Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    2. Bölüm: Fıtratın Hükümlerini Teşhise Dair

    Bilinmelidir ki fıtri hükümler, vücudun gereklerinden ve yaratılışın esasınca yoğrulduğu bileşiminden olduğu için, alim ve cahil, vahşi ve medeni, şehirli ve köylü herkesin hakkında fikir birliği içinde olduğu şeylerdir. Hiç bir gelenek, mezhep ve yollar bu fıtri hükümlere sıza-mamış, etkileyememiştir. Her şeyde, hatta aklî hükümlerde bile ihtilaf sebebi olan bölge, iklim, gelenek ve adet farklılıkları, fıtrat alanında kesinlikle herhangi bir etkiye sahip değildir. Anlayış ve idrakin zayıf veya güçlü olması ona etki etmez. Bu durumda olmayan şeylerin fıtrat kapsamının dışında tutulması gerekir. Bu nedenle de ayet-i şerifede, “İnsanları üzerinde yarattığı” diye buyurulmuş ve fıtratın belirli bir kesime has kılınmadığı ifade edilmiştir. Ayrıca “Allah’ın yaratışında değişme yoktur” diye buyurularak (fıtratın) gelenek ve benzerleri yü-zünden değişikliğe uğrayabilen şeylerden olmadığı ve onu hiç bir şeyin değiştirmeyeceği belirtilmiştir. Ama alemin başlangıcından sonuna kadar hiç kimse fıtratlar hakkında ihtilafa düşmemekle birlikte, uyarılmadıkları takdirde insanlar ihtilaf içinde olduklarını sanmakta ve bir kez uyarıldılar mı da muhalefet suretinde ittifak halinde olduklarını kavramaktadırlar. Nitekim inşaallah ileride de bu durum açıklığa ka-vuşturulacaktır. Söz konusu ayetin sonunda da bu anlama işaret edile-rek şöyle buyurulmuştur:

    “Ama insanların çoğu bunu bilmezler.”

    Bu zikredilenlerden anlaşıldığı üzere fıtri hükümler bütün açık hü-kümlerden daha açıktır. Zira aklî hükümlerde hiç kimsenin ihtilaf et-meyeceği ve de etmediği bir başka hüküm mevcut değildir. Dolayısıyla da bunun en açık gerekli hükümlerden biri olduğu anlaşılmaktadır. O halde eğer tevhit ve diğer dini öğretiler fıtri hükümlerden veya onun gereklerinden ise en açık ve zaruri hükümlerden olmalıdır. “Ama in-sanların çoğu bunu bilmezler.”


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      3. Bölüm: Fıtri Hükümlere Kısaca Bir İşaret

      Bil ki Şii ve Sünni müfessirlerin her biri din ve tevhidin fıtri oluşunu kendi inançları esasınca beyan etmişlerdir. Biz burada onların görüşleri esasınca konuşmayacağız, bu alanda eşsiz bir konumu bulunan kamil arif Şeyh Şahabadi’nin (gölgesi daimi olsun) değerli ilminden istifade ettiğim şeyleri beyan edeceğim. Gerçi bu açıklamaların bir kısmı marifet ehli kimi araştırmacıların kitaplarında sembol ve işaret şeklinde yer almış ve bazısı ise bendenizce de tespit edilmiş hususlardır.

      Bilinmelidir ki bu ilahî fıtratların biri, yüce ve mukaddes meb-de/menşe (ilk) varlığın aslına, diğeri tevhide, bir diğeri Zat-ı Mukad-des’in bütün kemalleri haiz olduğuna, bir diğeri kıyamet ve diriliş gü-nüne, başka biri nübüvvete, başka biri meleklere, ruhsal varlıklara, ki-tapların indirilmesine ve hidayet yollarının ilan edilmesine dayalı olan fıtratlardır ki bu belirtilerden bazısı fıtratın hükümleri, diğer bazısı da fıtratın gerektirdikleridir. Allah-u Teala’ya, meleklere, kitaplara, resul-lere ve kıyamet gününe iman, insanlık silsilesinin bütün hayatı boyunca Hakk’ın dosdoğru, sağlam ve sarsılmaz dini olagelmiştir. Biz burada hadis-i şerifle uyumluluk arz eden bir kısmına işaret etmekle yeti-neceğiz. Hak Teala’dan başarı niyaz ediyoruz.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        Birinci Makam: Yüce ve Celil Olan Allah’ın Varlığının Fıtri Olduğuna Dair

        Bu, bir takım önbilgiler ışığında kolayca anlaşılacak bir husustur. Bu ön bilgiler de şudur ki bütün insanoğulları silsilesinin üzerinde yoğrulduğu, bütün insanlar arasında bir tek şahsın bile buna muhalif olmadığı; hiç bir gelenek, ahlak, mezhep, meşrep ve benzeri şeylerin değiştiremediği, etki edemediği fıtratlardan biri de kemale duyulan aşktır. Bütün insanlık tarihini adım adım araştıracak ve her topluluktan insanı konuşturacak olsan, bu aşk ve sevginin her insanın hamurunda yer aldığını ve her ferdin gönlünün kemale eğilimli olduğunu görürsün. İnsanların her birinin ilgili alanlarda sergiledikleri bütün hareket, duruş, dayanılmaz zahmet ve ciddiyetlerini bu kemal aşkı vücuda ge-tirmektedir. Elbette kemalin teşhisi, kemalin hangi şeyde olduğu, sev-gilinin nerede bulunduğu hususunda insanlar tümüyle ihtilaf içinde bulunmaktadır.

        Her biri bir şeyi sevgili edinmiş, sevgili olduğunu sanmış, emelle-rinin kâbesi kılıp ona yöneltmiştir ve içtenlikle onu istemektedir.

        Dünya ve içindeki süslerin ehli, kemali; dünyayı elde etmekte san-mış, onu sevgili edinmiş ve can-ı gönülden onu elde etmek için çır-pınmaktadırlar. Kim neye ilgi duyuyorsa ve neyi seviyorsa, kemal saydığı için ona yönelmektedir. İlim ve sanat ehline mensup her şahıs da kendi zihni kapasitesince bir şeyi kemal saymakta ve onu sevgili edinmektedir. Ahiret, zikir ve fikir ehli de başka bir şeyi ... Özetle herkes kemale eğilimlidir ve kemali bir varlıkta ve kuruntularında sandıkları için de, o şeye karşı kur yapmaktadırlar.

        Ama bilinmelidir ki aslında onların hiç birinin aşkı ve muhabbeti sandıkları şey ile ilgili değildir. Sevgilileri ve emellerinin kâbesi, o hakkında kuruntuya kapıldıkları şey değildir. Çünkü herkes fıtratına dönüp baktığında neye ilgi duyuyor, sevip bağlanıyorsa, ondan iyisini gördü mü bu ilk aşkından kopup soğuduğunu ve bulduğu o daha mü-kemmeline yöneldiğini görecektir. Ondan da mükemmelini buldu mu bu kez de ondan vazgeçip daha kamiline yönelmektedir. Aşk ve özlem ateşi bu şekilde günden güne artmakta ve kalp hiç aşama ve sınırda durup dinlenmek istememektedir.

        Sözgelimi siz eğer güzel bir yüz ve çekici bir çehreye gönül ver-mişseniz ve bunu bir güzelde bulmuşsanız, gönlünüzü o yöne yolcu edersiniz, ama eğer ondan daha güzelini bulursanız derhal buna yönelir veya en azından her ikisini de istersiniz. Fakat buna rağmen özlem ateşiniz dinmez ve fıtratınız: “Bir şeyim yok, aksi takdirde altısını da isterim!” diye inler. Her güzeli elde etmek istersiniz. Hatta muhte-mel güzelliklere bile kavuşmayı hayal edersiniz. Eğer elinizde bulu-nandan daha güzelinin bir yerlerde bulunduğuna ihtimal verirseniz, kalbiniz o diyara sefer eder. “Ben topluluk arasında, ama kalbim başka yerde” diye inlersiniz. Cennetin niteliklerini işitince cenneti arzular, iştiyak duyarsınız. Allah korusun inanmıyorsanız bile o güzel yüzlü huriler belli niteliklerle anılınca fıtratınız, “Ah keşke böyle bir cennet gerçekten var olsa da o güzel yüzlü sevgili bize nasib olsa!” diye haykırır.

        Aynı şekilde kemali; egemen olma, nüfuz, güç ve geniş mülklere sahip olmada varsayanlar ve bunlara gönül verenler de bir memlekete sahip olsalar bir başkasına yönelirler ve eğer o memleketi de ele geçir-seler, ondan da daha da yükseğini talep ederler, bir kıtayı ele geçirdiler mi, bir başkasına yönelirler. Özlem ateşleri günbegün artar, eğer bütün yeryüzünü ele geçirseler, başka gezegenleri de elde etmeyi arzularlar ve kalpleri, “Ah keşke o alemlere doğru uçabilsem ve oraları da egemenliğim altına alabilsem!” diye çırpınır. İlim ve sanat ehlinin du-rumu da bu doğrultudadır.




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          Hangi kesimden olurlarsa olsunlar bütün insanlar hangi mertebeye ulaşsalar, ondan daha mükemmeline ilgi duyarlar. Özlem ateşleri din-mez, günbegün artar da palazlanır.

          O halde bu fıtrat nuru bize; Afrika’nın en ücra köşesinden dünyanın en medeni kesimlerine, materyalistlerden dindarlara kadar bütün in-sanların kalbinin noksanı olmayan bir kemale eğilimli, hiç bir ayıbı olmayan güzellik ve kemale aşık, cehaleti olmayan bir ilme talip, aciz-liği bulunmayan bir güç ve egemenliğe ve ölümü olmayan bir hayata susamış olduğunu göstermektedir. Özetle mutlak kemal hepsinin aşkı ve arzusudur. Bütün insanlık açıkça, tek dil ve tek yürek halinde, “Mutlak cemal ve celale sevgi besliyoruz, biz mutlak güç ve mutlak bilginin talibiyiz” demektedir.

          Acaba bütün düşünce ve hayal varlıkları arasında, aklî ve itibari imkanlar dahilinde, azameti yüce, alemin mebdei/menşei olan Zat-ı Mukaddes’ten başka mutlak kemal ve mutlak güzelliğe sahip bir varlık daha var mıdır? Mutlak sevgiliden başka kusursuz bir mutlak güzelliğe sahip olan var mıdır?

          Ey şaşkınlık vadisinin şaşkınları ve ey dalalet çölünün yol yitirmiş-leri! Hayır! Ey mutlak güzelin güzel mumunun çevresinde dönüp duran kelebekler ve ey kusursuz ve yok olmayan sevgilinin aşıkları! Şu fıtrat kitabına biraz dikkat edin ve kendi benlik kitabınızın sayfalarını bir miktar çevirip bakın, ilahî fıtratın kudret kalemiyle orada şöyle yazılı olduğunu göreceksiniz: “Doğrusu ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat” acaba mutlak sevgiliye yönelme fıtratı mıdır? Acaba o değişmez fıtrat, marifet fıtratı mıdır? Ne zamana kadar batıl hayallerle bu Allah vergisi fıtri aşkı ve bu ilahî armağanı şuna buna harca-yacaksınız? Eğer sevgiliniz şu noksan güzellikler ve bu sınırlı mü-kemmellikler ise, o halde niçin onlara eriştiğinizde arzu ateşiniz din-memekte ve iştiyak ateşiniz daha da alevlenmektedir?

          Uyanın şu gaflet uykusundan, müjdeleyin ve sevinin ki sizin yok olmayan bir sevgiliniz, noksanlığı bulunmayan bir sevgiliniz, ayıbı olmayan bir amacınız ve “Allah göklerin ve yerin nurudur” diye ifade edilen parlak nuru olan bir hedefiniz vardır. Öyle bir sevgiliniz var ki kapsayıcılığı ve ihatası, “Bir iple yerin en alt noktasına bile sarkıtılsanız, şüphesiz Allah’a inmiş olursunuz.” şeklinde ifade edilmiştir.

          O halde sizin bu fiili aşkınız, fiili bir sevgili ister ve bu sevgilinin bir kuruntu ve hayali olması mümkün değildir. Çünkü her kuruntu şey noksandır ve fıtrat kemale yöneliktir. O halde fiili aşık ve fiili aşk sevgilisiz olamaz ve Kamil Zat’tan başka fıtratın yöneldiği bir sevgili yoktur. Dolayısıyla Mutlak Kamil’e aşık olmak, mutlak Kamil’in var-lığının bir gereğidir. Daha önce de açıklandığı üzere fıtratın hükümleri ve gerekleri en açık ve belirgin hususlardan daha belirgin ve açıktır. “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah hakkında nasıl olur da kuşkuya kapılırsınız.”



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


            İkinci Makam: Hakk’ın Tevhid ve Diğer Sıfatlarının Fıtri Ol-duklarına Dair

            Makamı yüce Hakk Teala’nın tevhidi (birliği) ve bütün mükemmel-liklere sahip olduğu hususu da fıtri hükümlerden biridir. Birinci ma-kamda zikrettiğimiz hususlar bunu açık bir şekilde göstermektedir; ama biz burada bu konuyu başka bir beyanla ispat etmeye çalışacağız.

            Bil ki, “İnsanları üzerinde yarattığı fıtrat” olan fıtratlardan biri de noksanlıktan nefret etme fıtratıdır. İnsan hangi şeyden nefret etmişse, onda noksanlık ve ayıp bulunduğundan dolayı nefret etmiştir. O halde ayıp ve noksanlık, fıtratın nefretine neden olmaktadır. Nitekim mutlak kemal de fıtratın yönelişini sağlamaktadır. O halde fıtratın ilgi duyup yöneldiği şey, “vahid” ve “ahad” olmalıdır. Zira her kesir ve mürekkep (birden fazla ve bileşik varlık) noksandır. Çokluk sınırsız olamaz. O halde kemale bağlılık ve noksandan nefret diye ifade ettiğimiz iki fıtrat vesilesiyle tevhitte ispat edilmiş oldu. Hatta Hak Teala’nın bütün kemallere sahip olması da O’nun her türlü noksanlıklardan münezzeh olduğunu sabit kılmaktadır. Büyük Şeyh’imizin (ruhum ona feda olsun) de işaret buyurdukları gibi, fıtratın yöneldiği ve de surenin başında “huve” mübarek kelimesiyle işaret edilmiş olan yüce ve celil olan Hak Teala’nın mutlak hüviyet nispetini beyan eden mübarek tevhit (ihlas) suresi, ardından beyan edilen altı sıfatın delili konumundadır.

            Çünkü O’nun mukaddes zatı, mutlak bir hüviyettir ve mutlak hüviyetin mutlak kamil olması gerekir, aksi takdirde sınırlı bir hüviyet olur. O halde O bütün kemallere sahiptir, ve dolayısıyla da “Allah” tır. Bütün kemallere sahip olmasına rağmen, aynı zamanda basittir (yalındır, yani bileşik değildir) . Aksi takdirde mutlak hüviyet sahibi olamaz. O halde o “Ahad” dır ve ahadiyet, vahidiyeti gerektir-mektedir. Bütün kemallere sahip mutlak hüviyet, kaynağı mahiyete dönen bütün noksanlıklardan beri olduğundan, o Zat-ı Mukaddes (aynı zamanda) “Samed”dir, yani hiçbir şeye muhtaç değildir. Mutlak hüvi-yet olduğu için de O’ndan hiç bir şey doğup ayrılmamış, O da hiç bir şeyden kopup ayrılmış değildir. O her şeyin kaynağıdır. O bütün var-lıkların kendisine döneceği mercidir. Ama bu noksanlığı gerektiren bir ayrılma değildir. Mutlak hüviyetin aynı zamanda hiç bir dengi de yok-tur, çünkü salt kemalde tekrar söz konusu değildir. O halde bu müba-rek sure (İhlas suresi) fıtrî hükümlerdendir ve de Hak Teala’nın nispe-tini beyan etmektedir.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Üçüncü Makam: Ahiretin Fıtrî Olduğuna Dair

              Diriliş ve kıyamet gününün varlığı da insanın hamuruna katıştırılmış fıtrî hükümlerden biridir. Bu da geçen iki makamda olduğu gibi bir çok yollar ve çeşitli fıtratlarla ispat edilmektedir; ama biz bu makamda onların sadece bazılarına işaret edeceğiz.

              Bil ki bütün insanların üzerinde yaratıldığı ilahî fıtratlardan biri de “rahatlık” a duyulan aşk fıtratıdır. Eğer beşer türünün bütün medenilik, vahşilik, dindarlık ve lakaytlık dönemlerine başvurulacak ve alim, cahil, bayağı ve şerefli, bedevi ve şehirli bir kişiye “Bunca farklı ilgiler ve dağınık istekler nedendir, hayatta çekilen bunca zorluklar ve zahmetlerin amacı nedir?” diye sorulacak olursa tümü sözbirliği ederek apaçık fıtri bir dil ile, “Biz hepimiz kendi rahatımızı sağlamaya çalışı-yoruz” diyeceklerdir. Maksadın nihayeti, amacın sonu ve arzunun zir-vesi; mutlak rahatlık ve sıkıntısız bir istirahattır. Bu tür sıkıntısız ve cefasız bir rahatlık ve istirahat herkesin aşık olduğu bir şeydir. Ama herkes bu gözde sevgiliyi başka bir alanda varsaymakta ve de sevgilisi olduğunu zannettiği her şeye bağlanmaktadır. Oysa ki, bu dünyanın hiç bir yerinde böylesi bir mutlak rahatlık elde edilemez ve bu tür ce-fasız bir rahatlık burada kesinlikle mümkün değildir. Bu alemin bütün nimetleri, elde edilebilmeleri için sıkıntı ve zahmet çekilmesini gerek-tirir. Bu dünyanın bütün lezzetleri bütün dayanılmaz acılarla iç içedir. Dert, sıkıntı, zahmet, gam, hüzün ve keder bu alemi baştanbaşa ku-şatmış durumdadır.

              Bütün insanlık tarihi boyunca sıkıntıları rahatına denk ve nimeti çektiği azaba karşılık olan bir tek şahıs bulunamaz. Nerede kaldı ki halis rahatlık ve mutlak bir istirahat elde edilebilsin ... O halde insa-noğlunun bu sevgilisi, bu alemde elde edilemez. Bütün insanlık tarihi boyunca mevcut fiili bir sevgili olmadan, fıtrî, zatî ve fiili bir aşkın varlığı mümkün değildir.

              O halde tahakkuk ve varlık aleminde, rahatlığı zahmet ve sıkıntıyla iç içe olmayan bir alemin varlığı gereklidir. Bu alemde dertsiz ve zahmetsiz bir mutlak istirahat, hüzünsüz ve tasasız bir mutluluk olma-lıdır. O alem, Hakk’ın nimetler diyarı ve Zat-ı Mukaddes’in yücelik alemidir.

              Bu alemi her insanın fıtratında mevcut olan irade gücü ve özgürlük fıtratıyla ispat etmek mümkündür. Çünkü dünyadaki maddeler, dün-yanın durumları, izdihamları ve darlık ve sınırlılığı, insanın özgürlü-ğünü ve iradesini dizginlemekte ve sınırlamaktadır. O halde varlık alanında insanın iradesinin tam anlamıyla etkin olduğu ve içindeki maddelerin kendisine karşı koymadığı bir alem olmalıdır ve insan o alemde fıtratının gerektirdiği şekilde her istediğini yapabilsin ve her dilediğini yerine getirebilsin.
              O halde rahatlığı ve özgürlüğü sevme kanadı, Allah’ın değişmez fıtratı olarak insana bağışlanmış iki kanattır. İnsan onlar sayesinde yüce melekut alemine ve ilahî yakınlığa doğru uçmaktadır.

              Bu makamda, bu sayfalarla uyum içinde olmayan söylenecek başka şeyler de vardır. Nebilerin, resullerin gönderilmesi ve kitapların indi-rilmesini ispat eden diğer bir takım fıtratlar daha vardır. Hatta bu zik-redilen fıtratlardan her biri ile bütün marifetleri ispat etmek de müm-kündür. Ama biz amacımızdan uzaklaşmamak ve de hadisle uyuşma-yan yorumlara girmemek için bu kadarıyla yetiniyoruz.

              Buraya kadar anlaşıldığı üzere ilk varlık olan Allah, kemalleri, birliği ve ahiret hakkındaki ilim, fıtrî hükümlerdendir. . Hamd Allah’a mahsustur.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                Onikinci Hadis: Tefekkür

                بسندي المتّصل إلي محمّد بن يعقوب –رضوان الله عليه- عن عليّ بن ابراهيم، عن أبيه، عن النَّوفلي، عن السكوني، عن أبي عبد الله عليه السّلام قال: كان امير المؤمنين عليه السّلام يقول: نَبَّهْ بِالتَفَكُّرِ قَلْبَكَ وَجافِ عَنِ اللَّيْلِ جَنْبَكَ وَاثَّقِ اللهَ رَبَّكَ.

                “Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Emiru’l Müminin (a.s) şöyle buyuruyordu: “Gönlünü tefekkürle uyar, geceleri uyanıp (ibadet için) yatağından kalk ve Rabbin olan Allah’tan kork.”

                Şerh


                Hadisin metninde geçen “kane yekulu” ifadesi “kale” veya “yekulu” ifadesinden ayrı bir anlam içermektedir. Zira “kane yekulu” ifadesinden devam ve süreklilik anlaşılmaktadır. Dolayısıyla anlaşıldığı üzere İmam Sadık (a.s) bu sözü sürekli söylemiştir.

                Hakeza hadisin metninde geçen “tenbih” kelimesi de gafletten ve uykudan uyandırmaktır. Burada her iki anlam da uygun düşmektedir; çünkü kalpler tefekkür etmeden önce gaflet ve uyku halindedir ve dü-şünmekle gafletten çıkıp uykudan uyandırılmaktadır. Beden mülkü ve nefsin melekutu, uyku ve uyanıklık ile gaflet ve akıllılık konusunda farklılık içindedirler. . Zahirî göz ve mülk boyutu uyanıkken, batınî gözün ve basiretin derin bir uykuda olması ve nefs melekutunun gaflet ve bilinçsizlik durumunda bulunması mümkündür.

                “Tefekkür” de insanın aklını çalıştırmasıdır. Bilinen şeyleri zihninde düzenleyip, onlar aracılığıyla bilinmeyen sonuçlara ulaşabilmektir ve bu, sâliklerin makamlarından biri olan tefekkürden daha genel bir anlam ifade etmektedir.

                Zira Hace Ensari tefekkürü şöyle tanımlamıştır: “Bil ki düşün-mek, istenilen bir hususun idrak edilmesi için, basiretin araştırmaya girişmesidir.” Kalplerin rağbet edip istediği şeyin “marifet” olduğu ise açıktır. Bu nedenle de hadiste sözü edilen tefekkürün kalplerle ve onların hayatıyla ilgili özel bir anlamı vardır.

                Kalbin ne olduğuyla ilgili olarak da pek çok görüş ve değerlendirme mevcuttur. Tabipler ve halk genelinin nazarında kalp, kasılıp gev-şemesiyle kanın damarlarda hareket etmesini sağlayan ve latif bir buhar olan hayvani ruhun üretildiği bir et parçasıdır. Filozoflar da kalbi, nefsin bazı makamları şeklinde tanımlarlar. İrfan ehli ise kalp için kimi makam ve mertebeler olduğunu söylemişlerdir ki onların terimlerinin derinliklerine dalmak görevimizin dışında kalmaktadır. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde de kalp Şii ve Sünni nezdinde yaygın olan bütün bu anlamlarda kullanılmıştır. Nitekim “Zira kalpler gırtlaklara dayanınca” ayetinde tabiplerin kullandığı anlamı; “Kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar” ayetinde filozofların kullandığı anlamı ve “Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır” ayetinde de ariflerin kullandığı anlamı ifade etmekte-dir. Tefekkürle ilgili hadis-i şerifteki kalp ise filozofların kullandığı anlamdadır. Çünkü ariflerin kastettiği anlamda bir kalbin tefekkürle, özellikle de terminolojistlerin de bildiği gibi bazı makamlarıyla bir ilgisi yoktur.

                “Geceleri uyanıp (ibadet için) yatağından kalk” ifadesine gelince… Hadisin metninde geçen “Cafi” kelimesi ve “baude” (uzaklaşmak, uzak durmak) anlamındadır. “Sihah” ta da yer aldığı üzere “ve cafahu enhu fetecafa cenbuhu ani’l firaş” ifadesi (yan tarafını yatağından kaldırdı, uyanıp yatağından kalktı) anlamındadır ve “mücafat” kelimesini geceye isnat etmek ise, isnatta mecazdır, veya geceyi döşek kıldığını iddia etmek veya kelime ve isnatta mecazı değil, hakikati ifade etmek-tedir. Dolayısıyla fark ciddiyet veya kullanım iradesi hususundadır. Nitekim mutlak mecazlar hususunda bu ihtimal verilmiştir. Fıkıh ve usul alimi büyük edebiyatçı Şeyh Muhammed Rıza İsfahani, “Celiyyet’ul-Hal” adlı kitabında detaylı bir şekilde incelemede bu-lunmuştur. Özetle ibadet için geceleri yatağından kalkmaktan kinaye-dir.

                Bundan sonra da inşallah takva ve mertebeleri açıklanacaktır. Şimdi birkaç bölüm halinde bu hadisin münasebetlerini açıklamaya çalışa-cağız.


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  1. Bölüm: Tefekkürün Faziletine Dair

                  Bil ki düşünmenin pek çok fazileti vardır. Düşünmek; marifet kapı-larının anahtarı, kemaller ve ilimler hazinesinin kilidi ve insanlık sey-rinin kesin gereğinin bir öncülüdür. Tefekkür Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde övülmüş, terk edenler ise şiddetle kınanıp reddedilmiştir.

                  Kafi’de senedi Hz. Sadık’a (a.s) ulaşan bir rivayette şöyle yer al-mıştır: “İbadetin en faziletlisi Allah’ı ve O’nun kudretini düşünmektir.”

                  Başka bir hadiste de bir saatlik tefekkür, bir gecelik ibadetten üstün sayılmıştır. Peygamber’in (s.a.a) bir hadisinde ise, “Bir saatlik dü-şünmenin, bir senelik ibadetten daha hayırlı olduğu” belirtilmiştir. Başka bir hadiste de “Bir saatlik düşünme, altmış yıllık ibadetten üs-tündür” buyurulmuştur. Bir diğer hadiste “yetmiş yıl” ve bazı fıkıh ve hadis alimlerinden ise“bin yıl” şeklinde rivayet edilmiştir.

                  Her halükarda düşünmenin pek çok derece ve mertebeleri vardır ve her mertebenin de bir sonuç veya sonuçları vardır ki biz bunlardan bir kısmını zikredeceğiz.
                  Birincisi Hakk’ı ve O’nun isim, sıfat ve kemallerini düşünmektir. Bunun sonucu ise, Hakk’ın varlığı ve tecelli çeşitleri ilmine ermektir ve bundan da özdekler ve nesneler hakkındaki ilim vücuda gelmektedir. Bu düşünmenin en faziletli mertebesi, ilim mertebelerinin en yücesi ve bürhan mertebelerinin en sağlamıdır. Zira nedenin zatına bakmak ve mutlak neden üzerinde düşünmek, O’nun ve sonuçları hakkında ilim elde etmeyi sağlar. Bu, sıddıkların kalb tecellilerinin resmidir ve bu nedenle de ona “burhan-ı sıddıkin” (sıddıkların kanıtı) denilmektedir. Zira sıddıklar, zatı müşahede, ederek isim ve sıfatların müşahedesine ererler ve isimler aynasında eşyanın hakikatini müşahede ederler. Bu tür kanıta burhan-ı sıddıkin (sıddıkların kanıtı) dememizin sebebi, şudur: Eğer bir sıddık müşahede ettiği şeyleri kanıt haline getirecek ve zevk ve şuhud olarak bulduklarını terim kalıbına dönüştürecek olursa böyle olur. Yoksa bu, her kimin bu kanıtla zat ve tecellileri hakkında ilim elde ettiği takdirde sıddıklardan olduğu anlamında değildir. Hake-za sıddıkların marifetinin özel kanıtlar türünden olduğunu da ifade etmez. Onların ilimleri bu tefekkür türünden değildir ve onların müşahedelerinin kanıt ve öncülleriyle de bir benzerliği yoktur.

                  Zira kalp, kanıt örtüsünde olduğu müddetçe, attığı adım da tefekkür adımı-dır ve de sıddıkların ilk mertebesine bile ulaşamamıştır. İlim ve kanıt-ların kalın perdelerinden kurtulduğu, tefekkür ve kanıttan, hatta her-hangi bir varlıktan uzak olduğu zaman, işin sonunda ve sülûkun niha-yetinde, mutlak güzelin güzelliğini müşahede eder, daimi lezzete erer, dünyadan ve içindekilerden kurtulur ve tümel fena sayesinde o yüce örtüsünün altında bekaya erer, kendisinden hiç bir isim ve resim kal-maz ve Hak Teala’nın inayetine mazhar olarak vücut kapasitesi mikta-rınca varlık memleketlerine döndürülmediği müddetçe mutlak meçhul olarak kalır. Bu dönüşte celal ve cemalin nurlarını keşfeder, nesnelerin sülûk keyfiyeti ve zahire dönüş niteliği kalbine keşf olur. Böylece, nü-büvvet elbisesini giyinir. Nebiler ile resuller arasındaki fark bu ma-kamda belirginlik kazanır. Bu makamda onlar için risaletinin, kendile-rini gönderenin ve kendilerine gönderildikleri kimselerin çerçevesinin genişlik ve darlık miktarı açığa çıkar. Ama bu hususun ayrıntısına girmek, konumuzun dışında kalmaktadır. Dolayısıyla bundan ve sıddıkların kanıtından da sarf-ı nazar ediyoruz. Çünkü bunları anlat-mak, sözün uzamasına yol açacak bir takım önbilgileri gerektirmekte-dir.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    Tamamlama: Hakk’ın Zatı Hususunda Yasak ve Caiz Olan Te-fekkürün Beyanı Hakkında

                    Bilmek gerekir ki, “Allah’ın zat, isim ve sıfatları hakkında tefekkür etmek” hakkındaki sözümüze, bazı cahil kimselerin Allah’ın zatını düşünmenin rivayetlerce yasaklandığını belirterek karşı çıkması ve o yasak olan durumun, rivayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla Allah’ın zatının hakikati ve niteliği hakkında tefekkür etmekten ibaret olduğunu bilmemesi mümkündür. Nitekim bazı ehil olmayan kimseleri çok ince öncülleri olan öğretilerden de sakındırmışlardır. Nitekim hikmet sahipleri de bu iki makamda söz birliği etmişlerdir. Allah’ın zatının künhüne/hakikatine erişilemeyeceği konusu kitaplarında delilleriyle ispat edilmiştir. Bu konuda tefekkürün yasak olduğu da herkes tara-fından kesin bir kabul görmüştür. Bu ilimleri; giriş izni ve ehli olmayan kimselere öğretmenin yasaklanışı hikmet sahiplerinin kitaplarında zikredilmiş, kitaplarının baş veya son bölümlerindeki tavsiyelerinde açıkça yazılmıştır. Nitekim İslam’ın iki büyük bilgin ve filozofu, Şeyh Ebu Ali Sina “İşarat’ın” sonunda ve Sadru’l Müteellihin “Esfar’ın” başında bu hususta belirgin tavsiyelerde bulunmuşlardır.

                    Allah’ın varlığını ve birliğini ispat ve O’nu tenzih ve takdis etmek maksadıyla Zat-ı İlahî’ye teveccüh ise peygamberlerin gönderiliş amacı ve ariflerin hedefi olup Kur’an ve hadisler de, Mukaddes Zat’ın isimler, sıfatlar, kemaller ve zatı hakkındaki ilimlerle doludur. Filozof ve mütekellimlerin hiçbir kitabı, Allah’ın yüce kitabı ile Usul-i Kafi ve Tevhid-i Şeyh Seduk gibi muteber kitaplar kadar Allah’ın zat, isim ve sıfatlarını ispat etmeye gayret göstermemişlerdir. Peygamberlerden menkul sözler ile filozofların kitapları arasında bu açıdan mevcut fark-lılık ise, anlamda değil; sadece terimlerde ve ifadelerin kısalık ve uzunluğundadır.

                    Asıl musibet ise son yüzyılda ilim kisvesine bürünmüş kimi cahil-lerin görmeden, ölçüp biçmeden, Kitap ve sünnetten habersizce salt cehaletlerini yaratılış ve ahiret hakkındaki ilmin batıl olduğuna delil saymaları, pazarlarını genişletmek amacıyla enbiya ve evliyanın nihai gayesi olan ve Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beyt’in rivayetlerinin kendisiyle dolup taştığı marifet alanına uzanmayı haram saymaları ve bu alanda çaba harcayanlara ağızlarına geleni söylemeleri, Allah’ın kullarının kalplerini yaratılış ve ahiret ilminden uzaklaştırmaları ve bu yolla Müslümanların söz ve birliklerini bozmalarıdır. Eğer kendilerine bunun sebebi sorulursa “Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmeyin” hadisini delil gösterirler. Oysa bu cahiller iki açıdan cehalet ve yanılgı içindedir-ler.

                    Birincisi, filozofların Allah’ın zatı hakkında düşündüklerini sanma-larıdır. Oysa filozoflar Allah’ın zatı hakkında düşünmenin ve hakika-tine ermenin imkansız olduğunu ifade etmişlerdir. Bu aynı zamanda felsefede kanıtlarla da ispatlanmış bir konudur.

                    İkincisi de, söz konusu hadisin anlamını kavrayamamış olmaları ve bu hadisin, “Allah’ın mukaddes zatının ismini bile anmamak” anlamına geldiğini sanmalarıdır.
                    Şimdi biz bazı rivayetlere bir göz atacak, naçiz görüşümüzce bu ri-vayetlerin ortak noktasını bulmaya çalışacak ve de bu konuda insafı hakem kılacağız. Gerçi bu, bizim hadis şerhimizin ve verdiğimiz sözün bir oranda kapsamı dışına çıkmak olacaktır, ama bu husustaki kuşku ve yanlış anlayışın ortadan kalkması için bunun yapılması belki de zorun-luluk arz etmektedir.

                    Kafi kendi senediyle Ebu Basir’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah hakkında değil, Allah’ın yarat-tıkları hakkında konuşun. Çünkü Allah hakkında konuşmak, konuşanın hayretini artırmaktan başka bir şey sağlamaz.”

                    Bu hadis, sebeb olarak söylediği cümlesiyle de Allah’ın zatının ni-teliğini ve hakikatini araştırmayı engellemektedir. Aksi takdirde Al-lah’ı, O’nun kemalatını, tevhidi ve Allah’ın münezzeh olduğunu dü-şünmek insanın hayret ve şaşkınlığını asla artırmaz. Belki de bu ma-kamlarda tefekkürde bulununca şaşkınlıkları artan kimseleri sakındır-maktadır.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      Merhum hadis alimi Meclisi de yakın gördüğümüz bu iki ihtimali anmış ve ilkinin daha doğru olabileceğini buyurmuştur.

                      Başka bir rivayette ise Harir’den nakledildiği üzere şöyle buyurulmuştur: “Her şeyi konuşun, ama Allah’ın zatı hakkında ko-nuşmayın.”
                      Buna benzer ifadeler ihtiva eden başka hadisler de vardır ki tümü-nün burada zikri zaruri değildir.

                      Kafi’de yer aldığına göre Ebi Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Al-lah’ı düşünmekten sakının, ama eğer azametini görmek istiyorsanız, yaratışının azametine bakın.”
                      Bu rivayette de kendisinden sakındırılan şeyin, Allah’ın zatının künhü/hakikati hakkında düşünmek olduğunu göstermektedir. Çünkü hadisin sonunda “Eğer Allah’ın azametini görmek istiyorsanız, yaratı-şının azametine bakınız” buyurulmuştur. Bu sadece bir örnektir ve de marifet yolları ve yaratılış hakkında marifetler edinmek isteyen kimse-ler hakkındadır.

                      Görüldüğü gibi tefekkür ve konuşmayı yasaklayan bu ve benzeri hadislerin tümü bizim söylemek istediklerimizi desteklemektedir. Ama maksadı daha da açık hale getireni, Kafi’nin tefekkür bölümünde kendi senediyle Ebi Abdillah’dan (a.s) naklettiği şu hadis-i şeriftir.

                      “İbadetlerin en faziletlisi sürekli Allah’ı ve O’nun kudretini dü-şünmektir.” O halde, Hakkı ve O’nun zatının ispatını, kudretini ve diğer isim ve sıfatlarını düşünmek, yasak oluşu şöyle dursun, aynı za-manda ibadetlerin de en faziletlisidir.

                      Ayrıca Kafi’de yer alan bir diğer hadis-i şerifte de şöyle yer almış-tır: “Ali b. Hüseyin’e tevhid hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: “Allah (c. c) ahir zamanda (ilimde) derinleşenlerin olacağını bildi-ğinden “Deki: Allah tektir” ayeti ile Hadid suresinin “O kalplerin özündekini bilir” ayetine kadarki ayetleri indirdi. Kim bundan fazla-sını araştırıp bulmak isterse helak olur.”

                      O halde, Hakk’ın tevhid ve tenzihi ile varlıkların yaratılışı ve geriye dönüşüyle ilgili olan bu ayetlerin ilimde derinleşenler ve dakik fi-kirlerin sahibi kimseler için nazil olduğu anlaşılmaktadır. Peki buna rağmen Hak Teala hakkında düşünmenin haram olduğu söylenebilir mi? Acaba hangi arif ve filozof “Hadid” suresinin başlangıcında yer alan marifetlerden fazlasını sunabilmiştir? Marifetlerinin sonucu sadece “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih eder.” ger-çeğine ulaşmaktır. Acaba, “O ilktir, sondur, zahirdir, batındır, ve her şeyi bilendir O” ayetinden daha iyi bir şekilde Hakk Teala ve mukaddes zatının tecellileri hakkında daha iyi bir beyana sahip olan kimdir?

                      Dostun canına yemin olsun ki, eğer Allah’ın yüce kitabının hakka-niyetini göstermek için sadece bu ayet nazil olmuş olsaydı, yine de gönül ehli için kafi gelirdi. Resul-i Ekrem ve Masum İmamlar’ın hutbe, eser ve rivayetlerine bakın da hangi filozof ve arifin düşünülmesi mümkün olan marifet hedeflerini onlar kadar açıklayabildiğine bir ba-kın! Onların bütün sözleri, her kesimin kendi anlayışı oranında istifade edebileceği tarzda, Hakk’ın nitelendirilmesi ve Zat-ı Mukaddes’in zat ve sıfatlarının delilleriyle dopdoludur.

                      O halde bu rivayetler zatın künhü ve niteliği hakkındaki düşünme-nin yasak olduğunu göstermektedir. Nitekim Kafi’de yer alan bir ha-diste de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın nasıl olduğuna bakan kimse helak olur.” Bu konuda tefekkürü yasaklayan veya emreden hadislerin arasını bulmak istersek; kalpleri kanıt duymaya dayanamayan ve bu tür konulara girme ehliyetine sahip bulunmayan kişileri bundan sakındırdığını söylememiz gerekir. Bunun kanıtı da bizzat rivayetlerde yer alan bilgilerdir. Ama bu işin ehli olanlar için bu tefekkür, bütün ibadetlerden daha hayırlı ve daha tercihe şayandır.

                      Gerçi, konumuzdan epey uzaklaşmış olduk. Ama son zamanlarda dillere düşen bozuk düşünceleri ve Hakk’ın razı olmadığı iftiraları bertaraf etmek için başka çıkar yol yoktu. Belki bu sözler en azından bazı kalpleri etkiler ve eğer bir kalbi bile etkileyecek olursa, bu bana yeter. Hamd Allah’a mahsustur ve şikayetler O’na söylenir.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        2. Bölüm: Yaratıklar Hakkında Düşünmeye Dair

                        Düşünmenin bir diğer derecesi de insan takatinin elverdiği oranda yaratılmışları ve yaratılışın sağlamlığını, zarafet ve inceliğini düşün-mektir. Bunun sonucu da kamil yaratıcı ve hikmet üzere vücuda geti-rici olan Allah hakkında ilim elde etmektir. Ama bu, sıddıkların kanı-tının tam tersi bir durumdur. Çünkü o makamda kanıtın başı ismi yüce Hak Teala idi ve ondan yola çıkılarak tecelliler, mazharlar ve ayetlerin ilmi elde edilmekteydi. Oysa bu makamda delilin başlangıcı yaratık-lardır. Bundan da ilk varlık olan Allah hakkında ilim elde edilmektedir. Bu kanıt insanların geneli içindir ve onların, sıddıkların kanıtından bir nasibi yoktur. Bu yüzden bir çoğunun; Hakk’a bakmanın, O’nun hakkındaki ilmin başlangıcı olduğunu ve ilk varlık olan Allah hakkın-daki ilmin de yaratıklar hakkındaki ilme neden olduğunu inkar etmesi mümkündür.
                        Özetle yaratılış aleminin zarif ve dakik durumunu düşünmek, yararlı bir ilim, kalbin faziletli bir ameli ve ibadetlerin en faziletlisidir. Çünkü bu durumun sonucu, sonuçların en şereflisidir. Gerçi bütün ibadetlerin aslî sonucu ve gerçek sırrı marifetin elde edilmesidir. Bunun ehli olanlar vardır ve onlar için her ibadet, müşahede etmenin tohumudur.

                        Her şeye rağmen, yaratılışın zarafet ve inceliğini hakiki anlamda idrak etmek insanlık için henüz mümkün olmamıştır. Asırlar boyunca insanların elde ettikleri ilim, en ufak bir yaratığın yaratılış zarafetini ve dakikliğini bile tam anlamıyla kavramaktan acizken, nasıl olur da kendi nakıs fikirleriyle bütün yaratılmışlar aleminin güzelliklerini tam an-lamıyla idrak edebilirler?

                        Şimdi de dikkatinizi nispeten kavranabilir ve duyumsanır bir yaratı-lış inceliğine çekmek istiyoruz. Artık bu özetten, ayrıntıyı sen kendin oku.

                        Ey aziz! Güneş ile dünya arasındaki şu orantıya, aralarındaki belirli mesafeye ve dünyanın bu kendine özgü, ekseni etrafında ve güneşin çevresinde belirli bir ölçü dahilinde, geceyle gündüzü ve mevsimleri meydana getirecek tarzda dönmesine bak ve düşün. Bu ne mükemmel sanatkarlık ve hikmettir ki eğer dünya güneşe biraz daha yakın veya daha uzak olsa, birinci durumda sıcaklığın ve ikinci durumda soğuğun şiddetinden yeryüzünde ne maden ne bitki ve ne de her hangi bir canlı var olabilirdi. Eğer aynı oranda hareketsiz olsaydı ne gece ile gündüz ve ne de mevsimler oluşabilirdi. Dünyanın büyük bir kesimi veya ta-mamı yaşamaya elverişli olmayan bir durumda olurdu. Bununla ye-tinmemiş, yer yüzünün güneşten uzaklığı kuzey taraflarında gerçek-leşmiştir ki sıcaklık fazlalaşmasın, varlıklara bir zarar gelmesin. Yer-yüzündeki varlıkların gelişiminde etkisi olan ay da hareket halinde yeryüzünden farklı yöndedir. Örneğin güneş kuzeydeyken ay güney bölgesindedir veya bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Yani güneş güneydeyken ay kuzey tarafındadır. Bu da yeryüzü yaşayanları-nın onlardan daha iyi istifade etmesi içindir. Bunlar zaruri duyumsanır işlerdendir. Bunun inceliklerini bilmek, ilmî her şeyi ihata etmiş olan Allah’tan başka hiçbir varlık için mümkün değildir.
                        Niçin bu kadar uzağa gittik? Eğer insan ilmî ve kapasitesi miktarın-ca kendi yaratılışı hakkında, öncelikle hissedilir varlıklar esasınca ya-ratılmış olan zahirî duyu organları üzerinde tefekkür edecek olursa, bu alemde duyulur varlıkların her birisi için yaratılmış olan duyu organla-rının akılları şaşkınlığa düşürecek bir düzen içinde yaratıldığını ve de zahirî duyu organlarıyla derk edilemeyen manevi işler için de onları derk edecek batini duyu organlarının var edildiğini anlayacaktır.

                        İnsan elinin ulaşmaktan aciz kaldığı ruh ilmî ve ruhani kuvvetler bir yana, sen şu beden ilmini, anatomi ilmini, bedenin doğal yapısını ve zahirî ve batini organlardan her birinin özelliklerini göz önüne getirip düşün. Ne kadar ilginç bir düzen ve esas üzere yaratılmış olduğunu gör. İnsanlık binlerce yıllık ilmî çaba ve birikimine rağmen bu bedenin binde birinin ilmine erişememiş ve bu işin erbabı alimler bu muazzam yapı ve sistem karşısında aciz kaldıklarını açık bir dille ilan etmişlerdir. Oysa insan bedeni, bütün diğer dünya varlıkları arasında naçiz bir yapı arz etmekte ve diğer dünya ile bütün içindekiler, güneş sistemi karşısında bir hiç durumunda bulunmaktadır. Bizim güneş sistemimiz de diğer güneş sistemleri arasında naçiz bir konuma sahiptir. Bütün bu tikel ve tümel sistemler, muazzam bir uyum ve düzen içinde bina edilmiştir; öyle ki bir tek zerresine dahi hiç kimse itiraz edemez ve bütün insanların aklı onun bir tek inceliğini dahi kavramaktan aciz kalır.

                        Acaba bütün bunlara rağmen aklınız, bu muazzam yapının ve bu dakik ve birbiriyle orantılı sistemler bütününün, başka hiç bir varlığa benzemeyen hikmet, kudret ve ilim sahibi Allah tarafından hikmete dayalı sağlam ve düzen üzere yaratıldığı hususunda başka bir delile ih-tiyaç duymakta mıdır?

                        “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tan mı şüphe ediyorsunuz?”

                        İnsanların aklının, genelini kavramaktan aciz kaldığı bunca muaz-zam sanatkarlık, boş yere kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Hakkı görmeyen ve varlıklar arasında güzel olanın güzelliliğini müşahede edemeyen gönül gözü kör olsun! Bunca ayet ve eserlere rağmen hala şüphe ve tereddüt içinde bulunanlar yok olsun! Ama kuruntulara yaka-lanmış biçare insanın elinden ne gelir?

                        Siz tutup elinizdeki tesbihin bile kendiliğinden düzenlendiğini ve onu hiç kimsenin bu şekilde dizmediğini iddia etseniz, herkes sizin ak-lınıza güler. Peki tutup bir saatin sahip olduğu düzen için de aynı iddi-ayı tekrarlarsanız, hâliniz nice olur acaba? Alemin bütün akıllıları sizi delilikle itham etmez mi? Acaba bu sınırlı sistem ve düzeni bile illet ve sebepten arındıran bir kimsenin deli sayılması ve akıllıların sahip olduğu haklardan yoksun bırakılması gerekmez mi?

                        Peki o halde alemin nizamı bir yana, şu insanı ve insanın bedeninin kendiliğinden var olduğunu iddia eden kimseye ne demeli? Onu da akıllılardan mı saymalı? Peki ama hangi akılsız, bu akılsızdan daha akılsızdır? “Kahrolası insanı küfre sürükleyen nedir?”

                        İlimle diri olmayan ve kendi delalet denizinde boğulan insan kahrolsun.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          3. Bölüm: Nefsin Hallerini Düşünmeye Dair

                          Düşünmenin derecelerinden biri de, nefsin hallerini düşünmektir ve bundan pek çok neticeler ve sayısız marifetler ortaya çıkmaktadır. Biz burada iki neticesi üzerinde duracağız: Birincisi ahiret ilmî, ikincisi peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların nüzulü, yani genel nübüvvet ve hak şeriatlar ilmî.

                          Nefsin hallerinden biri, değerli filozofların çok önem vererek üze-rinde durdukları ve delillerle ispat ettikleri soyutluk halidir. Konumuz bu olmadığından burada nefsin soyut bir varlık olduğunu ispat etmeye çalışacak değiliz. Bu hususun sadece bir kaç kısa deliline değinip asıl konumuza döneceğiz.

                          Hekimler, anatomi bilginleri ve tecrübenin hükmüne göre, duyu or-ganlarının merkezi ve nefsin güçlerinin zuhur yeri olan beyinden tut, kaba ve pis organlarına kadar bedenin bütün organları, otuz veya otuz beş yaşından sonra yavaş yavaş zayıflayıp gevşemektedir. Bizler de bunu tecrübeyle yaşıyor ve bütün kuvvelerin yavaş yavaş zayıfladığını görüyoruz. Oysa bedenin zayıflamasının tersine; ruhsal ve aklî durum otuz veya kırk yaşından sonra daha da mükemmelleşmekte ve bir geli-şim seyrine girmektedir. Buradan yola çıkarak, idrak ve akıl kuvvesinin cismani bir kuvve olmadığı anlaşılır. Eğer cismani olsaydı, bedenin sair unsurları gibi gün geçtikçe onun da güç kaybetmesi gerekirdi. Ayrıca bu kuvvenin aklın çok fazla işlemesinden ve elde edilen tecrübeden güçlendiği de söylenemez; çünkü bütün bedensel unsurlar, çalıştıkları oranda güçleşip gelişmez, aksine yıpranıp güç yitirirler. O halde akıl ve idrak yetisinin gün geçtikçe güçlenmesi onun cismani bir şey olmamasından ileri gelmektedir.

                          Aklın azaldığı bunama halini delil göstererek buna karşı çıkmak yersiz bir durumdur. Zira birinci olarak, hiç bir beden unsuru bunaklığa doğru giderken güçlenme halinde değildir ki “aklî idrak mahalli olan filan yer, bunaklık yaşına kadar güçlenmeye devam etti; ama ne zaman yer zayıf düşünce, akıl ve düşünme gücü de zayıfladı" denilsin. İkinci olarak, bunaklık çağındaki zayıflık, cisme girmiş veya cismani güçlere muhtaç kuvvelerden bir olan fikir ile ilgilidir. Salt duyu organları ve alçak veya üstün melekeler, ortaya çıkarılış veya çıkışları her ne kadar az da olsa, o zamanda eskisinden daha güçlüdür. Özetle iddiamızı ispat için idrak gücünün kırk elli yaşlardaki gücü yeterlidir.
                          Daha sonra güç yitirmesi ise, nefsin kendini beden mülkünden uzaklaştırmaya başlaması ve güçlerinin zatın batınına yönelişi yüzün-dendir. Hangi güç cismani aleme daha yakınsa, o güç daha çabuk gev-şemekte, hangisi cismaniliğe daha uzaksa daha geç zayıflamaktadır.

                          Tecerrüt (soyutluk) ve melekut alemine mensup güçler gün geçtikçe güçlenir, gücünü artırır ve bu da nefsin, cisim ve cismani olmamasının delilidir.

                          Nefsin özellik, eser ve fiilleri, cisimlerin mutlak özellik, eser ve fi-illeriyle çelişiktir. Bu da nefsin cisim olmamasının delilidir. Mesela biz zorunlu olarak bir cismin birden fazla şekil kabul etmediğini ve dolayısıyla bir cismin herhangi bir şekle girmek istediğinde önceki şeklinden çıkması gerektiğini biliyoruz. Mesela bir kağıdın üstüne bir resim çizilirse o resmin bulunduğu yere eskisi tamamen silinmeden yeni bir resim yapılamaz. Aklen bu durum bütün cisimler için kesin bir şekilde geçerlidir. Oysa nefs, sahip olduğu suretten başkasını ve zıddını, daha önceki suretini kaybetmesine gerek olmadan üstlenebilir.

                          Her cisim sonlu suretlere sahip iken, nefis sonsuz suretlere sahiptir ve bu yüzden nefis sonsuz şeylere hükmeder.
                          Ayrıca kendisinden bir suret ayrılan her cisim, ayrılığa neden olan sebep geri dönmedikçe yeniden o surete sahip olamaz, oysa nefisten ayrılan suret herhangi bir dış sebebe bağlı olmaksızın yeniden geri dö-nebilir.





                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            O halde anlaşıldığı üzere nefis, bütün özellikler ve fiilleriyle cisim-den ayrı ve ona zıttır. Dolayısıyla nefis soyuttur, cisim ve cismanilikten uzaktır. Soyut şeyler kendi yerinde ispat edildiği üzere asla bozulmaz. Çünkü bozulma, bozulmayı kabul edecek bir maddeyi gerektirir, ama soyut varlıkların böyle bir maddesi yoktur. Zira bozulmayı kabullenecek madde cisimlerin gereklerindendir. O halde soyut şeyle-rin bozulması mümkün değildir.

                            Bütün bunlardan da anlaşıldığı üzere bedenin harap olmasıyla ve bedenden ayrılmakla nefs, fasit ve harap olmaz. Başka bir alemde var-lığını sürdürür. Nefs için yokluk söz konusu değildir. Bu durum Al-lah’ın iradesiyle yeniden bedenlere dönünceye kadar nefislerin kıyamet öncesindeki ruhani dönüşüdür. Biz şu anda mutlak inkarcı karşısında ahireti mutlak/salt bir şekilde ispat etmek durumdayız ve bu ön-cekilerden de konu açıklığa kavuşmuş oldu.

                            Bilmek gerekir ki nefis için sağlık ve hastalık, salah ve fesat, mut-luluk ve mutsuzluk söz konusudur; ama bu durumların nitelik ve nice-liğini Hak Teala’dan başkası bilemez. Sistemlerin en güzeli olan en kamil sistem gereğince mutlak hikmet sahibi ve bütün işleri bilen Allah-u Teala’nın mutluluk ve mutsuzluk yollarını açıklamak, doğru ve yanlış yolu göstermek ve nefislerin tedavi yollarını bildirmek hususunda her hangi bir ihmalkarlık etmesi mümkün değildir. Zira bu konuda bir ihmalkarlık; ilim veya kudrette bir eksikliğin ya da cimrilik ve yersiz zulmün göstergesidir. İlk varlık olan Allah bu tür şeylerden münezzehtir ve Allah mutlak kemal ve feyiz sahibidir. Hidayet ve şekaveti göstermek hususunda bir ihmalkarlık içinde olmak hikmet sahibi olmaya bütünüyle aykırıdır ve de alemdeki kamil düzen ile uyumsuzluk sergilemektedir. Dolayısıyla en kamil sistemde mutluluk ve mutsuzluk yollarının gösterilmiş olması gerekir. Bu açıklamadan iki sonuç ortaya çıkmaktadır. Birincisi nefsani hastalıkları tedavi eden şeriatın sadece Allah tarafından olduğudur ve ikincisi de Hak Tea-la’nın bu şeriatı mutlaka ilan etmiş olması gerektiğidir. Akıl sahiplerinin derkinden aciz kaldığı ve de mülk ve melekut ilişkisi ile mülkî su-retlerin nefis batını üzerindeki etkisini hiç kimse bilmediğinden dolayı, böylesine büyük bir hedef ve bu kadar incelikli kamil bir ilim sadece vahy ve ilham yoluyla bildirilmiş olmalıdır. Yani bunu Hak Teala’nın bildirmesi gerekir. Şüphesiz bütün insanlar bu makama layık değildir ve bu görevi yerine getiremezler. Böylesine bir göreve layık olan ve böylesine büyük bir hedefi gerçekleştirebilecek olan insanlar her kaç asırda bir ortaya çıkmaktadır. Hak Teala insanlara mutluluk ve mutsuzluk yollarını göstermek ve kendi faydalarından haberdar kılmak için bu kimseleri görevlendirmektedir. İşte bu, genel peygamberlikten ibarettir.

                            Söz buraya gelmişken, benim açımdan apaçık olan başka bir hususa değinmek istiyorum, o da şudur:
                            İnsanlar arasında Hak Teala’dan gelen bir şeriatın varolması gerek-tiğini anladıktan sonra, aralarında uygulanan şeriatlere baktığımızda başlıca Yahudi şeriatı, Hıristiyan şeriatı ve İslam şeriatı olmak üzere üç şeriatın varlığını görmekteyiz. İslam şeriatının birincisi hak inançlar, ilahî öğretiler, Hakk’ın nitelendirilmesi ve tenzihi, ahiret, ahiretin niteliği, meleklerin varlığını kabullenmek ve peygamberlerin nitelen-dirilmesi ve tenzihi; ikincisi övülmüş özellikler, nefis ıslahı ve üstün ahlak ve üçüncüsü de bireysel, toplumsal, siyasal ve medeni ameller olmak üzere üç önemli esas bakımından diğer şeriatlardan daha mü-kemmel olduğunu görürüz. Her insaflı kimse bakacak olursa diğer şe-riatların İslam ile mukayese bile edilemeyeceğini anlar. Bütün insanlık tarihi boyunca, bütün dünyevi ve uhrevi aşamalarda İslam şeriatından daha mükemmel ve bütüncül başka bir kanun var olmamıştır ve bu da, İslam’ın hakkaniyetinin en büyük delillerinden biridir.

                            Genel nübüvvetin ve Allah-u Teala’nın insanlık için şeriat gönder-diğinin, onlara hidayet yolunu gösterdiğinin ve belirli bir düzen yasa-dığının ispatlanmasından sonra, artık insanlığın bütün dönemlerde ih-tiyaç duyduğu hak öğretiler ve nefsani melekelerden; şahsi ve türsel görevler ile ferdi ve toplumsal sorumluluklara kadar her alanda İslam dininin hakkaniyetini ispatlamak için bizzat İslam’a bakmaktan, İslam ile diğer yasaları mukayese etmekten başka bir şeye ihtiyaç söz konusu değildir. Bir hadis-i şerifte aynı anlam ifade edilerek şöyle buyurulmaktadır: “İslam üstündür, İslam’a üstün gelinemez.” Zira insan aklı ne oranda ilerlerse ilerlesin ve idraki ne kadar güçlenirse güçlensin, İslam’ın delil ve esaslarına baktığında, İslam’ın hidayet nuru önünde tevazuyla eğilecek ve İslam’dan daha sağlam bir hüccet bu-lamayacaktır.

                            Özetle; son Peygamber’in nübüvvetini şu delille ispat edebiliriz ki kainatın mükemmel yaratılışı ve güzel uyumu, bizi onun ilmî bütün incelikleri ve yücelikleri ihata eden bir düzenleyicisi bulunduğuna yö-nelttiği gibi; şu dünyevi ve uhrevi toplumsal ve bireysel, maddi ve manevi bütün ihtiyaçlara cevap teşkil eden mükemmel bir şeriatın güçlü hükümleri de bizi onun bir düzenleyicisinin bulunduğuna ve bu düzenleyicinin insanlık ailesinin bütün ihtiyaçlarını bilen biri olduğuna yöneltmekte ve aklın icabı olarak, kemal ve marifetten uzak bir bölgede yaşayan ve tarihçilerce okuma yazma bilmediği açık bir şe-kilde ifade edilen birinin (Hz. Peygamber’in) böyle mükemmel bir ni-zamı meydana getiremeyeceği apaçık bir husus olduğundan, zorunlu olarak bu şeriatın tabiat ötesi alemden gayb yoluyla geldiğini ve vahiy yoluyla o yüce zata (Peygamber’e) iletildiğini kabul etmemizi gerek-tirmektedir. Bu kanıtın açıklığı sebebiyle Allah’a hamdolsun.

                            Bu bölümde mülk alemi hakkında düşünmenin ve neticesi züht olan tefekkürün bir diğer makamını da zikretmeyi düşünüyordum; ama söz uzayıp bir oranda konunun dışına taştığından bu kadarla yetiniyorum.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              4. Bölüm: Gece (İbadet İçin) Uyanmanın Faziletine Dair

                              Geriye “Geceleri uyanıp (ibadet için) yatağından kalk ve Rabbin olan Allah’tan kork” diye buyuran hadis-i şerifin iki cümlesini açık-lamak kaldı.

                              Cenab-ı Mevla Emiru’l Müminin’in bu mübarek sözünde kalbi amel, uyandırıcı düşünce ve Allah’tan korkmayı, geceleri ibadet için uyanıp yatağından kalkmakla birlikte zikretmiştir ki bu, gece ibadetinin fazilet ve öneminin açık bir delilidir. Nitekim hadis-i şeriflerde bu güzel amel çok övülmüş; hidayet imamları, büyük şeyhler ve yüce alimlerce bu amele büyük özen gösterilmiş ve ibadete bakmaksızın gecenin son kısmında uyanık kalmaya büyük bir önem atfetmişlerdir.

                              İmamiye’nin en büyük kitaplarından, mezhebin dayanağı ve ulema ile fakihlerin müracaat kitabı olan Vesail’uş-Şia’da bu ibadetin fazileti hakkında kırk bir hadis, terkinin mekruhiyeti hakkında da bir çok hadis mevcuttur. Ayrıca da yazar okuyucuya önceki ve sonraki kitaplara müracaat etmesini tavsiye etmiştir. Dua ve benzeri kitaplardaki ha-disler ise sayılamayacak kadar çoktur. Biz teberrük olarak burada sa-dece birkaç hadis zikretmekle yetineceğiz:

                              Kafi kendi senediyle Muaviye b. Ammar’ın şöyle dediğini nakledi-yor: “Hz. Sadık’ın şöyle buyurduğunu duydum: “Peygamber’in Ali’ye vasiyetinde şöyle bir ifade vardır: “Ey Ali! Sana bazı hasletleri vasiyet ediyorum, onları muhafaza et.” Sonra şöyle buyurdu: “Allahım! O’na yardım et” Daha sonra da şöyle buyurdu: “Gece namazını eda et, gece namazını eda et, gece namazını eda et.”

                              Hadisin başlangıcı ve sonundan da, konunun ne kadar önemli oldu-ğu anlaşılmaktadır.

                              el-Hisal’den kendi senediyle Ebi Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurdu-ğunu nakletmektedir: “Peygamber (s.a.a) Cebrail’e, “Bana öğütte bu-lun” deyince, Cebrail şöyle buyurdu: “Ey Muhammed, öleceğini bile-rek istediğin gibi yaşa, ayrılacağını bilerek istediğin şeyi sev, karşılığını göreceğini bilerek istediğin gibi amel et ve bil ki müminin şerefi gece ibadet için kalkmasıdır ve izzeti ise insanların elinde olan şeylerden uzak olmasıdır.”

                              Peygamber’e (s.a.a) verilen öğütten ve konunun özellikle zikredil-mesinden bu işin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. Eğer Cebra-il-i Emin bundan daha önemli bir şeyi bilecek olsaydı, öğüt sırasında mutlaka onu zikrederdi.

                              el-Mecalis, kendi senediyle İbn-i Abbas’ın (r.a) şöyle dediğini nak-lediyor: “Resulullah (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Bir er-kek veya kadın rızıklandıkları gece namazını eda etmek maksadıyla Allah rızası için kalkıp gönül huzuru içinde abdest alır ve halis bir niyet, salim bir kalp, huşu içinde bir beden ve yaşlı gözlerle aziz ve celil olan Allah için namaz kılarsa, sayılarını Allah-u Teala’dan başkasının bilemeyeceği kadar çok meleği, her safının başlangıcının doğuda, so-nunun ise batıda yer alacağı şekilde yedi saf halinde arkasında karar kılar. Namazı bitirince de Allah-u Teala kendisine bu meleklerin sayı-sınca derece yazar.”

                              Kafi, İlel’den naklen Enes’in şöyle dediğini naklediyor: “Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu işittim: “Benim açımdan gece yarısı kılınan iki rekat namaz, dünya ve içindekilerden daha sevim-lidir.” Pek çok hadiste de mal ve evladın dünya ziyneti olduğu i-fade edildiği gibi , gece namazının da müminin şerefi ve ahiretin ziyneti olduğu belirtilmiştir.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..



                                Kafi, İlel’den naklen Cabir b. Abdillah’il-Ensari’nin şöyle dediğini naklediyor: Resulullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Allah İbrahim’i sadece başkalarını yedirip içirmesi ve insanlar uykudayken kalkıp namaz kılmasından ötürü dost edindi.”

                                Benim gibisi için olmasa da ehli için gece namazının bu bir tek fa-zileti bile yeterlidir. Bizler o dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu ve Allah-u Teala’nın bir kulu dost edinmesinin ne büyük bir makam ol-duğunu bilemiyoruz. Akıllar bu dostluğu tasavvur etmekten acizdir. Bu dostluğu elde edene bütün cennetleri verseler onlara dönüp bakmaz bile. Senin de aziz bir sevgilin veya sevgili bir dostun olur ve sana doğru gelirse, elindeki her nimeti unutur ve sevgiliyle buluşma veya dostla karşılaşma şevkiyle onlardan müstağni olursun. Kaldı ki bu örnek yetersiz ve aralarındaki fark da doğu ile batı arasındaki fark ka-dardır.

                                Ali b. İbrahim Tefsiri’nde kendi senediyle Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Gece namazı müstesna, yapılan her güzel amelin Kur’an’da sevabı zikredilmiştir. Gece namazının müka-fatının belirtilmemesi ise, Allah katında çok büyük bir öneme sahip olduğu içindir. Bu nedenle şöyle buyurmuştur : “(Ayetlerimize) Vü-cutlarını yataklardan uzak tutup korkarak ve umarak Rablerine yalvaranlar ve verdiğimiz rızıklardan infak edenler inanır. Yap-tıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse bilmez.”

                                Acaba bu, Allah’ın kendileri için saklayıp da hiç kimsenin bilme-mesini dilediği göz aydınlığı nedir ve ne olacaktır? Eğer bu akan ne-hirler, yüksek köşkler ve cennetin diğer türlü nimetleri olsaydı, beyan buyururdu. Nitekim diğer amellerin mükafatını beyan buyurmuş ve Allah’ın melekleri bundan haberdar kılınmıştır.

                                O halde bu mükafat başka türlü bir mükafat ve bu amel de, başkala-rının, özellikle de bu dünya aleminin sakinlerinin anlayışından üstün azamete sahip bir amel olmalıdır. O alemin nimetlerini buradaki ni-metlerle karşılaştırma. O alemin cennet ve bahçelerinin bu dünyanın bağ ve bahçeleri gibi, sadece biraz daha geniş ve yüce olduğunu zan-netme. Orası Hakk’ın yücelik diyarı ve misafirhanesidir. Bütün bu dünya o alemin hurilerinin bir tek kılına değmez; hatta ehli için hazır-lanan o cennetin ipek elbiselerinin bir tek teline bile denk değildir. Ama buna rağmen Hak Teala gece namazı eda edenleri sadece bu mü-kafatla ödüllendirmemekle yetinmek istememiş ve bu nedenle öyle bir ifade kullanmıştır. Ama heyhat ki bizim imanımız gevşektir ve yakin ehli de değiliz. Aksi takdirde bu kadar gafil davranmaz ve bütün gece-yi uykuyla geçirmezdik. Eğer gece ibadet için uyumamak insanı haki-kate ve namazın sırrına aşina kılacak, kişi zikir ve fikirle Hakk’ın dostu olacak ve geceler de Allah’a yakınlaştıran birer binek haline dönüşecek olsaydı , artık insan için Hakk’ın güzel cemalinden başka mükafat düşünülemezdi.
                                Eyvahlar olsun biz gaflet ehlinin haline ki, ömrümüzün sonuna ka-dar gaflet uykusundan uyanmamakta ve tabiat sarhoşluğunda yaşayıp gitmekteyiz. Hatta her geçen gün gaflet ve sarhoşluğumuzu daha da artırmaktayız. Bütün bildiğimiz hayvanlık makamı yemek, içmek ve şehevi duygularımızı tatmin etmekten ibarettir. Ne yaparsak yapalım, yaptığımız amel ibadet gibi bile görünse dahi, aslında karın ve cinsel organımızı tatmin için yapmaktayız.

                                Sen Halilurrahman’ın namazının bizim namazımız gibi olduğunu mu sanıyorsun? Oysa Halil, ihtiyacını Cebrail’e bile söylememişken biz-ler yerine getirebileceğini sandığımız takdirde ihtiyacımızı şeytana bile iletmeye hazır durumdayız ama, yine de umutsuz olmamak gerekir. Bir süre gece namazına kalkıp buna alışkanlık kazandıktan sonra Allah-u Teala’nın yavaş yavaş elinden tutması ve gizli bir lütuf ile rahmet giysisini sana giydirmesi mümkündür. Yeter ki sen genel olarak ibadet sırrından gafil olma ve sadece kıraatin tecvidini ve zahirini düzeltmekle yetinme. Eğer ihlaslı olamıyorsan, hiç değilse Hak Teala’nın o saklı tuttuğu göz aydınlığına erişmek için çırpın, bütün derecelerden sadece hayvanlık mertebesi ile yetinen bu hayvan sıfatlı isyankar fakiri an, teveccüh ve halis niyetle şöyle dua et:
                                “Allahım, bana bu aldanış diyarından sakınmayı, ebediyet diyarına yönelmeyi ve ölüm gelip çatmadan önce ölmeye hazırlıklı olmayı nasip eyle.”


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X