsan bilmelidir ki vakit çok dar ve fırsat çok sınırlıdır. Çünkü ne zaman öleceği belli değildir.

                            Ey, habis nefsim! Belki de sen şu yazıyla meşgul olduğun sırada ecel gelir ve seni bunca ahlakî rezillikle, dönüşü olmayan o aleme nakleder.
                            Ey aziz! Ey bu sayfaları okuyan kişi! Şu anda toprağın altında ve başka bir alemde kendi çirkin amel ve uygunsuz ahlakının pençesinde kıvranan ve fırsat eldeyken aziz ömrünü, o ilahî sermayeyi boş yere kaybedip heva ve hevesine tabi olan bu yazarın halinden ibret al!. Kendine dikkat et ki bir gün benim başıma gelen senin başına da gel-mesin ve o günün nasıl bir şey olduğunu tahmin bile edemezsin. Belki de şu satırları okuduğun sırada gelir çatar. Eğer hemen davranmazsan fırsat elden gidebilir.

                            Ey kardeşim! Bu hususu geciktirme ki geciktirmeye gelen bir şey değildir. Ne sağlam adamlar ani ölümle göçtü bu alemden ki şimdi ne haldeler bilmiyoruz. O halde fırsatı elden kaçırma ve her anı ganimet say ki iş oldukça önemli ve yol oldukça tehlikelidir. Bir kez elin şu ahiretin tarlası olan alemden koptu mu iş işten geçmiş demektir ve nefsinin fesatlarını ıslah etmen artık mümkün olamaz. Elinde hasret, şaşkınlık, azab ve rezillikten başka bir şey kalmaz. Allah’ın velileri bir an bile rahat edip bu korkunç ve tehlikeli yolu düşünmekten uzak kalmıyorlardı.

                            Masum İmam Ali b. Hüseyin’in hali hayret vericidir. Mutlak veli Emire’l Müminin’in (a.s) inlemeleri şaşkına çeviricidir. Bize ne olmuş ki bu kadar gafil davranıyoruz? Bugünkü işlerimizi sürekli yarına erte-leyen şeytandan başka kim bize garanti veren kim? O (şeytan) dost ve ashabının sayısını artırmaya ve bizi kendi zümresi ve bağlıları arasında kendi huyuyla haşr olmaya itmek istemektedir. O melun her zaman uhrevi durumları bize basitmiş gibi göstermeye çalışmakta ve bizi Al-lah’ın rahmeti ve şefaatçilerin şefaati vaadiyle Allah’ı anmaktan ve O’na itaat etmekten gafil kılmaktadır. Ama ne yazık ki bu yalan bir iş-tah ve o melunun tuzaklarından biridir. Allah’ın rahmeti şu anda seni kuşatmış bulunmaktadır. O’nun sıhhat, selamet, hayat, emniyet, hida-yet, akıl ve fıtrat rahmeti ve nefsin nasıl ıslah edileceğinin yöntemini gösterme rahmeti şu anda seni kuşatmış haldedir. Hak Teala’nın bin-lerce rahmetine gark olmuş durumdasın, ama onlardan yararlanmıyor ve şeytana itaat ediyorsun. Eğer bu rahmetlerden bu alemde istifade etmezsen, bil ki o alemde de onlardan hiç bir paya sahip olamazsın. Hakk’ın sonsuz rahmeti ve şefaatçilerin şefaatinden mahrum kalırsın. Şefaatçilerin şefaatinin bu alemdeki tecellisi onların hidayet yolunu gösterip hidayete eriştirmesidir ve o alemde bu hidayetin batını da şe-faat olacaktır. Eğer bu hidayetten payına düşeni almazsan, şefaatten de nasibini alamazsın. Hidayetin ne orandaysa, şefaate erişmen de o oranda olacaktır. Resul-i Ekrem (s.a.a) şefaati mutlak Hakk’ın rahmeti gibidir. Kabiliyeti olan ondan istifade edecektir.

                            Eğer Allah göstermesin şeytan bu araçlarla imanını elinden kaparsa, artık rahmet ve şefaat kabiliyetin yok demektir. Evet, Hakk’ın rahmeti her iki dünyada da alabildiğincedir. Eğer rahmetin talibiysen, niçin öbür alemdeki rahmetin de tohumu olan bu dünyadaki bunca ilahî rahmetten nasibini almaya çalışmıyorsun? Allah’ın bunca peygamber ve velileri seni Allah’ın nimetine ve ilahî misafirhaneye davet ettikleri halde davetlerine icabet etmedin ve vesvas-i hannas’ın (şeytanın) bir tek vesvese ve ilkasıyla hepsini bir yana ittin. Allah’ın kitabının muhkemlerini, enbiya ve evliyanın mütevatir hadislerini, akıllı kişilerin akıllarının zaruriyatını ve filozofların kesin delillerini tutup şeytanın ilkalarına ve nefsinin hevalarına feda ettin.

                            Bu gaflet, bu körlük bu sağırlık ve bu cehaletten ötürü eyvahlar ol-sun benim ve senin haline!


                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #89
                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              3. Bölüm: İlim Ehlinin Asabiyetine Dair

                              Cahiliye asabiyetlerinden biri de ilmî hususlarda inat etmek, kendi-sine, hocasına veya şeyhine ait görüşü, hakkı açıklamak ve batılı iptal etmek maksadının dışında savunup desteklemektir. Böyle bir asabiye-tin bir açıdan diğer asabiyetlerden daha çirkin ve iğrenç olduğu gayet açıktır. Böyle olmasının mutaassıp açısından sebebi; ilim ehlinin insa-noğlunun terbiyecisi oldukları, nübüvvet ve velayet ağacının dalları sayıldıkları ve bu durumun vahametini ve fasit ahlakın sonuçlarını bildikleri için, Allah göstermesin, eğer kendileri cahiliye asabiyetine sahip olur ve şeytanın rezil sıfatlarıyla sıfatlanmış olurlarsa özürleri makbul olmayacak ve daha fazla hesaba çekileceklerdir. Kendini hi-dayet çırağı, insanlığın ışığı, saadetin kılavuzu ve ahiret yollarının göstericisi olarak tanıtan biri eğer, Allah göstermesin kendi söyledik-lerine aykırı davranır ve batını zahirine muhalif olursa, ikiyüzlülük (riya) ve nifak zümresinde yer alır ve kötü ve amelsiz alimlerden sayılır ki bunun cezası daha büyük ve azabı daha elimdir. Bunların durumu Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir:

                              “Allah’ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez.”

                              O halde ilim ehlinin bu makamları korumaları ve kendilerini bu fe-satlardan tam anlamıyla arındırmaları çok daha gereklidir. Böylece hem kendileri ıslah olur, hem toplumu ıslah eder, hem vaazları daha etkili olur ve hem de nasihatleri kalplerde yer eder. Alimin fesadı, ümmetin fesadına sebep olur ve malum olduğu üzere başka fesatlara kaynaklık eden bir fesat ve başka günahların doğmasına yol açan bir günah, nimetlerin sahibi Allah katında cüz’i ve başkalarını etkilemeyen sair fesat ve günahlardan çok daha büyük ve tehlikelidir.

                              Bu huyun ilim ehlinde bulunmasının bir diğer iğrençlik ve kötülüğü de bizzat ilmin kendisinden ileri gelmektedir. Çünkü bu asabiyet, ilme ihanet etmek ve ona karşı değer bilmezlik demektir. Bu emaneti (ilmî) üstlenen ve bu elbiseye bürünen birinin onun saygınlığını muhafaza etmesi ve onu sahih ve salim bir şekilde sahibine teslim etmesi gerekir. Eğer taassup ve cahillik ederse ona ihanet etmiş, zulüm ve eziyette bulunmuş demektir ve bu da çok büyük bir günahtır.

                              Diğer bir kötülüğü de muhatap açısındandır. Çünkü ilmî toplantı-larda muhatap, ilim ehlidir. İlim ehli ise ilahî emanetlerdendir, saygın-lıklarını korumak gerekir. Saygınlıklarını çiğnemek ise ilahî haramlar-dan ve büyük helak edici şeylerdendir. Çünkü yersiz asabiyetler kimi zaman insanın ilim ehlini horlayıp onlara hakaret etmesine yol açmak-tadır. Bu büyük günahtan Allah-u Teala’ya sığınırım.

                              Bir diğer kötülüğü de “müteasseb” (kendisi için asabiyet gösterilen) açısındandır ki, bu da insanın ya hocası ya da şeyhidir. Elbette bu biz-zat onları da incitmekte, haklarını zayi etmektedir. Çünkü değerli şeyh ve üstatlar Hakk’ın yanında yer almaya özen gösterir ve batıldan şid-detle kaçınırlar. Cahiliye asabiyeti üzere hakkı çiğneyen ve batılı yayan kimselerden şiddetle nefret ederler. Elbette ruhani eziyet, cismani eziyetten daha büyüktür. Ruhani veladet hakkı, cismani veladet hak-kından daha yücedir.

                              O halde ilim ehlinin -Allah şerafet ve azametlerini artırsın- kendile-rini kesin olarak ahlakî ve ameli fesatlardan arındırmaları, güzel ameller ve yüce bir ahlakla donatmaları ve Allah-u Teala’nın bahşettiği şerafetli makamdan nefislerini soyutlamamaları gerekir. Aksi bir durumun hüsranını ise Allah-u Teala’dan başkası bilemez. Ve’s-Selam.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #90
                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                                Dokuzuncu Hadis: Nifak

                                بالسند المتَّصل إلي ثقة الاسلام محمّد بن يعقوب الكليني عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ يَحْيي، عَنْ أحْمَدَ بْنِ مُحَمَّدِ بْنِ عيسي، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ سِنان، عَنْ عَوْنٍ القَلانِسي، عَن ابْنِ أبي يَعفورٍ، عَنْ أبي عَبْدِ اللهِ عليه السّّلام قالَ: مَنْ لَقِيَ الْمُسْلِمينَ بِوَجْهَيْنِ وَلِسانَيْنِ جاءَ يَوْمَ القِيامَة وَلَهُ لِسانانِ مِنْ نارٍ.

                                İbn-i Ebi Ya’fur’dan nakledildiği üzere Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim müslümanlara iki yüzlü ve iki dilli davranırsa, kı-yamet günü ateşten iki dil ile gelecektir.”


                                Şerh


                                Müslümanlara iki yüzlü davranmanın anlamı, kişinin onlara zahirde, batınında bulunanın aksini göstermesidir. Mesela zahirde onları seviyor gözüküp samimi ve halis bir dost gibi davranırken, batında bunun aksi olması ve önlerinde dostluk ve sevgi gösterisinde bulunurken, arkalarında bunun tersi bir halette bulunması gibi.
                                İki dilli olmanın anlamı ise, kişinin kiminle konuşursa onu övmesi veya dostluk gösterisinde bulunup dalkavukluk etmesi ve o kişinin ar-kasından onu yalanlayıp gıybetini yapmasıdır.

                                Bu yoruma göre, birinci sıfat, ameli nifak, ikinci sıfat ise lafzi (sö-zel) nifaktır. Belki de hadis-i şerif, nifakın çirkin sıfatlarına işaret et-mektedir ve bu iki sıfat, münafıkların en belirgin sıfatları olduğundan özellikle bunlara değinmiştir.

                                Nifak, nefsani bir rezillik ve iğrenç bir melekedir, bunlar (iki yüzlü-lük ve ikidillilik) da nifakın iki belirtisidir. Bu sıfatın kimi derece ve aşamaları vardır ki, biz inşaallah bir kaç bölüm halinde bunlara deği-necek ve tedavi yollarını göstermeye gayret edeceğiz.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X