Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #91
    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    Birinci Bölüm: Nifakın Aşamalarına Dair

    Bil ki nifak ve iki yüzlülüğün de sair kötü ve iyi özellikler gibi şid-det ve zayıflığı bakımından kimi derece ve aşamaları vardır.
    İnsanın tedavi etmeye kalkışmadığı ve ona olan bağımlılığını sür-dürdüğü her rezil özellik, gitgide şiddetlenir ve faziletlerde olduğu gibi rezilliklerde de şiddetlenme oranı sonsuzdur.

    Eğer insanın nefs-i emmaresini kendi haline terk ederse, nefsin kö-tülüğe olan eğiliminden, nefsin acil uyumsuzluklarından, şeytanın ve vesvas-ı hannas’ın yardımından ötürü fesada daha çok yönelir ve gün geçtikçe rezaletleri şiddetini artırır; derken bu rezil özellik, nefsin töz-sel (cevheri) sureti ve son faslı (ayrımı) haline gelir ve bütün zahirî ve batının kuvvelerini egemenliği altına alır.

    O halde eğer rezillik, o mel’un şeytanın huylarından olan nifak ve ikiyüzlülük gibi şeytani bir rezillikse -ki Kur’an-ı Kerim tersi bir halet içinde olmasına rağmen şeytanın Adem ve Havva’ya, “ “Elbette ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin ettiğini bildirmektedir- mem-leket şeytana teslim olur, nefsin son sureti ile zatın batını ve cevheri şeytani bir suret olur, zahirî suretinin de her ne kadar bu dünyada insan şeklindeyse de o alemde şeytan suretinde olması da mümkündür.
    O halde eğer insan bu sıfatı dizginlemez ve nefsi kendi haline bıra-kırsa, kısa bir süre zarfında öyle bir hal alır ki, insan bütün himmet ve çabasını bu rezillik için harcar, konuştuğu herkesle iki yüzlü ve iki dilli konuşur, karıştığı her topluluğa nifak tohumları eker; şahsi menfaat, bencillik ve kendine tapmaktan başka bir şey düşünemez olur; sadakat, samimiyet, himmet ve mertliği tümüyle ayaklar altına alır; bütün işleri, hareket ve duruşları iki yüzlülük kokar ve hiç bir fesat, kabahat ve küstahlıktan çekinmez.

    Böyle bir şahıs beşeriyet ve insanlık zümresinden uzaktır ve şeytanla birlikte haşrolacaktır.

    Bu söylenenler, bizatihi nifakın cevherlerindeki şiddet ve zaafla il-gilidir ve bu ilgili hususlar açısından da farklılıklar arz etmektedir. Çünkü nifak bazen Allah’ın dininde, bazen güzel melekeler ve ahlakî faziletlerde, bazen salih ameller ve ilahî ibadetlerde, bazen sıradan işler ve geleneksel platformda olur. Aynı şekilde bazen Resulullah’a (s.a.a) ve Hidayet İmamları’na, bazen evliyaya, alimlere ve müminlere, bazen de müslümanlara ve Allah’ın diğer dinlere mensup kullarına karşı nifakları söz konusudur. Şüphesiz bu zikredilenler, çirkinlik, küstahlık ve kabahat açısından birbirlerinden farklılık içindedirler; ama aslında bunların hepsi de iğrençlik ve çirkinlikte ortaktır ve bir tek pislik ağacının dalları ve yapraklarıdırlar.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #92
      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      2. Bölüm: Nifak ve İkiyüzlülüğün Pek çok Fesada Kaynaklık Ettiğine Dair

      Nifak ve ikiyüzlülük, şerefli insanın asla bulaşamayacağı kötü ve iğrenç bir sıfattır. Bu sıfatın sahibi, insanlık camiasının karşısında yer aldığı gibi, alemdeki hiç bir hayvana da benzer değildir. Akran ve em-salleri arasında rezalet ve rüsvalığın mayası olduğu gibi, hadis-i şerif-lerde belirtildiği üzere ahiretteki sureti de, ateşten iki dili bulunan bir surettir ve bu durum insanın Allah’ın yaratıkları arasında rezil rüsva olmasına ve peygamberler, resuller ve melaike-i mukarrebin huzurunda boynu bükük kalmasına yol açacaktır. Ayrıca bu rivayet, karşılaşacağı azabın şiddetini de göstermektedir; çünkü eğer bedenin cevheri, ateş cevherine dönüşürse, duyumsama ve acısı daha da artar. Şiddetinden Allah’a sığınırım.

      Başka bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “İkiyüzlü kişi kıyamet günü dillerinden biri başının arkasından, öbürü önünden çıkmış halde gelir. Her iki dili de yanar ve bütün bedenini bir ateş sa-rar. Sonra da: “İşte dünyada iki yüzlü ve iki dilli olan şahıs.” Denir. Kıyamet günü de bununla tanınır.”
      Bu şahıs şu ayet-i şerifenin kapsamına dahil olur:

      “Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lânet onlara ve kötü yurt onlaradır.”

      Nifak ve ikiyüzlülük pek çok helake sürükleyici fesada da kaynaklık etmektedir ve bu fesatların her birinin insanın hem dünyasını hem ahiretini yokluk rüzgarına savurması mümkündür. Bu fesatlardan biri fitne çıkarmaktır ki Kur’an-ı Kerim’in nassına göre cinayetten daha beterdir. Bir diğeri ise laf taşımaktır ki Hz. İmam Bakır (a.s) bu hususta şöyle buyuruyor: “İşleri güçleri söz taşımak ve dedikodu etmek olanlara cennet haram kılınmıştır.”

      Bir diğeri de gıybet etmektir ki Peygamber’in (s.a.a) buyurduğuna göre zina etmekten de beterdir. Bir diğeri de müminleri incitmek, hakaret etmek sırlarını açığa vurmaktır ki bütün bu fesatların her biri tek başına insanın helak olmasına yeterli bir sebeb konumundadır.

      Bil ki insanın birilerinin huzurunda sevgi ve samimiyet gösterisinde bulunduğu halde (bunun aksini ima etmek için) kinaye, işaret ve göz kırpma gibi hareketler sergilemesi de nifak ve ikiyüzlülük kapsamına girmektedir.

      İnsan hal ve hareketlerine çok dikkat etmelidir. Çünkü nefs ve şey-tanın tuzakları çok incedir ve çok az kimse bu tuzaklara yakalanmaktan kurtulabilir. İnsanın, uygunsuz ve bir tek işaret ve yersiz bir tek kinayeden ötürü ikiyüzlü ve iki dilli zümreye dahil olması ve ömür boyu bu rezalete düçar olduğu halde kendini salim ve sağlam sanması da mümkündür.

      O halde insan mükemmel bir doktor ve işinin ehli bir hastabakıcı gibi nefsinin hallerini, amel ve tavırlarını kontrol altında tutmalı, kont-rolü hiç bir şekilde gevşetmemeli ve bilmelidir ki hiç bir hastalık, kalbi hastalıktan daha gizli ve aynı zamanda daha öldürücü değildir. Bu hususta hiç bir hastabakıcı insanın kendisine, kendisinden daha müşfik ve daha merhametli olmaması gerekir.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #93
        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        3. Bölüm: Nifakın Tedavisine Dair

        Bil ki bu büyük hata ve noksanlığın ilacı iki şeydir:

        Birincisi; bu rezil huyun doğurduğu sonuçları düşünmektir. Zira bu dünyada bu huyla tanınan insan başkalarının gözünden düşmekte, rezil rüsva olmakta, bütün dost ve akranları arasında utanılacak bir duruma düşmekte, aralarından kovulmakta, ünsiyet mahfilinden mahrum kal-makta, kemale ulaşıp hedefe varmaktan uzak kalmaktadır. Şeref ve vicdan sahibi bir insan, kendini bu şerefsizlikten uzak tutmalı ve bu zillet ve düşüklüğe yuvarlanmaktan kaçınmalıdır.

        Aksi takdirde sırların açığa vurulduğu ve bu dünyada halkın naza-rından saklı kalan her şeyin ortaya serildiği alem olan öbür alemde ateşten iki dil ile çirkin bir surette yaratılacak, münafıklar ve şeytanlarla bir arada azap görecektir.

        O halde, bu fesatları, gören ve bu huyun iğrençlik ve rezaletten başka bir sonuç doğurmadığını anlayan akıllı insanın bu huyu kendin-den uzak tutmaya çalışması ve nefsi tedavi etmenin diğer yolu olan amel aşamasına geçmesi gerekmektedir. Bu da, insanın bir süre hal ve hareketlerini kontrol etmesi, dikkatli davranması, nefsinin arzularına aykırı hareket etmesi ve onunla mücadele etmesi, söz ve davranışlarını zahirde ve batında güzelleştirmesi, gösterişten uzak durması ve Allah-u Teala’dan kendisini nefs-i emmare ve onun hevalarına karşı başarılı kılmasını ve kendisine bu tedavi ve çabada yoldaşlık etmesini niyaz etmesidir. Allah-u Teala’nın, kullarına fazl ve rahmeti sınırsızdır, kim ona yönelip kendini ıslah etmede bir adım ilerlerse, Allah ona yardım eder ve elinden tutar. İnsan bir süre bu durumu sürdürürse, nefsin ıslah olması ve nifak ve ikiyüzlülük sıkıntısının ortadan kalkması, kalp ve batın aynasının bu rezillikten arınması ve Hak Teala’nın ve gerçek ve-linimetin lütuf ve rahmetine mazhar olması umulur. Çünkü nefsin bu alemde bulunduğu sürece hem iyi ve hem de kötü fiillerinden etkilen-diği tecrübelerle sabittir. Her amel, nefste bir etki bırakır. Eğer amel iyi ve salih olursa, etkisi nurani ve kemali olur, yok eğer bunun tersine olursa, karanlık ve eksik bir etki bırakır. Sonunda nefis ya tam anla-mıyla nurani olur veya tam anlamıyla zulmani (karanlık) ; ya mutluluk ehlinin yolunu izler veya mutsuzluk ehlinin yolunu.

        O halde şu amel diyarı ve ekin alanında bulunduğumuz sürece, kendi irademizle, kalbimizi saadete veya şekavete yöneltebiliriz. Kendi amel ve fiillerimizin rehini konumundayız.

        “Kim zerre miktarı hayır işlemişse onu görür ve kim de zerre miktarı şer işlemişse onu da görür.”


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #94
          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          4. Bölüm: Nifakın Bazı Kısımlarına Dair

          Bil ki ey aziz! Nifak, ikiyüzlülük ve ikidilliliğin aşamalarından birisi de, Allah-u Teala’ya karşı nifak içinde olmak ve Maliku’l Müluk’e iki yüzlülük etmektir ki bizler bu alemde bunun müptelasıyız ama bu duru-mumuzdan gafiliz. Cehalet perdesi ve bencillik ile dünya ve nefs sevgisinin karanlık hicapları bu durumumuzu öylesine bir örtmüştür ki, sırlar açığa çıkıp perdeler kalkmadıkça, bu dünyadan göç edip aldanma ve gaflet diyarını terk etmedikçe uyanıp kendimize gelmemiz çok uzak bir ihtimaldir. Şimdi gaflet uykusu, tabiat sarhoşluğu ve heva ve heves mestliği bizi çepeçevre kuşatmış, bütün çirkinlikleri ve fasid ahlak, amel ve tavırları bize şirin göstermektedir. Bir an gelecek ki bu uykudan uyanacak ve bu mestlik ve sarhoşluktan ayılacağız ama, o zaman iş işten geçmiş olacak ve kendimizi münafıklar, ikiyüzlüler ve iki dilliler zümresi içinde bulacağız ve ateşten iki dil veya çirkin iki suretle haşr olacağız. Her ne kadar “Rabbim beni geri döndür.” diye feryat etsek de “Asla!” Cevabını işiteceğiz.

          Bu ikiyüzlülük öyle bir şeydir ki, ben ve sen bütün ömrümüz bo-yunca kelime-i tevhidi söylediğimiz ve iştahımız oranında İslam ve iman, hatta muhabbet ve mahbubiyet iddiasında bulunduğumuz halde buna düçar olabiliyoruz. Eğer sıradan biri ve avamdan isek, İslam, iman, züht ve ihlas peşinde olduğumuzu iddia ederiz. Eğer ilim ehli ve fakihlerden isek ihlas kemali, velayet ve Resul’ün halifesi olduğu-muzdan dem vurur ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) “Allah’ım, halifelerime merhamet et.” veya Hz. Mehdi’nin (ruhum ona feda olsun), “Onlar benim hüccetim, delilimdir.” ya da Hidayet İmamları'ndan nakledi-len, alimler ve fakihlere ilişkin diğer sözlere sarılırız. Eğer aklî ilimler ehli isek, hakiki ve delile dayalı iman iddiasında bulunuyor, kendimizi ilme’l yakin, ayne’l yakin, ve hakke’l yakin sahibi olarak kabul ediyor, başkalarının ilim ve imanını noksan sayıyor ve ayetlerle hadis-i şerifleri kendimiz için söylenmiş olduğunu kabul ediyoruz.

          Eğer irfan ve tasavvuf ehli isek, maarif, cezbe, muhabbet, fenafillah, bekabillah, velayet-i emr ve buna benzer bütün ilgi çekici kelimelerin sahibi olduğumuzu iddia ediyoruz. Bu şekilde her kesimimiz söz dili ve hal zuhuruyla kendine bir makam iddiasında bulunmakta, yaygın hakikatlerden birini gösteriş yapmaya kalkışmaktayız. Eğer gerçekten bu zahir, batın ile; bu açık, gizlilik ile uyum içindeyse ve bu iddialarda doğru ve doğrulanmış ise, ona ve bu nimete sahip olanlara ne mutlu! Yok eğer bu yazar gibi çirkin, siyah yüzlü ve iğrenç yaratılışlı biri ise münafıklar zümresinden sayıldığını, ikiyüzlüler ve ikidilliler yolunda olduğunu bilmeli, hemen tedaviye yönelmeli, daha fırsat eldeyken bu talihsizliği, zillet ve karanlık günü için bir çare bulmaya çalışmalıdır.

          Ey İslam iddiasında bulunan aziz! Kafi’de yer alan bir hadis-i şerif-te Hz. Resul (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Müslüman, müslümanların dilinden ve elinden emanda olduğu kimsedir.” O halde bana ve sana ne olmuş da elimizden geldiğince, gücümüzün yettiği kimselere eziyet ediyor ve onlara cefa çektirmekten uzak durmuyoruz? Eğer elimizle onlara eziyet edemiyorsak, dil okumuzla huzurlarında veya arkaların-dan onları çekiştirip gıybetlerini yapıyor ve sırlarını açığa vurup onları küçük düşürmeye çalışıyoruz. O halde müslümanlar bizim el ve dili-mizden emanda olmadıklarına göre demek ki bizim İslam olma iddi-amız hakikate aykırıdır, kalbimiz açığa vurduğumuzun muhalifidir ve münafıklarla ikiyüzlüler zümresine mensubuz.

          Ey iman ve kalp huzuru iddiacısı! Eğer sen azamet sahibi Allah’ın huzurunda tevhide inanıyor ve tek olanı isteyip tek olana tapıyorsan, uluhiyeti sadece Allah-u Teala’ya özgü kabul ediyorsan, kalbin zahirine mutabık ve batının iddiana muvafık ise, o halde neden ehl-i dünyanın önünde kalbin bu kadar huzu ve teslimiyet içindedir? Niçin onlara kulluk ediyorsun? Acaba bunun, onları bu dünyada etken saymandan, iradelerini egemen, para ve zorbalıklarını etkili kabul etmenden başka bir sebebi var mıdır? Bu dünyada etken kabul etmediğin tek şey, Hak Teala’nın iradesidir. Bütün zahirî sebeplerin önünde eğiliyorsun, ama hakiki etken ve bütün nedenlerin nedenini unutuyorsun? Sen buna rağmen kelime-i tevhide iman ettiğini iddia ediyorsun! O halde sen müminler zümresinin dışındasın ve münafıklar ve ikidilli kimselerle bir-likte haşr olacaksın.

          Sen ey züht ve ihlas iddiacısı! Eğer sen muhlis isen, Allah ve yüce-lik yurdu için dünyevi lezzetlerden yüz çevirmişsen, o halde neden halkın seni doğru ve salah sahibi diye övmesi bu kadar çok hoşuna gi-diyor ve dünya ehliyle bir arada oturmaya bu kadar can atıyorsun da yoksul ve yoksunlardan bir o kadar kaçıyorsun? O halde bil ki bu züht ve ihlasın hakiki değildir. Dünyada züht izharında bulunman da dünya içindir ve kalbin Hak Teala için halis değildir. İddianda yalancısın, ikiyüzlü ve münafıklardasın.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #95
            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


            Ey veliyullahın velayetini ve Resulullah’ın (s.a.a) hilafetini iddia eden kimse! Durumun, “Nefsini zapteden, dinini koruyan, hevasına muhalefet eden, mevlasının emrine itaat eden” hadisine uyuyorsa, velayet ve risalet dalının yaprağı isen, dünyaya meyilli değilsen, sul-tanlara ve eşrafa eğilimli değilsen ve yoksulların arasında oturmaktan iğrenmiyorsan Allah’ın halk arasındaki hüccetlerindensin demektir. Aksi takdirde kötü alimler, münafıklar ve zikri geçen sair taifelerden halin daha kötü, amelin daha çirkin ve geleceğin daha karanlıktır. Çünkü alimler için delil tamamlanmış, hiçbir özürleri kalmamıştır.

            Ey ilahî hikmet, hakikatler, yaratılış ve ahiret ilminin sahibi oldu-ğunu iddia eden kimse! Eğer gerçekten hakikatler, neden ve sonuçlar ilmine sahib isen, berzahi suretlerin ve cennet ile cehennemin ahvalinin alimi isen, bir an bile dur-durak bilmeden bütün vaktini baki alemin imarı için harcaman, bu alem ve lezzetlerinden firar etmen gerekir. Sen, önünde ne tür musibetler olduğunu ve ne tür karanlıklar ve katlanılmaz azaplarla karşılaşacağını biliyorsun. O halde neden hala eski sözcüklerin ve kavramlarının hicabından sıyrılamamışsın ve onca felsefi delil ve kanıt kalbinde bir sinek kanadı kadar dahi etki yaratmamıştır? O halde bil ki, sen bu durumunla müminler ve hikmet sahipleri züm-resinin dışındasın ve münafıkların safında haşr olacaksın. Bütün ömrünü tabiat ötesinin ilimlere adadığı halde, tabiat sarhoşluğunun, bir tek hakikatin bile kalbine yerleşmesine izin vermediği kimseye eyvahlar olsun!

            Ey marifet, cezbe, muhabbet ve fena iddiasında bulunan kimse! Eğer gerçekten ehlullah ve kalp ashabı isen, güzel de bir geçmişin varsa o halde ne mutlu sana! Ama nefs sevgisinden ve şeytanın vesvese-lerinden kaynaklanan bunca şathiyat , telvinat ve boş iddialar mu-habbet ve cezbeye ters düşmektedir. “Velilerim benim kubbemin al-tındadır, benden başkası bilmez onları.” Sen eğer Hakk’ın velilerin-densen, muhibler ve meczuplardan isen, bunu Allah biliyor. O halde halka bu kadar makam ve mertebe izharında bulunma, halkın zayıf kalplerini yaratıcılarından yaratıklara yönlendirme ve Allah’ın evini (müminin kalbini) gasp etme. Bil ki Allah’ın bu kulları azizdir ve kalpleri de pek değerlidir. (Bu kalpler) Allah’ın sevgisi için harcanma-lıdır. Allah’ın eviyle bu kadar oynama ve namusuna el uzatma: “Mu-hakkak evin bir sahibi vardır.” O halde eğer sen iddianda sadık de-ğilsen, ikiyüzlüler ve nifak ehli zümresine dahilsin. Bırakalım, bundan fazla sözü uzatmak benim gibi yüzü kara birine uygun düşmez.

            Ey kara gün için bir şeyler yapmak ve kendini bu talihsizlikten kur-tarmak gerektiğini iddia eden yazarın kınanmış nefsi! Eğer sözünde sadıksan, kalbin diline yoldaşsa ve gizlin açığına muvafıksa, o halde niçin bu kadar gafilsin, niçin kalbin bu kadar siyah, nefsani şehvetlere neden bu kadar mağlûpsun ve tehlikeli ölüm yolculuğunu niçin hiç düşünmüyorsun? Ömrün geçti gitti de sen heva ve hevesten el çekme-din. Bütün bir ömrü, şehvet, gaflet ve şekavetle geçirdin. Aniden ecel erişecek ve kötü amel ve ahlakın sana ayak bağı olacaktır. Sen vaaza kulak vermeyen bir vaizsin, münafıklar ve ikiyüzlüler zümresine da-hilsin. Eğer bu halinle dünyadan göçersen, ateşten iki dil ve iki suretle haşr edilmenden korkulur.

            Rabbimiz! Velilerin olan Muhammed ve ter-temiz Ehl-i Beyt’inin (Allah’ın rahmeti hepsinin üzerine olsun) yüzsuyu hürmetine; bizi bu uzun uykudan uyandır, bizi bu mestlik ve sarhoşluktan ayılt, gönlü-müzü iman nuruyla aydınlat ve halimize acıyıp bize merhamet buyur. Biz bu meydanın yiğitleri değiliz. Sen lütfünle ellerimizden tut, bizi şeytanın ve nefsin hevasının pençesinden kurtar.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #96
              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Onuncu Hadis: Heva ve Uzun Emel

              بالأسناد المتّصله الي رئيس المحدَّثين محمّد بن يعقوب- رضوان الله عليه- عن الحسين بن محمّد، عن معلّي بن محمّد، عن الوشّاء، عن عاصِمِ بْنِ حُمَيْد، عَنْ أبي حَمْزَﺓَ، عَنْ يَحْيَي بْنِ عَقيل قالَ: قالَ أميرالمؤمنين -عليه السّلام- إنَّما أخافُ عَلَيْكُمُ اثْنَتَيْنِ: اِتَّباعَ الهَوي وَ طُولَ الأمَلِ، أمّااتَّباعُ الهّوي فَإنَّهُ يَصُدُّ عَنِ الحَقَّ وَإمّا طُولُ الأمَلِ فَإنَّهُ يُنْسي الآخرة.

              Yahya bin Akil, Emir’ul-Müminin Ali’nin (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ben sizin için iki şeyden korkuyorum: Nefsin istekle-rine tabi olmaktan ve uzun emelden. Nefsin isteklerine tabi olmak insanı haktan alıkoyar, uzun emel ise insana ahireti unutturur.”

              Şerh

              “Heva”nın sözlük anlamı, “sevmek ve iştahlanmak” demektir. Bu sevgi ve iştah ister övülmüş, güzel; isterse de kınanmış, kötü şeyler hususunda olsun fark etmez. Ama genellikle kınanmış iştahlar husu-sunda kullanılmaktadır. Bu da ya nefsin kınanmış şehvetlere meylet-mesi, ya da akıl ve şeriat tarafından dizginlenmediği takdirde tabiatı gereği nefsin batıl şehvetlere ve nefsani isteklere meyyal olması esa-sıncadır. Ama bazı araştırmacıların kabul ettiği hakikat-i şer’îyye ihtimali, uzak bir ihtimaldir.

              Arapça metinde geçen “sadde” kelimesi ise engellemek, yüz çe-virmek ve döndürmek anlamındadır ve bütün bu anlamların tümü de burada uygundur. Ama burada engellemek ve döndürmek anlamını ifade etmektedir. Zira “yüz çevirmek” anlamındaki “sadde”, geçişsiz fiildir. Biz inşaallah iki makam halinde bu iki hasletin fesadını, birinci olarak haktan uzaklaştırmasının ve ikinci olarak da ahireti unutturma-sının niteliğini açıklamaya çalışacağız. Allah’tan başarı niyaz ediyoruz.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #97
                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                Birinci Makam: Nefsin Hevasına Tabi Olmanın Kötülüğü

                1. Bölüm: İnsanın Başlangıçta Bilfiil Hayvan Olmasının Beyanı

                Bil ki, insan bir anlamda -ki bunun zikri şu anda konumuzun dışında kalmaktadır- fıtraten (yaratılış itibariyle) tevhide ve hatta bütün hak inançlara eğilimlidir, ama dünyaya gelişinin başlangıcından ve bu aleme ilk adım atışından itibaren nefsani, hayvani ve şehevi isteklerle büyür ve gelişir. Elbette Allah tarafından desteklenmiş ve kutsal bir koruyucusu olanlar bu kuralın dışında yer almaktadırlar. Ama bunlar nadir varlıklar olduklarından, bu hesabımızın dışındadırlar; çünkü biz türün halini göz önünde bulunduruyoruz.

                Kendi alanında delillerle ispatlandığı gibi insan, ilk vücuda geldi-ğinde insanlık kabiliyetinden başka bir imtiyazı bulunmayan zayıf bir hayvandır ve o kabiliyet de bilfiil/edimsel insan olmanın ölçüsü değil-dir.

                O halde insan, bu aleme gelişi sırasında bilfiil/edimsel olarak hay-vandır ve şehvet ile öfkenin tatmini olan hayvanlık kurallarının dışında hiç bir ölçüye bağlı değildir. Bu zamanın ucubesi, kapsamlı zat ve toplu kabiliyet sahibi olduğundan, o iki kuvvetin idaresi için; yalancılık, aldatma, nifak, kovuculuk ve benzeri şeytani sıfatlar da devreye sokar ve bu fesat ve helakin temel esasları olan üç kuvvet ile beraber ilerleyip gelişirken, aynı zamanda bu kuvvetler de onda güçlenip serpilirler. Eğer bir terbiyeci ve öğretmenin etkisi altına da girmezse buluğ aşamasını kat ettikten sonra, bütün bu zikredilen hususlarda diğer hayvanları ve şeytanları geride bırakıp onlardan ileriye geçen acaib ve garip bir hayvana dönüşür, hayvanlık ve şeytanlık makamında hepsin-den daha güçlü ve olgun bir hale gelir. Eğer bu hali devam eder ve o üç kuvvet hususunda nefsinin hevasına tabi olmaktan başka bir şey yapmazsa, onda hiç bir ilahî marifet, üstün ahlak ve salih amel boy göstermez. Hatta bütün fıtri nurları da söner gider.

                Dolayısıyla zikredilen üç makamın, yani ilahî marifet, üstün ahlak ve salih amellerin kapsamı içine giren bütün hak mertebeler nefsani hevaların ayakları altında çiğnenir, nefsani eğilimler ve hayvani istekler hakkın hiç bir mertebesiyle onda tecelli etmesine izin vermez, nefis hevasının sahip olduğu karanlıklar bütün akıl ve iman nurlarını boğar, böylece insanlığın doğuşu olan ikinci doğumu gerçekleşmez, insan o halde kalarak hak ve hakikatten alıkonmuş bir durumda bu dünyadan göçüp gider. Sırların açığa çıktığı o alemde kendini hayvan veya şeytan suretinde bulur. İnsan veya insanlığı asla hatırlamaz ve Allah dilediği müddetçe o halde karanlıklar, azaplar ve sonsuz dehşetler içinde çırpınıp durur.

                O halde bu durum, haktan tamamıyla alıkoyan nefsin hevasına tam anlamıyla tabi olma halidir. Buradan yola çıkarak, haktan uzak düş-menin ölçüsünün nefsin hevasına uymak olduğunu ve uzak düşmek oranının bu uyma miktarınca olduğunu anlayabiliriz. Örneğin; eğer peygamberlerin eğitimi ve alimlerle terbiyecilerin terbiyesi neticesinde doğumunun başlangıcında bu üç kuvvet ile birlikte bulunan ve onların gelişimiyle, gelişip kemale eren bu insanın insanlık memleketi yavaş yavaş enbiya ve evliyanın (a.s) terbiye gücüne teslim olursa kendisine kabiliyet olarak emanet edilen o mükemmel insanlık kuvvetinin yeni-den fiiliyete dönüşmesi, zuhur etmesi ve memleketinin bütün iş ve güçlerinin insanlık işleri haline gelmesi mümkündür. Böylece şeytan kendisine teslim olup iman eder. Nitekim şeytan, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) eliyle iman etmiştir. Peygamber bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Şeytanım benim elimle iman etti.” Böylece insanın hayvanlık makamı insanlık makamına teslim olur. Öyle ki kemal ve ilerleme aleminin doludizgin uysal merkebi ve ahiret yolunu kat eden semavi burakı haline gelir. Asla insana karşı çıkıp inatçılık etmez. Şehvet ve gazab, adalet ve şeriat makamına teslim olunca memleketinde adalet ortaya çıkar ve hakimi Hak ile hak kanunlar olan adil/hak bir hükümet kurulur. Artık orada hakka aykırı bir tek adım bile atılmaz ve batıldan tam anlamıyla arınılır ve beri olunur.

                O halde hakkı engellemenin ölçüsü nefsin hevasına tabi olma oldu-ğu gibi, hakkı elde edip ortaya çıkarmanın ölçüsü de şeriata ve akla tabi olmaktır. Birisi nefsin hevasına tümüyle uymak ve diğeri de akla tam ve mutlak uymak olan bu iki konak arasında sonsuz derecede menziller vardır. Öyle ki nefsin hevasına ne kadar tabi olunursa, o oranda hakka engel olunur, hakikatten uzaklaşılır, insanlık kemalinin ve Ademi sırların nurundan o oranda mahrum kalınır. Ama tam tersine nefsin hevasına aykırı davrandığında ise o oranda perdeler ortadan kalkar ve insanda Hakk’ın nuru tecelli eder.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #98
                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  2. Bölüm: Hevaya Tabi Olmanın Kınanması Hususunda

                  Nefse ve nefsin hevasına tabi olmanın kınandığı hakkında Allah Tebarek ve Teala şöyle buyurmaktadır: “Hevaya uyma, çünkü seni Allah’ın yolundan saptırır.” Başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Allah’tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır?”

                  Kafi’de senedi Hz. Bakır’a (a.s) ulaşan bir rivayette Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “İzzetim, celalim, azametim, kibriyam, nurum, ulviliğim ve makamımın yüceliğine andolsun ki, bir kul kendi hevasını benim hevama üstün tuttuğu takdirde işlerini tefrikaya salar, dünyasını birbirine katar, kalbini dünyayla meşgul eder ve dünyadan kendisine takdir ettiğimin dışında hiç bir şey vermem. Hakeza izzetim, celalim, azametim, kibriyam, ulviliğim ve makamımın yüceliğine andolsun ki, bir kul benim hevamı kendi hevasına üstün tutarsa; meleklerim onu korur, gökler ve yerler rızkını üstlenir ve her tacirin ticaretinin ardında ben onun için hazır bulunurum (yani ben onun yerine ticaret edip rızkını sağlarım), dünya kendisine zelil bir şekilde teslim olarak gelir. (Yani kalbi dünyadan yüz çevirdiği halde, dünya yine kendisine yönelerek hor bir şekilde yanında bulunur. ) “

                  Bu hadis-i şerif, sağlam hadislerden biridir ve senet açısından zayıf olduğu söylense bile muhtevası Allah Tebarek ve Teala’nın o arı/duru ilim pınarından geldiğine tanıklık etmektedir ki biz şimdilik bunu açıklama niyetinde değiliz.

                  Hz. Mevla Emiru’l Müminin’in (a.s) şu anda şerh etmekte olduğu-muz hadisten başka bir hadiste, şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sizin için korktuğum şeylerin en korkuncu iki şeydir: Hevaya uy-mak…” Daha sonraki sözler, İbn-i Akil’in hadisiyle uyumludur.

                  Hz. İmam Sadık (a.s) da Kafi’de yer alan bir hadiste şöyle buyur-muştur:
                  “Hevanızdan düşmanınızdan korkar gibi korkun. İnsanlar için hevaya tabi olmaktan ve dillerinin ürünlerinden (yani dillerinin kendi-lerine kazandırdığı şeylerden) daha tehlikeli bir düşman yoktur.”

                  Ey aziz! Bil ki, nefsin istek ve temennilerinin sonu yoktur ve iştahı asla sona ermez. İnsan onun peşinde bir adım yürüdü mü bir kaç adım daha atmak zorunda kalır. Bir hevasına yoldaşlık etti mi, pek çok te-mennisine de yoldaşlık etmeye mecbur olur. Nefsin isteklerine bir kapı araladın mı pek çok kapı daha aralamak zorunda kalırsın. Nefse bir defa itaat etmekle pek çok fesada ve fesatlardan binlerce helak edici günaha düçar olursun. Sonunda Allah korusun Hakk’ın bütün yollarını yüzüne kapatırsın. Nitekim Allah-u Teala’da yüce kitabının bir aye-tinde bunu haber vermiştir. Bu yüzden Müminlerin Emiri, Veliyy-i Emr, Mevla, mürşit, hidayet sorumlusu ve insanlık ailesinin kılavuzu da bundan korktuğunu dile getirmiştir.

                  Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Hidayet İmamları’nın (a.s) yüce ruhları da nübüvvet ve velayet ağacının yapraklarının dökülüp hazana uğrama-sından dehşet ve ıstırap içindeydi.


                  Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Evlenip üreyin; şüphesiz ki ben sizin düşüklerinizle bile diğer ümmetlere karşı övünürüm.”
                  Yokluk uçurumuna yuvarlanmasından korkulan böylesi korkunç bir yola girdiği, gerçek babası Resul-i Ekrem’e eziyete sebep olduğu ve de alemlere rahmet olan Peygamber’in öfkesine maruz kaldığı takdirde, insanın ne kadar zavallı olduğu ve perde arkasında kendisini ne gibi musibetlerin beklediği ise bellidir.
                  O halde eğer Resulullah’ı (s.a.a) tanıyorsan, Mevla Emir’ul Mümi-nin’e muhabbet besliyorsan ve onların o temiz evlatlarının dostu isen, onların mübarek kalplerini korku, ıstırap ve sarsıntıdan kurtar.

                  Hud suresinin bir ayet-i şerifesinde şöyle buyurulmuştur: “Sen, berâberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğ-ru ol.”
                  Bir hadiste de Hz. Resulullah’ın şöyle buyurduğu yer almıştır: “Hud suresi bu ayetten dolayı beni yaşlandırdı.”

                  Kamil arif Şeyh Şahabadi –ruhum ona feda olsun- şöyle buyuru-yordu: “Gerçi bu ayet-i şerife Şura suresinde de mevcuttur; ama orada “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ifadesi bulunmaktadır. Hz. Resul’ün sadece Hud suresini zikretmesinin sebebi ise Allah-u Tea-la’nın ümmetin dosdoğru olmasını da kendisinden istemesindendir. Hz. Peygamber, bu görevi yerine getirememekten korkuyordu. Yoksa, o yüce insan zaten dosdoğru bir kimseydi. Hatta Peygamber hikmet sahibi, adalet isminin mazharı bir kimseydi.”

                  O halde ey kardeşim! Eğer kendini o yüce insanın bağlısı kabul ediyorsan ve o zat-ı mukaddesin görevinin muhatabı olduğunu kabul ediyorsan gel de o yüce insanın senin çirkin ve kötü amellerinden ötürü görevinde mahcup düşmesine sebep olma. Kendini onun yerine koy ve çocuklarının veya diğer yakınlarının senin makamına aykırı kötü ve uygunsuz bir iş yaptıkları takdirde halka karşı ne kadar mahcup oldu-ğunu düşün! Bil ki, Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Emiru’l Müminin ümmetin hakiki babalarıdırlar. Nitekim bizzat Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bu ümmetin babasıyız.”

                  Dolayısıyla bizi rububiyetin huzuruna çağırıp bu iki yüce insanın önünde hesaba çekerlerse ve amel defterimizde çirkinlik ve kötülükten başka bir şey olmadığı ortaya çıkarsa, bu durum yüce insanlara sıkıntı verir. Hak Teala, melekler ve peygamberlerin huzurunda mahcup olur-lar. Oysa biz onlara ne büyük zulmettik, nasıl bir musibete düçar olduk ve de Allah-u Teala kim bilir bizlere nasıl davranacaktır?!

                  Ey zalim ve cahil insan! Sen kendine ve nimet velilerine zulmedi-yorsun. Sadece kendine zulmettiğini sansan bile; kendi can, mal ve ra-hatlıklarını senin hidayete erişmen ve kurtulman için harcayan, en şid-detli musibetlerle öldürülen, kadın ve çocukları esir ve tutsak edilen velinimetlerine teşekkür etmen gerekirken ne kadar da büyük zulüm ediyorsun! Şu gaflet uykusundan biraz uyan da kendi nefsinden utan. Onları din düşmanlarından gördükleri zulümlerle baş başa bırak, bir de dostları olduğunu iddia eden sen, onlara zulmetme. Zira dostun ve dostluk iddiasında bulunan kimsenin zulmü daha acı ve daha çirkindir.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #99
                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    3. Bölüm: Nefsani Hevaların Çeşitlerine Dair

                    Bilmek gerekir ki aşama ve ilgili olduğu şeyler bakımından nefsani heva ve hevesler birbirlerinden oldukça farklı ve çeşitlidir. Bazen öy-lesine incedir ki, insan uyarılıp gafletten uyandırılmadıkça onun şey-tanın tuzaklarından ve nefsani isteklerden olduğundan bile gaflet eder. Ama buna rağmen nefsani isteklerin tümü dereceleri farklı olsa dahi hak yolundan alıkoyma bakımından ortak konumda bulunmaktadırlar.

                    Nitekim Allah-u Teala’nın “Hevasını ilahî edineni gördün mü?” ayeti ile diğer ayetlerde haber verdiği batıl istekler ehli ile altın ve diğer şeyleri ilahî edinenler, herhangi bir şekilde Allah’tan mahrum kalmışlardır.

                    Nefsani hevaya ve şeytani batıl şeylere tabi olanlar da diğer batıl inançlar ve bozuk ahlak hususunda başka bir şekilde Hak’tan alı kon-muşlardır. Küçük ve büyük günahlar ile helak edici şeylerin ehli olanlar da dereceleri esasınca belli bir şekilde Hakk’ın yolundan geri kal-mışlardır. Mübah nefsani istekler himmetini harcama ve bu isteklerle fazla uğraşma sayesinde nefsin hevasına tabi olanlar da başka bir şe-kilde Hak’tan mahrum kalmışlardır. Ahiret alemini imar etmek, nefsani isteklerini temin etmek, derecelere ulaşmak, azaptan korkmak ve cehennem mertebelerinden kurtulmak için zahiren itaat ve ibadet eden kimseler de başka bir şekilde Hak’tan uzak düşmüşlerdir. Nefis kudre-tinin zuhuru ve sıfatlar cennetine ulaşmak için nefis tezkiyesi ve riya-zetiyle uğraşan kimseler de başka bir şekilde Hak’tan ve Hakk’ı gör-mekten mahrum kalmışlardır. Hakk’ı görmekten ve yakınlık makamına erişmekten başka bir görüşü olmayan marifet, sülûk, cezbe ve ariflerin makamına sahip olan kimseler de başka bir şekilde Hak’tan ve özel tecellilerinden mahrum kalmışlardır. Zira onlarda bile değişim vardır ve bencilliklerinden kalıntılar mevcuttur. Elbette zikri bu makama uygun düşmeyen bundan başka mertebeler de vardır.

                    O halde bu mertebelerin mensuplarının her biri Hakk’ın yolundan uzak düşmemek, hakikati sülûk yolundan sapmamak ve hangi ma-kamda olurlarsa olsunlar yüzlerine rahmet ve ihsan kapılarının açılması için kendi hallerini kontrol etmeli ve kendilerini nefsani hevalardan arındırmalıdırlar. Hidayete ve başarıya eriştiren şüphesiz Allah’tır.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      İkinci Makam: Uzun Emellere Kapılmanın Kötülüğü

                      1. Bölüm: Uzun Emellere Kapılmanın İnsana Ahireti Unuttur-duğuna Dair

                      Bil ki, insanlık aşamalarının ilki, “yakza” (uyanıklık) ve bilinç a-şamasıdır. Nitekim bunu ehl-i sülûk şeyhleri, sâliklerin aşamalarından söz ederken bunu açıklamışlardır ve bu aşama için yüce Şeyh Şahabadi de –gölgesi başımızdan eksik olmasın- on konak zikretmiştir ki burada onları saymaya kalkışmayacağız. Burada asıl üzerinde du-rulması gereken husus şudur ki insan bir yolcu olduğunu idrak edip bu yolda ilerlemesi gerektiğini ve bir hedefinin olduğunu ve o hedefe doğru hareket etmesi icap ettiğini ve de bu hedefe ulaşmasının müm-kün olduğunu anlamadıkça azmi gelişmez ve irade sahibi olamaz. Bu hususların her birinin uzun bir açıklaması vardır ki buna koyulduğu-muz takdirde söz çok uzayacaktır.

                      Bilinmesi gerekir ki hedefi ve de hedefe doğru ilerlemeyi unutturan ve insanın azim ve iradesini öldüren bu uyanıklık ve bilinçlenmenin büyük engellerinden biri de insanın ilerlemek için önünde çok zamanı bulunduğunu sanmasıdır. Eğer bugün hedefe doğru yürümezse yarın yürüyeceğini, bu ay sefer etmezse gelecek ay sefer edebileceğini dü-şünmesidir. Bu uzun emellilik ve arzu hali, ebedi oluş hissi, hayat di-leği ve vaktin geniş olduğu ümidi insanı asıl hedef olan ahiretten, ona taraf ilerleme gereğinden ve yanına yoldaş ve azık alma lüzumundan uzaklaştırmakta, böylece insan ahireti bütünüyle unutmakta ve hedef tümüyle aklından çıkmaktadır.

                      Allah etmesin ki insan önünde uzun ve oldukça tehlikeli bir yol ol-duğu, vakti çok sınırlı bulunduğu ve kendisine zaman ve azık gerekti-ği halde hiçbir şeye sahip olmasın ve bütün bunlara rağmen de asıl maksadını unutmuş bulunsun! Çünkü eğer bu durumda olursa yolcu-luk için hiç bir araç ve erzak hazırlığına girişmez, ister istemez sefere çıkması gerektiğinde de perişan olur, yolda kalır ve bir yere ulaşma-dan helak olup gider.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        2. Bölüm: Uzun Emellere Kapılmanın Tedavisine Dair

                        O halde ey aziz! Bil ki önünde binek ve azığı yararlı ilim ve amel olan zorunlu bir yol ve sefer vardır. Bu seferin vaktinin ne zaman ol-duğu belli değildir. Vaktin çok dar ve fırsatın elden gitmek üzere ola-bilir. İnsan ne zaman yolculuk çanının çalınacağını ve göç etmesi ge-rekeceğini bilmemektedir. Nefs sevgisi, şeytani bir tuzak ve o mel’unun şaheserlerinden biri olan şu benim ve senin sahip olduğu-muz uzun emellilik ise bize bu yolla ahireti ve ahirete hazırlıklı olma-yı unutturmakta, eğer sefere çıkmamızı engelleyecek özelliklere sahip ise bunları ıslah etmemize ve tevbe edip Hakk’a yönelmemize engel olmakta ve sefer için azık ve binek temin etmeyi düşünmemizi önle-mektedir. Vaat edilen ecel gelecek ve bizi hazırlıksız yakalayıp binek-siz ve azıksız bir şekilde sefere çıkaracaktır. Ne salih amelimiz var, ne de yararlı ilmimiz! O alemin giderleri bu ikisine dayalı olduğu halde biz hiç birini hazırlamış değiliz. Amel etmiş olsak bile, bu amelimiz halis ve katışıksız değildir ve kabule engel teşkil eden binlerce şeyler-le eda edilmiştir. Eğer ilim tahsil etmişsek, bu ilim sonuçsuz ve etkisiz bir ilim olmuştur. Dolayısıyla bizatihi kendisi ya oyalanma ve batıldır veya ahiret yolunun büyük engellerinden biri haline gelmiştir. Eğer bu ilim yararlı olsaydı, senelerdir onu tahsil etmekle meşgul olan bizlerde açık etkisinin görülmesi, ahlak ve davranışlarımızda bir farklılığın o-luşması icap ederdi. Ne olmuş ki, kırk elli yıllık ilim ve amelimiz kal-bimizde aksi tesir meydana getirmiş ve gönüllerimizi kayalık taştan daha katı kılmıştır.

                        Müminin miracı olan namazdan istifademiz nedir? İlmin gereği o-lan o korku ve haşyet nerede? Allah korusun eğer bu halimizle göç et-tirilirsek, önümüzde telafi edilmesi imkansız çok büyük ziyan ve has-retler var demektir.

                        O halde ahireti unutmak öylesine tehlikeli bir şeydir ki, eğer Al-lah’ın en büyük velisi Emir’ul Müminin ondan ve onun gereği olan uzun emellilikten bizim için korkuyorsa, bu korku yerindedir. Çünkü o bu seferin ne tehlikeli bir sefer olduğunu, insanın bir an bile gevşe-yip rahat etmeden yolculuk için azık toplaması ve bir an bile oturup dinlenmemesi gerektiğini ve eğer o alemi unutarak ve gaflet uykusuna dalıp böyle bir alemin varlığından ve kendisini bir yolculuğun bekle-diğinden habersiz kalırsa, başına nelerin geleceğini ve ne tür talihsiz-liklerle karşılaşacağını biliyordu.

                        Eğer yaratıkların en şereflileri ve hatadan, unutkanlıktan, keşmekeş ve tuğyandan masum olan o yüce insan’ın (Hz. Ali’nin) ve Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) hallerini düşünür, bizim ne halde bulunduğumuzu ve onların ne halde olduklarını anlamaya çalışırsak, çok iyi olacaktır.

                        Onların seferin büyüklüğü ve tehlikeli oluşuna ilişkin bilgileri ken-dilerinde rahat huzur bırakmamıştı. Bizim cehaletimiz ise unutkanlı-ğımızı artırmıştır. Hz. Peygamber o kadar ibadet ediyor ve Hakk’ın huzurunda namaza duruyordu ki mübarek ayakları şişmişti ve bu yüz-den de azameti yüce Hakk Teala şu ayeti indirdi:
                        “Ta-Ha! Biz Kur’an’ı sana sıkıntı çekesin diye indirmedik.”

                        Hz. Emiru’l Müminin’in haletleri, ibadetleri ve Hakk Teala karşı-sında duyduğu korku bilinmektedir. O halde bil ki sefer oldukça tehli-kelidir ve bu bizdeki durum bir unutkanlık değil, nefs ve şeytanın bir tuzağıdır. Bu uzun emel ve ümitli oluşumuz iblisin büyük kapanların-dan ve nefsin tuzaklarından biridir. O halde bu uykudan uyan, ayıklık ve bilinç elde et. Bil ki belirli hedefi olan bir yolcusun sen. Hedefin ve maksadın başka bir alemdir ve istesen de istemesen de bu dünyadan alınıp götürüleceksin. Eğer hazırlıklarını yapar, azık ve bineğini hazır-larsan bu seferde yolda kalmaz ve bu gidişte, perişan olmazsın. Aksi takdirde fakir, çaresiz ve yoksul düşersin. Mutluluğu olmayan bir mut-suzluğa, izzeti olmayan bir zillete, sonu zenginliğe ulaşmayan bir yok-sulluğa, rahatlığı olmayan bir azaba, sönmeyen bir ateşe, yok edile-meyen bir baskıya, sevinci olmayan bir hüzün ve sıkıntıya ve sonu gelmek bilmeyen bir hasret ve pişmanlığa doğru gideceksin.

                        Ey aziz! Bak Mevla Ali (as. ) Kumeyl duasında Allah-u Teala ile yaptığı münacatında neler arz ediyor: “Sen, dünyanın az bir bela ve cezaları karşısında dahi benim ne kadar da zayıf olduğumu biliyor-sun.” Sonra da şöyle buyuruyor: “Oysa bu göklerin ve yerin bile da-yanamadığı bir azaptır.” Bu ne azaptır ki gökler ve yer bile ona dayanamamaktadır ve de senin için hazırlanmıştır; ama sen hala gafletten uyanmıyor ve gün geçtikçe unutkanlık, gaflet ve uykun daha da bir artmaktadır.

                        Ey gafil gönül! Uykudan uyan ve ahiret seferine hazır ol. “Aranız-da göç emri verilmiş!” Hz. Azrail’in işçileri işbaşındalar ve seni her an ahiret alemine doğru sürüklemekteler; ama sen hala cahil ve gafilsin. “Rabbimiz! Şüphesiz senden bu aldanma diyarından uzak durmayı, mutluluk diyarına dönmeyi ve ölüm gelip çatmadan ölüme hazırlıklı olmayı diliyorum.”


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          [quote author=Kerbela44 link=topic=16096.msg100877#msg100877 date=1282402589]

                          İkinci Hadis: Riya

                          عَنْ يَزيدَ بْن خليفَةَ قالَ: قالَ أبُو عَبْدِ الله عليه السّلام: كُلُّ رياء شِركٌ. ﺇنَّهُ مَنْ عَمِلَ لِلنّاسِ كانَ ثَوَابُهُ عَلَي النّاسِ و مَنْ عَمِلَ للِّه، كانَ ثَوابُهُ عَلَي اللهِ.
                          Mezkur senetle Yezid b. Halife, Hz. Sadık’tan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Riyanın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine, Allah için amel eden kimsenin sevabı ise Allah’ın üzerinedir.”

                          Riyanın Anlamı ve Dereceleri Hakkında

                          Şerh

                          Bil ki, riya insanın başkalarının kalbinde bir makam edinmek veya yanlarında, hiç bir ilahî maksat gözetmeksizin sadece iyilik, doğruluk, emanet ve diyanet ehli bir kimse olarak şöhret kazanmak için iyi bir amelini veya beğenilmiş herhangi bir hasletini ya da hak inancını in-sanlara göstermesi ve başkalarına gösteriş yapması demektir. Bu, bir kaç makamda tahakkuk etmekte, vücuda gelmektedir.

                          İlk makam: Bunun da iki derecesi vardır. İlki, insanın dindar olarak şöhret kazanmak veya kalplerde makam edinmek için kendi hak akide ve ilahî marifetlerini izhar etmesidir. Mesela, “Ben varlık aleminde Allah’tan başka hiç kimseyi etki sahibi kabul etmiyorum” veya “Ben Allah’tan başka hiç kimseye tevekkül etmiyorum” der ya da kinaye ve işaretle kendisini hak inanç ve akide sahibi bir kimse olarak tanıtır. İkinci tür ise daha yaygındır. Mesela tevekkül ve ilahî takdire rızayet meselesi konuşulurken, riyakar kimse derin bir ah çeker ve başını (hafifçe bir) sallayarak kendisinin de o cemiyetin sülûk ve yolunda olduğunu ima etmeye çalışır.

                          İkinci makam: Bunun da iki derecesi vardır. İlki (insanın) övülmüş hasletler ve faziletli melekeler izharında bulunmasıdır. İkinci derecesi ise (insanın) mezkur amaç üzere kendisini yerilmiş haslet ve kötü melekelerden beri olmuş ve nefsini tezkiye edilmiş göstermesidir.

                          Üçüncü makam: Özellikle fakihler -Allah onlardan razı olsun- in-dinde maruf olan riyadır. O da mezkur iki dereceyi haizdir. İlki (insa-nın) şer’î ibadet ve amellerini veya aklî üstünlüklerini sırf halka gös-termek ve böylece de kalpleri kendisine celbetmek maksadıyla izharda bulunmasıdır. İster bu amelin bizzat kendisini, ister onun keyfiyet, şart veya cüz’ünü olsun, fıkıh kitaplarında yerildiği şekilde riya maksadıyla yapmasıdır.

                          Bir diğeri de aynı maksatla herhangi bir ameli terk etmesidir. Biz bu sayfalarda üç mezkur makamdan her birinin bazı fesat ve bozuklukla-rını şerh etmeye ve özet bir şekilde bunların deva ve ilacına işaret etmeye çalışacağız.


                          [/quote]

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            [quote author=Kerbela44 link=topic=16096.msg107407#msg107407 date=1286913576]

                            2. Bölüm: Uzun Emellere Kapılmanın Tedavisine Dair

                            O halde ey aziz! Bil ki önünde binek ve azığı yararlı ilim ve amel olan zorunlu bir yol ve sefer vardır. Bu seferin vaktinin ne zaman ol-duğu belli değildir. Vaktin çok dar ve fırsatın elden gitmek üzere ola-bilir. İnsan ne zaman yolculuk çanının çalınacağını ve göç etmesi ge-rekeceğini bilmemektedir. Nefs sevgisi, şeytani bir tuzak ve o mel’unun şaheserlerinden biri olan şu benim ve senin sahip olduğu-muz uzun emellilik ise bize bu yolla ahireti ve ahirete hazırlıklı olma-yı unutturmakta, eğer sefere çıkmamızı engelleyecek özelliklere sahip ise bunları ıslah etmemize ve tevbe edip Hakk’a yönelmemize engel olmakta ve sefer için azık ve binek temin etmeyi düşünmemizi önle-mektedir. Vaat edilen ecel gelecek ve bizi hazırlıksız yakalayıp binek-siz ve azıksız bir şekilde sefere çıkaracaktır. Ne salih amelimiz var, ne de yararlı ilmimiz! O alemin giderleri bu ikisine dayalı olduğu halde biz hiç birini hazırlamış değiliz. Amel etmiş olsak bile, bu amelimiz halis ve katışıksız değildir ve kabule engel teşkil eden binlerce şeyler-le eda edilmiştir. Eğer ilim tahsil etmişsek, bu ilim sonuçsuz ve etkisiz bir ilim olmuştur. Dolayısıyla bizatihi kendisi ya oyalanma ve batıldır veya ahiret yolunun büyük engellerinden biri haline gelmiştir. Eğer bu ilim yararlı olsaydı, senelerdir onu tahsil etmekle meşgul olan bizlerde açık etkisinin görülmesi, ahlak ve davranışlarımızda bir farklılığın o-luşması icap ederdi. Ne olmuş ki, kırk elli yıllık ilim ve amelimiz kal-bimizde aksi tesir meydana getirmiş ve gönüllerimizi kayalık taştan daha katı kılmıştır.

                            Müminin miracı olan namazdan istifademiz nedir? İlmin gereği o-lan o korku ve haşyet nerede? Allah korusun eğer bu halimizle göç et-tirilirsek, önümüzde telafi edilmesi imkansız çok büyük ziyan ve has-retler var demektir.

                            O halde ahireti unutmak öylesine tehlikeli bir şeydir ki, eğer Al-lah’ın en büyük velisi Emir’ul Müminin ondan ve onun gereği olan uzun emellilikten bizim için korkuyorsa, bu korku yerindedir. Çünkü o bu seferin ne tehlikeli bir sefer olduğunu, insanın bir an bile gevşe-yip rahat etmeden yolculuk için azık toplaması ve bir an bile oturup dinlenmemesi gerektiğini ve eğer o alemi unutarak ve gaflet uykusuna dalıp böyle bir alemin varlığından ve kendisini bir yolculuğun bekle-diğinden habersiz kalırsa, başına nelerin geleceğini ve ne tür talihsiz-liklerle karşılaşacağını biliyordu.

                            Eğer yaratıkların en şereflileri ve hatadan, unutkanlıktan, keşmekeş ve tuğyandan masum olan o yüce insan’ın (Hz. Ali’nin) ve Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) hallerini düşünür, bizim ne halde bulunduğumuzu ve onların ne halde olduklarını anlamaya çalışırsak, çok iyi olacaktır.

                            Onların seferin büyüklüğü ve tehlikeli oluşuna ilişkin bilgileri ken-dilerinde rahat huzur bırakmamıştı. Bizim cehaletimiz ise unutkanlı-ğımızı artırmıştır. Hz. Peygamber o kadar ibadet ediyor ve Hakk’ın huzurunda namaza duruyordu ki mübarek ayakları şişmişti ve bu yüz-den de azameti yüce Hakk Teala şu ayeti indirdi:
                            “Ta-Ha! Biz Kur’an’ı sana sıkıntı çekesin diye indirmedik.”

                            Hz. Emiru’l Müminin’in haletleri, ibadetleri ve Hakk Teala karşı-sında duyduğu korku bilinmektedir. O halde bil ki sefer oldukça tehli-kelidir ve bu bizdeki durum bir unutkanlık değil, nefs ve şeytanın bir tuzağıdır. Bu uzun emel ve ümitli oluşumuz iblisin büyük kapanların-dan ve nefsin tuzaklarından biridir. O halde bu uykudan uyan, ayıklık ve bilinç elde et. Bil ki belirli hedefi olan bir yolcusun sen. Hedefin ve maksadın başka bir alemdir ve istesen de istemesen de bu dünyadan alınıp götürüleceksin. Eğer hazırlıklarını yapar, azık ve bineğini hazır-larsan bu seferde yolda kalmaz ve bu gidişte, perişan olmazsın. Aksi takdirde fakir, çaresiz ve yoksul düşersin. Mutluluğu olmayan bir mut-suzluğa, izzeti olmayan bir zillete, sonu zenginliğe ulaşmayan bir yok-sulluğa, rahatlığı olmayan bir azaba, sönmeyen bir ateşe, yok edile-meyen bir baskıya, sevinci olmayan bir hüzün ve sıkıntıya ve sonu gelmek bilmeyen bir hasret ve pişmanlığa doğru gideceksin.

                            Ey aziz! Bak Mevla Ali (as. ) Kumeyl duasında Allah-u Teala ile yaptığı münacatında neler arz ediyor: “Sen, dünyanın az bir bela ve cezaları karşısında dahi benim ne kadar da zayıf olduğumu biliyor-sun.” Sonra da şöyle buyuruyor: “Oysa bu göklerin ve yerin bile da-yanamadığı bir azaptır.” Bu ne azaptır ki gökler ve yer bile ona dayanamamaktadır ve de senin için hazırlanmıştır; ama sen hala gafletten uyanmıyor ve gün geçtikçe unutkanlık, gaflet ve uykun daha da bir artmaktadır.

                            Ey gafil gönül! Uykudan uyan ve ahiret seferine hazır ol. “Aranız-da göç emri verilmiş!” Hz. Azrail’in işçileri işbaşındalar ve seni her an ahiret alemine doğru sürüklemekteler; ama sen hala cahil ve gafilsin. “Rabbimiz! Şüphesiz senden bu aldanma diyarından uzak durmayı, mutluluk diyarına dönmeyi ve ölüm gelip çatmadan ölüme hazırlıklı olmayı diliyorum.”


                            [/quote]

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              Onbirinci Hadis: Fıtrat

                              با لسَّنَدِ المُتَّصِلِ الي محمّد بن يعقوب، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ يَحْيي، عَنْ أَحْمَدَ بْنِ مُحَمَّدٍ، عَن ابْنِ مَحْبُوبٍ، عَنْ عَلِيَّ بْنِ رِئابٍ، عن زُرارَةَ قالَ: سألتُ أبا عَبْدِ اللهِ –عليه السّلام- عَنْ قَوْلِ اللهِ عزَّ و جَلَّ: فِطْرَتَ اللهِ الَّتي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْها. قال: فَطَرَهُم جَميعاً علي التّوحيد
                              Zurare şöyle diyor: “Hz. Sadık’tan aziz ve celil olan Allah’ın “Al-lah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat” buyruğunu sorunca şöyle buyurdu: “Allah bütün insanları tevhit fıtratı üzere yaratmıştır.”

                              Şerh

                              Terminoloji ve tefsir ehli kimseler, “fıtrat”ın, “hilkat” (yaratılış) an-lamında olduğunu söylemekteler. Sihah’ta da “fıtrat”ın –esreli okun-duğu takdirde- “hilkat” (yaratılış) anlamını ifade ettiği yer almıştır.

                              Fıtrat, yarmak, parçalamak anlamındaki “fatr” dan gelmiş olması da mümkündür. Çünkü “yaratmak” da bir nevi “adem” (yokluk) ve gayp perdesini parçalamaktır ve oruçlu kimsenin “iftar” ı da bu anlamdadır. Zira iftar da bir anlamda imsakin bitişik haletini yarmaktadır. Velhasıl işin sözlük anlamıyla ilgilenmek bizim maksadımızın dışında kalmak-tadır.

                              Hadis-i Şerif Rum suresinin şu ayetine işaret etmektedir: “Yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çe-vir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”

                              Biz inşaallah bir kaç makam ve bölüm halinde kısaca bu fıtrata ve niteliğine ve halkın ne şekilde tevhit fıtratı üzere olduğuna işaret et-meye çalışacağız.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                                1. Bölüm: Fıtratın Anlamına Dair

                                Bil ki Allah-u Teala’nın insanları kendisine uygun yarattığı fıtratı, yaratılışta insanların hamurunun esasına dayalı olarak yoğrulduğu ve var oluşlarının lüzumu olan bir hal ve yapıdır. Sonradan da açıklana-cağı gibi ilahî fıtratlar ise, Allah-u Teala tarafından bütün yaratıklar arasında sadece insanoğluna bağışlanmış lütuflardır. Diğer varlıklar ya hiç bir şekilde bu sözü edilen fıtratlara sahip değiller veya bu bakımdan noksandırlar ve daha az istifade etmektedirler.

                                Şunu bilmek gerekir ki her ne kadar bu hadis-i şerifte ve başka ha-dislerde fıtrat, “tevhid” şeklinde yorumlanmışsa da bu, örneğini be-yan etmek veya bir şeyi en üstün parçasıyla açıklamak türündendir. Nitekim İsmet Ehli’nden (a.s) nakledilen yorumlar bu çeşittendir. Her zaman bir makamla uyumlu olarak bir örnek verilmiştir; cahiller ise bunda bir çelişki olduğunu sanmaktadır. Bu hususta da durumun böyle olduğunun delili ise, ayet-i şerifede “din” in Allah’ın fıtratından ibaret sayılmasıdır. Din, tevhid ve diğer dini öğretileri de kapsamaktadır.

                                Abdullah b. Senan’ın sahih rivayetinde, “İslam”, Zurare’nin hasen hadisinde ise “marifet” biçiminde yorumlanmıştır. “Her doğan kişi fıtrat üzere doğar.” meşhur hadisinde de “Yahudilik, Hıristiyan-lık veya Mecusilik’in karşıtı olarak zikredilmiştir. Yine Zurare’nin naklettiği hasen hadiste de Hz. Ebi Cafer (a.s), fıtrat hadisini “marifet” olarak tefsir etmişlerdir. O halde anlaşıldığı üzere fıtrat sadece “tevhid” demek değildir. Makamı yüce Hakk’ın bütün kullarını esası doğrultusunda yarattığı bütün hak marifetler (öğretiler) fıtratın kapsa-mına girmektedir. muttasıl


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X