Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..
2. Bölüm: Dünya Sevgisinin Artış Nedenlerine Dair
Bil ki, insan bu tabiat aleminin evladıdır. Bu dünya bu su ve topra-ğın çocuğu olduğu için, dünya sevgisi daha gelişiminin başlangıcından itibaren kalbine ekilmiştir. Büyüdükçe bu sevgi de gönlümde gelişip serpilir. Allah-u Teala’nın ona lütfettiği şehvet kuvveleri ve lezzet araçları sayesinde, şahsını ve türünü koruması için bu sevgi gün be gün artar. Bu alemi lezzetlerinin mekanı ve ölümü bunlardan mahrum kalmak olarak değerlendirdiği için de filozofların delilleri ve peygam-berlerin (a.s) haberleri aracılığıyla ahiret alemine ve ondaki nitelik, hayat ve kemallere inansa kalbi bundan habersiz kalır ve bırakın itmi-nan makamına ulaşmış olmayı, asla kabullenmez bile. Bu yüzden dünyaya duyduğu bu sevgi gittikçe güçlenir.
Ayrıca insanlar fıtraten ebediyen yaşamaya meyilli, yok olmaktan kaçıp nefret eden ve ölmeyi yok olmak sanan bir yapıya sahib olduğu için, bu dünyanın fani ve gelip geçici, öte dünyanın ise baki ve sürekli olduğuna aklen kabul etse bile, asıl önemli olan kalben bunu kabul-lenmesidir. Bunun en mükemmel aşaması ise itmi’nan derecesidir. Ni-tekim İbrahim Halilurrahman Hak Teala’dan itminan makamını taleb etmiştir ve de bu makam kendisine verilmiştir. O halde kalpler ya bizim kalplerimiz gibi her ne kadar aklen tasdik ediyorsak bile ahirete iman etmemiştir, ya da itminana sahip değildir. Bu yüzden de bu dün-yada ebediyen yaşamak istemekte ve ölümden, yani bu alemden ay-rılmaktan kaçmaktadır.
Ama eğer kalpler bu dünya aleminin alemlerin en aşağısı, yokluk, değişim ve dönüşüm alemi, helak ve noksanlık diyarı olduğunu ve ölümden sonraki alemlerin her birinin ebedi, mükemmel, hayat ve hu-zur diyarı olduğunu kalben idrak edecek olursa, o aleme fıtraten sevgi beslemeye başlar ve dünyadan kaçmaya koyulur. Eğer bu makamdan yukarı çıkar, şuhud ve vicdan makamına erişir ve bu alemin ve ona ilgi duymanın batınî suretini görecek olursa, bu alem onların gözünde sıkıntı diyarına dönüşür, ondan nefret eder, bu karanlık zindandan, zaman ve değişim zincirlerinden/bukağılarından kurtulmaya can atar.
Nitekim velilerin sözlerinde de bu anlama işaret edilmiştir. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Allah’a yemin olsun ki, Ebu Talib’in oğlu (Ali) bir çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyaktan daha fazla ölüme iş-tiyak duyar.” Çünkü o yüce insan bu alemin hakikatini velayet gö-züyle müşahede etmişti. Bu yüzden de Hak Teala’nın rahmet dergahı-na yakın olmayı her iki aleme bile değişmezdi Eğer durum bunu ge-rektiriyor olmasaydı, onların o pak nefsi bu karanlık tabiat ortamında bir an ile durmazdı. Bu kesret, zuhur alemi ve mülkî işlerle meşgul olmak şöyle dursun, melekutî onaylar bile aşıklar ve meczuplar için, düşünmekten bile aciz olduğumuz büyük bir sıkıntı kaynağı olmuştur.
Velilerin inleyip ağlamalarının çoğu, sevgiliden ve kereminden ayrı düşmüş olmaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim onlar da bunu duala-rında dil getirmişlerdir. Halbuki onlar mülkî ve melekutî herhangi bir ihtiyaca da sahip değillerdi. Tabiat cehenneminden geçmişlerdi. Ge-çerken de cehennem sönmüş ve alevleri dinmişti. Onlar dünya bağlarından kurtulmuşlardı ve kalpleri tabii hataya sahip değildi. Ama doğal bir lezzet olan tabiat aleminde bulunmanın lezzeti ve mülk ale-mindeki mecburi lezzetlenmek, her ne kadar sınırlı olsa bile onlar için bir hicap/engel konumundaydı. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “ Bazen kalbim bulanıyor ve ben şüphesiz her gün yetmiş defa Allah’tan mağfiret diliyorum. .”
Belki de insanların babası Hz Adem’in hatası da, mülk tedbirine mecburi teveccüh ve buğday ile diğer tabii şeylere duyduğu ihtiyaç idi. Bu da Allah’ın velileri ve meczup kulları için bir hata sayılmaktadır. Ama eğer Hz. Adem o ilahî cezbeyle kalsa ve o mülk alemine girmeseydi, dünya ve ahiretteki bunca rahmet mekanizması ortaya çıkmazdı. Bu makamı bırakalım, bu kadarıyla bile konumuzdan uzak-laşmış olduk.
2. Bölüm: Dünya Sevgisinin Artış Nedenlerine Dair
Bil ki, insan bu tabiat aleminin evladıdır. Bu dünya bu su ve topra-ğın çocuğu olduğu için, dünya sevgisi daha gelişiminin başlangıcından itibaren kalbine ekilmiştir. Büyüdükçe bu sevgi de gönlümde gelişip serpilir. Allah-u Teala’nın ona lütfettiği şehvet kuvveleri ve lezzet araçları sayesinde, şahsını ve türünü koruması için bu sevgi gün be gün artar. Bu alemi lezzetlerinin mekanı ve ölümü bunlardan mahrum kalmak olarak değerlendirdiği için de filozofların delilleri ve peygam-berlerin (a.s) haberleri aracılığıyla ahiret alemine ve ondaki nitelik, hayat ve kemallere inansa kalbi bundan habersiz kalır ve bırakın itmi-nan makamına ulaşmış olmayı, asla kabullenmez bile. Bu yüzden dünyaya duyduğu bu sevgi gittikçe güçlenir.
Ayrıca insanlar fıtraten ebediyen yaşamaya meyilli, yok olmaktan kaçıp nefret eden ve ölmeyi yok olmak sanan bir yapıya sahib olduğu için, bu dünyanın fani ve gelip geçici, öte dünyanın ise baki ve sürekli olduğuna aklen kabul etse bile, asıl önemli olan kalben bunu kabul-lenmesidir. Bunun en mükemmel aşaması ise itmi’nan derecesidir. Ni-tekim İbrahim Halilurrahman Hak Teala’dan itminan makamını taleb etmiştir ve de bu makam kendisine verilmiştir. O halde kalpler ya bizim kalplerimiz gibi her ne kadar aklen tasdik ediyorsak bile ahirete iman etmemiştir, ya da itminana sahip değildir. Bu yüzden de bu dün-yada ebediyen yaşamak istemekte ve ölümden, yani bu alemden ay-rılmaktan kaçmaktadır.
Ama eğer kalpler bu dünya aleminin alemlerin en aşağısı, yokluk, değişim ve dönüşüm alemi, helak ve noksanlık diyarı olduğunu ve ölümden sonraki alemlerin her birinin ebedi, mükemmel, hayat ve hu-zur diyarı olduğunu kalben idrak edecek olursa, o aleme fıtraten sevgi beslemeye başlar ve dünyadan kaçmaya koyulur. Eğer bu makamdan yukarı çıkar, şuhud ve vicdan makamına erişir ve bu alemin ve ona ilgi duymanın batınî suretini görecek olursa, bu alem onların gözünde sıkıntı diyarına dönüşür, ondan nefret eder, bu karanlık zindandan, zaman ve değişim zincirlerinden/bukağılarından kurtulmaya can atar.
Nitekim velilerin sözlerinde de bu anlama işaret edilmiştir. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Allah’a yemin olsun ki, Ebu Talib’in oğlu (Ali) bir çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyaktan daha fazla ölüme iş-tiyak duyar.” Çünkü o yüce insan bu alemin hakikatini velayet gö-züyle müşahede etmişti. Bu yüzden de Hak Teala’nın rahmet dergahı-na yakın olmayı her iki aleme bile değişmezdi Eğer durum bunu ge-rektiriyor olmasaydı, onların o pak nefsi bu karanlık tabiat ortamında bir an ile durmazdı. Bu kesret, zuhur alemi ve mülkî işlerle meşgul olmak şöyle dursun, melekutî onaylar bile aşıklar ve meczuplar için, düşünmekten bile aciz olduğumuz büyük bir sıkıntı kaynağı olmuştur.
Velilerin inleyip ağlamalarının çoğu, sevgiliden ve kereminden ayrı düşmüş olmaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim onlar da bunu duala-rında dil getirmişlerdir. Halbuki onlar mülkî ve melekutî herhangi bir ihtiyaca da sahip değillerdi. Tabiat cehenneminden geçmişlerdi. Ge-çerken de cehennem sönmüş ve alevleri dinmişti. Onlar dünya bağlarından kurtulmuşlardı ve kalpleri tabii hataya sahip değildi. Ama doğal bir lezzet olan tabiat aleminde bulunmanın lezzeti ve mülk ale-mindeki mecburi lezzetlenmek, her ne kadar sınırlı olsa bile onlar için bir hicap/engel konumundaydı. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “ Bazen kalbim bulanıyor ve ben şüphesiz her gün yetmiş defa Allah’tan mağfiret diliyorum. .”
Belki de insanların babası Hz Adem’in hatası da, mülk tedbirine mecburi teveccüh ve buğday ile diğer tabii şeylere duyduğu ihtiyaç idi. Bu da Allah’ın velileri ve meczup kulları için bir hata sayılmaktadır. Ama eğer Hz. Adem o ilahî cezbeyle kalsa ve o mülk alemine girmeseydi, dünya ve ahiretteki bunca rahmet mekanizması ortaya çıkmazdı. Bu makamı bırakalım, bu kadarıyla bile konumuzdan uzak-laşmış olduk.
Yorum