Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Tamamlama

    Bil ki Aişe, ibadetlerin sırrının, sadece azaptan korkmaya veya kö-tülüklerden arınmaya özgü olduğunu sanmaktaydı. Resulullah’ın iba-detinin de diğer insanların ibadeti gibi olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden kendisine itiraz ederek, “Niçin bu kadar ibadet ettiğini ve bu derece zahmetlere katlandığını” sordu. Bu onun ibadet ve ubudiyet makamı hakkındaki bilgisizliğini gösterir.

    Nübüvvet ve risalet hakkında bilgisizliği sebebiyle kul ve kölelerin ibadetinin o mukaddes zatın makamından uzak olduğunu da bilemiyordu. O, Allah’ın azametinin ve sonsuz nimetlerinin şükrünün Resulullah’ta huzur ve rahatlık diye bir şey bırakmadığını anlayamıyordu. Halis velilerin ibadeti, gerçek sevgilinin sonsuz tecelliler desenidir. Nitekim Mi’rac namazında bu-na işaret edilmiştir. Büyük veliler Allah’ın celal ve cemalinde yok ol-malarına, sıfat ve zatında fani bulunmalarına rağmen, ubudiyyetin hiç bir aşamasından da gaflet etmemişlerdir.

    Onların bedenlerinin hareketi, ruhanî ve aşkî hareketlerine ve o da gerçek sevgilinin cemalinin zu-hurunun niteliğine bağlıdır. Ama Aişe gibilerine ikna edici cevap vermekten başka bir çare de yoktu. Bu yüzden de ibadetin en düşük mertebelerinden birini beyan etmiş ve sadece bu düşük işler için ibadet etmediğini anlatmak istemiştir. Hamd Allah’a mahsustur.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      4. Bölüm: Peygamber’in (s.a.a) İbadet Şekli



      Ali b. İbrahim kendi tefsirinde Hz. İmam Bakır ve Hz. Sadık’dan (a.s) şöyle buyurduklarını nakletmişlerdir: “Resulullah ayakları şişin-ceye kadar ayak parmakları üzerinde duruyordu. Allah-u Teala bunun üzerine Ta-Ha suresini nazil buyurdu. “Ta-Ha” ise “Tayy” kabilesinin lügatine göre “Ey Muhammed” manasına gelmektedir.”

      Mean’il Ahbar’da Süfyan-i Sevri’den naklen İmam Sadık'ın (a.s) uzun bir hadiste şöyle buyurduğu yer almıştır: “Ta-Ha” Peygamber’in isimlerinden biridir. Manası, “Ey Hakk’ı taleb eden ve insanları Hakk’a doğru hidayet eden kimse!” demektir.” İbn-i Abbas’tan ve diğer bazılarından da nakledildiği üzere “Ta-Ha”, “Ey Adam!” anlamındadır.

      Ehl-i Sünnet’ten bazısından nakledildiğine göre de “Ta”, Resulullah’ın kalbinin Allah’tan gayrisinden “teharet”ine (tertemiz ol-duğuna), “Ha” ise Peygamber’in kalbinin Allah’a doğru “hidayet” ol-duğuna işarettir. Bazılarına göre de “Ta” cennet ehlinin “tereb” ine (sevincine), “Ha” ise cehennem ehlinin “hevan”ına (horluğuna) işarettir. Tabersi (r.a) şöyle demiştir: “Hasan’dan nakledildiği üzere “Tah” diye okunmuştur. Eğer bu kıraat doğru olursa, aslı “t’e” olur. Hemze “ha” ya dönüşmüştür. Dolayısıyla ile manası “gezmek” anlamındadır. Örneğin, “t’e’il arze bi kademeyke camian” cümlesi “bütün yeryüzünü ayaklarınla gez” anlamındadır.”

      Özetle surelerin önündeki mukattaa harflerinde birçok ihtilaflar söz konusudur. Ama genelde kabul edilen görüşe göre seven ve sevilen arasında birtakım şifre ve sırlardır. Hiç kimse bunun ne olduğunu bi-lememektedir. Bazı müfessirler kendi tahminleri üzere birtakım görüş-ler ileri sürmüşlerse de genelde bunlar, kaynağı olmayan soğuk tah-minlerdir. Süfyan-ı Sevri’den nakledilen bir hadiste de mukattaa harf-lerinin bir takım şifre ve sırlar olduğu beyan edilmiştir. Hakeza beşer aklının almayacağı birtakım işlerin olması ve Allah-u Teala bunları sadece muhatabına özgü kılmış olması da uzak bir ihtimal değildir. Nitekim müteşabih ayetlerin varlığı da herkes için değildir. Zira insan-lar genelde, sadece bunun tevilini bilmektedirler. “Şeka” ve “şekavet” ise saadetin zıddıdır. Zahmet ve sıkıntı anlamınadır. Cevheri bu husus-ta şöyle diyor: “Şeka” ve “şekavet” saadetin zıddıdır.”

      Merhum Tabersi ise İhticac adlı kitabında İmam Musa b. Ca-fer’den (a.s) o da babasından şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: Resulullah (s.a.a) tam on yıl ayak par-makları üzerinde (ibadet için ayakta) durdu. Öyle ki sonunda ayak parmakları şişti ve yüzü sararmaya başladı. Bütün gece boyunca ayakta duruyor ve namaz kılıyordu. Sonunda bu konuda uyarıldı ve Allah-u Teala şu ayeti nazil buyurdu: “Ta-Ha, biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik.” Aksine; saadete erişesin diye in-dirdik.” Hz. İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “ Resulullah (s.a.a) ibadet ederken ayaklarından birini yerden kaldırıyordu ki zahmeti daha da çok olsun. Allah-u Teala böylece şu ayeti nazil buyurdu: “Ta-Ha, biz sana Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik.”

      Bazı müfessirlere göre de bu ayet-i şerife “Peygamber; dinimizi terk ettiği için büyük zahmete düştü” diyen müşriklere bir cevaptır. Bunun üzerine mezkur ayet inmiştir.

      Arif ve kamil şeyh Şahabadi ise şöyle buyuruyordu: “Resulullah bir süre müşrikleri İslam'a davet etti, ama istediği gibi etkili olmadı. Bu-nun üzerine Resulullah kendi davetinde birtakım eksikliklerin olabile-ceğini düşündü. Dolayısıyla tam on yıl ibadet ve riyazetle uğraştı ve sonuçta ayakları şişti. Bunun üzerine ayet-i şerife nazil olarak kendisini bu kadar sıkıntıya sokmamasını bildirdi. Peygamber’e temiz olduğu, davetinde hiç bir eksikliğin bulunmadığı ve aksine eksiklik ve noksanlığın insanlarda olduğu beyan edildi. “Gerçek şu ki sen sevdi-ğini hidayete eriştiremezsin.”

      Velhasıl ayet-i şerifeden de, Resulullah’ın (s.a.a) uzun bir süre ri-yazet ve zahmetli ibadetlere yöneldiği anlaşılmaktadır. Müfessirlerin sözünden de bu mana istifade edilmektedir. Elbette bunun keyfiyetin-de ihtilafa düşülmüştür. Bu; ümmet için, hususen Allah’a davet etmek isteyen ilim ehli için, bir ödev olmalıdır. Resulullah; kalbi temizlik ve kemalatına rağmen yine de büyük zahmetlere katlanarak ibadet ve ri-yazetle meşgul olmuş ve sonunda Allah-u Teala mezkur ayeti nazil buyurmuştur. Oysa bizler bütün bu günah ve hatalarımıza rağmen asla ahiretimizi dahi düşünmüyoruz. Adeta sanki bizler için cehennemden kurtuluş beratı ve azaptan güvende kalma belgesi verilmiştir. Bütün bunlar dünya sevgisinden ve Allah’ın, peygamberlerin ve velilerinin sözlerine kulak asmamamızdan kaynaklanmaktadır.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Yirmiikinci Hadis: Ölümden Hoşlanmamak

        بِالسَّنَدِ المُتَّصِلِ اِلی رُکن الاِسلامِ وَ ثِقَتِهِ، مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبَ الکُلَينیِّ، عَن مُحَمَّدِبنِ يَحيی، عَن أَحمَدَبنِ مُحَمَّدٍ، عَن بَعضِ أَصحابِهِ، عَن الحَسَنِ بنِ علیِّ بنِ أَبی عُثمانَ، عَن واصِلِ، عَن عَبدِالله بن سِنانٍ، عَن أَبی عَبدِالله، عَلَيهِ السَّلام، قال: جاءَ رَجُلٌ إِلی أَبی ذَرٍّ فَقالَ: يا أَباذَرٍّ، ما لَنا نَکَرَهُ المَوتَ؟ فَقالَ: لِأَنَّکُم عَمَّرتُمُ الدُّنيا وَ أَخرَبتُمُ الاَخِرَةَ، فَتَکرَهونَ أَن تُنقَلُوا مِن عِمرانٍ اِلی خَرابٍ. فَقالَ لَهُ: فَکَيفَ ترَی قُدُومَنا عَلَی الله؟ فَقالَ: أَمَّا المُحسِنُ مِنکُم، فَکَالغائِبِ يَقدُمُ عَلی أَهلِهِ؛ وَ أَمّا لمُسِیءُ مِنکُم، فَکالاَبِقِ يُرَدُّ عَلی مَولاهُ. قالَ: فَکَيفَ تَری حالَنا عِندَالله؟ قال: اعَرَضوا أَعمالَکُم عَلیَ الکِتابِ. إِنَّ الله يَقول: إِنَّ الاَبرارَ لَفی نَعيمٍ. وَ اِنَّ الفُجَّارَ لَفی جَحيم. قالَ: فَقالَ الرَّجُلُ: فَأَينَ رَحمَةُ الله؟ قال: رَحمَةُ الله قَريبٌ مِنَ المُحسِنينَ. قالَ أَبو عَبدِالله، عَليهِ السَّلام: وَ کَتَبَ رَجُلٌ اِلی أَبی ذَرٍّ، رَضِیَ الله عَنهُ: يا أَبا ذَرٍّ، أَطرَفنی بِشَیءٍ مِنَ العِلمِ. فَکَتَبَ إِلَيهِ. إِنَّ العِلمَ کَثيرٌ، وَ لکِن إِن قَدَرتَ أَن لا تُسی ءَ إلی مَن تُحِبُّهُ، فَافعَل. فَقالَ لَهُ الرَّجُلُ: وَ هَل رَأَيتَ أَحَداً يُسیءُ إلی مَن يُحِبُّهُ! فَقالَ لَهُ: نَعَم، نَفسُکَ أَحَبُّ الاَنفُس إلَيکَ؛ فَإِذا أَنتَ عَصَيتَ الله فَقَد أَسَأتَ إِلَيها.

        “Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Birisi Ebuzer’e şöyle dedi: “Ey Ebuzer! Bizlere ne olmuş ki ölümden tiksiniyoruz?” Ebuzer şöyle dedi: “Zira sizler dünyayı bayındır kıldınız, ahireti ise virane. Dolayısıyla da bayındır yerden virane yere gitmeyi hoş karşılamıyor-sunuz.” Daha sonra o şahıs şöyle sordu: “O halde bizim Allah’ın hu-zuruna varışımızı nasıl görüyorsun?” Ebuzer şöyle dedi: “Sizden iyi olanlar, ehlinden uzak olanın ailesinin yanına varışı gibi Allah’ın hu-zuruna varacaktır. Ama sizden kötü olanlar ise, mevlasından kaçan bir kölenin yeniden mevlasına döndürüldüğü gibi Allah’ın huzuruna varacaktır.” O şahıs “O halde bizim Allah indindeki halimizi nasıl gö-rüyorsunuz?” diye sorunca Ebuzer (r.a) şöyle dedi: “Amellerinizi Al-lah’ın kitabına arz edin. Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “İyiler şüp-hesiz cennette, kötüler ise cehennemdedirler.” O şahıs, “O halde Allah’ın rahmeti nerededir?” diye sordu. Ebuzer şöyle dedi: “Şüphesiz ki Allah’ın rahmeti iyilere yakındır.” İmam Sadık (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Adamın birisi de Ebuzer’e (r.a) şöyle yazdı: ““Ey Ebuzer! Bana ilimden bir hediye gönder!” Ebuzer de ona şöyle yazdı: Şüphesiz ki ilim çoktur Eğer sev-diğine kötülük etmemeye kadir isen, bunu yap.” O şahıs şöyle dedi: “Acaba, sevdiğine kötülük edeni hiç gördün mü?” Ebuzer de şöyle buyurdu: “Evet, sana nefislerin en sevgili olanı kendi nefsindir. Ama sen Allah’a isyan edince, nefsine kötülük etmiş olursun.”



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          Şerh
          Bil ki insanlar ölümden hoşlanmamak ve korkmak hususunda ol-dukça farklılık içindedirler. Hakeza bu hoşlanmama ve korkunun te-melleri de farklılık içindedir. Ebuzer’in beyan ettikleri ise orta halli insanlar ile ilgilidir. Biz de nakıs ve kamil insanların halini kısaca beyan etmeye çalışacağız.

          O halde bilmek gerekir ki biz nakısların ölümden korkması önceki sayfalarda işaret ettiğimiz bir espri sebebiyledir. O da şudur ki insan; Allah vergisi, fıtratı ve asıl yaratılışı itibariyle hayatı ve bekayı sev-mektedir. Ölüm ve yokluktan ise nefret etmektedir. Bu ilgisi ise mutlak beka ve ebedî-daimî hayata yöneliktir. Yani içinde fena ve yokluk olmayan bir hayata aittir! Bazı büyükler bu fıtrat ile ahireti ispat et-mektedir ki şu anda burada beyan etmek yeri değildir.

          İnsanda bu sevgi ve o nefret olduğu için, beka ve hayatın olduğunu sandığı her alemi sever ve aşık olur ona. Dolayısıyla bunun mukabi-lindeki alemden de nefret eder. Bizler de ahirete iman sahibi olmadı-ğımızdan ve kalbimizin o alemin bekası ile ezeli hayatına itminanı olmadığından, bu alemi seviyor ve o fıtrat esasınca ölümden kaçıyoruz. Daha öncede açıkladığımız gibi; aklî idrak ve tasdik, kalbi itmi’nan ve imandan apayrı bir hakikattir.

          Bizler düşük, zulmani ve mülkî yurttan, daimi, nurani, yüce, baki ve melekutî hayat alemi olan ahirete intikalin ifadesi ölümün, aklî id-rakimiz veya körü körüne tasdikimiz ile hak olduğunu biliyoruz. Ama kalplerimizin bu marifetten hiç bir nasibi yoktur. Gönüllerimiz bundan habersizdir. Kalbimiz; tabiat ve mülkî aleme gömülmüş ve hayatın, bu mülkî, hayvani ve düşük hayattan ibaret olduğunu sanmaktadır; ama, ahiret ve hayat alemi olan diğer alemin, hayat ve bekasına inanma-maktadır. Bu yüzden bu aleme güveniyor ve o alemden korkuyor, nef-ret ediyoruz. Bütün musibetlerimiz de bu iman noksanlığı ve itmi’nan yokluğundandır. Eğer dünya hayatına var olan itminanımız ve bu ale-min hayat ve bekasına olan imanımız kadar, hatta bunun onda biri ka-dar dahi bir itmi’nan ve imanımız olsaydı, ahirete daha fazla bağlanır, dolayısıyla da ahiret yolunu ıslah ve tamir etmeye çalışırdık.

          Ama ne yazık ki iman çeşmemizde, su yoktur ve yakin binamız, su üstünde bulunmaktadır. Çaresiz olarak ölümden, fenadan ve zevalden korkar hale gelmişiz. Bunun yegane çaresi ise fikir, yararlı zikir, ilim ve salih amelle kalbimize imanı sokmaktır. Orta halli insanların, yani ahiret alemine iman etmeyenlerin ölümden korkusu ve antipatisi, kalplerinin dünyayı tamire yönelmiş olması ve ahireti tamirden gaflet etmeleridir. Bu yüzden abad ve bayındır olan bir yerden, harap olan yere intikal etmeyi hoş göremiyoruz. Nitekim Ebuzer (r.a) bunu buyurmuştu. Bu da iman ve itminanın noksan-lığından kaynaklanmaktadır. Yoksa kamil bir iman sahibi olan insan, ahireti tamirden asla gaflet etmez ve aşağılık dünya işlerini yapmakla meşgul olmaz.

          Özetle bu panikler, korkular ve ölümden tiksinmeler; amellerimizin doğru olmaması, sapmalarımız ve Allah’a muhalefet etmiş olmamız-dandır. Eğer hesabımız doğru olsaydı ve kendi kendimizi muhasebe etmiş olsaydık, asla hesaptan korkmazdık. Zira orada hesap adil bir şekilde yapılmakta ve hesap eden de adil bir zattır. O halde hesaptan korkmamız, kendi kötü hesabımız, sahtekarlık ve hırsızlığımız sebe-biyledir; yoksa muhasebeden korktuğumuz için değil.

          Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyuruyor: “Her gün nefsini muhasebe etmeyen kimse bizden değildir. Eğer iyilik etmişse, Allah’tan bunun fazlalığını istemeli ve eğer kötülük etmişse Allah’tan bağışlanma dilemeli ve tevbede bulunmalıdır.”

          O halde eğer kendini hesaba çekersen, kıyamet günü hesap zamanı hiç bir sıkıntı görmez ve ondan asla korkmazsın. Hakeza o alemin diğer helak edici hususları ve durakları da bu alemdeki amellerimize bağlıdır. Eğer bu alemdeki nübüvvetin ve velayetin doğru yoluna yönelmiş, bu yolda yürümüş ve Hz. Ali’nin velayet caddesinden sapmamış isen, hayatında herhangi bir sürçme görülmemişse, sırattan geçiş hususunda hiç bir korkun olmamalıdır. Zira ahiretteki sırat köprüsü, velayetin batınî suretidir. Nitekim rivayetlerde Hz. Ali’nin sırat köprüsü olduğu yer almaktadır. Başka bir hadiste ise “Biz Sırat-ı müstakimiz” diye buyurulmuştur. Camie adlı mübarek ziyaretnamede ise şöyle yer almıştır: “Sizler en büyük yol ve en sağlam sıratsınız” Herkim bu sıratta yürür ve kalp ayağı sürçmezse, o sıratta da sürçmez ve düşmez. Bir yıldırım gibi sırattan geçer. Hakeza ahlak melekeleri adilane olur ve nuraniyet içinde bulunursa; kabir, berzah ve kıyametin zulmetlerinden ve o alemdeki korkunç şeylerden güvende olur. O alemdeki hiç bir şeyden korkmaz. O halde bu makamda dert kendimizden, devası da kendimizdendir. Nitekim Hz. Ali (a.s) kendisine isnad edilen bir şiirde şöyle buyurmuştur:
          “Devan sendedir, ama bilemiyorsun.Hastalığın sendedir, göremiyorsun.”
          Kafi’de yer alan bir hadiste Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki sen nefsinin doktoru karar kılınmışsın ve senin için has-talığın ne olduğu açıklanmıştır. Sana sıhhat delilleri tanıtılmıştır ve sana ilacı da gösterilmiştir. O halde nefsini nasıl ıslah ettiğine bak.”
          Sende fasit olan bir takım ahlak ve ameller vardır. Sıhhatin alamet-leri ise peygamberlerin reçetesi ile akıl ve fıtrat nurlarıdır. Nefislerin ıslah ilacı ise, onları temiz/halis kılmak için teşebbüste bulunmaktır. Bu ise orta halli insanların makamıdır. Ama mükemmel mümin ve itminan sahibi kimselere gelince, onlar asla ölümden korkmazlar. Gerçi bir takım korkuları vardır; ama onların korkusu Allah’ın azameti ve celali sebebiyledir. Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününün dehşeti nasıl olacaktır!” , Hz. Ali (a.s) ise 19. gecede büyük bir endişe içerisindeydi. Halbuki Hz. Ali bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah’a andolsun ki Ali b. Ebi Talib ölümü çocuğun annesinin memesine olan sevgisinden daha çok sevmektedir.” Özetle onların korkusu başka şeylerdendi. Onların korkusu bizim gibi dünyada fani olmuş ve arzu ve emellerine bağlı kalmış insanların kor-kusu gibi değildir. Velilerin kalpleri de birbirlerinden oldukça farklılık içerisindedir. Bunları, kapsamlı bir şekilde yazmak mümkün değildir. Sadece bunlardan bazısına işaret edeceğiz.


          Velilerin kalpleri, isimlerin tecellilerini kabulde farklılık içindedir. Bazılarının kalpleri aşk ve şevk içindedir. Yani kalpleri aşk ve şevk kalpleridir. Allah-u Teala bu gibi kalplerde cemal isimleriyle tecelli etmektedir. O tecelli, şevkle iç içe olan bir heybet getirmektedir. Korku heybeti ise, azametin tecellisinden ve derkindendir. Aşığın kalbi sevgiliyle görüşme anında tepinmekte ve korkmaktadır. Ama bu korku ve panik, sıradan korkular gibi değildir.

          Bazı kalpler ise korku ve hüzün kalpleridir. Allah-u Teala bu kalp-lerde celal ve azamet isimleriyle tecelli etmektedir. Bu da korkuyla karışık bir endişe ve hüzünle karışık bir hayret getirmektedir. Hadiste yer aldığı üzere Hz. Yahya (a.s) Hz. İsa’nın güldüğünü görünce kına-yarak şöyle dedi: “Yoksa sen Allah endişesi ve azabından emanda mı-sın?” Hz. İsa şöyle cevap verdi: “Yoksa sen Allah’ın ihsan ve rahme-tinden ümitsiz misin?” Allah-u Teala da onlara şöyle vahy etti: “Sizden her kimin bana hüsn-ü zannı (iyimserliği) daha çok ise, o benim katımda daha sevimlidir.”
          Hz. Yahya’nın kalbinde, Allah-u Teala celal isimleriyle tecelli etti-ğinden, her zaman korkuyordu. Dolayısıyla da Hz. İsa’yı o şekilde kı-nadı. Hz. İsa ise rahmet tecellileri gereğince ona o şekilde cevap verdi.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            1. Bölüm: Cennet ve Cehennemin Hakikati

            “Dünyayı bayındır kıldınız, ama ahireti harap ettiniz” hadisinin zahirî şudur: Ahiret ve cennet alemi, mamur ve bayındırdır, ama bizim amellerimizle tahrip olmaktadır. Bilindiği gibi bundan maksat tabir-lerdeki benzerliktir. Dünya hakkında “ta’mir” (imar etmek) kelimesi kullanıldığından, bu münasebetle ahiret için de “tahrip” kelimesi ifade edilmiştir. Cehennem ve cennet gerçi mahluktur, ama cennet diyarının imarı ve cehennemin yakıt maddeleri, ehlinin amellerine bağlıdır. Rivayetlerde yer aldığı üzere “Cennetin zemini düzdür ve bina maddeleri ise insanoğlunun amelleridir.

            ” Bu husus kanıt ve mükaşefe ehlinin keşfiyle de mutabıktır. Nitekim bazı araştırmacı arifler şöyle demişlerdir: “Bil ki –Allah bizi ve sizi korusun- cehennem, yaratıkların en büyüğüdür ve o Allah’ın ahiretteki zindanıdır. Ona çok derin olduğu için cehennem demişlerdir. Nitekim derinliği çok olan kuyulara da “cehnam” kuyusu demektedirler. Ce-hennemde hem soğuk ve hem de sıcak vardır. Oranın hem soğukluğu ve hem de sıcaklığı sonsuzdur. Derinliği ile üstü arasındaki mesafe yedi yüz elli yıllık yoldur. İnsanlar bunların mahluk olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Cennet hususunda da aynı ihtilaf söz konusudur. Ama bize ve mükaşefe/marifet ehli ashabımıza göre hem mahluktur ve hem de mahluk değildir. Bu daha çok şuna benzemektedir: Bir insan ilk etapta bir ev yapmak isteyince, ilk önce ev yapmak istediği alanı, bir duvarla çevirir, bu duvarı dışarıdan gören insan burada bir evin olduğunu zanneder. Ama içeriye girildiğinde sadece duvarın olduğu göze çarpar. Daha sonra orada yaşamak isteyen insanların istekleri doğrultusunda odalar, köşkler, depolar ve ev için gerekli olan şeyler yapılır.

            Hadiste yer aldığı üzere “Resulullah (s.a.a) miraca çıktığı zaman cennette bazen bina yapan, bazen de işten el çeken birtakım melekler gördü. Bunun sebebini Cebrail’e (a.s) sorunca Cebrail şöyle dedi: “Bunların yaptığı binanın maddeleri, ümmetin zikirleridir, zikir ettikleri zaman onlar için birtakım maddeler hasıl olur ve melekler de bina yapmakla meşgul olurlar. Ama onlar zikirden geri kalınca bunlar da çalışmaktan el çekerler.

            Özetle cismani cehennem ve cennetin sureti, insanoğlunun iyi ve kötü amellerinin suretidir. O alemde bu ameller kendilerine dönmek-tedir. Nitekim şu ayet-i şerifede de buna işaret edilmiştir: “Yapıp et-tiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır.” Cennet ve cehennem; insanoğlunun cevheri hareket, melekutî sevk; iradi, ameli ve yaratışsal aksiyonlarla kendisine doğru seyrettiği ve na-siplerinin de kendi amellerinin sureti olduğu, iki bağımsız alem de olabilir.

            Sonuç olarak yüce melekut alemi, cennet alemidir ve de bağımsız bir alemdir. Oraya saadete ermiş nefisler sevk edilmektedir. Cehennem alemi ise en aşağı melekut alemidir ve mutsuzluk ehli nefisler oraya doğru yolculuk etmektedir. Ama o alemde kendilerine dönen tek şey, ya iyiliklerin güzel sureti, ya da kötü amellerin korkunç suretleridir. Bu beyanla Kur’an ve hadislerdeki zahirî farklılıkta giderilmiş olmaktadır. Hakeza bu kanıt ve marifet ehlinin görüşü ile de uyum içindedir.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              2. Bölüm: Şeytanın İnsanı Allah’ın Geniş Rahmetiyle Aldatması

              Şüphesiz Ebuzer’in (r.a) bu makamdaki sözü, kapsamlı ve muhkem bir sözdür. İnsan bu söze dikkat etmelidir. Hz. Ebuzer amellerin Al-lah'ın kitabına arz edilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra da şu ayeti okudu: “İyiler cennette, kötüler ise cehennemdedir.”


              O şahıs ise Ebuzer’in bu cevabı karşısında ilahi rahmete sarıldı ve, “O halde Allah’ın rahmeti nerededir?” diye sordu. Ebuzer rahmetin de boş bir şey olmadığını ve rahmetin iyilere yakın olduğunu söyledi.


              Bil ki mel’un şeytan ve kötü nefs-i emmare insanı birçok şeyle al-datmakta ve ebedi helakete sürüklemektedir. Şeytanın kemanında bu-lundurduğu en son ok, insanı Allah’ın rahmetiyle aldatmasıdır. İnsan bu aldanma sebebiyle amel etmekten geri kalmaktadır. Allah’ın rahmetine olan bu yersiz güven şeytanın hilelerinden biridir. Bunun delili ise dünyevi işlerimizin hiç birinde Allah’ın rahmetine güvenmememiz ve tabii ve zahirî sebepleri dışında bir etkenin olmadığını zannetmemizdir. Oysa uhrevi işlerde daima Allah’ın rahmetine güveniyoruz, Allah-u Teala ve Resulullah’ın emrinden gaflet ediyoruz. Adeta Allah bizlere amel kudreti vermemiş, doğru ve yanlış yolu öğretmemiş gibi davranıyoruz.


              Özetle dünyevi işlerimizde tefvize inanmakta, uhrevi işlerimizde ise cebrî kesilmekteyiz. Halbuki bunların her ikisi de batıldır, nebilerin, hidayet imamlarının ve mukarreb velilerin yoluna aykırı bir durumdur. Zira onların hepsi de Allah’ın rahmetine güvendikleri halde asla vazifelerinden gaflet etmiyor ve bir an olsun çalışmaktan geri kalmıyorlardı. Onların amel sahifesini al ve mütalaa et. İmam Seccad’ın (a.s) münacatlarını al ve dikkatle oku. İmam Seccad’ın ubudiyyet makamında nasıl olduğunu ve kulluk görevini nasıl yerine getirdiğini gör. Buna rağmen Hz. Ali’nin amel sahifesini görünce üzülmekte ve acizlik izharında bulunmaktadır. O halde biz ya neuzubillah onları tekzib etmeliyiz ve onların da bizim gibi Hakk’ın rahmetine iman ve itminanının olmadığını söylemeliyiz, ya da kendi-mizi tekzib etmeli ve bu dediklerimizin şeytanın hilelerinden olduğunu anlamalıyız. Şeytan bizleri doğru yoldan saptırmak istemektedir. Biz bütün bunların şerrinden Allah’a sığınıyoruz.


              Ey Aziz! Hz. Ebuzer’in de o şahsa buyurduğu gibi ilim oldukça çoktur. Ama bizim gibilere faydalı olan ilim, kendimize bu kadar kö-tülük etmememiz ve evliya ile enbiyanın emirlerinin bizim mahrum olduğumuz bir takım hakikatlerin keşfi olduğunu anlamamızdır. Onlar bu kötü ahlak ve amellerin ne gibi suretleri olduğunu ve onlardan ne gibi semerelerin vücuda geleceğini çok iyi biliyorlardı. Hakeza bu güzel amel ve ahlakın da ne gibi güzel melekutî suretlerinin olduğunu da görüyorlardı. Onlar her şeyi dediler; deva, derman, dert ve hastalığı beyan ettiler. Eğer sen kendine acıyorsan, o emirlere uy ve derdini de-va et. Hastalığını tedavi et. Allah biliyor ya, eğer bu hal üzere öteki aleme göç edecek olursak ne gibi dert, musibet ve hastalıklara düçar olacağız! Başta da sonda da hamd Allah’adır.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                Yirmiüçüncü Hadis: İlim Taleb Edenlerin Çeşitleri

                بِالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی حُجَّةِ الفِرقَة وَ ثِقَتِها، مُحَمَّدِبنِ يَعقُوبَ الکُلَينیِّ، رَضِیَ الله عَنهُ، عَن عَلِیِّ بنِ إِبراهيمَ، رَفَعَهُ إِلی أَبی عَبدِالله، عَلَيه السَّلام، قال: طَلَبَةُ العِلمِ ثَلاثَةٌ. فَاعرِفهُم بِأَعيانِهِم وَ صِفاتِهِم: صِنفٌ يَطلُبُهُ للجهل والمراء وصِنفٌ يَطلُبُهُ للاِستِطالَةٍ و الخَتلِ وصِنفٌ يَطلُبُهُ لِلفِقهِ وَالعَقلِ. فَصاحِبُ الجَهلِ وَ المِراءِ موذٍ مُمارٍ مُتَعَرِّضٌ لِلمَقالِ فی أَندِيَةِ الرِّحالِ بِتَذاکُرِ العِلمِ وَ صِفَةِ الحِلمِ؛ قَد تَسَرَبَلَ بِالخُشوعِ وَ تَخَلِّی مِنَ الوَرَعِ؛ فَدَقَّ الله مِن هذا خَيشومَهُ وَ قَطَعَ مِنهُ حَيزُومَهُ. وَ صاحِبُ الاستِطالَةِ وَ الخَتلِ ذو خِبٍّ وَ مَلَقٍ؛ يَستَطيلُ عَلی مِثلِهِ مِن أَشباهِهِ، وَ يَتَواضَعُ لِلاَغنياءِ مِن دُونِهِ؛ فَهُوَ لِحَلوائِهِم هاضِمٌ وَلِدينِهِ حاطِمٌ؛ فَأَعمَی الله عَلی هذا خُبرَهُ وَ قَطَعَ مِن آثارِ العُلَماءِ أَثَرَهُ. وَ صاحِبُ الفِقهِ وَ العَقلِ ذُو کَابَةٍ وَ حُزنٍ وَ سَهَرٍ؛ قَد تَحَنَّکَ فی بُرنُسِهِ وَ قامَ اللَّيلَ فی حِندِسِهِ؛ يَعمَلُ وَ يَخشی وَجِلاً، داعِياً مُشفِقاً مُقبِلاً عَلی شَأنِهِ، عارِفاً بِأَهلِ زَمانِهِ مُستَوحِشاً مِن أَوثَقِ إِخوانِهِ؛ فَشَدَّالله مِن هذا أَرکانَهُ وَ أَعطاهُ يَومَ القِيامَةِ أَمانَهُ.



                Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İlim taleb edenler üç kı-sımdır. O halde bunları şahsiyet ve sıfatlarıyla tanı. Bir grup cehalet ve cedelleşmek için ilim taleb eder. Bir kısım üstünlük elde etmek ve aldatmak için ilim taleb eder. Diğer bir kısım da dinde derinleşmek ve akıl için ilim taleb eder. O halde cehalet ve cidal için ilim öğrenenler; eziyet eden, cedelleşen, insanların toplantısında, ilmî tartışma ve hilim gösterişinde bulunarak konuşmalara müdahalede bulunan kimselerdir. Tevazu gömleğini giymiş ama takvadan uzak kalmıştır. Bu yüzden Allah-u Teala onun burnunu yere sürter ve belini kırar. Üstünlük elde etmek ve aldatmak için ilim öğrenen insan ise, hilekar ve dalkavuk bir insandır. O, kendisi gibi olan insanlara üstün gözükmek ister. Kendi dışındaki zenginlere tevazu gösterir.


                Onların helvasını yer, ama kendi dinini ifsad eder. Bu yüzden Allah-u Teala onun basiretini kör kılar ve ondan alimlerin nişanelerini alır. Dinde derinleşmek ve akıl için ilim öğrenenler ise alçak gönüllü, hüzünlü ve geceyi ibadetle geçirenlerdir. Başlarında tahtü’l hanek, gece karanlığında amel ederler. Allah’tan korkar, insanları Allah’a davet eder ve sakınırlar. Kendi makamlarına uygun bir şekilde amel ederler. Kendi zamanındaki insanları iyi tanır ve en güvenilir kardeşlerinden dahi endişe duyarlar. Bu yüzden Allah-u Teala onun ayaklarını sabit kılar ve kıyamette ona emniyet ve gü-venliğini verir.”


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Şerh

                  Hadiste geçen, “bi a’yanihim” kelimesi, “i’rifhum” cümlesinin za-mirini tekit içindir. Yani: “Onların bizzat kendisini, belli olacak ve başkalarıyla karıştırılmayacak bir şekilde tanı.” Nitekim şöyle dersin: “Re’eytuhu bi aynihi” Yani: “onu bizzat gördüm.” Hakeza: “İçinde helal ve haram bulunan bir şey” haramı bizzat tanıyıncaya kadar sana helaldir.”


                  Araştırmacı, muhaddis Meclisi (r.a), bu makamda oldukça açık olan bu ihtimalin dışında da bir takım ihtimaller zikretmiştir. Bu ihtimaller, oldukça uzak ihtimallerdir. Örneğin şöyle demiştir: “Bia’yunihim” kelimesi, “Onları, özellikleriyle ve kendine has fiilleriyle veya görünür fiilleriyle tanı” anlamındadır.”


                  Daha sonra da şöyle diyor: “Bia'yunihim” kelimesi “kısımlarıyla ve bilinen çeşitleriyle tanı” anlamındadır. Şöyle de söylenmiştir: “A'yunihim” kelimesi, “onları, şekil ve zahirde giyindikleri tevazu el-bisesi gibi şeylerle tanı” anlamındadır. Ve bir çok uzak ihtimaller…
                  “Sıfatihim” kelimesindeki sıfatlardan maksat ise bu sınıfın meleke ve niyetlerine bağlı olan haletlerdir. Örneğin; eziyet etmek, cedelleşmek ve benzeri şeyler gibi… O halde bu sıfatlar onların halini göstermekte ve onlar bu şahsiyetleriyle tanınmaktadır.


                  Cehalet ise ilmin zıddıdır. Burada; maksat, hakkı gizlemek, cahil gözükmek veya hakkı kabul etmemek anlamında da olabilir. Bu konu-ya daha sonra değineceğiz. Meclisi şöyle diyor: “Cehalet, beyinsizlik ve hilmi terk etmektir. Ama aklın zıddı olduğu da söylenmiştir.” “Mira” kelimesi ise söz ve görüşler hususunda cedelleşmektir. Mantıkta beş sanattan biri olan cedel sanatı da bu maddedendir. Örneğin Cevhe-ri’nin Sihah’ında yer aldığı üzere; cedelleşmek isteyince şöyle dersin: “Ma reeytu er-recule umarihi miraen (cedeleşeceğim birini bulama-dım).” Bu söz, gerçi mutlaktır, ama maksat zahiren bu söylenen şeydir. Bu makamda başka bir takım ihtimaller de vardır ki, gelecek bö-lümlerin birinde zikretmeye çalışacağız.


                  “İstitale” kelimesi ise yücelik ve üstünlük dilemek anlamındadır. “Hetl” ise aldatma anlamındadır. Cevheri şöyle diyor: “Hetelehu” ke-limesi “hedeehu” (onu aldattı) anlamındadır.” Dolayısıyla “et-tehatol” kelimesi “et-tehadu” (aldatmak) anlamındadır.


                  Cedelleşen kimsenin nasıl cedelleşen kimse olduğuna; üstünlük tas-layan ve aldatan kimsenin kendi benzerlerine karşı nasıl üstünlük tas-layıcı olduğuna ve aldatma anlamında olan “hibb” sahibi olduğuna daha sonra işaret edeceğiz.”


                  “Endiye” kelimesi ise “nadi”nin çoğuludur ve toplantı yeri anla-mındadır. Dağıldıkları zaman artık oraya “nadi” denmemektedir. Mekke’de görüşmeler için düzenlenen Dar’un-Nedve de bu anlamda-dır. “Nediyy, nedve, münteda ve mütenedde” kelimeleri de Cevhe-ri’nin dediğine göre bu anlamdadır.


                  “Bi tezakur’il-İlm” kelimesi de, “mekal” kelimesine aittir veya onun bir bedelidir. Sıfet’ul-Hilm ise ona atfedilmiştir. Dolayısıyla maksat şudur: “Kendisini ilim ehli göstermek için ilmî tartışmalarda bulunmaktadır. Ehli gözükmek için hilim ve sabrı övmektedir. Oysa ne sabır ehlidir, ne de sabredenlerin dostu. Onun ilmî, ilim suretindeki bir cehalettir. Onun hilmi de dengeli kamil sıfatlardan uzaktır. Bu konuda daha sonra açıklamada bulunacağız.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    “Teserbele” kelimesi ise “tefe’lul” babındandır ve de gömlek anla-mını içermektedir. Dolayısıyla “serbeltuhu fe teserbele” cümlesi, “elbestuhu es-sırbale” (gömlek giydim) anlamındadır. “Teserbele bi’l-huşu” cümlesi ise “tevazu elbisesini giydi ve mütevazi gözüktü” an-lamındadır. Çünkü gömlek de (insanın bir parçası) bedene ilişmektedir. Oysa o insan tevazudan uzaktır ve tevazu bir gömlek gibi üzerinde durmaktadır.

                    “el-Vera” kelimesi de haram ve şüphelerden tam sakınma anlamın-dadır.


                    “Fedakkallahu” kelimesi, bir dua anlamında olabilir. Dünya ve ahirette hallerini bildiren bir cümle de olabilir. “Dekka” ise dövmek veya ses ismi anlamındadır.


                    “Min haza” kelimesi ise, “bu sıfatlardan her biri sebebiyle” anla-mındadır.


                    “Heysum” ise burnun üst kısmıdır. “Burnunu yere sürtmek”ten maksat ise, zillet ve horluktan kinayedir. Yani Allah-u Teala bu has-letler sebebiyle onu hor ve zelil kılmaktadır. Bu konuya da daha sonra işaret edeceğiz.


                    “el-Heysum” ise kayış bağlanan yer (bel) anlamındadır. Göğsün or-tası ve bir halka gibi boğazı saran kemik anlamına da gelmiştir. “Ket” kelimesi münasebetiyle birinci anlam daha uygundur.


                    “el-Hibb” kelimesi ise, aldatma anlamındadır. Cevheri’nin dediği üzere “reculun hibbun” kelimesi “sahtekar insan” anlamındadır.
                    “Melekan” kelimesi dalkavukluk anlamındadır. Bu da cevherinin yaptığı şu açıklamaya yakındır: “Reculun melikun” kelimesi, kalbinde olmayan şeyi söyleyen kimse anlamındadır.”


                    Bu tanım, bir şeyi daha genel olan gerekli bir şeyle tanımlamaktır. Dolayısıyla anlamı, kalbinde olmadığı halde huzu ile karışık bir şekilde lütuf ve sevgi izharında bulunmaktır.


                    “li helvaihim” kelimesi ise Meclisi’nin naklettiğine göre, bazı nüshalarda “nun” harfi ile yer almıştır. Dolayısıyla “hulvanihim” ke-limesi, komisyoncu ve kahinin ücreti ve de rüşvet olarak verilen para anlamındadır. Maksat, zenginlerin, insana dinini satması ve yaptığı işler sebebiyle verdiği dünyalık anlamındadır.


                    “Hetm” ise kırmak anlamındadır. Meclisi’nin dediğine göre ise, “Hetm” fesatla sonuçlanan kırmak anlamındadır.”


                    “Hubrehu” kelimesi ise bilgi ve basiret anlamındadır. “Heberehu” diye de okunabilir. Ama fiilin kendisine isnadı sebebiyle birinci şekli daha doğrudur. Ama ikincisi de yanlış değildir.


                    “el-Ke’be” kelimesi de aşırı hüzün sebebiyle insanın halinin kötü olması anlamındadır.


                    “Tehenneke fi burnusihi” cümlesi ise “taht’ul-hanek”in “burnus”un altına koyulması anlamındadır. “Burnus” ise İslam’ın ilk yıllarında ibadet ehlinin başına koyduğu uzun bir külahtır. Nitekim Cevheri, Sihah’ul-Lügat'te bunu söylemiştir. Muhakkik Meclisi ise şöyle diyor: “Bu cümle, namazda “taht’ul-hanek”in müstahap olduğuna işa-rettir.” Elbette bu görüş, tartışılabilir. Zira ibadet ehlinin giydiği elbisede, “taht’ul-hanek”in sadece namazda değil, mutlak şekilde müstahap olduğunu göstermektedir. Evet, eğer, “burnus” sadece namaza has bir giysi olsaydı, bu iddiada bulunmak doğru olabilirdi.


                    “Hindis” ise Cevheri’nin dediğine göre zifiri karanlık bir gece an-lamındadır. Zamire izafe edilmesi de, beyan edici (açıklayıcı) bir iza-fedir. “Fi hindisihi” kelimesi “leyl” kelimesinin bedelidir. Yakın bir ihtimale göre “Hindis”, bu makamda soyutlama esasınca "karanlık ge-ce” anlamında da olabilir.


                    “Fe şeddellahu erkanehu” cümlesindeki, “şedde” kuvvet ve sağlam-laştırma anlamındadır. “Şedde azudehe” cümlesi, “kevvahu” (onu güçlendirdi) anlamındadır. “Rukn” ise esas ve temel anlamındadır. Cevheri şöyle diyor: “Rukn’uş-Şey, bir şeyin en güçlü olan tarafı an-lamındadır.”


                    Biz hadisle ilgili açıklamaları birkaç faslın zımnında beyan etmeye çalışacağız. Tevekkül sadece Allah’adır.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      1. Bölüm: İlmin Gaybi Esaslardan İnsana Telkin Edildiğine Dair

                      Yerinde ispat edildiği gibi sonuca (vargı-conclusio) oranla kıyasın (tasım-syllogism) öncülleri (preamissa) ve her ilmin delil ve kanıtla ispatlanmış konularına oranla delil ve kanıtları, muidde (hazırlayı-cı/öncül) konumundadır ve tam bir istiklale sahip değillerdir. Birbirin-den tümüyle irtibatsız halde bulunmamaktadırlar. Bu hususta tefviz ehli ile cebir ehli ihtilaf etmiştir. Dolayısıyla her biri bir yola saparak itidal yolundan çıkmış ve kendi inançlarına uygun olanı tercih etmiş-lerdir. Birisi “Mukaddime (öncül) bağımsızdır, dolayısıyla gayb alemi ile melekut aleminin feyizleri olmasa bile, insan bizzat öncüllerden sonuç/vargı ilmini elde eder” diyor, diğeri ise “Öncüller sonuçtan tü-müyle bağımsız haldedir. Ama adetullah, cari olmuş, öncüllerden sonra sonuç, adeta insanın zihnine telkin olmaktadır. Öncüller zahir itibariyle neticeye bağlıdır.


                      Ama hakikatte bağlılık/ilişki söz konusu değildir” diye iddia ediyor. Bunların her ikisi de, mezhepleri gibi, hak marifetler ve hakiki ilimler ehlinin nezdinde batıldır. Ehliyle uyumlu hak olan görüş esasınca, öncüllerin hazırlayıcı bir rolü vardır. Yani nefsi, gaybi yüce alemden ilimleri elde etmeye hazırlamaktadır. Biz şu anda bu mezhebi beyan etmek ve o iki mezhebi kötülemek niyetinde değiliz. Bizim maksadımız ayrı bir şeydir. Biz sadece başka bir konuyu beyan etmek için bunu zikrettik. O konu da ilim ve marifetlerin gaybi alem-lerden telkin edildiği ve nefislerin irtibatına bağlı bir şey olduğu ger-çeğidir.

                      Nitekim hadiste de şöyle yer almıştır: “İlim; eğitim ve öğretim çok-luğu ile değildir. İlim; Allah’ın dilediği kulunun kalbine telkin ettiği bir nurdur.” O halde yüce melekut ve mukarreb melekler alemiyle ilişki kuran nefislere, birtakım melekî ilhamlar ve melaike aleminden gelen hakiki ilimler telkin edilir. En düşük melekut alemi, cin, şeytan ve pis nefisler alemiyle ilişki kuran kimselere de şeytanî, cehl-i mürekkep (bilmediğini bilmemek) ve karanlık perdeler türünden telkinlerde bu-lunulur.


                      Bu yüzden marifet ve gerçek ilim ehli kimseler, ilimlerin, özellikle de hak marifetler ve şer’i ilimlerin tahsilinde, nefisleri temizlemeyi, niyetlerin ihlaslı olmasını ve kasıtların temizliğini ilk şart olarak kabul etmektedirler.


                      Dolayısıyla da bu ilimleri öğrenenlere birtakım tavsiyelerde bu-lunmaktadır. Zira; nefis tezkiye olunca yüce alemler ile ilişki yönü güçlenir. “Allah’tan sakının, Allah size öğretiyor” ayeti de ilahî eğitimi takvaya bağlı kılmıştır. Zira takva; nefislere safa verir ve ne-fisleri mukaddes gayp alemi ile ilişkilendirir. Böylece de ilahi eğitim ve rahmani telkinler gerçekleşir. Zira gaybi alemde cimrilik söz konusu değildir. Onlar için feyizlendirmek farzdır. Nitekim bizzat Vacibu’l Vücud olan Allah da tüm boyutlarda vaciptir.


                      Ama eğer nefis kendine, yiyeceklerine, içeceklerine ve nefsani bencilliğine teveccüh ederek ilimle meşgul olur ve hedefi gayr-i ilahî olursa, ona yapılan telkinler şeytani telkinler olur. Maarif ehlinin zik-retmediğini sandığım kesin ölçülerden biri de, bu rahmani ve şeytani telkinler arasındaki mezkur farktır. Bunu çoğu zaman insanın kendisi de anlayabilir. Bulanık ve takvasız nefse yapılan telkinler nefislerin dermansız derdi ve yolunun dikeni konumunda olan cehl-i mürekkep (bilmediğini bilmemek) türünden şeylerdir. Zira ilimlerde ölçü, tümel kavramların ve ilmî terimlerin elde edilmesi değildir. Aksine ölçü, nefsin basiret gözlerinden örtüleri ortadan kaldırmak ve marifetullah kapısını fethetmektir. Gerçek ilim melekut hidayetinin kandili, Hakk’a yakınlaşmayı sağlayan doğru bir yol ve Allah’ın yücelik yurdudur. Bunun dışındaki şeyler, mülk aleminde ve tabiat hicapları kaldırılma-dan önce cedel ehlince; alim, arif ve fakih sayılsa da kalp gözünden hicaplar kaldırıldıktan, melekut perdesi kenara çekildikten, mülk ve tabiatın ağır uykusundan uyandıktan sonra, bu hicapların diğer tüm hi-caplardan daha kalın olduğu, bu resmi ilimlerin baştan başa melekutî kalın perdeler teşkil ettiği, perdeler arasında fersahlarca yol bulunduğu ve bundan gaflet edildiği anlaşılır.


                      “İnsanlar uykudadır, ancak öldüklerinde uyanırlar.” Buradan iş-lerimizin ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Rezalet ve rüsvalık da buradan kaynaklanmaktadır. Elli yıldan az veya çok ilim tahsilinden sonra bizzat kendimiz de yanlışlık içindeyiz. Bazen eğitimimizin Allah için olduğunu zannediyoruz, ama şeytanın hilelerinden ve nefsimizden gaflet içerisindeyiz. Zira nefis sevgisi bizlerin ayıplarını örten kalın bir perde konumundadır. Bu sebeple Ehl-i Beyt (a.s) nefsimizi ölçüp biç-mek ve boş yere kendimize karşı iyimser olmamak için, bize bizzat kendimizi tanıtmaya çalışmış, gerekli şeyleri teşhis edebilmek için bir takım etkilerini ve işaretlerini zikretmiştir. Biz bundan sonra hadiste zikredilen alametlere kısaca işaret edeceğiz.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        İlk ve tümel bir sınıflandırmaya göre ilim taliplerinin iki grup olduğu böylece açıklığa kavuşmuş oldu. Birisi ilahî, diğeri ise nefsani maksat taşımaktadır. Bu taifenin nihai maksadının cehalet olduğu söylenebilir.


                        Zira onlar için hasıl olan zahirî ilimler hakikat esasınca cehl-i mürekkep ve melekutî hicaptan ibarettir. İmam Sadık’ın şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste beyan ettiği her iki taife de, bu maksatta ortaktırlar. Çünkü hakkı gizleyip cedelleşmek ve üstünlük elde ederek kandırmak maksadıyla ilim öğrendiklerinden cehalet ve delalet ehlidirler.

                        O halde İmam’ın birinci taife için zikrettiği cehalet, halk arasındaki yaygın anlamıyla cehalet değildir. Aksine amaç halkı cehalete düşürmek, işleri kör düğüm haline getirmek veya kendini cahil göstererek doğruyu kabul etmekten kaçınmaktır. Nitekim bu iki karakter, cedel ehli kimselerin özelliğidir. Onlar halk arasında yaygın olan hakikatleri ve doğru işleri inkar etmekte; kendi sözlerinin yücelmesi, batılın ihyası ve kesata uğrayan pazarlarını canlandırmak için doğruyu tanımazlıktan gelmektedirler.

                        İmam Sadık’ın insanları üç kısma ayırmasından –oysa bir sınıflan-dırmaya göre insanlar iki kısımdan fazla değildir ve de bu sınıflandır-ma, olumluluk ve olumsuzluk arasında gerçekleşen ilk ve tümel sınıf-landırmadır ve bir sınıflandırmaya göre de insanlar üç kısımdan fazla-dır- cehalet ve dalalet ashabından çoğunun içinde bulundukları iki bü-yük grubu zikretmek istediğini söylemek mümkündür.


                        Kafi’de yer alan bir hadise göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuş-tur:


                        “Hadisi dünya menfaati için isteyen kimsenin, ahirette hiç bir nasibi yoktur. Ama hadisi ahiret hayrı için isteyen bir kimseye ise Allah hem dünya ve hem de ahiret hayrını verir.”




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          2. Bölüm: Cedelleşmenin Kötülüğü Hakkındaki Hadisler

                          Biz, doğruyu gizlemenin ve cidalin bozukluk ve fesatlarını bir ha-dis-i şerifin zımnında beyan ettik. Şu anda da münasip olduğu kada-rıyla bu hadislerden bazısını zikredecek, cidal ve doğruyu gizlemenin fesatlarından bazısına işaret edeceğiz. Kafi’de yer alan bir hadise göre Hz. Sadık’dan (a.s) naklen Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cedel ve düşmanlıktan sakının; zira bunlar (dinî) kardeşlere karşı kalbi hasta kılmakta ve nifak bunlar üzerinde yeşermektedir.”


                          Hakeza Kafi’de yer alan bir hadise göre Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Husumet ve düşmanlıktan sakının, zira husumet kalbi meşgul eder, kalbe nifak eker ve kin icat eder.”


                          Hakeza Kafi’de yer alan bir hadise göre Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cebrail Resulullah’ın (s.a.a) yanına gelerek şöyle bu-yurdu: “İnsanlarla cedelleşerek ve düşmanca konuşmaktan sakın.”


                          Cedelleşmenin kalbi hasta ettiği, insanı dostlarına karşı kötümser kıldığı ve kalbe nifak ektiği gerçeğini, önceden de şu şekilde beyan et-tik ki zahirî amellerin batın ve kalpte kendileriyle uyumlu bir takım etkileri vardır. Elbette bilindiği gibi kötü amellerin kalpteki etkisi daha çabuk ve şiddetlidir. İnsan tabiat aleminin çocuğu olduğundan ve do-layısıyla şehvet, gazab ve şeytanlık kuvveleri kendisine yakın ve işle-rinde tasarruf sahibi bulunduğundan -nitekim bir hadiste de şöyle yer almıştır: “Şeytan insanoğlunda kanın dolaştığı gibi dolaşır durur” - kalbin yüzü bu tabiatla uyumlu fesatlara yöneliktir. İnsanın kendi or-ganlarından veya kötü arkadaşlarından yapılan en küçük bir yardım neticesinde kalpte şiddetli bir etki meydana gelmektedir.


                          Bu sebeple hadis-i şeriflerde kötü insanlarla dost olmak yasaklanmıştır.

                          Kafi’de yer alan bir hadise göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kişinin fasık bir kişiyle dost olması yakışık almaz. Zira fasık; ona amellerini güzel gösterir ve onun da kendisi gibi olmasını ister. Ona dünya ve ahiret işlerinde yardımcı olmaz. Müslüman için fasıklarla oturup kalkmak ayıp ve zararlıdır.”


                          Kafi’de yer alan bir hadise göre İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyur-muştur: “Müslüman kimseye facir, ahmak ve yalancılarla dost olması yakışmaz.”


                          İslam’da günah ehli kimselerle oturup kalkmanın, Allah’a isyan edilen günah meclislerinde oturmanın veya Allah’ın düşmanlarıyla kaynaşmanın yasaklanmasının en önemli sebebi ise, onların amel, ahlak ve haletlerinin insan üzerinde yarattığı etkidir. Bundan da önemlisi kalbin etkilenmesidir. İnsanın kalbi kötü amellere bir müddet devam ettiği takdirde şiddetle bir etkilenme içine girmektedir ve kalbin bu pisliklerden temizlenmesi ise uzun yılları almaktadır.


                          O halde anlaşıldığı üzere eğer insan, cedel ve düşmanlık ile meşgul olacak olursa, çok kısa bir müddet sonra kalbinde bulanıklık ve kor-kunç bir zulmet vücuda gelir. Zahirî ve lisanî husumeti, batınî ve kalbî husumete dönüşür. Bu, nifak ve ikiyüzlülüğün en büyük nedenidir. O halde nifakın büyük fesatlarını cedel ve husumetin fesatlarından tanı-mak gerekir. Nifak ve ikiyüzlülüğün fesatlarını ise önceki hadislerin birinin şerhinde açıklamıştık. Yeniden tekrarlamayı gerekli görmüyo-ruz.


                          İmam Sadık (a.s) cehalet ve cedelleşme ehli kimseler için bir takım alametler zikretmişlerdir ki bunlardan birisi de halka eziyet etmektir. Halka eziyet etmek ise tek başına insanı helak edebilecek büyük fesat-lardan birisidir. Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte şöyle yer almıştır: “Benim dostlarımdan birine eziyet eden bana savaş açmıştır.” Bu ha-dis-i şerifte Hakk’ın dost ve müminlerine eziyet, Hak ile savaş konu-munda görülmüş ve O’na düşmanlık sayılmıştır. Bu husustaki hadisler sayılamayacak kadar çoktur.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            İmam Sadık (a.s) ilim taleb edenlerden bir grubun, üstün gelmek ve üstünlük izharında bulunmak için cedelleşme özelliğine sahib olduğunu bildirmiştir. İmam’ın, cidal için ilim öğrenenlerin cedelleşen kimseler olduğunu beyan etmesinin ve cedelleşmeyi alamet kılmasının sebebi, belki de birinci cidalden maksadın, kalbî sıfat ile kalbin habis melekesi ve ikinci cidalden maksat ise zahirî alamet ve eseridir. Onların alametlerinden biri de hilim ehli olmadığı halde hilmi nitelendirmesidir. Bu da ikiyüzlülük, riya ve şirkin bizzat kendisidir. Nitekim takvalı olmadığı halde huşu izharında bulunmak da şirk, riya, nifak ve ikiyüzlülüğün örneklerinden biridir.

                            Şimdi bu sıfatın, her biri tek başına insanı helak edecek güçte bulu-nan, büyük fesatlara sahip olduğu anlaşıldı. O halde her türlü zorluk ve riyazete katlanarak, bu rezil hasletten ve kalbi viran kılan sıfatlardan kendimizi kurtarmalı ve imanı yok eden bu hasletten uzak durmalıyız. Kalbimizi bu zulmet ve bulanıklıktan bir an önce kurtarmalı ve halis niyet ve batınî doğrulukla süslemeliyiz.


                            Bu konuda öyle bir husus vardır ki eğer insan bu husus üzerinde bi-raz düşünecek olursa beli bükülür. Bu espri şudur: Hz. İmam Sadık (a.s) bu alametlerin hemen devamında şöyle buyuruyor: “Allah-u Teala onun burnunu yere sürter ve belini büker.”


                            Bu ifade ya bir gerçeği haber vermektedir, ya da bir dua konumun-dadır. Her iki takdirde de gerçekleşmektedir. Zira eğer bir gerçeği ha-ber veriyorsa, bu haber, doğruluğu doğrulanmış doğru bir insanın ver-diği bir haberdir. Eğer dua ise Masum’un ve Veliyullah’ın duasıdır ve de makbul olacaktır. Hadisteki bu ifade; zillet, horluk ve rüsvalıktan kinayedir. İnsanı her iki alemde de zelil, rüsva, hor ve hakir kılmakta-dır. Yanlarında yüzsuyu ve hürmeti korunsun diye ikiyüzlülük ve fazi-let izharında bulunduğu kimselerin nezdinde bile, yüzsuyu dökülmüş, ve değeri azalmış; kendilerinden üstün olduğunu göstermek istediği kimselerin karşısında bile zelil hale gelmiş olacaktır.


                            O alemde mukarreb melekler, mürsel nebiler, masum veliler ve salih kullar hu-zurunda rüsva, hor, zelil ve değersiz bir hale düşecektir.
                            O halde eyvahlar olsun bizim gibi cidal, nefsani istekler ve husu-metler ehli olanlara! Bizler gerçekten de bu habis nefsin elinde esir durumdayız. Bu pis nefis, bütün alemlerde bizi helak edinceye kadar da bizlerden el çekmeyecektir. Ama bizler buna rağmen asla kendimizi ıslah etmek istemiyoruz. Her şeyden gaflet içerisinde olup tabiat uyku-suna dalmaktayız.


                            Allah’ım! Sen kullarını ıslah eden ve kalplerin malikisin. Bütün mevcudatın vücudu senin kudret elindedir ve bütün kullarının kalbi senin kamil iradenin nüfuzu altındadır. Biz kendimizin maliki değiliz. Ne yararımız, ne zararımız, ne ölümümüz ve ne de hayatımız kendi elimizdedir. Karanlık kalplerimizi ve bulanık gönüllerimizi kendi nu-runla aydınlat. Fesatlarımızı fazlın ve inayetinle ıslah et. Bizim gibi zayıf ve çaresiz insanlara yardım et.


                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              3. Bölüm: Makam Düşkünü Aldatıcının Nişaneleri

                              Hadis-i şerifin ilk cümlesinde yer aldığı üzere cedelin bir batınî mertebesi ve nefsani melekesi olduğu gibi, bundan ortaya çıkan bir de zahirî mertebesi vardır. Bu zahirî mertebe, o batınî mertebenin alame-tidir. Aynı şekilde üstünlük taslamak ve hilekarlığın da, melekesi olan bir batın ve sır mertebesi vardır ve bir de bu melekenin sonucu olan zahiri mertebesi vardır. Bir çok ameller, kalpte bir takım suretler icat etmektedir ki bu suretler, bazen meleke mertebesine ulaşmakta ve ba-zen de hal mertebesine bulunmaktadır; zahirî ameller de bu melekenin neticesi sayılmaktadır. O halde üstünlük taslamak ve hilekarlık gibi hasletleri meleke haline gelen kimselerin, alamet ve zahirî nişaneleri de kendileriyle uyum içindedir. Bu zahiri alametlerin bazılarını İmam Sadık (a.s) zikretmiştir. Bunlardan birisi, batınlarında doğruluk olma-dığı halde hile ve halkı aldatmak amacıyla doğruluk ehli olduklarını göstermeye çalışmalarıdır. Koyun kılığındaki kurt ve insan suretindeki şeytan olan bu insanlar, Allah’ın en kötü kullarıdır. Bunların halka verdiği zarar, düşmanınkinden daha fazladır.


                              Zahirî alametlerinden biri de zenginler karşısında dalkavukluk et-mesi ve tevazu göstermesidir. Bu tür kimseler tevazu ve dalkavukluk örtüsüne girerek zayıf halkları avlamaya çalışmakta, onların tatlı mu-habbet helvasını ve dünyevi saygılarını elde etmek istemektedirler. Karşılığında dinlerinden taviz vermekte, imanlarını satmakta ve onların dünyasından istifade etmektedirler. Bunlar hadiste de yer aldığı üzere cennet ehli görünce kendilerine şöyle diyecekleri kimselerdir: “Sizlere ne oldu ki biz sizin öğrettikleriniz vasıtasıyla cennete girdik; ama sizler cehennemlik oldunuz.” Onlar şöyle diyeceklerdir: “Biz dediklerimizle amel etmedik.”


                              Onların zahirî alametlerinden bir diğeri de kendilerinden bir beklenti içinde olmadığı ve ilerleme yolunda bir diken olarak gördükleri emsallerine karşı tekebbürde bulunup üstünlük taslamalarıdır. Onları en azından söz ve davranışlarıyla küçümserler. Zira kendileri için birtakım ortaklar ortaya çıktığı takdirde, kendi itibar ve değerlerinin azalacağını sanırlar.


                              Bilmek gerekir ki en zor şeylerden birisi insanın ilim, züht ve takva elbisesinde dindarlık iddiasında bulunması ve bu yolda kalbini koru-masıdır. Zira; eğer bu yolda olan birisi; görevleriyle amel eder, bu aşamaya ihlas ile girer, temiz kalır, kendisini ıslah ettikten sonra di-ğerlerini ıslaha yönelir ve Resulullah’ın Ehl-i Beyt’in yetimlerini ko-rursa böyle kimseler, Allah’a yakınlaşmış seçkin insanlardan sayılır. Nitekim Hz. İmam Sadık (a.s), Hz. Bakır’ın dört dostu hakkında böyle bir ifadede bulunmuştur. Vesail, Keşşi’nin Rical’inden naklen, sene-dini Ebu Ebeyde Hazza’a ulaştırdığı bir hadiste, Ebu Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: "Zürare, Muhammed b. Müslim, Ebu Basir ve Bureyde Allah-u Teala’nın şu ayette buyurduğu kimselerden-dir: “(İyilik işlemekte) Önde olanlar, (karşılıklarını almakta da) önde olanlardır. Naim cennetlerinde Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.”



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Bu hususta bir çok hadis vardır. İlim ehlinin faziletleri beyan edi-lemeyecek derecede oldukça fazladır. Resulullah’tan (s.a.a) nakledilen şu hadis onlar için yeterlidir. “İslam’ı ihya etmek için ilim öğrenirken kendilerine ölüm çatanlar ile; peygamberler arasında cennette sadece bir derece fark vardır.”

                                Bundan sonra da inşallah onların faziletlerinden bahsedilecektir. Ama eğer Allah korusun ihlas yolundan uzaklaşır ve batıl yoluna gi-rerse, Allah’ın en kötü kullarından olan ve haklarında hadislerde çok sert ve ilginç tabirlerin yer aldığı kötü alimlerinden birisi sayılır. İlim ehli ve taliblerinin, göz önünde bulundurmaları gereken ilk husus, öğ-renimleri esnasında kendi nefislerini tezkiye etmeye çalışmalarıdır. Bunu bütün işlerinden öncelikli saymalıdırlar. Zira bütün aklî ve şer’î farzlardan üstün ve zor olan da budur.


                                Ey ilim, kemal ve marifet talipleri! Uykudan uyanın ve bilin ki Allah sizlere bütün bahane yollarını kapamıştır. Allah sizlerden daha fazla hesap soracaktır. Sizin ilim ve amel ölçünüz, diğerlerinden farklıdır. Sizin sıratınız daha ince ve dakiktir. Daha ince hesaba çekileceksiniz. İlimler kalplerinde bulanıklık ve zulmet icad ettiği şu ilim taliplerine eyvahlar olsun! Birkaç eksik kavram ve faydası olmayan terimleri ez-berlediğimizde, Hakk’ın yolundan geri kalmaktayız. Şeytan ve nefis bizlere hakim olmaktadır. Bizleri; insanlık ve hidayet yolundan alı-koymaktadır. En büyük hicabımız; bu ne olduğu belirsiz birkaç terim-dir. Dolayısıyla; Allah’a sığınmaktan başka çaremiz yoktur.


                                İlahi! Biz kusur ve günahlarımızı itiraf ediyoruz. Biz senin rızan yolunda bir adım olsun ilerleyemedik. Ne bir ibadeti ve ne bir itaati ihlas üzere yerine getirdik. Sen geniş lütfün ve rahmetinle bizlere dav-ran. Dünyada ayıp ve günahlarımızı örttüğün gibi ahirette de ayıp ve günahlarımızı ört. Zira biz orada ayıplarımızın örtülmesine ve mağfirete daha çok muhtacız.


                                Burada İmam’ın (a.s), hadisin birinci cümlesinin devamında bu-yurduğu şu hususu hatırlatmayı gerekli görüyorum: “Bu yüzden Allah-u Teala onun basiretini kör kılar ve ondan alimlerin nişanelerini alır.” Bu bir haber de olsa, bir dua da olsa gerçekleşecektir. İnsan basiretinin körleşmesinden ve bütün mutsuzluk, zulmet ve sefaletlerin kaynağı olan batınî ve kalp körlüğünden sakınmalıdır. İnsandan alimlerin nişanelerinin ve yücelik belirtilerinin kalkması, ilahi rahmetten mahrumiyetin yanı sıra, kıyamette de düşünemeyeceğimiz bir takım rüsvalık ve rezilliklere sebep olacaktır.


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X