Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    KIRK HADİS ŞERHİ..


    Önemli Bir Husus

    Dikkat edilecek bir diğer husus da, tövbe eden kişinin tövbe etme-sine rağmen o batınî ve ruhani sefayı ve halis fıtrat nurunu elde ede-memesidir. Nitekim kararmış beyaz bir kağıdı eski haline getirmek is-teseler, asla o eski beyazlık ve parlaklığına döndüremezler. Veya kırık bir kabı tamir etseler, eski haline dönmesi çok zordur. Bütün bir ömür insana halisane davranmış bir dost ile ihanet eden ve daha sonra bu tu-tumundan ötürü özür dileyen dost arasında çok büyük fark vardır. Ay-rıca, pek az kişi tövbenin gerektirdiği görevleri hakkıyla yerine getire-bilir.

    O halde insan mümkün mertebe günah ve günahlara bulaşmamaya gayret etmelidir. Çünkü bir kez bulaştıktan sonra nefsi ıslah etmek çok zordur. Ama eğer Allah göstermesin bunlara bulaşırlarsa hiç vakit ge-çirmeden tedaviye çalışılmalıdır, çünkü hem küçük fesadı ıslah etmek daha kolaydır ve hem de ıslahın niteliği daha iyi olur.

    Ey aziz! Bu makamı başıboş ve önemsemez tavırla geçip gitme. Halini düşün, taşın ve durumunun sonu ne olacak anla, Allah’ın kita-bına, Hatem-i Enbiya ve hidayet imamlarının hadislerine, ümmetin alimlerinin sözlerine ve aklının hükmüne vicdanlı bir şekilde müracaat et, kapıların anahtarı olan bu kapının yüzüne kapanmasına izin verme, bu fırsata gereken önemi ver ve Allah Tebarek ve Teala’dan başarı ni-yaz et. Resul-i Ekrem ve hidayet imamlarının ruhaniyetinden yardım iste ve veliyy-i emr olan İmam-ı Asr’a (Hz. Mehdi) (a.s) sığın. Şüphesiz o yüce şahsiyet, güçsüzlerin elinden tutacak çaresizlere yardım bu-yuracaktır.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      KIRK HADİS ŞERHİ..


      2. Bölüm: Tövbenin Esaslarına Dair

      Bil ki mükemmel bir tövbenin kimi esas ve şartları vardır ki onlar olmadıkça sahih tövbe gerçekleşemez. Şimdi bunların gerekli olan en önemlilerine değineceğiz.

      En önemli esası, geçmiş kusur ve günahlardan pişmanlık duyma, ikincisi ise o kusur ve günahlara ilelebet dönmeye azmetmektir. Bu ikisi hakikatte tevbenin temel şartları ve zatî destekleridir. Bu konuda esas olan bu makamı elde etmek ve bu hakikati hayata geçirmektir. Bunların olabilmesi de insanın günahların ruhtaki etkilerini ve berzah aleminde duracağı sonuçları anlaması ve bu günah ve günahların ber-zah aleminde kişiyi bilinç ve irade üzere sıkıntı ve azaba sürükledikle-rini bilmesiyle mümkündür ki bu durum hem aklî delillerle ve hem de ismet Ehl-i Beyt’inin (a.s) rivayetleriyle sabittir. Nitekim cehennem ateşi de insanı bilinç ve irade üzere yakmaktadır. Çünkü o alem, gerçek hayat alemidir.

      O halde o alemde olup bitecekler, bizim bu alemdeki iyi ve kötü amellerimizin sonuçlarının birer suretidir ve de bizimle birlikte haşr edilir. Bu hususa hem hadis-i şeriflerde ve hem de Kur’an-ı Kerim’de açıkça veya ima yoluyla pek çok kez işaret edilmiştir ve bu husus, aynı zamanda İşrak (Işıkçılık, İllumintive) filozoflarının görüşlerine ve ehl-i sülûk ve irfanın keşiflerine de uygun düşmektedir. Aynı şekilde her günah ruhta bir etki bırakır ki bu etki hadis-i şeriflerde “siyah nokta” olarak isimlendirilmiştir ve kalb ve ruhta bir karartı şeklinde açığa vurmakta ve yavaş yavaş şiddet kazanarak insanı küfür ve zındıklığa sürüklemektedir ki daha önce bu hususa değinilmiştir.

      O halde bu anlamı kavrayan, enbiya ve evliyanın (a.s) arif, filozof ve ulemanın (r.a) buyruklarına bir doktorun reçetesi kadar olsun önem veren akıllı kişi, muhakkak ki günahlardan perhiz edecek, çevrelerinde dönüp durmayacak ve eğer Allah muhafaza, bunlara düçar olursa der-hal geri çekilip pişmanlığını gösterecek ve bu pişmanlığın sureti onun kalbinde ortaya çıkacaktır.

      Böyle bir pişmanlığın sonucu çok önemli ve etkisi çok güzeldir. Uygunsuz şeylerin ve günahların terkine yönelik azim, bu pişmanlığın etkisiyle gerçekleşir.

      İşte, tevbenin iki esası gerçekleştiğinde ahiret yolu sâlikinin işi ko-laylaşır ve ilahî tevfik, başarısını perçinler. Tevbesinde samimi olan kişi “Muhakkak ki Allah tevbe edenleri sever” ayet-i kerimesinin mu-hatabı haline gelir.

      İnsan, ilmî ve ameli riyazetler ve gerekli düşünme ve tedbirlerle ha-lis bir tevbeye ulaşmak için çırpınmalı ve Hak Teala’nın sevgisini ka-zanmanın öyle hesap kitap işi olmadığını anlamalıdır. Hakk’ın sevgi-sinin o alemlerdeki suretinin ne gibi manevi nurlar ve mükemmel te-celliler olduğunu ve Allah Tebarek ve Teala’nın kendi mahbubuna nasıl davranacağını Allah bilir.

      Ey insan! Ne kadar da zalim ve cahilsin. Veliyy-i Nimet’in nimet-lerinin değerini bilmiyorsun. Kendisine (neuzubillah) en ufak bir fay-dası dokunmadığı halde senin bütün ihtiyaçlarını karşılayan böyle bir Veliyy-i Nimet’e karşı koydun, muharrematı çiğnedin yıllar yılı haya-sızlık ve serseriliğini artırdıkça artırdın. Ama sonunda pişman olup yaptıklarından döndün, tevbe ettin ve Hak Teala seni mahbub edindi. Nasıl bir rahmet ve geniş bir nimet deryasıdır bu, bir baksana!

      Rabbimiz! Senin nimetlerinin şükründen aciziz biz. Dilimiz dön-müyor, senin hamd ve senanı hakkıyla eda etmeye utanç içinde boyun büküp, hayasızlıklarımızdan ötürü af dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Biz kim oluyoruz ki senin rahmetine layık olalım? Ama senin rahmet ve nimetin kimsenin aklının alamayacağı kadar geniştir.

      “Sen kendini övdüğün gibisin.”

      İnsan pişmanlık suretinin gönlünde güçlenmesi için çaba harcamalı ki Allah’ın izniyle “yanma” evine dahil olsun. Bunun yolu da günah-ların korkunç eser ve sonuçlarını düşünüp gönülde pişmanlığı kuvvet-lendirmek ve kendi kendine “Allah’ın alevli ateşi” örneğini gönlün-de tutuşturmak, kalbi pişmanlık ateşinde yakarak bütün günahların bu ateşte yanıp kül olmasını sağlamak ve bu yolla gönlün bulanıklık ve pasını silip atmaktır.
      Bil ki eğer insan bu ateşi kendisi için tutuşturmaz ve aslında cenne-tin kapılarından biri olan bu cehennem kapısını aralamazsa, bu alemden göçtüğünde elim bir ateşle karşılaşacak, yüzüne cehennem kapıları açılacak, cennet ve rahmet kapıları yüzüne kapanacaktır.
      Rabbimiz! Bize yanık bir gönül lütfet, gönüllerimizde pişmanlık ateşini tutuştur ve onu bu dünya ateşiyle yak, kalbi bulanıklığımızı bertaraf et ve bizi bu alemden günahlara tabi olmadan götür.

      Şüphesiz sen nimet sahibi ve her şeye gücü yetensin.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        KIRK HADİS ŞERHİ..


        3. Bölüm: Tevbenin Şartlarına Dair

        Geçen bölümde zikredilenler tevbenin esaslarıydı. Tevbenin kabulü ve mükemmelliğiyle ilgili kimi şartları da vardır ki şimdi onları zikre-deceğiz.
        Tevbenin iki temel şartı vardır. Ayrıca mükemmelliğin şartı da ikidir ve biz bu bölümde Hz. Ali’nin buyruğunu zikredeceğiz. Çünkü o sözlerin derleyip toparlayıcısı, meliklerin sözü ve sözlerin melikidir.

        “Seyyid Razi (r.a) Nehcu’l Belağa’da şöyle rivayet ediyor: “Ada-mın biri Hz. Ali’nin (a.s) huzurunda “Estağfurullah” dedi. Bunun üze-rine Hz. Ali şöyle buyurdu: “Annen mateminde ağlasın! Acaba istiğfa-rın ne olduğunu biliyor musun? İstiğfar “illiyyin” derecesidir ve bu altı anlama gelen bir isimdir:

        Birincisi:Geçmişten pişmanlık duymaktır.

        İkincisi: Bir daha asla o duruma dönmemeye azmetmektir.

        Üçüncüsü: Mahlukatın hakkını eda etmendir ve bu yolla Allah’ın huzuruna tertemiz ve arınmış bir şekilde çıkmandır. (Yani üzerinde kimsenin hakkının bulunmaması)

        Dördüncüsü: Eda etmen gerekirken eda etmediğin her farzı yerine getirip hakkını eda etmendir.

        Beşincisi: Haram yolla elde ettiğin bedenindeki etini; sıkıntılar çe-kerek eritmen, derinin kemiğine yapışmasını sağlaman ve deriyle ke-miğin arasını yeni bir etle doldurmandır.

        Altıncısı: Bedenine tıpkı günahların lezzetini tattırdığın gibi itaatin acılarını tattırmandır.”
        Bu hadis-i şerif önce tevbenin iki esasını kapsamaktadır: Birincisi, pişmanlık, ikincisi de geri dönmemeye azmetmektir. Sonra da tevbenin kabul edilmesinin iki temel şartını kapsamaktadır. Birincisi, yaratıkların hakkını ödemek, ikincisi de yaratıcının hakkını eda etmek. İnsan sadece “tevbe ettim” demekle tevbe etmiş olmaz. Tevbe eden kişi, halktan haksız yere aldığı her şeyi onlara iade eden, birinin herhangi bir hakkını gasbetmişse, mümkün mertebe o hakkı telafi etmeye çalışan, eğer Allah’ın farzlarını terk etmişse, o farzları kaza veya eda eden ve eğer tümünü yerine getirmek mümkün değilse, mümkün olan kısmını yerine getirendir.

        Bil ki bunlar her halükarda edası istenecek şeylerdir ve öbür alemde bunları ödemenin, başkalarının günahlarını üstlenmek ve kendi salih amellerini onlara vermekten başka bir yolu yoktur. O halde bu durumdaki kişi o zaman çaresiz ve perişan olur ve önünde hiç bir kur-tuluş çaresi olmaz.
        Ey aziz! Sakın şeytan ve nefs-i emmare üzerine egemen olup sana vesvese ederek, konuyu büyüterek, tövbeden vaz geçirerek ve tevbeden uzaklaştırarak seni helake sürüklemesin.

        Bil ki bu hususta ne kadar olursa olsun velev çok az bile olsa çaba harcamak ve girişimde bulunmak iyidir. Eğer bazı namazlar eda edil-memiş, oruçlar tutulmamış, Hakk’ın hukuku çiğnenmiş ve pek çok günah işlenmişse bile, Hakk’ın lütfünden ümitsiz olma ve O’nun rah-metinden umut kesme. Çünkü eğer biraz çaba harcayıp tevbeye yöne-lirsen, O sana yolu kolaylaştıracak ve kurtuluş yolunu gösterecektir. Bil ki Hakk’n rahmetinden umut kesmek, öylesine büyük bir günahtır ki, hiç bir günahın nefste bu günah kadar büyük bir etki bırakacağını sanmıyorum. Hakk’ın rahmetinden umut kesenin gönlünü, öylesine büyük bir karanlık kuşatır ve ipleri öylesine bir kopar ki artık onu hiç bir şeyle ıslah etmek mümkün değildir. Sakın Hakk’ın rahmetinden gafil olma ve sakın günahlar ve sonuçları sana olduğundan daha büyük görünmesin. Çünkü Hakk’ın rahmeti her şeyden daha büyük ve daha kuşatıcıdır. “Hakk’ın yardımı kabiliyet gerektirmez.”

        Sen daha önce ne idin? Yokluk karanlığında kabiliyetten eser yok-tu. Ama Hak Teala (c. c) istihkak ve istidatsız, isteme ve dua olmaksı-zın, sana vücud nimeti ve varlık kemalatı bahşetti. Sınırsız ve sonsuz nimet imkanlarını açtı ve bütün mahlukatı sana boyun eğdirme lütfün-de bulundu. Şimdiki halin o salt yokluktan daha kötü değildir. Hak Teala, rahmet ve mağfiret vaadinde bulunmuştur. Sen bir adım ilerleyip O’nun mukaddes dergahına yaklaşırsan, O her vesileyle senin elinden tutar; haklarını eda etmezsen, kendi haklarından vazgeçer ve başkalarının haklarını eda edemediğini görürse, bunu telafi eder. Resulullah zamanındaki o mezarları deşen gencin hikayesini işitmiş-sindir.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          KIRK HADİS ŞERHİ..


          Ey aziz! Hakk’ın yolu kolaydır, ama biraz dikkat gerekmektedir. Girişimde bulunmak gerekmektedir. İşi geciktirip günah yükünü gün-begün ağırlaştırmak durumu zorlaştırır. Oysa girişimde bulunmak ve nefsi ıslaha kalkışmak, yolu kısaltıp işi kolaylaştırmaktır. Hele bir dene ve bir kez girişimde bulun. Eğer netice alırsan o zaman konunun sıhhatine inanırsın, yok eğer sonuç alamazsan, nasıl olsa fesadın yolu a-çık ve senin günahkar elin uzundur.

          Emiru’l Mü’minin’in (a.s) buyurduğu diğer iki şartsa, tevbenin ve kabulünün olmazsa olmaz şartları değil, tevbenin kemalinin ve mü-kemmelliğin şartlarıdır. Sadece bu şartlar olmadığı takdirde tövbe ka-mil olmaz.

          Bil ki sâliklerin her birinin kalbi durumuna uygun bir menzili vardır. Tevbe etmiş kişi eğer bu mertebelerin kemaline erişmek istiyorsa, terk ettiği şeyleri telafi ettiği gibi, aldığı lezzetleri de telafi etmelidir. Yani günah günlerinde elde ettiği nefsani hazları da gidermelidir. Bu da, günahlardan meydana gelen ruhsal ve cismani etkileri vücudundan kazımaya niyetlenmesi ve bu yolla nefsinin ilk nuruna ve fıtri ruhani-yetine geri dönmesiyle mümkündür. Çünkü anlaşıldığı gibi her günah ve lezzet, tıpkı bedende bunların bir kısmından güç elde edilmesi gibi, ruhta da bir etki bırakır. O halde tevbe etmiş kişi yiğitçe ayaklanmalı, o etkileri bütünüyle ortadan kaldırmalı ve bunun gerçekleşebilmesi için de fiziksel ve ruhsal riyazete yönelmelidir. Tıpkı Hz. Ali’nin bu-yurduğu gibi davranmalıdır.

          O halde fiziksel riyazetlere koyularak, güçlendirici ve ferahlatıcı şeylerden kaçınarak, müstehab veya boynunda varsa farz oruçlarını tu-tarak, günahlardan veya günah günlerinde oluşan et ve eserleri eritme-ye koyulmalıdır. Ruhsal riyazet ve ibadetlerle tabiat lezzetlerini telafi etmelidir. O suretler var oldukça, nefis onlara meyleder ve kalb onlara aşık olur. Dolayısıyla Allah korusun nefsin yeniden isyan edip dizgin-leri koparması korkusu vardır.

          O halde ahiret yolunun yolcusunun ve günahlardan tevbe etmiş ki-şinin riyazet ve ibadet sıkıntısına katlanması ve günah içinde geçirdiği her gün için bir gün ibadet etmeye yönelmesi lazımdır. Eğer bir gününü nefsani lezzet ve günahların peşinde geçirmişse o günün karşılığını bir günlük oruç ve ibadetle ödemelidir ki nefsi dünya sevgisinden ve ona bağlı olmaktan tam anlamıyla kurtulsun. Şüphesiz bu takdirde tevbe daha kamil olur ve nefsin fıtri nuru geri döner. Bunları yerine getirmenin yanı sıra, daima günahların sonuçlarını ve Hak Teala’nın azabının şiddetini, amel terazisinin dakikliğini ve ahiret alemindeki azabın korkunçluğunu düşünmeli ve nefsine bütün bunların kendi amellerinin sonucu ve Maliku’l Müluk’a muhalefetin neticesi olacağını kabul ettirmelidir. Bu ilim ve düşünme sonucunda nefsin günahlardan nefret etmeye başlaması, onlardan tam anlamıyla uzaklaşarak tevbe kapısını ardına kadar açması ve tevbesinin kamil ve tam olması umulur.

          O halde bu iki makam, tevbe menzilinin tamamlayıcıları ve kemale erdiricileridir. Ama şüphesiz henüz tevbenin ilk aşamasında bulunan ve tevbe etmeye henüz niyetlenmiş olan insan, kendisinden hemen bu son aşamaya uygun davranmasının beklendiğini, bu işin çok zor olduğunu düşünmemeli ve her şeyi yüzüstü bırakmamalıdır. Ahiret yolu yolcusunun durumu ne kadarına el veriyorsa, yalnızca o kadarı kendi-sinden beklenir ve o kadarı kafi ve uygundur. Bir kere bu yola girdi mi, Allah-u Teala ona yolu kolaylaştıracaktır. O halde yolun güçlülüğü insanı asıl maksadından uzaklaştırmamalıdır. Çünkü maksat çok büyük ve çok önemlidir. Eğer bu hedefin büyüklük ve azametini anlarsak, bu yoldaki her zahmet bize kolay gelecektir. Acaba hangi maksat ruhun ebedi kurtuluşundan ve ebedi mutluluktan daha yüce olabilir? Herhangi zahmet ve sıkıntı, ebedi helakten daha korkunç ve tehli-kelidir? Tövbenin terki veya geciktirilmesi yüzünden insanın ebedi he-lake sürüklenmesi ve aksi halde tövbe sayesinde ebedi mutluluğa erişip Hak Teala’nın sevgili kullarından biri olması mümkündür. O halde maksat bu kadar muazzam olunca, birkaç günlük sıkıntının lafı mı olur?

          Bil ki girişim ne oranda olursa olsun yararlıdır. Uhrevi durumu dünyevi durumla bir karşılaştır. Dünyada büyük bir maksada ulaşıl-mayınca, küçük maksattan vazgeçiliyor mu hiç? Mükemmel bir istek ve arzu elde edilemeyince, küçüğünden de geçilmiyor. O halde sen eğer tövbenin en mükemmeline erişemiyorsan, hiç değilse maksadın aslından ve öz hakikatinden da ayrı düşme ve olabildiği oranda tahsi-line gayret et.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            KIRK HADİS ŞERHİ..


            4. Bölüm: İstiğfarın Sonucuna Dair

            Tevbe eden kişinin yapması gereken şeylerden birisi, Hak Teala’nın bağışlayıcılık makamına sığınması ve istiğfar halini elde etmesidir. Hz. Hakk’ın bağışlayıcılık makamından söz ve hal diliyle, alenen ve gizlice, acizane ve niyaz ile günahlarını ve etkilerini örtmesini dilemesidir. Elbette Hak Teala’nın gaffariyet ve settariyeti de ayıpları örtmeyi ve etkilerini bağışlamayı gerektirmektedir.

            Amellerin melekutî şekli, insanın bir çocuğu mesabesindedir, hatta ondan daha üstün bir konumdadır ve tövbe ile istiğfar kipi de lanet-leşme (mübahele) mesabesindedir. Hak Teala, gaffariyet ve settariyeti vasıtasıyla, o çocukları, mağfiret dileyen kimsenin lanetleşmesiyle kendisinden koparıp almaktadır. İnsanın günahlarından haberdar olan meleklere, suç defterlerini yazan katiplere, zamana, mekana ve insanın organlarına kısaca her şeye Hak Teala bu hususta unutkanlık vermekte ve insanın bu amellerini unutmalarını sağlamaktadır. Nitekim hadis-i şerifte bu duruma işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: “İki meleğine ona ilişkin yazdıkları günahları unutturup, o kişinin beden uzuvlarına, işlediği günahları gizli tutmalarını ve yeryüzüne de onun dünyada iş-lediği suçları örtüp gizlemesini vahy eder.”

            Hak Teala’nın insanın azalarına ve yeryüzüne hadis-i şerifte buy-rulduğu gibi insanın işlediği günahları örtmelerini vahyetmesi de bu unutturma anlamında olabilir. Elbette tanıklık etmemelerini emretmesi de kastedilmiş olabilir. Belki de maksad, tekvini/yaratışsal tanıklık ile oluşan günahın etkilerinin yok edilmesidir. Nitekim kişi yaptıklarından tevbe etmediğinde de bütün uzuvları söz ve hal diliyle, her halde yaptıkları günahlara tanıklık edebilir. Nitekim Allah’ın gaffariyet ve settariyeti yaşadığımız bu dünyada da organlarımızın amellerimize ta-nıklık etmemelerini, zaman ve mekanın yaptıklarımızı örtmelerini ge-rektirmiştir ve tevbe etmemiz halinde bunlar diğer alemde de tanıklık etmeyeceklerdir veya amellerimizden örtülü kalacaklardır. Belki de tevbe etmiş insanın hiç kimsenin karşısında boynu bükük ve mahcup olmaması için Hakk Teala’nın (c. c) yüceliği, ikinci ihtimali gerektir-mektedir. Yine de Allah bilir.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              KIRK HADİS ŞERHİ..

              Gelir mi ya Rab..! bu cihana bir İMAM daha ...
              Gözler Senin İntizarında Ağaa ..!

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                5. Bölüm: Tevbe-İ Nasuh’a Dair

                Bil ki tevbe-i nasuhun yorumunda ihtilaf mevcuttur ve bunları özet-le zikretmekte yarar vardır. Biz burada yüce muhakkik Şeyh Bahai’nin (r.a) söylediklerini tercüme etmekle yetiniyoruz.

                Değerli muhaddis Meclisi (r.a) Şeyh Bahai’nin şöyle buyurduğunu nakletmektedir : “Müfessirler tevbe-i nasuhla ilgili farklı yorumlar zikretmişlerdir. Bunlardan, biri halka nasihat eden tevbe anlamına geldiğidir. Yani bu tevbe, halkı, sahibinde güzel etkilerinin ortaya çıkması için, kendi benzerini yerine getirmeye davet etmektedir veya sahibine günahları söküp atmayı ve asla o günaha dönmemeyi nasihat etmektedir.

                Diğer bir yorum ise nasuh tevbe, sadece Allah’ın rızası maksadıyla yapılan tevbedir. Nitekim mumundan arındırılmış halis bala da “nasuh bal” denilmektedir. Buradaki halislik ise, kişinin günahlarından ateşten korktuğu için değil, bu günahların çirkinliğinden veya Hak Teala’nın rızasına aykırı olmalarından ötürü pişmanlık duyup tevbe etmesidir.

                Yüce araştırmacı Tusi de Tecrid-i Hikem’de korkudan ötürü duyulan pişmanlığın tevbe olmadığını buyurmaktadır.

                Diğer bir yorum ise, tevbe-i nasuhtaki “nasuh” ifadesinin “nesahat” tan, yani “dikmek” ten geldiğini ve tevbenin, günahların dinde mey-dana getirdikleri yırtılmaları dikip onardığını veya tıpkı terzinin giysi parçalarını birbirine dikmesi gibi, tövbenin de tevbe edenle Allah’ın veli ve dostlarının arasını bulup onları birbirine yaklaştırdığını belirt-mektedir.

                Başka bir yoruma göre ise burada geçen nasuh ifadesi, tevbe edenin bir sıfatıdır ve dolayısıyla tevbe kelimesine isnadı da mecazidir. Yani tevbe-i nasuh, kendi sahibine nasihatta bulunarak tövbeyi mükemmel ve kalpten günahların etkisini temizleyecek bir şekilde yerine getirmeyi nasihat etmektedir. Bu ise nefsin hasretlerle eritilmesi ve kötülük karanlığının iyilik ve güzellik aydınlığıyla aydınlatılması yoluyla ger-çekleşir.”



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  Bütünleme: Bütün Varlıkların İlim ve Hayat Sahibi Olduklarına Dair

                  Bil ki tevbenin kimi hakikatleri, incelikleri ve sırları vardır ve her Allah yolu yolcusunun da kendi makamına has bir tevbesi mevcuttur. Ama bizim o makamlardan bir haz ve nasibimiz olmadığından, bu sayfalarda onlardan söz etmemiz uygun değildir. O halde en iyisi ha-dis-i şeriften istifade edilen ve aynı zamanda Allah’ın yüce kitabı ve çeşitli yerlerde yer alan bir çok hadislerle de mutabık düşen bir hususu aktarmakla sözlerimizi sona erdirelim ve o da her varlığın ilim, hayat ve bilinç sahibi olduğu, hatta bütün varlıkların Hakk’ın (c. c) mukaddes makamını bildikleri hususudur. Nitekim organlara ve yeryüzüne insanların günahlarını gizlemesinin emredilmesi, onların ilahî emre itaat etmesi ve Kur’an’da açıkça belirtilen ve bir çok rivayetlerde de yer alan bütün varlıkların Allah’ı zikretmesi gerçeği, tüm varlıkların ilim, idrak ve hayat sahibi olduğunun en büyük delilidir ve hatta Hak Teala’nın kutsal zatı ile “O’nun bildirmek istediği” kullarından başka hiç kimsenin bilmediği yaratıcı ile yaratıklar arasındaki özel ilişkiye işaret etmektedir. Bu Kur’an-ı Kerim’in ve Masum İmamlar’ın hadislerinin insanoğluna duyurdukları ve İşrak (Işıkçılık, İllumintive) felsefesine, tasavvuf ehlinin keşiflerine ve sülûk ve riyazet ehlinin müşahedelerine uygun düşen bir husustur.

                  Tabiat öncesi yüce ilimlerde de ispat edildiği üzere vücud; kemal, sıfat ve isimlerin bizatihi aynısıdır. Hangi aşamada zuhur eder ve hangi aynada tecelli ederse, ilim, hayat ve diğer yedi temel kemalin tümüyle zahir olur ve tecelli eder. Vücud hakikatinin tecelli aşamalarının ve mabudun kamil cemal nurunun nüzul mertebelerinin her birinin “ehadiyet” makamı ve rububiyet makamı hakkındaki gizli marifet ile özel bir ilişkisi vardır. Nitekim ayet-i şerifede şöyle buyrulmaktadır: “Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın.”

                  Denildiği üzere ayette geçen “huve”, hüviyet (“ kim”lik) gaybına ve “perçeminden tutmak” da hiç bir varlığın haberdar olamadığı o asıl gaybi sırsal ve vücudî irtibata işaret etmektedir.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    Onsekizinci Hadis: Allah’ı Zikretmek

                    بِالسَّنَدِ المُتَّصِلٍ اِلی فَخرِ الطّائِفَةِ وَ ذُخرِها مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبَ الکُلَينی –رضوان الله عَلَيه- عَن مُحَمَّدِبنِ يَحيی، عَن اَحمَدَ بنِ مُحَمَّدِ بنِ عيسی، عَنِ ابن محبوب، عَن عَبدُاللهِ بنِ سِنان، عَن اِبی حَمزَةَ الثُمالِی، عَن اَبی جَعفَرٍ عَلَيه السَّلام قال: مَکتُوبٌ فِی التَّوراةِ الَّتی لَم تُغَيَّراَنَّ مُوسی عَلَيه السَّلام سَأَلَ رَبَّهُ فَقال: يا رَبّ اَقَريبٌ اَنتَ مِنِّي فَأَناجيکَ، أَم بَعيدٌ فَأُناديکَ؟ فأَوحی الله عَزَّ وَ جَلَّ اِلَيهِ: يا مُوسی أَنا جَليسٌ مَن ذَکَرَنی. فَقالَ مُوسی: فَمَن فی سِترِکِ يَومَ لا سِترَ اِلّا سِترُکَ. فَقالَ: الَّذينَ يَذکُرُونَنی فَاَذکُرُهُم وَ يَتَحابُّونَ فِیَّ فَاُحِبُّهُم فَاُولئِکَ الَّذينَ اِذا اَرَدتُ اَن اُصيبَ اَهلَ الاَرضِ بسُوءٍ ذَکَرتُهُم فَدَفَعتُ عَنهُم بِهِم.


                    “Ebu Hamza Sumali, Hz. Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Tahrife uğramamış Tevrat’ta Musa’nın (a.s) rabbine şöyle dediği yazılıdır: “Ey Rabbim! Acaba bana yakın mısın ki sana münacatta bulunayım, yoksa uzak mısın ki sana sesleneyim?” Bunun üzerine Allah (azze ve celle) ona şunları vahy etti: “Ey Musa! Ben, beni zikredenin yanındayım” Musa şöyle sordu: “Senin koruyucu örtünden başka bir örtünün bulunmadığı günde senin koruyucu örtüne sığınabilen kimdir?” Allah şöyle buyurdu: “Beni zikredip de kendilerini zikrettiklerim ve benim için sevip de kendilerini sevdiklerimdir. Bunlar, yeryüzü ehline bir azab indirmek istediğimde kendilerini andığım ve kendileri sebebiyle de yeryüzü ehlinden azabımı defettiğim kimselerdir”



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      Şerh

                      Bu hadisten de anlaşıldığı üzere Yahudiler arasında yaygın olan Tevrat tahrif edilmiş bir kitaptır. Gerçek Tevrat ilmî, Ehl-i Beyt’in (a.s) yanında olmuştur. Yaygın olan Tevrat ve İncil konularından da anlaşıldığı üzere bu bilgiler, sıradan bir insanın bilgileri düzeyinde bile değildir. Aksine bazı şehvet ve nefsani isteklerine esir olanların kurun-tuları esasınca düzenlenmiştir.

                      Araştırmacı muhaddis, Merhum Meclisi (r.a) şöyle diyor: “Hz. Mu-sa’nın bu soruyu sormasından maksadı, duanın adabını sormaktır. Hak Teala’nın bize ilmî ihatası, kudreti ve ilk sebep oluşuyla şah damarı-mızdan yakın olduğunu bilmesine rağmen bu soruyu sormuştur.

                      Yani şöyle demek istemiştir: “Sana yakında olanın münacat ettiği şekilde dua etmemi mi, yoksa uzakta olanın çağırdığı gibi münacatta bulun-mamı mı seversin?” Başka bir ifadeyle şöyle demek istemiştir: “Sana baktığım zaman, sen her yakından daha yakınsın. Ama kendime bak-tığım zaman, kendimi çok uzakta görmekteyim. O halde duada seni mi yoksa kendimi mi göz önünde bulundurmam gerektiğini bilemiyorum.” Bu sorunun, Allah’ı görme meselesinde olduğu gibi başkasından ve başkası adına istemiş olması da muhtemeldir.”



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        Hak Teala’nın Kayyumi Kuşatıcılığına Dair

                        Burada Hz. Musa’nın dua etme niteliği hakkındaki aczini dile ge-tirmiş olması muhtemeldir. Şöyle arz ediyor: “Ey rabbim! Sen yakınlık ve uzaklıktan münezzehsin, dolayısıyla seni yakın veya uzak kimseler gibi çağıramam. Bu konuda şaşkınım. Celal dergahına nasıl dua etmem gerektiğini bilemiyorum. Sana layık bir dua yöntemini ve duanın niteliğini öğret.” Bunun üzerine Allah-u Teala’nın izzet ve celal dergahından şöyle cevap geldi: “Ben her yerde hazır ve nazırım. Bütün alemler benim huzurumdur. Ben her zaman beni zikredenlerle be-raberim.”
                        Elbette O Zat-ı Mukaddes yakınlık ve uzaklıkla nitelenemez, O’nun bütün bir varlık alemi üzerinde kayyumi, şûmulî ve vücudî bir kuşatıcılığı vardır. Yüce ilahî kitapta geçen “Kullarım sana benden sorarlarsa (de ki) : “Ben yakınım.” veya “Biz ona şah damarından daha yakınız.” türünden ayetler bir mecaz ve istiare hükmündedirler. Çünkü Allah-u Teala’nın mukaddes huzuru duyusal ve manevi bir yakınlık ve uzaklıktan münezzehtir. Aksi takdirde bunlar Hak Teala’nın münezzeh olduğu bir sınırlama ve benzetme de ihtiva etmektedir. Varlıkların Allah’ın mukaddes huzurundaki varlığı, ilintisel ve bağlantılı bir hazır bulunuştur. Onun mevcudat üzerindeki kuşatıcılığı, kayyumî ve şümûlî (ihata edici) bir kuşatmadır; bu da du-yusal, manevi, zahirî ve batınî bir hazır bulunuştan ayrı bir şeydir.

                        Bu hadis-i şerif ve başka hadislerden kalbi ve gizli zikrin daha ter-cihe şayan olduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim bir ayet-i şerifte şöyle buyuruluyor:

                        “Rabbini içinden yalvararak ve korkarak zikret.”

                        Ayrıca hadis-i şerifte bu tür zikrin sevabının Allah-u Teala’dan başkasının bilemeyeceği kadar büyük olduğu belirtilmiştir. Ama bazı hal ve makamlarda zikrin alenen yapılaması daha üstündür. Gaflet ehlinin gafletten uyanması için yanlarında Allah’ı alenen zikretmek gibi. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte, gafiller arasında Allah’ı zikretmenin düşmanla cihad etmeye denk olduğu belirtilmiştir. Ayrıca İddet’ud Dai’de İbn-i Fahd’dan şu hadis rivayet edilmekte-dir:

                        “Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurmuştur : “Pazarda, halk gaflet içinde işleriyle meşgulken onlara ihlas ile Allah’ı zikreden kimseye, Allah-u Teala bin iyilik yazar ve onu kıyamet günü hiç bir kulun kal-binden geçmediği bir mağfiretle bağışlar.”
                        Aynı şekilde ezan, hutbe ve benzerlerinde zikrin açık bir şekilde edası müstehabdır.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          1. Bölüm: Allah’ı Zikretmenin Faydalarına Dair

                          Bu hadis-i şeriften, Allah’ı zikretmenin ve O’nun yolunda birbirini sevmenin bazı faydaları olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan biri (ki di-ğerlerinden daha önemli ve büyüktür) kişinin Allah’ı zikretmesinin, Allah’ın da o kişiyi zikretmesine yol açmasıdır. Nitekim bu hususa başka hadis-i şerifler de işaret etmektedir ve buradaki zikir, Allah-u Teala’nın şu ayette ayetlerini unutan kimse hakkında işaret buyurduğu “nisyan”ın (unutmanın) karşıtıdır.

                          “İşte böyle. Sana ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bu gün sen de öyle unutulursun.”

                          Ayetlerin unutulması ve Hakk’ın cemal ve celalinin eserlerinin gö-rülmesine engel olan batınî körlük, öbür alemde de körlüğe yol açtığı gibi, ayetlerin hatırlanması ve Hak Teala’nın isim, sıfat ve celal ve cemalinin zikredilmesi de basireti güçlendirir ve zikrin gücü ve nuru oranında perdelerin ortadan kalkmasını sağlar. Hakk’ın ayetlerini zik-retmek ve bu zikrin meleke (aptitude) haline gelmesi, batınî basireti öylesine güçlendirir ki, Hakk’ın cemal tecellilerinin ayetlerde açıkça müşahede edilmesine yol açar. İsim ve sıfatların zikri de, Hakk’ın isim ve sıfat tecellilerinde müşahede edilmesini sağlar. Hakk’ın ayet, isim ve sıfatlarının, zatının örtülerinden sıyrılmış bir şekilde zikredilmesi ise, bütün hicapları aradan kaldırır ve böylece sevgili perdesiz bir şekilde tecelli eder. Bu da, ariflerin ve evliyanın göz nuru olan şu olan üç fütuhatının yorumundan biridir: “Feth-i Karip”, “Feth-i Mübin” ve fetihlerin fethi olan “Feth-i Mutlak.”

                          Nasıl ki üç tür zikir, üç hicabın ortadan kalkmasını sağlıyorsa, Allah yolunda birbirini sevmek de, Allah sevgisine yol açar ve bu sevgi de hicapların ortadan kalkmasının sonucunda ortaya çıkmaktadır. Nitekim seçkin arifler de bunu ifade etmişlerdir.

                          Bu sevilmenin de kimi mertebeleri vardır. Nitekim “Allah için sevmek” de halis olup olmaması açısından bir çok mertebeye sahiptir. Tam ihlas, isim ve sıfatlar kesretinden bile arınmış olan sevgidir ve bu tam bir sevgiye yol açar. Bu durumda mutlak sevgili aşk şeraitinde vuslattan örtülü olmaz ve kişi ile sevgili arasında hiç bir örtü kalmaz. Bu yolla Musa’nın iki sorusunu da birbirine bağlamak mümkündür. Çünkü Hz. Musa Hak Teala’nın “Ben beni zikredenin yanındayım” dediğini ve gönlünde yatan vuslat vadi ve cemale vuslat arzusunu sev-giliden duyunca, bunu gerçekleştirmenin yolunu öğrenmek istedi ki görevini tam anlamıyla yerine getirebilsin. Bunun üzerine şöyle arz etti: “Senin koruyucu örtünden başka bir örtünün bulunmadığı günde senin koruyucu örtüne sığınabilen kimdir” ?” Yani: Bağlılıklardan kurtulup, örtülere takılıp kalmadan senin cemil cemalinin vuslatına erenler ve sana sığınanlar kimlerdir?”

                          Şöyle buyurdu: “Onlar iki gruptur: Beni kendiliğinden zikredenler ve benim yolumda birbirini sevenler ki bu da benim cemalimin mü-kemmel bir mazharı olan insanın şahsında, beni zikretmesidir. Bunu yapanlar benim sığınmam altındadır, benimle birliktedirler ve ben de onlarla birlikteyim.

                          O halde anlaşıldığı gibi bu iki taifenin büyük bir hasleti vardır ve bu hasletin de büyük bir neticesi. Çünkü Hak Teala onları anar ve onlar Hakk’ın sevgili kulları olurlar ve sonuç olarak da hiçbir korumanın olmadığı bir günde Hakk’ın sığınması altına girerler ve Hak Teala mutlak halvet yerinde onlarla birlikte olur.

                          Bir diğer hasletleri de izzet sahibi Hak Teala’nın onların yücelikleri sayesinde kullarından azabı kaldırmasıdır. Yani onlar kullar arasında bulundukları sürece Hak Teala kullara azap indirmez ve bela vermez.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            2. Bölüm: Düşünme İle Zikretmenin Arasındaki Farka Dair

                            Bil ki zikretme, düşünmenin sonuçlarından biridir. Bu nedenle de düşünme menzili, zikretme menzilinden önde sayılmıştır. Hace Ab-dullah şöyle diyor: “Zira tefekkür sevgiliyi taleb etmek, zikretmek ise bu talebin gerçekleşmesidir.”

                            İnsan henüz taleb ve araştırma aşamasında kaldığı müddetçe, iste-diği şeyden örtülü ve mahrum durumdadır. Oysa sevgiliye ulaşınca el-de etme yükünden kurtulmuş olur. Ama zikrin gücü ve mükemmelliği, tefekkürün güç ve mükemmelliğine bağlıdır. Neticesi sevgilinin mü-kemmel zikri olan tefekkürü, başka hiç bir amelle karşılaştırmamak gerekir ve de tefekkürü, fazilet açısından diğer amellerle bir saymak mümkün değildir. Nitekim rivayet-i şeriflerde bir saatlik tefekkür bir yıllık, altmış yıllık ve hatta yetmiş yıllık ibadetten üstün sayılmıştır. Çünkü bilindiği gibi ibadetlerin gayesi ve en önemli semeresi Hak Te-ala’nın marifetine erişmek ve O’nu zikretmektir ve bu sahih bir tefek-kürle daha iyi elde edilir.

                            Bir saatlik tefekkür, sâlikin yüzüne, yetmiş yıl ibadet etmenin bile açamadığı büyük marifet kapılarını açabilir veya bu bir saatlik tefekkür insanı, yıllarca sıkıntı çekerek dahi elde etmesi mümkün olmayan gerçek sevgilinin zikredicisi kılabilir.

                            Bil ki ey aziz! Mahbubu zikredip anmanın bütün kesimler için pek çok neticeleri vardır. Ama kamil insanlar, evliya ve arifler için emelle-rinin nihayeti sayılmakta, bu zikir ve yolla onlar sevgililerinin cemaline erişmektedirler. Afiyet olsun onlara!

                            Halkın geneli ve orta sınıfı içinde bir çok ahlakî,ameli, zahirî ve batınî kemaller vardır. Bütün hal ve tavırlarında Hak Teala’yı aklından çıkarmayan ve kendini daima Zat-ı Mukaddes’in huzurunda gören in-san, Şüphesiz O’nun rızasına aykırı amellerden kaçınır ve nefsini is-yandan uzak tutar. Nefs-i emmare ve şeytanın bütün musibet ve sap-kınlıkları da Hakk ile Hakk’ın azap ve cezasını unutmaktan kaynak-lanmaktadır. Hak’tan gafil olmak gönlün zulmetini artırır. Nefsi ve kovulmuş şeytanı insana musallat eder. Fesadı günbegün artırıp güç-lendirir. Hakk’ı zikredip anmak ise gönle huzur ve güç verir, gönlü sevgilinin tecelli yeri kılar, ruhu halis hale getirir, insanı nefsin zincir ve bağlarından kurtarır, bütün hata ve günahların kaynağı olan dünya sevgisini gönülden uzaklaştırır, insanın dağınık tasalarını tek tasa haline getirir ve gönlü asıl sahibinin ikameti için temizleyip donatır.

                            O halde ey aziz! Zikir ve mahbubun anılması yolunda hangi me-şakkat ve sıkıntıya katlansan azdır. Gönlüne mahbubu anma alışkanlığı kazandır da, belki böylece Allah’ın isteğiyle gönül suretin, Hakk’ı zikretme suretine dönüşür ve Lailahe illallah temiz kelimesi, nefsin son sureti ve nihai kemali haline dönüşür. Allah’a doğru seyirde ilahî marifetler içinde bundan daha iyi bir azık, nefsin ayıpları için bundan daha büyük bir iyileştirici ve daha güzel bir yol gösterici bulunamaz.

                            O halde eğer zahirî ve manevi kemallerin peşindeysen, ahiret yolu-nun yolcusu ve muhacir-i ilallah isen kalbini sevgilinin zikrine alıştır ve gönlünü Hak Tebarek ve Teala’yı anmayla yoğur.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              3. Bölüm: Mükemmel Zikrin, Hükmü Bütün Beden ve Varlığa Egemen Olan Zikir Olduğuna Dair

                              Gerçi Hakk’ı zikretmek ve O Zat-ı Mukaddes’i anmak kalbin sıfat-larındandır ve eğer kalp zikrederse, zikrin sahip olduğu büyük yararları elde eder; ama daha iyisi kalbin zikrinden sonra, dilin de bu zikri tekrarlamasıdır. Zikrin en mükemmeli, kişinin hem batınında ve hem de zahirinde etkin olan zikirdir. Böylece vücud batınında yüce Allah müşahede edilir, ruh ve kalbin batınî sureti sevgiliyi zikretme suretine dönüşür, kalbi ve zahirî ameller zikre dönüşür. Yedi zahir iklimi ve batınî memleketler, Hakk’ın zikriyle fethedilir ve mutlak cemili an-makla ele geçirilir. Zaten eğer zikrin hakikati kalbin batini suretine dönüşür ve kalb memleketi zikirle fethedilirse, zikir bedenin diğer un-surlarına da hükmeder ve oraları da egemenliği altına alır. Göz, dil, el ve diğer organların amelleri, hareketleri ve duruşları Hakk’ın zikri doğrultusunda gerçekleşir, görevlerinin dışına çıkmaz olur. Hareket ve duruşlar, Hakk’ın zikriyle başlayıp sona erer ve, “Onun gitmesi de durması da Allah içindir”
                              hakikati bütün varlığa nüfuz eder ve so-nuçta kişi isim ve sıfatların hakikati, hatta ism-i a’zam’ın sureti ve mazharı haline gelir. Bu da, insanî kemalin doruğu ve ehlullahın emel-lerinin son noktasıdır. İnsan bu mertebeden ne kadar uzaktaysa ve zik-rin etkisi ne kadar az olursa, insanın kemali de o kadar noksan olur. Zahir ve batının noksanlıkları birbirini etkiler, çünkü insanî varlık ha-letleri birbirine bağlı ve birbirinden etkilenir haldedir. Buradan, bütün zikirlerden daha aşağı mertebede yer alan “dil ile zikr”in de faydalı olduğu anlaşılmaktadır. Zira ilk olarak dil, bu zikirde her ne kadar ruhsuz bir kalıp şeklinde bile olsa, kendi görevini yapmış sayılmaktadır. İkinci olarak da bu zikir, devamlılık ve şartlarını yerine getirme neticesinde kalp dilinin açılmasına da sebeb olabilir.

                              Arif ve kamil şeyhimiz –ruhum ona feda olsun- Şahabadi şöyle bu-yuruyordu: “Zikreden kişi zikirde, henüz konuşmaya başlamamış bir çocuğa konuşmayı öğretmeye çalışan kişi gibi olmalıdır. Çocuk dile gelip konuşsun diye tekrar edip durur. O kelimeyi söyleyince çocuk da peşinden onu tekrar eder ve böylece tekrarın verdiği yorgunluk kaybo-lur. Sanki çocuktan ona yardım erişmiş gibi olur. Aynı şekilde, zikre-den kişi de henüz zikretmeye başlamamış kalbine, zikir dilini öğret-melidir. Zikri tekrar etmenin sırrı da kalp dilinin açılmasıdır. Kalp di-linin açılmasının alameti de, dilin kalbe tabi olması ve böylece tekrarın sıkıntı ve zahmetinin ortadan kalkmasıdır. Evvela dil zikredicidir, kalb ise onun yardımıyla zikretmektedir. Ama kalb dilinin açılmasıyla, dil, kalbe uymakta ve kalbi veya gaybi yardım sayesinde zikretmektedir.”

                              Bilinmelidir ki ruhaniyet batınından ve kalbin özünden bir yardım gelip melekutî bir hayat kazandırmadıkça, zahirî amellerin, gayp ma-kamına ve melekut aleminde haşr olma derecesine layık bir konuma sahip olması mümkün değildir. Niyetin halis oluşu ve halis niyetin su-reti olan o ruhsal nefha, ruh ve batın mesabesindedir. Beden de buna uyarak melekutta haşr olmakta ve dergaha kabul liyakatine ermektedir. Bu nedenle de rivayet-i şerifelerde amellerin kabulünün, kalbin yönelişine bağlı olduğu ifade edilmiştir. Ama her şeye rağmen dil ile yapılan zikir de makbul ve arzulanır bir şeydir ve kişiyi eninde sonunda hakikate ulaştırır. Bu nedenle de rivayet ve eserlerde dil ile yapılan zikir, çok övülmüştür ve pek az bab, zikir babı kadar çok hadise sahip-tir. Kitab-ı Kerim’in ayetlerinde de zikir çok övülmüştür. Gerçi çoğunda kastedilen zikir, kalbi veya ruhi zikirdir, ama Hakk’ı zikretme-nin her aşaması makbuldür.

                              Bu bölümü de, uğurlu olsun diye birkaç hadis-i şerifin zikriyle biti-riyoruz.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                                4. Bölüm: Allah’ı Zikretmenin Faziletine İlişkin Bazı Hadislere Dair

                                Kafi’de sahih bir senetle Fuzeyl b. Yesar’dan naklen Ebu Abdul-lah’ın şöyle buyurduğu yer almıştır: “İyiler ve kötülerin toplanıp da Allah’ı zikretmedikleri her toplantı kıyamet günü onların pişmanlığına yol açacaktır.”

                                Bilindiği gibi kıyamet günü zikrin ne büyük sonuçları olduğunu, kendisinin bu sonuçlardan mahrum olduğunu ve artık telafi etmenin mümkün olmadığını anlayan kişi büyük bir pişmanlık duyacaktır. O halde insan fırsatı ganimet saymalı ve henüz vakit varken toplantılarını Allah’ın zikrinden uzak kılmamalıdır.

                                Kafi’de sağlam bir senetle Ebi Cafer’in (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Kim mükemmel bir tartıyla tartılmak (yani sevaplarının tam ve noksansız olmasını) istiyorsa bir toplantıdan veya oturumdan ayrıl-dığında şu ayet-i şerifleri okusun: “Senin güçlü olan Rabbin, onların vasıflandırmalarından münezzehtir. Peygamberlere selam olsun. Alemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.” (Saffat/180-182)

                                Hz. Sadık’ın (a.s) naklettiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim kıyamet günü sevaplarının tam olmasını istiyorsa bu ayet-i şerifleri her namazdan sonra okusun.”

                                Ayrıca mürsel olarak Hz. Sadık’tan şöyle buyurduğu rivayet edil-miştir: “Bir meclisten ayrılırken bu ayetleri okumak günahlara kefaret olur.”
                                Kafi’de İbn-i Fezzal’ın naklettiği merfu bir hadiste ise şöyle yer almıştır: “Allah-u Teala İsa’ya şöyle buyurdu: “Ey İsa! Beni kendi nefsinde zikret ki ben de seni nefsimde zikredeyim. Beni toplumda zikret ki ben de seni insan toplumundan daha yüce bir toplumda zik-redeyim. Ey İsa! Benim için kalbini yumuşat, bani halvet halinde çokça zikret ve bil ki benim hoşnutluğum bana yönelmendedir. Bu zikirde di-ri (kalp huzuru içinde) ol, ölü değil. .”

                                Kafi’de yer aldığına göre Hz. İmam Sadık şöyle buyuruyor: “Allah (c. c) şöyle buyuruyor: “Beni zikrettiğinde bir dilekte bulunmayan ki-şiye benden dilekte bulunandan çok daha fazla ihsanda bulunurum.”

                                Ahmed b. Fahd, Uddet’ud Dai’de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Bilin ki Allah’ın katında sizin amellerinizin en hayırlısı, en temizi, en seçkini ve güneşin üzerinde doğup battığı şeylerin en iyisi, sizin Allah-u Teala’yı zikretmenizdir. Çünkü Allah Teala “Ben; beni zikredenle beraberim” buyurmuştur.”

                                Zikrin fazileti, niteliği, adabı ve şartları hakkındaki hadisler bu say-falara sığmayacak kadar çoktur. Başta da sonda da, zahirde de batında da hamd Allah’a mahsustur.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X