Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    Ondokuzuncu Hadis: Gıybet

    بِسَنَدی المُتَّصِلِ اِلی ثِقَة الاِسلامِ وَ المُسلِمينَ مُحَمَّدِ بنّ يعقوب الکُلَينی –رضوان الله عليه- عَن عَلِی بنِ اِبراهيمَ، عَن اَبيهِ، عَن النَّوفَلیِّ، عَنِ السَّکونِیَّ، عَن اَبی عَبدِاللهِ عَلَيه السَّلام قال: قال رسول الله صَلّی الله عَلَيه وَ آلِهِ: الغِيبَةُ اَسرَعُ فی دينِ الرَّجُلِ المُسلِمِ مِنَ الاَکلَةِ فی جَوفِهِ. قال: وَ قال رسول الله صَلّی الله عَلَيه وَ آلِهِ: الجُلُوسُ فِی المَسجِد اِنتِظارَ الصَّلاةِ عِبادَةٌ ما لَم يُحدِث. قيلَ: يا رَسول الله وَ ما يُحدِث قال: الاِغتِيابَ.

    “Sekuni’nin bildirdiğine göre Hz. İmam Sadık (a.s), Resul-i Ek-rem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Gıybet, Müslüman ki-şinin dininde, “ekle” (kaşıntı,uyuz) hastalığının karında yaptığı etkiden daha hızlı bir şekilde etki yaratır.” Resul-i Ekrem devamla şöyle buyurdu: “Namazı beklemek üzere mescitte oturmak bir başka sonuç doğurmadığı sürece ibadettir.” “Ya Resulullah! Hangi sonucu do-ğurmadığı sürece?” denilince de şöyle buyurdu: “Gıybeti!”


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      Şerh

      Lügat kitaplarında yer aldığına göre “gıybet” kelimesi “gabe”nin mastarıdır ve hem de “igtiyab” kelimesinin ism-i masdarıdır. Cevheri şöyle diyor: “igtabehu igtiyaben” cümlesi “O gıybet etti” anlamındadır. Dolayısıyla gıybet birinin ardından işittiği takdirde incineceği bir söz söylemektir. Eğer o söz doğru ise gıybettir ve eğer yalan ise iftiradır.”

      Araştırmacı muhaddis Meclisi (r.a) şöyle diyor: “Bu lügavi anlamı-dır.” Ama anlaşıldığı kadarıyla sihah sahibi terimsel anlamını beyan etmiştir. Lugavi anlamını değil. Zira “gabe” ve “igtiyab” kelimelerinin lügavi anlamı bu değildir. Bundan daha genel bir anlam içermektedir. Lügat ehli de bazen bir kelimenin terimsel veya şer’î anlamını da ki-taplarında yazmaktadırlar.

      Ama Kamus sahibinden nakledildiğine göre ise, “gabe” kelimesi “abe” (ayıpladı) anlamındadır. Misbah’ul-Munir’de ise şöyle yer al-mıştır: “Gıybet, doğru bile olsa, insanın hoşlanmadığı şeylerle anılma-sıdır.”

      Yazara göre bunların hiç birisi lügat anlamı değildir. Bunların her biri terimsel anlamıyla karışmış olan ek bilgilerdir. Velhasıl, lügavi anlamı hakkında fazla tartışmanın faydası yoktur. Önemli olan bir tek-lif olarak ortaya konan şer’î konudur. Anlaşıldığı kadarıyla bu konunun örfi anlayış ve lügavi anlamı dışında bir takım şer’î kayıtları da vardır.

      Meclisi şöyle diyor: “Ekile” kelimesi, “ferihe” vezninde olup, sa-dece bulunduğu organın etini adeta yiyip bitiren bir kaşıntı (uyuz) has-talığıdır. Bazen de “faile” vezninde okunmaktadır ve de adeta mutlak anlamda eti yiyip bitiren bir kaşıntı (uyuz) hastalığı anlamındadır. Ama birincisi lügate daha uyumludur.”

      Velhasıl, bu hastalık organda, özellikle de karın gibi zarif bölgede ortaya çıktığında adeta karın etini yiyip bitirmektedir. Gıybet ise insa-nın dinini bundan daha hızlı bir şekilde yemekte, bozmakta ve yok etmektedir.

      “Ma lem yuhdis” kelimesi ise “if’al” babındandır. Gizli zamiri “cü-lus” kelimesinden anlaşılan “calis” kelimesine dönmektedir. “İgtiyab kelimesi ise mensuptur. Mef’ulu ise konuşmacının sözünden anlaşılan takdirdeki fiildir. Bazı nüshalarında, “ma yuhdis” kelimesi yerine “ma el-hedes” yer almıştır. Dolayısıyla haber olduğu sebebiyle “igtiyab” kelimesi merfudur.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        1. Bölüm: Gıybetin Tanımına Dair

        Bil ki fıkıh alimleri gıybeti pek çok tarzda tanımlamışlardır. Biz bu tanımları ayrıntılı bir şekilde tartışıp değerlendirmek yerine, özet bir şekilde ele alacağız.

        Araştırmacı Şeyh Şehit, Keşf’ur Reybe’de şöyle diyor: Gıybetin iki tanımı vardır. Fukaha arasında meşhur olan birinci tanıma göre, gıybet; insanın gıyabında, kınamak ve kötülemek maksadıyla, halk arasında eksiklik sayılan istenilmeyen niteliklerle zikredilmesidir. İkinci tanıma göre ise gıybet, nispet edilmesi hoşuna gitmeyecek şeyler hakkında uyarıda bulunmaktır. İkinci tanım, “zikir” (zikredilmesi) kelimesi “söz” anlamına alındığı takdirde birincisinden daha genel bir anlam ifade etmektedir. Nitekim örfte de bu anlamdadır. Zira “uyarıda bulunmak” söz, yazı, nakil ve benzeri şeylerden daha genel bir mana içermektedir. Eğer, “zikir” kelimesi, lügat ile uyumlu bir şekilde “söz” den daha genel bir anlam içerdiği söylenirse, her iki tanım da aynı an-lamı ifade eder. Rivayetlerin içerikleri de bu iki tanıma delalet etmek-tedir. Nitekim bir rivayette Hz. Ebu Zer şöyle diyor: “Ya Resulullah! Gıybet nedir? diye sorunca Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Karde-şinden hoşlanmayacağı bir şekilde söz etmendir.” Ben, “Ya Resulullah! Eğer o kişi sözünü ettiğim hususiyete sahip olsa da mı gıybettir? diye sorunca da şöyle buyurdu: “Eğer sahip ise bu gıybettir, yok, eğer sahip değilse bu durumda iftira etmiş olursun.”

        Meşhur bir rivayete göre ise Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

        “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” denilince de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kardeşini onun hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır.”

        Bu da” zikr”in örfteki anlamı esasınca birinci anlamı ifade etmek-tedir veya “zikr” kelimesinin “söz” den daha genel bir anlam ifade et-tiği esasına göre ise ikinci anlamı içermektedir. Ayrıca gıybet kelime-sinden “gıyabında” anlamı anlaşıldığı için, “gıyabında anmandır” de-nilmemiştir. Bu hadisteki kardeş kelimesinden maksad da soy değil, iman kardeşidir. “Ma yekrehu” cümlesi ise örfen noksanlık sayılan ni-teliklerdir.

        “Kınama maksadı” ise her ne kadar Ebu Zer’in naklettiği hadiste ve meşhur nebevi hadiste yer almamışsa da, sözün gelişinden anlaşılmak-tadır. Ebu Zer’in naklettiği rivayetin ilk cümleleri de bu anlamı ifade etmektedir ve bu yüzden de zikredilme gereği duyulmamıştır. Zira ri-vayetin başında Peygamber (s.a.a), “Gıybet zinadan beterdir” diye buyurmuştur. Ebu Zer, “Niçin bu böyledir, ya Resulullah?” diye so-runca da Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur “Çünkü kişi zina edip de bundan tevbe ettiğinde Allah onu bağışlar, oysa gıybet, gıybeti edilen kişi bağışlamadıkça bağışlanıcı değildir.” Sonra da şöyle buyurmuştur: “(Ayrıca ölü) Etini yemek de Allah’ın haram kıldığı şeylerdendir.”

        Bu iki cümleden de anlaşıldığı üzere, o söz, kınama amacıyla söy-lenmiş olmalıdır. Değilse, sırf merhamet ve uyarı maksadıyla sözünü etmek; gıybet ve kişinin etini yemiş olmak değildir ve de bağışlanacak bir durum söz konusu değildir. Gıybetin sözlü zikirden daha geniş bir anlam ifade ettiği, Aişe’nin şu rivayetinde de anlaşılmaktadır.

        “Bize bir kadın geldi. Yüzünü çevirince elimle onun kısa boylu ol-duğuna işaret ettim.” Resulullah (s.a.a),“Onun gıybetini ettin.” diye buyurdu.

        O halde örfen de gıybet etmiş sayılmak için illa da bunu sözle ger-çekleştirmiş olmak gerekmez. Türsel anlatış boyutuyla haram sayıl-mıştır. Dolayısıyla “zikredilmesi” denilmesinin nedeni de gıybetin hu-susiyeti olduğu esasınca değil, genelde gıybetin sözlü olarak yapıldı-ğındandır.
        Geriye kalan bir husus da şudur ki mutlak olarak zikredilen rivayet-lerden de açıkça anlaşıldığı üzere müminlerin sırlarını ifşa etmek ha-ramdır. Yani ister ahlakî, ister yaratışsal ve isterse de ameli olsun, müminlerin saklı kalmış, açığa çıkmamış kusurlarının açıklanıp ifşa edilmesi haramdır. Bu konuda mümin kusurlarının açığa vurulmasın-dan razı olsun veya olmasın, kınama amacıyla yapılsın veya yapılmasın fark etmez. Ama haberlerin geneli incelendiğinde kınama amacının haram oluşunda etkili bir sebeb olduğu anlaşılmaktadır. Meğer ki amelin kendisi zikredilmesinin ve yayılmasının şer’î açıdan haram ol-duğu işlerden olmuş olsun. Zira Allah’a karşı işlenen günahları, günah sahibinin bile açığa vurması ve yayması bizzat fesadı yaymak anla-mındadır. Bu ise gıybetin haram oluşu ile ilgili bir husus değildir. Ay-rıca kınama amacı taşımasa bile razı olmadığı takdirde, müminlerin gizli hususlarını açığa vurmanın haram olması mümkündür. Velhasıl bu hususta ayrıntıya girmek artık amacımızı aşmaktadır.





        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          2. Bölüm: Gıybetin Haram Oluşuna Dair

          Bil ki gıybet icma olarak haramdır ve hatta fıkhın zaruri hükümle-rinden biridir. Gıybet büyük ve helak edici günahlardan biridir, ama bu hususun ayrıntılarına girmek bu sayfaların kapsamı dışında kal-maktadır. Burada asıl üzerinde durulması gereken şey, bu günahın fe-sadından söz etmek ve de Allah’ın izniyle bu günaha bulaşmamak için veya bulaştığımız takdirde derhal tevbe edip geri dönmemiz ve bu dünyadan imanı yok eden gıybet pisliği içinde gitmememiz için gıybe-tin sonuçlarını anlatmaktır. Bu günahın uhrevi ve melekutî sureti, ol-dukça korkunç ve çirkin bir surettir ve kötülüğü dışında, ayrıca kişiyi enbiya ve mukarreb meleklerin huzurunda rezil de etmektedir.
          Allah-u Teala’nın yüce kitabında ve değerli hadislerde bu günahın melekutî sureti, açıkça veya işaret yoluyla beyan edilmiştir.

          Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

          “Biriniz diğerinizin gıybetini etmesin. Hanginiz ölmüş kardeşi-nin etini yemeyi sever? Bundan iğrendiniz değil mi?”
          Bizler, amellerimizin öbür alemde amellerimizle uyumlu suretler şeklinde bize geri döneceğinden gafiliz. Bu amelin, leş yemek suretine sahip olduğunu bilmiyoruz. Bu amelin sahibi, köpekler gibi insanların yüzsuyunu döktüğü ve etlerini yediği için, cehennemde bu amelin melekutî suretiyle karşı karşıya gelecektir.

          Bir rivayette şöyle yer almıştır: “Resulullah (s.a.a) zina ettiğinden ötürü bir adamı recmetti. Orada bulunanlardan biri arkadaşına, “Bu adam köpek gibi bulunduğu yerde öldürüldü” dedi. Daha sonra
          Peygamber (s.a.a) o iki kişiyle beraber bir leşin yanından geçerken onlara şöyle buyurdu: “Haydi dişlerinizle bu leşi parçalayın.” Onlar, “Ya Resulullah! Yani ölünün etinden mi yiyelim” diye sorunca Pey-gamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kardeşinizden size erişen şey, ölü eti yemekten daha iğrençtir.”

          Evet, Resul-i Ekrem (s.a.a) basiret ve müşahede nurunun verdiği güç ile o kişilerin amellerinin leş yemekten daha iğrenç olduğunu gö-rüyordu. Başka bir rivayette de gıybet edicinin kıyamet günü kendi etini yiyeceği ifade edilmiştir.

          Ayrıca Vesail’de senedi Hz. Ali’ye (a.s) ulaşan bir hadiste de şöyle yer almıştır: “Nuf şöyle diyor: “Hz. Ali’ye (a.s), “Bana nasihatte bu-lun” diye arz edince şöyle buyurdu: “Gıybetten uzak dur, çünkü gıybet eden kimse ateş köpeklerinin yiyeceğidir.” Sonra da şöyle buyurdu: “Ey Nuf, helalzade olduğunu sanıp da insanların beden etini gıybet yoluyla yiyen kişi (bu sanısında) yalancıdır.”

          Bu rivayetler arasında çelişki söz konusu değildir. Bütün bunların gerçekleşmesi mümkündür. Hem murdar et yiyebilir, hem de kendi etinden yiyebilir, hem murdar şeyler yiyen bir köpek olabilir ve hem de cehennem köpeklerinin yediği bir leşe dönüşebilir. Çünkü o alemde suretler etkinlik boyutlarına bağlıdır ve yerinde ispatlandığı üzere bir varlığın pek çok suretlere sahip olması mümkündür.

          İkab’ul Amal’da ise Peygamber’in şöyle buyurduğu yer almıştır: “Kardeşinin gıybetini edip gizlisini açığa vuran kişi attığı ilk adımda cehenneme girer ve Allah-u Teala onun gizlisini halk arasında açığa vurur.”

          Bunlar Hak Teala’nın gıybet eden kimseyi kulları ve melekutî yara-tıkları arasında rezil rüsva edeceği ahiret ve cehennemdeki durumudur.
          Vesail’de senedi Hz. Sadık’a ulaşan bir rivayette ise Hz. Resulün şöyle buyurduğu belirtilmektedir: “Bir Müslüman’ın gıybetini yapan kişinin orucu batıl olur, abdesti bozulur ve kıyamet günü ağzından leş kokusundan daha iğrenç bir koku olduğu halde çıkagelir. Orada bulu-nanlar kendisinden eziyet çeker ve eğer bu durumdan tevbe etmeden ölürse Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal saymış olarak ölür.”

          Bu da gıybet edenin ölümden önceki durumudur ki insanlar önünde rezil rüsva olmuş ve de kafir arasında yer almıştır. Çünkü Allah’ın ha-ram kıldığı bir şeyi helal sayan kişi kafirdir. Gıybet eden kimse bu ha-dis esasınca, sonuçları itibariyle kafir gibidir. Böyle birinin berzahtaki durumuna ilişkin olarak da Resulullah’tan şu rivayet nakledilmiştir:

          “Enes bin malik şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Miraç gecesi yüzlerini tırnaklarıyla yırtan bir topluluğun yanından geçtim. Cebrail’den bunların kimler olduğunu sorunca şöyle buyurdu: “Bunlar insanların gıybetini yapan kişilerdir.”

          O halde anlaşıldığı üzere gıybet eden kimse berzahta rezil rüsvadır, insanların yanında sorguya çekilince de utanç duyacaktır ve cehen-nemde de bu rezil rüsvalık içinde kalacaktır. Hatta bazı açılardan o re-zilliğin etkileri bu dünyada da görülmektedir. Nitekim Kafi’de yer alan şu hadis-i şerifte bu duruma işaret edilmektedir.

          “İshak b. Ammar’dan naklen Hz. İmam Sadık (a.s), Hz. Resulullah’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: “Ey diliyle Müslüman olduğunu ifade ettiği halde henüz kalben iman etmemiş olanlar! Müs-lümanları kötüleyip çekiştirmeyin ve onların gizli kabahatlerini araş-tırmayın, çünkü onların gizliliklerini araştıranın Allah da gizliliklerini araştırır ve Allah’ın gizliliklerini araştırdığı kişi, evinden dışarı çıkmasa bile rezil rüsva olur.”

          Allah Tebarek ve Teala gayretlidir. Müminlerin sırlarını ifşa etmek ve gizliliklerini açığa vurmak ilahî namusu çiğnemektir. Eğer insan hayasızca sınırı aşar ve ilahî sınırları çiğnerse gayret sahibi Allah da kendi settariyeti ve lütfüyle örttüğü gizliliklerini ifşa eder ve yüzsuyu-nu döker. Bu alemde insanlar önünde ve o alemde de melekler, pey-gamberler ve veliler (a.s) nezdinde rezil rüsva eder.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


            Kafi’de senedi Hz. İmam Bakır’a ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle yer almıştır: “Resul-i Ekrem (s.a.a) miraca götürülünce şöyle arz etti: “Ya rabbi! Senin katında müminin durumu nedir?” Allah şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Benim dostuma hakaret eden kişi muhakkak ki bana karşı savaş açmış demektir ve ben dostlarına yardıma koşmakta her şeyden daha hızlı ve seriyim.”

            Bu hususta daha pek çok hadis mevcuttur.

            Şeyh Saduk, senedi Hz. Sadık’a ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle buy-rulduğunu rivayet etmektedir. :

            “Onun (yani kendi günahkar olsa bile zahirde günahları örtme ve adalet ehli olan birinin) gıybetini yapan kişi, Allah’ın velayeti altından çıkıp şeytanın velayeti altına girer.”

            Bilindiği gibi Hakk’ın velayetinden çıkıp şeytanın velayeti altına giren kişi kurtuluş ve iman ehli olamaz. Nitekim İshak ibn Ammar’ın rivayet ettiği yukarıdaki hadiste, gıybet eden kimsenin İslâm’ının söz-de İslam olduğu ve henüz kalben iman etmiş biri olmadığı buyurulmuştur. Bilindiği gibi, Allah-u Teala’ya iman eden, ceza gü-nünü onaylayan ve amellerin suretine ve kötülüklerin hakikatine erişe-ceğine inanan bir kimsenin, gayb, şuhud, dünya, berzah ve ahiret ale-minde kendisini rezil rüsva eden, kendisini cehenneme ve belaların en kötüsüne maruz kılan, kendisini Hakk’ın velayetinden uzaklaştıran ve şeytanın velayeti altına sokan böylesine kınanmış bir amele yönelmesi mümkün değildir.

            O halde eğer böyle bir amele yöneldiğimizi görüyorsak bilelim ki kaynakta bozukluk vardır ve de iman henüz kalbimizde yer etmemiştir. Eğer iman kalbe yerleşirse, ameller ıslah olur. Etkisi bütün amellere, zahire ve batına sirayet eder. O halde batını tedavi etmek ve kalp hastalığını iyileştirmek gerekir. Hadis-i şeriflerden anlaşıldığı üzere, iman gevşekliği ve ihlassızlık ahlakî ve ameli fesatlara yol açtığı gibi, bu fesatlar da imanın zayıflamasına ve hatta yok olmasına sebep ol-maktadır. Bu kendi yerinde ispat edildiği gibi bir tür deliller ile de uyum içindedir.
            Bil ki gıybet masiyeti, başka bir açıdan da diğer günahlardan daha şiddetli ve etkileri daha fazladır. Zira bu günahta Allah’ın hakkı oldu-ğu gibi insanların hakkı da vardır. Gıybeti yapılmış kişi bağışlamadıkça Hak Teala da gıybet eden kimseyi bağışlamaz. Nitekim bu husus, pek çok kanaldan nakledilen bir çok hadis-i şerifte yer almıştır.

            Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ebu Zer’e yaptığı vasiyetinde şöyle buyurmuştur: “Gıybetten kork, çünkü gıybet zinadan daha tehli-kelidir.” Ebu Zer, “Niçin ya Resulullah?” diye sorunca da şöyle bu-yurmuştur: “Çünkü zina eden kişi tevbe ettiğinde, Allah-u Teala tevbesini kabul eder, ama gıybeti yapılan kişi bağışlamadıkça, Allah gıybet eden kimseyi bağışlamaz.”

            Aynı hadis bu haliyle veya buna yakın ifadelerle İlel, Hisal ve Mecme’ul Beyan’da da yer almaktadır. Eğer Allah göstermesin, kişi üzerinde kul hakkı bulunduğu halde bu dünyadan göçerse, durumu ol-dukça tehlikelidir. Hukuk-i ilahide kişinin durumu gazap, kin ve düş-manlık gütmeyen kerim ve rahim Allah’ın merhametine kalmıştır; ama eğer kullarının hakları çiğnenirse, bu ahlaka sahib olmayan, kolay kolay affetmeyen ve hatta belki de asla hakkından asla vazgeçmeyecek birine çatmak mümkündür. O halde insan kendine çok dikkat etmek zorundadır; çünkü durum çok zor ve tehlikelidir. Gıybetle ilgili hadis-i şerifler bu sayfaların alamayacağı kadar çoktur. Bu nedenle de küçük bir bölümünün zikriyle yetiniyoruz.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Hz. Resul-i Ekrem aşağıdaki hadiste yer aldığı gibi bir konuşma-sında faizden söz etmiş, faizin çok kötü bir şey olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur: “Faizin bir dirhemi, otuz altı zinadan daha beter-dir; ama faizden de daha büyüğü müslümanın yüzsuyudur”

              Hz. Resul-i Ekrem hakeza şöyle buyurmuştur:” Kulun iyiliklerini yakıp kül etmede gıybet, kuru şeyleri yakıp kül eden ateşten daha etki-lidir.”
              Hakeza Resul-i Ekrem şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü şahıs Hakk’ın huzuruna getirilip durdurulur ve eline amel defteri verilir. Ama işlediği iyilikleri defterinde göremez. Bunun üzerine, “ Ya Rabbi! Bu benim defterim değil. İyiliklerimi içinde göremiyorum.” der. Kendisine şöyle denir: “Muhakkak ki Rabbin yanılan ve unutkan değildir. Senin amellerin halkın gıybetini etmenden ötürü kayboldu.” Ardından bir başkası huzura getirilip kendisine amel defteri verilir. O şahıs def-terinde işlemediği iyiliklerin kayıtlı olduğunu görür. Bunun üzerine, “Ya Rabbi! Bu benim defterim değil. Çünkü ben bu amelleri işleme-dim.” der. Ona şöyle denir: “Filan kişi senin gıybetini etmişti. Bu ne-denle de onun iyilikleri sana yazıldı.”

              Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Küfrün ilk aşaması ki-şinin kardeşinden bir şey duyup da o sözü başkalarına söyleyerek kar-deşini küçük düşürmeye çalışmasıdır. Böyle kimseler için hiç bir nasip yoktur.”

              Bunlar sadece bu kısımda yer alan rivayetlerdir, Oysa gıybet kap-samına giren ve gıybet eden kimse için bir çok günahları ve fesatları olan diğer bir takım konular da vardır. Mümini aşağılamak, küçüm-semek, hakaret etmek ve ayıplarını araştırıp kınamak gibi hususlar da tek başına insanı helak edebilecek nedenlerdir ve bu konuda nakledilen hadisler de gerçekten insanın belini bükmektedir. Ama biz sözü uzatmamak için bu kadarla yetiniyoruz.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                3. Bölüm: Gıybetin Toplumsal Zararlarına Dair

                Bu helak edici büyük günah, iman ve ahlakı, zahir ve batını fesada uğratmaktadır. Önceki bölümde yer aldığı gibi insanı dünyada ve ahirette rezil rüsva etmektedir. Bu rezalet aynı zamanda toplumsal fe-sada da yol açmakta ve bu açıdan da pek çok fesattan daha kötü ve çirkin bir durum arz etmektedir.

                Bizzat bağımsız bir hedef, büyük hedeflerin ilerleme vesilesi ve er-dem şehrinin teşkilinde tam etken olmasına rağmen şeriatların ve bü-yük peygamberlerin (a.s) büyük hedeflerinden biri de söz ve inanç bir-liğini sağlamak, önemli işlerde birlik oluşturmak ve insanoğlunun bo-zulmasına ve erdem şehrinin yıkılmasına neden olan zulüm erbabının zulümlerini önlemektir. Birey ve toplumun ıslahı sayılan bu büyük hedef ise ancak vahdet, gönül birliği, kardeşlik, kalbi sadakat, zahirî ve batınî safa, toplum bireylerinin yek vücut olması, toplumun tek beden haline dönüşmesi, her bireyin bu bedenin bir uzvu olması ve toplumun bütün gayret ve çabasının toplum ve bireyin kurtuluşu olan tek ilahî hedef noktası etrafında dönmesi ile gerçekleşebilir. Eğer bir toplumda bu tür bir kardeşlik ve dayanışma gerçekleşirse, o toplum bu özelliğe sahip olmayan bütün topluluklara galebe çalar. Nitekim İslam tarihine ve özellikle de İslam’ın savaş ve fetihler tarihine müracaat edilmesi, bu gerçeği açık bir şekilde gözler önüne serecektir. Bu ilahî düzenin ilk günlerinde müslümanlar arasında, sınırlı da olsa birlik ve ihlaslı çabaların varlığı, çok kısa bir zamanda büyük fetihlerin gerçek-leşmesine yol açtı ve müslümanlar İran ve Roma gibi zamanın büyük imparatorluklarına galib geldiler. Çok küçük miktarda olmalarına rağmen sınırsız topluluklara galebe çaldılar. Peygamber-i Ekrem daha ilk dönemde müslümanların arasında kardeşlik bağlarını güçlendirdi ve “Muhakkak ki mü’minler kardeştir” ayeti gereğince müminler arasında kardeşlik kurulmuş oldu.

                Kafi’de yer alan bir rivayete göre, İmam Sadık (a.s) ashabına şöyle buyurmuştur: “Takvalı olun, birbirinize karşı iyi davranan kardeşler olun. Allah yolunda birbirinizle dost olun, birbirinize katılın, birbirinize karşı merhametli olun, birbirinizi ziyaret edin, emrimiz (velayetimiz) hakkında görüş alışverişinde bulunun ve emrimizi ihya edin.” Hakeza İmam Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Müslümanlar birbirine katılmada, muhtaçlara yardımcı olma ve sevgi göstermede ve birbirine karşı merhametli olmak hususunda çaba göstermelidirler ki aziz ve celil olan Allah’ın haklarında “Mü’minler birbirlerine karşı şefkatlidir” diye emrettiği gibi olabilsinler.”
                Hakeza İmam Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Aziz ve celil olan Allah’ın emrettiği gibi birbirinizle ilişkiniz olsun, birbirinize karşı şefkat ve merhametli davranın ve sevgili kardeşler olun.”

                Müslümanlar birbirine dostluk, iyilik ve yakınlık göstermek ve bir-birine kardeş ve destek olmakla yükümlüdürler. Bu hedefin gerçek-leşmesine yardımcı olan her şey makbul olduğu gibi, gerçekleşmesine engel olan her şey de şeriat sahibinin nefret ettiği bir husustur ve de yüce hedeflerine aykırıdır. Bilindiği gibi gıybet, toplumda yaygınlaş-tığında kin, kıskançlık, gazap, düşmanlık ve fesada yol açmaktadır. Gıybet, toplumda nifak ve ikiyüzlülük tohumları ekmekte, birlik ve dayanışma esaslarını yıkmakta ve dinin temellerini sarsmaktadır. Bu yüzden de fesat ve çirkinliği sürekli artmaktadır.

                O halde gayretli ve dindar her müslümanın kendi şahsını fesattan ve din kardeşlerini nifaktan korumak, Müslümanların ülkesini ayakta tutmak ve de vahdet, topluluk ve kardeşlik bağlarını sağlamlaştırmak için kendisini bu rezaletten korumalı ve Müslümanları da bu çirkin amelden sakındırmalıdır. Allah korusun, bugüne değin bu çirkin du-ruma sahip ise, bundan tevbe etmeli, imkan dahilinde ve fesada neden olmadığı takdirde gıybetini ettiği kişiden rızayet ve helallik dilemeli, aksi takdirde bu günahı terk etmeli ve kalbine; sadakat, vahdet ve bir-lik tohumunu ekmelidir ki toplumun salih bir bireyi sayılsın ve de İslam çarkının etkin bir dişi konumuna gelsin. Şüphesiz Allah doğru yola ile-tir.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  4. Bölüm: Bu Öldürücü Hastalığın Tedavisine Dair

                  Bil ki diğer günahlar gibi bu büyük günah da yararlı ilim ve amel ile tedavi edilebilir.

                  Bunun ilmî yönü, bu amelin faydaları hakkında düşünmek, bu fay-dayı doğurduğu kötü ve çirkin sonuçlarıyla mukayese etmek ve bir bü-tün halinde ele alarak akıl terazisinde değerlendirip tartmaktır. Şüphe-siz insan kendine düşmanlık edemez. O halde bütün günahlar, cehalet-ten ve sonuçlarından gafil olmaktan kaynaklanmaktadır. Hayali fayda-sı insanın birkaç dakika zarfında halkın kötülüklerini sayarak ve sırla-rını ifşa ederek nefsani güdülerini tatmin etmesi, hayvani veya şeytani tabiatla uyum arz eden lafazanlıkta bulunması, vaktini harcayarak top-luluğu canlı tutması ve haset ettiği şeylerden intikam aldığını düşün-mesidir.

                  Gıybetin kötü sonuçlarından bir kısmını geçen bölümde okudun. Şimdi de başka bir yönüne kulak ver, ibret al ve mukayese terazisinde tart. Şüphesiz bu tefekkür ve değerlendirmenin yararlı sonuçları ola-caktır.

                  Bil ki gıybetin bu alemdeki sonuçlarından biri de kişinin halkın gö-zünden düşmesi ve aralarındaki güven hissini yitirmesidir. Çünkü halk, fıtraten kemale ve iyiliğe meyillidir. Bunlara sevgi duymaktadır. Noksanlık, çirkinlik ve kötülükten de nefret etmektedir. Şüphesiz in-sanların sırlarını ifşa etmekten sakınan kimselerle diğerlerini ayrı tut-maktadırlar. Hatta bizzat, gıybet eden kimse bile, fıtratı ve aklı gereği bu günahtan uzak duran kimseleri kendinden üstün görmektedir.

                  Eğer gıybet eden kimse işi aşırıya vardırır ve halkın onur ve namu-suna dil uzatırsa, Allah-u Teala onu bu alemde de rezil rüsva eder. Ni-tekim daha önce zikredilen İshak b. Ammar’ın rivayetinde de bu yer almıştı. Kişinin, Hak Teala’nın telafisi mümkün olmayacak bir şekilde kendisini rezil rüsva etmesinden şiddetle kaçınması gerekir. Hilim sa-hibi Allah’ın gazabından Allah’a sığınırım. Mü’minlerin onurunun çiğnenmesi ve sırlarının açığa vurulmasının insanı kötü akıbete sürük-lemesi de mümkündür. Çünkü bu kötü huy nefiste kök saldığı takdirde çok kötü sonuçlar doğurmaktadır ki bunlardan bir tanesi de sahibinde gazap ve kin icat etmesidir ve de bu kin ve gazap gittikçe artış kay-detmektedir. Bu gazap ve kin sebebiyle insanın, bir takım hakikatleri keşfettiği, bazı alemleri gördüğü ve melekut perdesinin kalktığı ölüm anında, Allah-u Teala’nın müminlere ikramını ve yüce makamlarını gördüğünde bizzat Hak Teala’ya karşı da bir kin ve öfke duyması mümkündür. Çünkü insan her zaman düşmanının dostuna kin besle-mekte ve düşmanlık ettiği kişinin dostundan nefret etmektedir. Bir kez de insan Allah’a ve meleklerine düşmanlık içinde bu alemden göçtü mü, artık ebedi sefalete ve mutsuzluğa sürüklenir.

                  Azizim! Allah’ın rahmet ve nimetlerine muhatap olmuş, İslam ve iman elbisesine bürünmüş Hakk’ın kullarına sevgi duy ve onlara karşı kalben muhabbet besle. Sakın Hakk’ın dostlarına düşmanlık etme, çünkü Hak Teala kendi dostunun düşmanına düşmandır ve seni bu yüzden kendi rahmet kapısından kovar. Allah’ın has kulları halkın arasında saklı durumdadırlar ve bu yüzden de senin bu mü’minin sırla-rını açığa vurmanın, Allah’ın da senin sırlarını ifşa etmesine dönüşüp dönüşmeyeceği belli değildir.

                  Mü’minler Hakk’ın dostlarıdır. Onlara dostluk göstermek Hakk’a dost olmak demek olduğu gibi, onlara düşmanlık etmek de Hakk’a düşmanlık etmek anlamına gelmektedir. Hakk’ın gazabından kork ve ceza günü şefaatçilerin öfkesinden çekin: “Şefaatçileri kendisine hasım olan kişinin vay haline.” Bu masiyetin dünyevi ve uhrevi sonuçlarını biraz düşün. Kabirde ve ahirette kendilerine düçar olacağın o korkunç suretleri gözünün önüne getirmeye çalış. Alimlerimizin (r.a) muteber kitaplarına ve Temiz İmamlar’ın (a.s) rivayetlerine başvur ki gerçekten de insanın belini bükmektedir. Birkaç dakikalık gevezelik ve şehvet tatminini, o da sonunda kurtulma ümidin olduğu takdirde, göreceğin binlerce yıllık azab ve sıkıntıyla karşılaştır. Aksi takdirde bu yaptığını ebedi cehennem ve elim azabıyla karşılaştırman gerekecektir ki, ondan da Allah’a sığınırız.

                  Ayrıca eğer sen gıybetini ettiğin kişiye düşmansan, bu düşmanlığı-nın gereği bile, onun gıybetini etmemendir. Elbette eğer hadislere imanın varsa. Çünkü hadislerde gıybetini ettiğin kişiye senin iyilikle-rinin nakledileceği ve onun günahlarının sana yazılacağı belirtilmiştir. O halde sen bu yolla ona düşmanlık etmekle, aslında kendine düşman-lık etmektesin. O halde bil ki sen Allah’la yarışıp çekişemezsin. Allah-u Teala senin bu gıybetin sebebiyle o kişiyi halkın arasında aziz ve seni de gıybetin yüzünden halkın arasında rezil rüsva etmeye kadirdir. Seni, seçkin yaratıkları nezdinde rezil rüsva edebilir ve amel defterini günahlarla doldurabilir. Seni rezil etmişken, gıybetini ettiğin kişinin amel defterini ise iyiliklerle doldurabilir ve onu aziz ve saygın kılabilir. O halde ne kadar cebbar biri karşısında diklendiğini bil ve ondan kork.
                  Gıybetin ameli tedavisine gelince. Ne edip edip nefsini bu günahtan arındırması, dilin gemlerini ele alması ve bir süre bu durumu sürdür-meye çalışması, insanın bu günahı işlemeyeceğine dair kendi kendisiyle sözleşmesi ve kendisine dikkat edip hesaba çekmesi gerekmektedir. Umulur ki inşaallah bir süre sonra nefs ıslah olur ve bu kötü özelliğin kökleri kazınmış olur. Artık yavaş yavaş işin kolaylaşır ve bir süre sonra bu durumdan doğal bir şekilde uzak durduğunu görmüş olursun. O halde yapman gereken şey bu durumu terk etmektir.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    5. Bölüm: Caiz Olan Durumlarda Bile Gıybete Yanaşılmama-sına Dair

                    Bil ki ulema ve fukaha (r.a) kimi hususları gıybet haramlığının dı-şında tutmuşlardır ve bunlar on taneden fazladır, ama bunları saymaya kalkışmayacağız. Çünkü bu sayfaların konusu fıkıh değildir. Burada asıl belirtilmesi gereken şey, insanın kendini hiç bir zaman nefsin tu-zaklarından korunmuş saymaması, büyük bir dikkat ve tedbirle hareket etmesi ve haram sayılmayan söz konusu istisnai hususlardan birini gördüğünde, hemen bahane arayarak gıybet ve kötülemeye kalkışma-masıdır.

                    Nefsin tuzakları oldukça dakiktir. İnsanı şer’î yollarla dahi aldat-ması ve helake sürüklemesi mümkündür. Sözgelimi açıkça günah iş-leyen birinin gıybetini etmek caizdir, hatta sakındırılmasına neden olan kimi durumlarda farzdır ve “kötülükten sakındırmak” tan sayılmakta-dır. Ama kişinin kendi haline dikkat etmesi ve bunu şer’î amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı yaptığını anlaması gerekmektedir. Eğer söz konusu gıybeti ilahî amaçla yapıyorsa, bu bir ibadettir, hatta kendisi anlamasa bile gıybeti edilen şahsa halini düzeltmesi için ihsan edilen bir ilahî lütuf ve rahmettir. Ama eğer bu gıybet nefsani heva ve hevese bulanmış halde yapılıyorsa, niyetini halis kılmalı ve insanların haysiyetiyle oynamamalıdır. Hatta caiz olan hususlarda bile nefsi gıy-bet etmeye alıştırmak insan için zararlıdır. Çünkü nefis kötülük ve çir-kinliklere eğilimlidir.

                    Eğer caiz olan alanlarda arzusuna uygun tarzda hareket etmesine ve sınır tanımamasına göz yumulacak olursa sonunda haram alana yö-nelmesi mümkündür. Nitekim şüpheli alanlara adım atmak caiz olma-sına rağmen makbul değildir. Çünkü onlar haramların korusudur ve onlara yönelmek kişiyi haramlar korusuna sürükleyebilir. Bu nedenle de insan bu durumlardan kaçınmalı ve nefsin, dizginlerini koparmasına imkan sağlayabilecek hallerden uzak durmaya gayret etmelidir.

                    Evet, gıybetin farz olduğu durumlarda, şüphesiz bu farzın ifa edil-mesi gerekir, ama bu yapılırken de niyetin, nefsin hevasından ve şey-tanın aldatılmasından arındırılması ve halis tutulması lazımdır. Ama sadece caiz olduğu durumlarda gıybetin terk edilmesi daha evladır. İn-san her caiz işi yapmamalı, özellikle de nefsin ve şeytanın tuzaklarına çok elverişli olan böyle bir durumda, çok dikkatli olmalıdır.

                    Rivayette yer aldığına göre Hz. İsa, (a.s) havarileriyle birlikte bir köpek leşinin önünden geçince havariler şöyle dediler: “Şu leş ne kadar da kötü kokuyor!” Bunun üzerine Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu: “Dişleri ne kadar da beyaz.”

                    Şüphesiz insanı terbiye etmek isteyenlerin böylesine arınmış bir nefse sahip olması gerekmektedir. Hak Teala’nın bir yaratığından bu şekilde kötü söz edilmesine müsaade etmedi. Onlar onun noksanını gördüler. Ama Hz. İsa güzel yanını onlara hatırlattı. Bir hadiste Hz. İsa’nın (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: “Pisliğe konan sinek gibi hal-kın ayıplarına dikkat edip durmayın.”

                    Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kendi ayıplarıyla meşgul olmanın, kendisini başkalarının ayıplarıyla uğraşmaktan alıkoyduğu kimseye ne mutlu!”

                    İnsanın başkalarının ayıplarıyla uğraştığı gibi, kendi ayıplarıyla da uğraşması ne de güzeldir ve binlerce ayıba sahip olan bir insanın da hep başkalarının ayıbından söz etmesi ve insanların ayıplarını kendi ayıplarına örtü kılması ne de kötüdür!

                    Eğer insan bir miktar kendi ayıplarına eğilir ve onları ıslah etmeye çalışırsa, işleri salih olacaktır. Kendini ayıptan ve kusurdan arınmış sayan kişi, cahildir. Hiç bir ayıp, kişinin kendi ayıplarını görmemesin-den ve kendisi pek çok ayıba sahip olduğu halde, başkalarının ayıpla-rından söz edip durmasından daha kötü değildir.





                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      6. Bölüm: Gıybete Kulak Vermenin De Haram Olduğuna Dair

                      Gıybet haram olduğu gibi aynı şekilde gıybete kulak vermek de ha-ramdır ve hatta rivayetler, tüm işlerde, hatta Allah’ın haramını helal sayması ve büyük günahlardan olması boyutunda bile gıybete kulak veren kimsenin, gıybet eden kimse gibi olduğunu ifade etmektedir.
                      Nitekim Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gıybeti dinleyen kimse, iki gıybetçiden biri sayılır.”

                      Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Gıybete kulak veren; iki gıy-betçiden biridir.” Pek çok rivayet, gıybetin engellenmesinin farz ol-duğunu ifade etmektedir.

                      Saduk’un kendi isnadıyla İmam Sadık’tan naklettiği Peygamber’in (s.a.a) yasakları ile ilgili hadiste, Peygamber’in (s.a.a), gıybeti ve gıy-beti dinlemeyi yasakladıktan sonra şöyle buyurduğu yer almıştır: “Bil ki kim bir mecliste bir kardeşinin gıybetinin edildiğini duyar da o gıy-beti reddederse, Allah-u Teala da ondan dünya ve ahirette bin kötülü-ğün kapısını ret (def) eder. Eğer gücü yetmesine rağmen bu gıybeti reddetmezse, kendisine gıybet eden kimsenin günahının yetmiş katı ya-zılır.”

                      Saduk’un kendi isnadıyla Cafer b. Muhammed’den ve onunda ba-balarından naklettiği Hz. Peygamber’in (s.a.a), Hz. Ali’ye (a.s) yaptığı vasiyeti ile ilgili hadiste şöyle yer almıştır: “Ey Ali! Kim yanında bir Müslüman kardeşinin gıybeti edildiğinde onu savunabilecek durum-dayken savunmazsa, Allah-u Teala onu dünya ve ahirette rezil rüsva eder.”

                      İkab’ul A’mal kitabının kendi senediyle Peygamber’den naklettiği rivayette ise şöyle buyurmuştur: “Kim bir topluluk arasında kardeşinin gıybet edilmesine engel olursa, Allah onun için bin şer kapısını kapatır. Ama engel olmazsa ve de rızayet gösterirse gıybet edenin günahının benzerini yüklenmiş olur.”

                      Son dönem alimlerinin ileri gelenlerinden büyük araştırmacı, ilim ve amel faziletinin sahibi Şeyh Ensari (r.a) şöyle buyuruyor:

                      “Anlaşıldığı kadarıyla burada söz konusu olan red biçimi, gıybetten nehy etmekten başka bir şeydir ve maksat, gıybeti edilen kişiyi, yok-luğunda o gıybet ile uyumlu şeylerle destekleyip korumaktır. O halde eğer söylenen ayıp, dünyevi bir ayıp ise, orada hemen şöyle demelidir: “Asıl ayıp Allah-u Teala’nın ayıp olarak tanıttığı günahlardır. Senin, Allah’ın ayıp saymadığı bir şeyle, kardeşinin gıybetini yapman da bu günahların en büyüğüdür.” Eğer söylenen ayıp dinî bir ayıp ise tevil ederek, onu günahtan arındırması gerekir. Yok eğer tevil edilecek bir şey değilse, o zaman da şöyle demelidir: “Mü’minler kimi zaman gü-naha düşebilir. Onu kınamak yerine kendisi için bağışlanma dilemeli-yiz. Senin ayıplaman ve kınaman, Allah’ın katında belki de onun gü-nahından daha büyüktür.”

                      Kimi zaman da dinleyicinin, farz olan, gıybeti engelleme görevini yerine getirmediği şöyle dursun; katılarak, yardımcı olarak, sürekli il-ginç bulduğunu belirterek, takva ehli olarak bilinen biriyse zahirde bir zikir söyleyerek, mağfiret dileyerek veya diğer şeytani araçlardan bi-rine sarılarak gıybetçiyi gıybete teşvik ettiği görülmektedir. Yukarıda naklettiğimiz hadis-i şerifte, günahı, gıybet eden kimsenin günahından yetmiş kat fazla olduğu belirtilen kimseler, belki de bu tür kişilerdir.
                      Bundan Allah’a sığınırız.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        Bütünleme: Şehid-İ Sani’nin (r.a) Sözleri

                        Büyük şeyh ve yüce araştırmacı Şehid-i Sani’nin (r.a) bu konuda söylemiş olduğu bir sözü vardır ki, biz bu makamı, onun bu sözünü tercüme ederek tamamlamak istiyoruz.

                        Şehid-i Sani şöyle diyor: “Gıybetin en kötü türlerinden biri de za-hirde ilim ve anlayış ehli olan, ama hakikatte riyakar olan kimselerin yaptığı gıybettir. Çünkü bu tür kişiler bu fiillerini ilim ve takvanın ge-reği olarak tanıtabilmektedir. Bunlar gıybet ettikleri halde sanki gıy-betten kaçınıyorlarmış gibi bir tutum sergilemekteler, ama bu tutumla-rıyla iki kötülüğü, hem gıybeti ve hem de ikiyüzlülüğü bir araya getir-diklerini bilememektedirler. Örneğin, yanında birbirinden söz edilince “Elhamdülillah biz riyaset peşinde değiliz”, “dünya sevgisi peşinde değiliz”, “Biz filan sıfata sahip değiliz”, “Haya eksikliğinden –ya da başarısızlıktan- Allah’a sığınırız” veya “Allah-u Teala bizi fiilen amelden korusun” diyerek ima yoluyla birini kınayıp gıybetini eder. Oysa kimi zaman birinin aybı anlaşılıyorsa, sadece “elhamdülillah” demek bile gıybet sayılır. Ama bu takva ehli suretinde yapılmış bir gıybettir. Bu kimse birini gıybet ve riya kokan sözlerle kınamak iste-miştir. İçinde olduğu, hatta daha büyüğüne sahip olduğu halde bazı ayıplardan münezzeh olduğunu ima etmeye çalışmaktadır. Gıybetin yollarından biri de insanın birinin gıybetini yapmak istediğinde önce onu övmesi ve örneğin şöyle demesidir: “Falan kimsenin ne de güzel halleri vardır. İbadetlerinde kusur etmemektedir. Ama hepimizde var olan sabırsızlık sebebiyle ibadetlerde gevşemeye başlamış bulunmak-tadır.”

                        Bu şahıs, zahirde kendini kınar gibi gözükmesine rağmen, ama ha-kikatte başkasını kınamaktadır. Kınama hususunda kendini takva ehli-ne benzeterek, aslında kendini övmektedir. Bu kimse gıybet, riya ve nefsini temize çıkarmaktan ibaret olan üç kötülüğü bir araya getirmiştir. Salihlerden olduğunu ve gıybetten tiksindiğini sanmaktadır. Şeytan işte cehalet ehliyle böylesine oynamaktadır. Bunlar henüz gittikleri yolu sağlamlaştırmadan ilim ve amele koyulan zavallı kimselerdir.

                        Gıybet yollarından biri de bir mecliste gıybet edilince, bazılarının bu gıybeti duymaması, içlerinden birinin, “Suphanallah! Ne de ilginç bir şeydir!” diyerek orada gıybeti duymamış kimselerin de gıybeti duymalarını sağlamaya çalışmasıdır.

                        (Riyakar) Birinin “Falan şahsın başına şu bela gelmiş veya falan sı-kıntıya düşmüş, falan dostumuz belada kalmış, Allah bizi korusun” demesi de gıybet türlerinden biridir. Zira bu kimse dostluk izharında bulunmakta, gıybetini bu tür ifadelerle yapmaktadır. Allah onun pis batınından ve kötü niyetinden haberdardır. Bu şahıs, cehaletinden ötü-rü, Allah’ın açıkça gıybet eden kimseden daha fazla kendisine gazap ettiğini bilememektedir.

                        Gizli gıybetten biri de gıybeti şaşkınlık içinde dinlemesidir. Zira bu şahıs şaşkınlık ifadesiyle gıybet eden şahsı coşturmakta ve şaşkınlığı ile onu daha fazla gıybete teşvik etmektedir. Örneğin şöyle der: “Bu sözlere şaşıyorum! Şimdiye kadar bunu bilmiyordum. Falan şahsın böyle olduğunu bilmiyordum.”

                        Aslında bu tür sözlerle gıybet eden kimseyi onaylamak ve hilelerle daha fazla gıybet etmesini istemektedir. Oysa gıybeti onaylamak da gıybettir, gıybeti dinlemek ve hatta gıybeti işitirken susmak bile gıy-bettir.”

                        Kimi zaman gıybete başka boyutlar da eklenir ve böylece fesad, çirkinlik ve cezasını daha da bir artırır. Mesela gıybet eden kimse ar-kasından çekiştirdiği kişiye yanında dostluk gösterisinde bulunur ve onu över. Bu, rivayetlerde şiddetle kınanmış olan bir tür nifak, ikiyüz-lülük ve ikidillilik örneğidir.

                        Nitekim Kafi’de yer alan bir rivayette Ebi Abdillah (a.s) şöyle bu-yurmuştur: “Kim Müslümanları ikiyüzlü ve ikidilli karşılarsa, kıyamet günü ateşten iki dilli gelir.”

                        İşte bu kötü amelin ve bu nifakın ahiret alemindeki sureti ve sonucu budur. Dil ve nefs-i emmarenin şerrinden Allah-u Teala’ya sığınırım.
                        Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          Yirminci Hadis: İhlas

                          بِالسَّنَدِ المُتَّصِلِ اِلی الشَّيخِ الثِّقَة الجَليل مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوب الکُلَينی –قُدِّسَ سِرُّه- عَن عَلِیِّ بن اِبراهيمَ، عَن اَبيهِ، عَنِ القاسِمِ بنِ مُحَمَّد، عَن المِنقَرِیّ، عَن سُفيانَ بنّ عُيَينَةَ، عَن اَبی عَبدِاللهِ عَلَيه السَّلام فی قَولِ اللهِ تَعالی: لِيَبلُوَکُم أَيُّکُم اَحسَنُ عَمَلاً. قالَ: لَيسَ يَعنی أَکثَرَکُم عَمَلاً وَ لکِن أَصوَبَکُم عَمَلاً وَ اِنَّما الاِصابَةُ خَشيَةُ اللهِ وَ النِّيَّةُ الصادِقَةُ وَ الخَشيَةُ. ثُمَّ قال: الابقاءُ عَلَی العَمَلِ حَتّی يَخلُصَ اَشَدُّ مِنَ العَمَل وَ العَمَلُ الخالصُ الَّذی لا تُريدُ أَن يَحمَدَکَ عَلَيهَ أَحَدٌ اِلّا الله تعالی وَ النيَّةُ اَفضَلُ مِنَ العَمَلِ. أَلا وَ إِنَّ النيَّةَ هِیَ العَمَلُ ثُمَّ تَلا قَولَهُ عَزَّ وَ جَلَّ: قُل کُلٌّ يَعمَلُ شاکِلَتِهِ يعنی علی نِيَّتِهِ.


                          Sufyan “Hanginizin daha iyi iş işlediğini denemek için” ayet-i kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak Hz. Sadık’tan (a.s) şöyle buyurdu-ğunu naklediyor: “Burada amellerinizin çokluğu değil, amellerinizin doğru dürüst olması kastedilmiştir. Amellerin doğruluğu ise Allah korkusuna ve bu korku ile birlikte, doğru niyet içinde olmaya bağlıdır.” Daha sonra da şöyle buyurdu: “Amelin halis olması için çaba harcamak, amel etmekten daha zordur. Amelin halis olması ise, Allah-u Teala’dan başka hiç kimsenin seni övmesi beklentisi içinde olmamandır ve niyet amelden daha faziletlidir. Bilin ki şüphesiz niyet, amelin ta kendisidir.” İmam (a.s) Allah-u Teala’nın “De ki, herkes kendine uygun yolda hareket eder.” ayetini okuduktan sonra da, “Yani kendi niyeti doğrultusunda hareket eder.” diye buyurdu.”





                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            Şerh

                            “Bela” imtihan ve tecrübe anlamındadır. Nitekim Sihah yazarı şöyle diyor: “Belevtuhu belva, cerrebtuhu ve ihtebertuhu (onu denedim, onu tecrübe ettim ve onu imtihan ettim). Ve belahullah belaen ve eblahu iblaen ve ibtilahu ey ihteberehu (Allah onu imtihan etti, Allah onu güzel denedi ve onu imtihandan geçirdi.)”

                            “Eyyukum” kelimesi Meclisi’nin dediği üzere “ilim” anlamını içe-rerek, “liyebluvekum” cümlesinin ikinci mef’uludur. Ama bu doğru değildir. Zira “eyyu” kelimesi fiilin istifhamını amelden askıya almak-tadır. Doğru olanı şudur: “Eyyukum ehsenu amelen” cümlesi, mübteda ve haberdir ve anlam olarak “belva” fiilinin mef’uludur. Eğer “eyyu” kelimesini, “mevsule” kabul edecek olursak, merhum Meclisi’nin sözü doğru çıkar. Ama istifham anlamını içerdiği, daha zahirdir.

                            “Sevab” kelimesi ise hatanın zıddıdır. Nitekim Cevheri de bunu söylemiştir. İkinci, “haşyet” kelimesi ise Meclisi’nin de dediği gibi bazı nüshalarda yoktur.

                            Eğer, varsa da açık olan ihtimale göre, “vav” harfi, “mee” (birlikte) anlamındadır.

                            Şehid-i Sani’nin Esrar’us-Salat’ından nakledildiğine göre ise, “Doğru niyet iyiliktir.”

                            “Amel üzere baki kalmak” ifadesi ise ameli gözetmek ve dikkat etmektir. Nitekim Cevheri şöyle diyor: “Hakkında dikkat ettiğin ve kendisine şefkat gösterdiğin zaman, “ebkeytu ala fulanin” denmekte-dir.”

                            “Şakile” kelimesi ise yol, şekil ve yön anlamındadır. Nitekim Kamus ve Sihah’ta böyle yer almıştır. Kamus şöyle diyor: “Şakil; şekil, yön, niyet ve yol demektir.”

                            Burada hadis-i şerifte açıklanması gereken hususları birkaç bölümde beyan etmeye çalışacağız, inşallah.





                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              1. Bölüm: Ölümün Hakikati


                              “Denemek için” ifadesi, Allah-u Teala’nın “Mülk (mutlak egemenlik) kendi elinde bulunan yüce Allah kutludur. O her şeye kadirdir. O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” sözüne işaret etmektedir.


                              Araştırmacı Meclisi (r.a) şöyle diyor: “Bu ayet-i kerime ölümün varlıksal bir şey olduğuna delalet etmektedir. Burada ölümden maksat, ya hayata bulaşan ölümdür ya da aslî yokluktur.”

                              Ayet-i şerife’nin delaleti ise yaratılışın bizzat ona aidiyeti esasına dayalıdır. Ama eğer bil-araz (ilineksel) olarak aidiyeti söz konusuysa ayetin bir delaleti yoktur. Nitekim araştırmacılar bunu ifade etmiştir. Delalet etse bile, ölümün asıl yokluk olmasının bir anlamı bulunmamaktadır. Zira asıl yokluğun vücudî (varlıksal) bir şey oluşu, çelişiklerin birliğidir. Oysa ölümü asıl yokluk anlamına almak, kendi içinde doğru değildir.
                              Özetle, araştırmalar esasınca ölüm, zahirî ve mülkî aleminden batınî ve melekutî aleme intikal etmektir veya ölüm ilk mülkî hayattan, ikinci melekutî hayata geçiştir. Bu esas üzere ölüm, varlıksal bir iştir. Hatta mülkî varlıktan daha yetkindir. Zira dünyevi ve mülkî hayat, ölü ve doğal maddelerle iç içedir. Hayatları da ilineksel (arezi) ve geçicidir ve de melekutî ve zatî hayatın tam aksinedir. Zira zatî ve melekutî hayatta, nefisler için bir bağımsızlık ortaya çıkmaktadır. O yurt; hayat ve hayatın gerektirdiği şeylerin bulunduğu bir yurttur. Berzahi ve misalî beden, çıkış noktasında da nefislere bağlı bulunmaktadır. Nitekim bunun kendi yerinde ispatlanması gerekir. Özetle melekutî hayat –ki okuyucuların Kur’an’a ağır gelmemesi için ölüm olarak tabir edilmiştir- karar kılma ve yaratma ile ilgilidir ve de Zat-i Mukaddes’in kudreti altında bulunmaktadır.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                2. Bölüm İmtihan’ın Allah’a İsnadın İzahına İşaret

                                Daha önceki hadislerin şerhinde “ihtibar” (denemek), “imtihan” ve bunların Hak Teala’ya (c.c) isnadıyla ilgili olarak, Zat-ı Mukaddes’in cehaletini gerektirmeyecek ve de tevillere gerek kalmayacak şekilde bir takım açıklamalarda bulunduk. Şimdi o açıklamaları özet bir şekilde yeniden zikredelim.

                                İnsanî nefsler, fıtrat ve yaratılışın başlangıcında salt istidat ve kabiliyetten ibarettir ve mutluluk ve mutsuzluk boyutlarında her türlü fiiliyetten (aktüellikten) arınmış durumdadır. Cevheri-tabii (tözsel yaratılışsal) ve fiili-ihtiyari (edimsel- istençsel) hareketlerin tasarrufu altına girdikten sonra kabiliyetler fiiliyete (aktüelliğe) dönüşmekte ve ayrılmalar oluşmaktadır. O halde iyinin kötüden, halisin çerçöpten ayrılması ancak mülkî (dünyevi) hayat sayesinde mümkündür. Dolayısıyla hayatın yaratılış amacı da nefslerin birbirinden ayrılması ve elenmesidir. O halde imtihanın yaratılış üzerindeki konumu kendiliğinden anlaşılmış oldu. Ölümün yaratılması da bu ayrılmalarda etkili bir faktördür, hatta nedenin son parçası konumundadır. Zira fiiliyetlerde (aktüellerde) ölçü, insanın kendisiyle intikal ettiği son suretidir. Özetle ayrılmaların ölçüsü melekutî-uhrevi suretler ve bu suretlerin mülkî, dünyevi, iradi ve cevheri (tözsel) hareketlerle ortaya çıkışıdır. O halde imtihan ve elemenin hayat ve ölümün yaratılışı üzerindeki seçkin konumu tümüyle açıklığa kavuşmuş oldu. Tüm sorunların çözümü için bu konuda gerekli olan detaylı bilgiler ise, yaratış öncesi zatî ilmin ile yaratışla birlikte olan fiili (aktüel) ilmin beyanını gerektirmektedir. Bu detaylara girmek ise bizi amacımızdan uzaklaştıracaktır.

                                “Hanginizin daha güzel amel yapacağınızı” ifadesinde imtihanın güzel amele iliştirilmesi de bu hadis-i şerif esasınca bizim zikrettiğimiz anlamı ifade etmektedir. Zira amellerin güzelliği, doğruluğu olarak yorumlanmış, doğruluk ise doğru niyet ve haşyet (Allah korkusu) olarak beyan edilmiştir. Bunlar nefsin batınî suretleri ve ruhların gerçek ayrılma ölçüleridir veya zatî-gaybî ayırımın örnekleri konumundadır. Hatta daha öncede zikredildiği üzere kalp ve batının zahirî amellerden etkilenmesi esasınca bu ayırımlar da ameller sebebiyle gerçekleşmektedir. O halde amellerin imtihanı, zatî hususların imtihanı anlamına da gelmektedir.

                                Eğer bu hadis-i şerifi zahirî anlamına alacak olursak ve de İmam Sadık’ın yorumunu görmezlikten gelirsek, yine de imtihanın mezkur anlama geldiğini görürüz. Çünkü bizatihi dünyaya gelme ve ölüm ile hayatın yaratılması, iyi ve kötü amellerin birbirinden ayrılmasını gerektirmektedir. Hayatın yaratılmasının, amellerin ayrılmasındaki rolü bellidir. Ölüme gelince, dünyevi hayatın fani olduğunu ve bu fani dünyadan göçeceğini bilen insanın, ister istemez amelleri de fark edecektir ve kendiliğinden bir ayrılma vücuda gelecektir.

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X