Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    4. Bölüm: Akıl ve Dinde Anlayış Sahiplerinin Nişaneleri

    Fıkıh ve akıl ehli kimseler için, yani dinde derinleşmek ve hakikat-leri derk etmek için ilim tahsil edenlerin burada beyan edilen birtakım alametleri vardır.


    Bunlardan birisi; ilim vasıtasıyla kalplerine hüzün, dert ve gamın girmesidir. Ama; bu hüzün dini veya dünyevi geçici işler için değildir, aksine; ahiret ve ubudiyyet görevlerini yerine getirmemekten kaynak-lanan bir korkudur. Bu hüzün, kalbi nurlandırmanın yanı sıra, nefsin ıslahı ile ubudiyyet görevlerini yerine getirmenin de başlangıcıdır. İlim nuru, sahibinin kalbinden rahatlığı siler ve kalbi, Hak Teala ve yücelik yurduyla tanıştırır. Böylece Allah-u Teala ile münacat etmekten lezzet alır. Geceleri ibadet ile geçirir ve kulluk görevini yerine getirir. Nitekim hadiste de şöyle yer almıştır: “Başlarında tahtü’l hanek gece karanlığında amel ederler. Allah’tan korkarlar.” Birinci cümle ibadetin lüzumundan kinayedir.


    Bu rabbanî alimin alametlerinden biri de kamil bir şekilde ubudiyyet görevlerini yerine getirdiği halde, yine de korku içinde olmasıdır. İlim nuru; insanı, görevlerini yerine getirse bile, bunun eksik olduğunu, nimetlerin şükrünü eda edemeyeceğini ve hakkıyla ibadetten uzak bu-lunduğunu derk edeceği bir bilince ulaştırır. Dolayısıyla da kalbi haşyet ve korku içerisinde olur.


    Allah-u Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulları arasında O’ndan korkan, ancak âlimlerdir.” İlim nuru; haşyet ve hüzün getirir. İlim sahibi nefsini ıslah etmeye çalıştığı halde, ahiret ve Allah’a dönüş korkusundan dolayı rahat edemez. Islahını Allah’tan di-ler ve Allah’tan gayrisine yönelmekten korkar. Zamanının ehlinden kaçar. İnsanların, Allah yolunda yürümesine engel olmasından, ahiret seferini engellemelerinden ve kendisine dünya ve süslerini sevdirme-sinden korkar. Allah-u Teala böyle bir kula yardımcı olur, varlık esas-larını sağlamlaştırır ve ahirette de kendisine güven ihsan eder. “Keşke biz de onlarla birlikte olsaydık da büyük kurtuluşa erseydik.” Başta da sonda da hamd Allah’adır. Allahım Muhammed’e ve tertemiz Ehl-i Beyt’ine rahmet gönder…


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Yirmidördüncü Hadis: İlmin Çeşitleri

      بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی أَفضَلِ المُحَدِّثينَ وَ أَقدَمِهِم، مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبَ الکُلَينیِّ، رِضوان الله عَلَيه، عَن مُحَمَّدِبنِ الحَسَنِ وَ عَلِیِّ بنِ مُحَمَّدٍ، عَن سَهلِ بن زيادٍ، عَن مُحَمَّدِ بنِ عيسی، عَن عُبَيدِ الله بنِ عَبدِ الله الدِّهقانِ، عَن دُرُستَ الواسِطی عَن إِبراهيمَ بنِ عَبدِالحَميدِ، عَن أَبی الحَسَنِ مُوسی، عَلَيه السَّلام، قال: دَخَلَ رَسول الله، صَلی الله عَلَيه و آله، المَسجِدَ فَإِذاً جَماعَةٌ قَد أَطافُوا بِرَجُلٍ. فَقالَ: ما هذا؟ فَقيلَ: عَلّامَةٌ. فَقالَ: وَ ما العلّامةٌ؟ فَقالوا لَهُ: أَعلَمُ النّاسِ بِأَنسابِ العَرَبِ وَ وَقائِعِها وَ أَيّامِ الجاهِليَّةِ وَ الاَشعارِالعَرَبيَّةِ. قال: فَقالَ النَّبیُّ، صلّی الله عَليه وَ آله: ذاکَ عِلمٌ لا يَضُرُّ مَن جَهلَهُ وَ لا يَنفَعُ مَن عَلِمَهُ. ثُمَّ قال النَّبیُّ، صلی الله عَليه و آله: اِنَّما العِلمُ ثَلاثَةٌ: آيةٌ مُحکَمَةٌ، أَو فَرِيضَةٌ عادِلَةٌ؛ أَو سُنَّةٌ قائِمَةٌ؛ وَ ما خَلاهُنَّ فَهُوَ فَضلٌ.


      Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurdu: “Resulullah camiye girince ce-maatin, birinin etrafında toplandığını gördü. O adamın kim olduğunu sorunca, kendisine, onun “allame” olduğu söylendi. Resulullah o za-man da “allame’nin ne olduğunu” sordu. Resulullah’a (s.a.a), onun Arapların nesebini, olaylarını, cahiliye günlerini ve Arapça şiirleri en iyi bilen bir kimse olduğunu söylediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu, insanın bilmediği takdirde kendisine hiç bir zararı olmayan ve bildiği takdirde de kendisine hiç bir menfaati bulunmayan bir ilimdir.” Daha sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki ilim üç kısımdır. Ayet-i muhkeme, fariza-i adile ve sünnet-i kaime (sağlam nişane, doğru farz ve ayakta duran sünnet). Bunun dışında kalan ilimler birer fazlalıktır.”

      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Şerh

        Bazı nüshalarda ise "ma haza" yerine, "men haza" kelimesi yer al-mıştır. Belki de küçümsemek için "ma haza" denmiştir. "Allame" ke-limesi ise mübalağa (abartma) kipidir. Sonundaki "ta" harfi mübalağa içindir. Yani "çok çok bilgin" anlamındadır.


        Bil ki mantık ilminde yer aldığı üzere "men" edatı, bir şahsiyeti sormak içindir. "Ma" edatı ise bir varlığın hakikatini veya bir kavramın eşanlamını sormak içindir. Resulullah'a (s.a.a) o şahsın Allame olduğu söylenince, Peygamber de "allame" olmanın hakikatini ve ilminin niteliğini, bizzat onların zannı esasınca sormuştur ve bu yüzden de bunu, "ma" edatıyla ifade etmiştir. Belirgin sıfatlar, bazen insanın sıfatın hakikatini bilmesi, ama sıfat sahibini tanımaması durumunda olduğu gibi, bu sıfatlara sahip varlığı sorma vesilesi karar kılınmıştır..


        Bu durumda, "men" edatıyla soru sorulur ve, "men'il-allamete" denir. Eğer şahsı tanır, ama sıfatı bilmezse veya maksat sadece sıfatı tanı-maksa, bu durumda soru, "ma" edatıyla sorulur. Bu soru, sıfatı anlamak içindir; sıfat ile sıfat sahibini veya sadece sıfat sahibini tanımak için değil. O hadiste, muhatabın "allame" olduğu söylendiği için, Pey-gamber (s.a.a) de onların sanısı üzere bu sıfatın hakikatini anlamak is-temiş, "allame nedir?" diye sormuş; "allame kimdir veya hangi sebeple allamedir?" diye söylememiştir. Bu zikredilen bilgiler, filozofların araştırmacısı ve araştırmacıların filozofu Molla Sadra'nın (r.a) bu hadis-i şerifin açıklamasında söylemiş olduğu bilgilerden çok daha açıktır. Ayrıca o bilgileri aktarmak sözü uzatacağından ve bizi amacımızdan uzaklaştıracağından geçiyoruz.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          1. Bölüm: İlmin Genel Çeşitleri

          Önceden de söylendiği gibi özet ve tümel bir şekilde insan, üç yurt, makam ve aleme sahiptir. Birincisi ahiret yurdu, gayp alemi, ruhaniyet ve akıl makamıdır. İkincisi berzah, iki makam arasındaki orta alem ve hayal makamıdır. Üçüncüsü ise dünya yurdu, mülk makamı ve şehadet alemidir. Bunlardan her birisinin özel bir kemali, terbiyesi ve yurt ve makamıyla uyumlu olan amelleri vardır. Peygamberler de bu amellerin emrini üstlenmişlerdir. O halde tüm faydalı ilimler, bu üç ilimden; yani aklî kemaller ile ruhi vazifeler, kalbî ameller ile vazifeleri ve zahiri ameller ile nefsin zahirî yurduna ait ilimden ibarettir.


          Ruhaniyet, soyut akıl ve alemin takviye ve terbiyesini üstlenen ilim, “Hakk’ın mukaddes zatını, celal ve cemal sıfatlarını, en yüce ceberut ve melekut aleminden, en düşük melekut, yeryüzü melekleri ve yüce Allah’ın ordularına kadar, bütün melekler ve çeşitleri türünden soyut gayb alemi ilmi; peygamberler ve evliyanın makamları ilmi; nazil olmuş kitaplar, vahyin nüzul niteliği, melekler ile ruhun nüzul ilmi; ahiret alemi, varlıkların gayp alemine dönüş niteliği, berzah ve kıyamet hakikati ve detayları ilmi; özetle vücudun başlangıcı, hakikati, mertebeleri, açılımı, kapanımı, zuhuru ve dönüşü ilmi”dir. Enbiya ve evliyadan sonra da bu ilmi, felsefe, hikmet, irfan ve marifet erbabı kimseler üstlenmişlerdir.


          Kalp terbiyesi, riyazeti ile kalbi amellere ait ilimler ise, ahlakî kur-tarıcılar ve helak edicileri bilmektir. Yani sabır, şükür, haya, tevazu, rıza, cesaret, cömertlik, züht, vera, takva vb. ahlakî güzellikleri, bu güzellikleri elde etmenin niteliğini, şart ve koşullarını bilmektir.
          Hakeza hased, kibir, riya, düşmanlık, hilekarlık, makam sevgisi, dünya sevgisi, nefis sevgisi vb. şeyleri, bu sıfatların temellerini ve bu sıfatlardan korunma yollarını bilmektir. Nebilerden ve vasilerinden sonra bu ilme sahip çıkanlar ise; ahlak, riyazet ve marifet ehli kimse-lerdir.


          Zahirî terbiye ve riyazet ile ilgili ilimler ise fıkıh, usul-i fıkıh (hukuk metodolojisi) muaşeret adabı, ev idaresi ve kamu yönetimidir. Bu ilmin sahipleri de, nebi ve vasilerinden sonra, zahir alimleri, fakihler ve muhaddislerdir.


          Bilmek gerekir ki bu üç insanî mertebe, etkileri birbirine sirayet edecek şekilde, bir ilişki içinde bulunmaktadır. Bu hem kemal ve hem de noksanlık yönünde söz konusudur. Örneğin birisi ibadî görevlerini ve zahirî ibadetlerini peygamberlerin emirleriyle uyumlu şekilde yerine getirecek olursa, neticede kalbinde ve ruhunda bir takım etkiler oluşur; böylece ahlakı iyileşir ve akidesi kemale erer. Hakeza eğer insan ahlakını temizler ve batınını güzelleştirirse, bu çabası diğer iki yurtta da etkili olur. Nitekim imanın kemali ve inançların sağlamlığı da diğer iki makamı etkiler. Bu, makamlar arasındaki güçlü ilişkiden kaynaklanmaktadır. Hatta “ilişki” kelimesi bile, ifade yetersizliğin-dendir.


          “Çeşitli tecelli yerleri olan bir hakikat” demek gerekir. Hakeza üç makamın kemalleri de, diğerinin kemallerine bağlıdır. Hiç kimse zahirî amel ve ibadetler olmaksızın, kamil bir iman veya temiz bir ah-laka sahip olunabileceğini ve aynı şekilde ahlakı nakıs ve kötü olursa, amellerinin tam ve imanının kamil olabileceğini sanmasın. Kalıbî/zahiri amelleri eksik olur ve nebilerin emirlerine mutabık bulunmazsa, kalpte birtakım bulanıklıklar ve ruhta hicaplar ortaya çıkar ki iman ve yakinin nuruna engel olur. Aynı şekilde kalpte ahlakî rezaletler olunca da, iman nurunun kalbe girişine engel olur.

          O halde ahiret yolcularının ve insanlığın doğru yolunun taliplerinin her üç mertebede de tam bir dikkat içinde olması ve onları ıslah etmesi gerekir. İlmî ve ameli kemallerden hiç birisinden sarf-ı nazar etmemeli ve ahlak temizliğini, inançların sağlamlığını veya şeriatın zahirini ko-rumanın yeterli olduğunu sanmamalıdır. Nitekim bu üç ilme sahip olanlardan bazısı, bu üç inançtan her birine de sahiptir. Örneğin Şeyh-i İşrak , Hikmetu’l İşrak’ın önsözünde, “ilim ve amelde kamil”, “amel-de kamil” ve “ilimde kamil” kimse diye bir takım sınıflandırmalar yapmaktadır ve bu sözünden de anlaşıldığı gibi ilmî kemal, amelde noksanlığa rağmen de (aynı zamanda bunun tersi de) gerçekleşebilir. Şeyh-i İşrak, ilmî kemal ehlini; mutluluk ehli, soyut ve gayb alemi sa-yesinde kurtuluşa eren kimseler olarak bilmiş ve dönüşlerinin, ruhani ve illiyyin ehli kimselerin yoluna girmek olduğunu kabul etmiştir.


          Ahlak ve tezkiye alimlerinden bazısı tüm kemallerin kaynağının ahlak ve kalb ile kalbi ve kalıbî/zahiri amellerin dengeye oturtulması olduğunu, diğer aklî hakikatler ve zahir hükümlerin ise bir önem arz etmediğini, aksine sülûk yolunun dikeni konumunda olduğunu beyan etmişlerdir. Zahir alimlerden bazısı aklî, batınî ve ilahî ilimleri küfür saymış, alimlerine ve taliplerine karşı düşmanlık etmişlerdir.


          Bu batıl inançların sahibi olan üç taife, ruh makamları ve insanlık yurdundan mahrumdur. Dolayısıyla enbiya ve evliyanın ilimlerinde hakkıyla tefekkürde bulunmamışlardır. Bu yüzden bunlar arasında her zaman bir takım çekişmeler olmuş, birbirlerini kınamış, batıl olduklarını iddia etmişlerdir. Halbuki mertebeleri sınırlandırmak batıldır. Bir manaya göre, birbirini tekzib etmek hususunda, her üçü de doğru de-mektedir. Yoksa amel ve ilimleri mutlak bir şekilde batıl değildir. On-ların insanî mertebeleri bu şekilde sınırlandırmaları, ilim ve kemalleri sahip oldukları dala özgü kılmaları gerçeğe aykırı bir hadisedir.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Resulullah (s.a.a) bu hadiste ilmî üçe ayırmıştır. Şüphesiz ki bu üç ilim de, bu üç mertebe ile ilgilidir. İlahî kitaplar, nebevi sünnetler ve Masumlar’dan (a.s) nakledilen hadislerde yer alan yaygın ilimler de buna tanıklık etmekte ve de ilimleri bu üç kısma ayırmaktadır.

            Birincisi Allah, melekler, kitaplar, resuller ve ahiret ilmidir ki semavi kitaplar ve özellikle de kapsamlı ilahi kitap ve rububî Kur’an-i Kerim bu ilimle doludur. Hatta denilebilir ki Allah’ın kitabının üstlendiği ilmin çoğu bu ilimdir. Bu ilim araştırmacıların beyan ettiği kamil bir beyan ve doğru bir burhanla mebde ve meada (yaratılış ve ahirete) davettir. İlahî kitapta diğer iki mertebenin, bu mertebe kadar değeri yoktur. İmamların da bu hususta sayılamayacak kadar hadisleri vardır. Kafi, Tevhid-i Saduk vb. alimler nezdinde muteber kitaplara başvuru-lacak olursa konu daha da iyi anlaşılır.

            Hakeza batının temizliği, ahlakın ıslahı ve dengeli kılınması husu-sunda ilahî kitap ve Ehl-i Beyt’ten menkul hadislerde oldukça fazla bilgiler mevcuttur. Ama biz zavallılar nezdinde bu ilahî kitap ve bablar kapalı kaldığından itina ve itibar görmemektedir. Biz onların ilim ve hadislerinden uzaklaştığımız gibi, neuzubillah, temiz imamlar da biz-lerden uzaklaşacaktır. Allah-u Teala da bizleri, aleyhimize kanıt ve delil oluşturarak sorguya çekecektir. Kötü akıbetten Allah’a sığınırım.


            Muteber kitaplarımızda fıkıh ve zahirî ibadetlerle ilgili bir çok ha-dislerin olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.


            O halde açıkça anlaşıldığı üzere şeriat ilimleri, beşerin ihtiyaçları ve insanlığın üç makamı esasınca, üç kısımdan ibarettir. Bu ilimlerin alimlerinden hiç birisi, diğerine itirazda bulunamaz. İnsanın bir ilme sahip olmadığı takdirde o ilmi tekzib etmesi ve o ilmin ehline dil uzatması gerekmez. Akl-ı selim nezdinde düşüncesiz onaylama yanlış ve ahlakî çirkinlikten sayıldığı gibi, düşüncesiz yalanlama de çirkin bir şeydir. Hatta durumu daha çok çirkin ve kötüdür. Örneğin Allah-u Teala “Filozofların dediği vahdet-i vücudun ne olduğunu bilmiyordu-nuz, bu ilmi ehlinden öğrenmediniz, ilmini ve önbilgilerini edinmedi-niz; o halde neden ehlini körü körüne tekfir edip küçümsediniz?” diye sorduğu takdirde, Allah’ın huzurunda utanç içinde başını önüne eğ-mekten başka bir cevabımız olabilir mi? Elbette insanın “Ben öyle bi-liyordum” mazereti de asla kabul edilmez.


            Her ilmin birtakım ön bilgileri vardır ki bunlar bilinmediği takdirde neticeyi anlayabilmek de mümkün değildir.


            Örneğin vahdet-i vücud gibi çok ince bir konu, ömürler boyu zah-met çekilse dahi, yine de aslı ve hakikati anlaşılamamaktadır. Filozof ve ariflerin yıllarca tartıştığı ve incelediği bir meseleyi, sen bir kitap okumakla veya Mesnevi’nin bir şiirini öğrenmekle eksik aklın saye-sinde anlayabileceğini mi sanıyorsun? Hayır hiç bir şey öğrenemezsin.


            “Haddini bilen ve ileri gitmeyen kimseye Allah rahmet etsin.”


            Hakeza felsefe ve irfan ehli bir kimseye de, “Fıkıh bilgini bir alimi “kabukçu” ve “zahirci” diye suçladın, oysa hakikatte nebilerin, beşerî nefisleri kemale erdirmek için Allah’tan getirdikleri şer’î ilimlere dil uzatmış oldun, sen bunu dinî endişeyle mi yaptın? Alim ve fakihlere saldırmayı hangi aklî veya şer’î deliller esasınca caiz kıldın?” diye so-racak olursa, böyle bir kimsenin Allah’ın huzurunda utanç içinde başını önüne eğmekten başka bir cevabı olabilir mi? Her haliyle bu usanç veren merhaleden de geçelim.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              2. Bölüm: Ayet-i Muhkeme, Fariza-i Adile ve Sünnet-i Kaime'-nin Beyanı Hakkında

              Peygamber’in (s.a.a) zikrettiği üç ilmin, bu söylediğimiz üç dal ol-duğu malum olduktan sonra, şimdi de üç başlıktan hangisinin bu ilim-lerden hangi biriyle örtüştüğüne bakalım. Gerçi bu mesele o kadar önemli bir mesele değildir. Bu hususlarda en önemli şey ilimlerin aslını öğrenmek ve daha sonra onları tahsil etmektir. Ama hadis-i şerifin beyanı için burada kısaca bir açıklamak zorundayız.


              Bu hadisi şerh eden bazı büyük alimler bir takım hususlarda ihtilafa düşmüşlerdir. Ama bunun detaylarına inmek konuyu uzatacağından geçiyoruz.


              Bu konuda nakıs aklıma gelen birtakım konuları zikredilmeyen ka-nıtlarıyla birlikte sizlere zikredeceğiz ve daha sonra da büyük şeyhimiz Şahabadi’nin beyan ettiği önemli bir hususu beyan etmeye çalışacağız.


              Bil ki ayet-i muhkeme; aklî ilimler, hak inançlar ve ilahî öğretilerden ibarettir. Fariza-i adile ise, ahlak ilmî ve kalb temizliğinden ibarettir. Sünnet-i kaime ise, zahirî ilimler ve kalıbî edepler ilminden ibarettir. Bu düzenlemenin delili ise “nişane” manasına gelen “ayet” kelimesinin aklî ve itikadî ilimlerle arz ettiği uyumdur. Zira o ilimler zat, isimler, sıfatlar ve diğer öğretilerin nişaneleridir. Diğer ilimler ise hiç bir yerde “ayet” veya “nişane” olarak tabir edilmemiştir. Örneğin Kur’an-ı Kerim’de bir çok hususlarda Allah’ın varlığı, isimleri, sıfatları, kıyametin varlığı, nitelikleri, gayb alemi ve berzah hususunda gerekli kanıtlar ortaya konduktan sonra, “Bu akıl sahipleri” veya “düşünenler için bir ayettir” veya “ayetlerdir” buyurulmaktadır. Bu ifade, bu ilimler ve öğretiler hususunda oldukça yaygın olan bir ifadedir. Ama şer’î bir detay veya ahlakî bir esastan sonra “bu ayettir” denilecek olursa, belli olduğu gibi bir tür aymazlık olur. O halde anlaşıldığı üzere ayet, alamet ve nişane gibi ifadeler daha çok marifet ve ilimlere özgüdür. Nitekim “muhkeme” (muhkem, sağlam) diye nitelendirilmesi de bu ilimlere uygundur. Zira bu ilimler aklî ölçü ve güçlü kanıtlar alanına girmektedir. Ama diğer ilimlerin türsel olarak güçlü ve sağlam delilleri yoktur.


              “Fariza-i adile”nin ahlak ilmine ait olduğunun delili ise “fariza” ke-limesinin “adile” kelimesi ile nitelendirilmiş olmasıdır. Zira güzel ahlak, ahlak ilminde söylendiği gibi ifrat ve tefritten sakınmak ve itidal yoluna koyulmaktır. İfrat ve tefrit kınanmış, itidal yolu olan adalet ise övülmüştür. Örneğin güzel ahlak ve üstün melekenin temellerinden biri olan cesaret; ifrat olan “tahavvür” -ki korkulması gereken yerde korkmamaktır- ile tefrit olan “cübn”den -ki korkulmaması gereken yerde korkulmasıdır- sakınmaktır. Hakeza güzel ahlak ve üstün mele-kenin temellerinden biri sayılan hikmet de “curbuze” olarak adlandırı-lan “sefeh” -ki insanın fikrini yersiz yerde kullanmasıdır- ile “beleh” -ki insanın aklını gerektiği yerde kullanmamasıdır- rezaleti arasındaki itidal yoludur;


              Hakeza iffet, “şereh” (hırs)ve “humud” (gayretsizlik) rezaleti arasındaki orta yol; cömertlik ise, israf ve cimrilik rezaleti arasındaki orta yoldur. Dolayısıyla “fariza”nın “adile” olarak nitelendirilmesi de ahlak ilmiyle örtüştüğünün delilidir. Hakeza “fariza” olarak adlandırılması da aslında buna işaret etmektedir. Zira üçüncü kısımla ilgili olan “sünnet”in karşısında yer alan “fariza”, ahlak ilmî de beyan edildiği şekliyle aklın herhangi bir yolla idrak edebildiği şeyden iba-rettir. Ama sünnet, tam tersine salt kulluk ile ilgili şeylerden ibarettir ve akıl onu derk etmekten acizdir. Bu yüzden de “sünnet-i kaime”nin, sünnet diye tabir edilen taabbudî ilimler ve şer’î edeplerden ibaret ol-duğunu söylüyoruz ve akıllar tür itibarıyla onları idrak etmekten aciz-dir. Dolayısıyla da derk ve ispat yolları sünnettir. Nitekim sünnetin, “kaime” diye tavsif edilmesi de şer’î vaciplerle uyumludur. Nitekim farzların, namazların, zekat, vb. şeylerin “ikame”si, de doğru ve yaygın bir terimdir. Bu kelime o diğer iki ilimde kullanılmamaktadır ve de o iki ilmin, bu kelimeyle ifade edilmesi doğru değildir. Bu, uygunluk esasınca uyarlanabilecek bir şeyin nihayeti konumundadır. Yine de doğrusunu Allah bilir.


              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                3. Bölüm: İlmin Etkileri

                Şimdi de daha önceden vaat ettiğimiz bir hususu beyan etmeye ça-lışacağız. O da hadis-i şerifte akait ilmi ve öğretilerin “ayet” diye ifade edilmesidir ve “ayet” ise “alamet” ve “nişane” demektir.


                Bu tabirin esprisi de şudur: Aklî ilimler ve itikadî gerçekler sadece bir takım şeyleri derk etmek, süslü püslü tabirleri öğrenmek veya dün-yevi bir makam elde etmek amacıyla zayıf akıllara göstermek için öğ-renilirse, “ayet-i muhkemat” diye nitelendirilemez. Aksine böylesi bir öğrenim, kalın bir hicab ve boş bir hayalden ibarettir. İnsanın ilim öğ-renmekten maksadı; Allah’a ulaşmak, ilahî esma ve sıfatları hayata geçirmek ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olmazsa, bu derklerin her birisi kendisi için cehennem makamlarından birisi haline gelir, kalbi kararır, basiret gözü kör olur ve şu ayet-i kerimenin muhatabı haline gelir. “Her kim zikrimden yüz çevirirse onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşr ederiz.”


                O alemde insan kendini kör bulunca da, Hakk’a itiraz eder ve, “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim?” der. O zaman da kendisine şöyle cevap verilir: “Böy-ledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun!”


                Ahiret aleminde insanın gözlerinin görmesinin ölçüsü, tümüyle ba-siret ve kalp gözünün görmesidir. Beden ve kuvveleri, bütünüyle kalp ve batına tabidir. Gölgelik makamı orada daha kamil bir şekilde zuhur eder; sağır, kör ve dilsizin gölgesi de aynısıdır. Dolayısıyla bütün terminolojistler, ıstılah bilginleri, kitap ve şerh yazarları; Allah’ı, me-lekleri ve ahiret gününü bilen kimseler olduğunu sanmasınlar. Eğer onların ilimleri ayet ve nişane ise niçin onların kalbinde nurani tesirler icat etmemekle kalmamakta, kalplerinin karanlıklarını, ahlakî ve amelî bozukluklarını da artırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de alimleri tanımak için bir takım ölçüler beyan edilmiştir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: “Allah’tan sadece alim olan kulları korkar.” Yani haşyet sadece alimlere özgü şeydir. Allah’tan korkmayan bir kimse, alimler zümresi dışındadır. Acaba kalbimizde haşyet ve korku-dan her hangi bir nasibimiz var mıdır? Eğer varsa niçin zahirde bir tesir ve etkisi görülmemektedir.


                Kafi’de senedi Ebu Basir’e varan bir rivayette Eba Abdillah’tan naklen Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Ey ilim talibi! Şüphesiz ilmin bir çok fazileti vardır. İlmin başı, tevazu; gözü, hasedden uzak olmak; kulağı, anlayış; dili, doğruluk; hafızası, araştırmak; kalbi, iyi niyet; aklı, eşya ve işleri bilmek; eli, rahmet; ayağı, alimleri ziyaret etmek; himmeti, selamet; hikmeti, takva; yeri, kurtuluş; öncüsü, afiyet; bineği, vefa; silahı, yumuşak dilli olmak; kılıcı, rıza; yayı, insanlarla iyi geçinmek; ordusu, alimlerle oturup kalmak; malı, edep; zahiresi, gü-nahtan sakınmak; azığı, iyilik; suyu, uzlaşmak; kılavuzu, ilahî hidayet ve dostu ise iyileri sevmektir.”



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Hz. Ali’nin bu zikrettikleri şeyler alimlerin alametleri ve ilmin be-lirtileridir. O halde resmi ilimlere sahip olduğu halde bu şeylerden mahrum olan bir kimse, aslında ilimden bir nasibinin olmadığını, hatta cehalet ve dalalet ehli olduğunu bilmelidir. Ahirette de bu kavramlar, bilmediğini bilmemek durumu ve yersiz tartışmalar kendisi için zulmani hicaplar olacaktır. Kıyamette en büyük hasret duyanlardan olacaktır. O halde ilimde ölçü; alamet, nişane ve ayet olmasıdır. Dolayısıyla senin bu ilminde hiç bir bencillik olmamalı, gösteriş ve kibirden uzak bulunmalıdır.

                  Ayrıca “muhkeme” diye nitelendirilmesi de, gerçek ilmin, nuraniyet sebebiyle kalpte güven oluşturması, şek ve şüpheleri yok etmesindendir. İnsanın ömrü boyunca ilahî öğretiler için sayısız delil ikame ettiği ve cedelde muhatabını yendiği halde, bu ilmin kalbinde hiç bir etki icad etmemiş olması, aksine şek ve şüphesini daha da art-tırması da mümkündür. O halde kavramları toplamanın ve terimleri çoğaltmanın hiç bir faydası yoktur. Aksine kalbi Allah’tan gayrisine yöneltmekte ve insanı Allah yolundan gafil kılmaktadır.


                  Ey aziz! Çare ve çözüm; ilminin ilahî olmasını isteyen insanın girdiği her ilimde gayret göstermesi, riyazet ve ciddiyetle niyetini halis kılmasıdır. Kurtuluş sermayesi ve feyizlerin kaynağı da niyeti halis kılmak ve halis niyet sahibi olmaktır. “Kırk gün Allah için ihlaslı olanın kalbinden diline hikmet çeşmeleri akar.” Kırk günlük ihlasın etki ve faydaları bunlardır. O halde kırk veya daha fazla yıldır bu kavramlar ve ilimler sahasında çalışan, kendini ilimlerin allamesi ve Allah’ın ordusundan gören, ama kalbinde hikmetten bir etki ve dilinde bir hik-met damlası görmeyen sizler, bilmelisiniz ki öğrenim ve zahmetleriniz ihlas üzere olmamıştır, aksine şeytan ve nefs için çaba göstermiş bu-lunmaktasınız. O halde bu ilimden herhangi bir nitelik ve haletin oluşmadığını gördüysen, bir müddet tecrübe için de olsa, niyetini ih-laslı kılmak ve kalbini temizlemek için çalışmalısın. Eğer bunun bir etkisini görürsen devam ettirirsin. Gerçi tecrübe lafı edilince, ihlas ka-pısı kapanır. Ama yine de bu nurdan istifade eder ve doğru yola yöne-lirsin.


                  Velhasıl ey aziz! Sen tüm berzah, kabir, kıyamet ve kıyametin de-recelerinde, ilahî hak marifetlere, hakiki ilimlere, güzel ahlaka ve salih amellere muhtaçsın. Hangi derecede olursan ol, ihlasını artırmaya çalış, nefsin vehimleri ile şeytanın vesveselerini kalbinden atmaya çalış. Böylece bir netice elde eder ve hakikate erişirsin. Senin için hidayet yolu açılır ve Allah-u Teala elinden tutar. Eğer bu boş ve batıl ilim, bozuk evham, kalbi zulmetler ve kınanmış ahlak ile öbür aleme göçecek olursak, ne kadar büyük musibetlere düçar olacağımızı, bu ilim ve ahlakın, bizler için ne kadar zulmet, dehşet ve ateşlere dönüşeceğini Allah biliyor!


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    4. Bölüm: İlmin Özel Çeşitleri

                    Araştırmacı filozof Molla Sadra (r.a) Usul-i Kafi şerhinde İmam Gazali’den uzun bir söz nakletmektedir. İmam Gazali bu bölümde ilimleri dünyevi ve uhrevi ilimler diye ikiye ayırmıştır. Fıkıh ilmini dünyevi ilimden saymış, ahiret ilmini ise “mükaşefe” ve “muamele” ilmî diye ikiye ayırmıştır. Muamele ilminin; kalplerin haletlerini bilmek, mükaşefe ilminin ise kalpler kınanmış sıfatlardan tezkiye olduktan sonra kalpte oluşan bir nur olduğunu söylemiştir. Bu nurla hakikatler keşf olmakta ve sonuçta da zat, esma, sıfat, ef'al, hikmet ile diğer öğretiler hususunda hakiki bir marifet elde edilmektedir.

                    Molla Sadra da bu taksimi beğendiği için bizim şerhiyle meşgul ol-duğumuz hadisin şerhinde şöyle demiştir: “Resulullah’ın yaptığı bu sınıflandırma, muamelat ilimleriyle ilgilidir. Zira halkın çoğunun isti-fade ettiği ilim de budur. Ama mükaşefe ilmi insanlardan çok azı için hasıl olmaktadır ve de simyadan daha değerli bir şey konumundadır. Nitekim sonradan zikredilecek olan Kitab'ul-İman ve'l-Kufr bölümün-deki hadisler de buna delalet etmektedir."
                    Yazara göre ise Şeyh Gazali’nin sözünde bir sakınca var. Farzen doğru olsa bile, Molla Sadra’nın sözünde başka bir sakınca söz konu-sudur.

                    Gazali’nin sözünün doğruluğu durumunda Molla Sadra’nın sözünün sakıncası şudur: Gazali muamelat ilminin; sabır, şükür, korku, ümit vb. kalbin kurtarıcı halleri ile düşmanlık, hased, aldatıcılık vb. kalbin helak edici hallerini bilmekten ibaret olduğunu söylüyor. O halde Resulullah’ın zikrettiği üç ilim, muamelat ilminden sayılamaz. Sadece “fariza-i adile” bu ilimden sayılabilir. Bunun detayları ise beyan edilmiştir.

                    Gazali’nin sözünde ise iki sakınca vardır: Birinci sakınca, fıkıh il-mini dünyevi ilimlerden ve fakihleri ise dünyevi alimlerden saymıştır. Halbuki fıkıh, uhrevi ilimlerin en değerlisidir. Bu, nefis sevgisi ve in-sanın ehli olduğunu sandığı şeyleri sevmesinden kaynaklanmaktadır. Yani yaygın manada bir ahlak ilmi, bu açıdan diğer ilimleri, hatta aklî ilimlerden bile tekzib etmiştir. İkinci sakınca ise Gazali’nin mükaşefeyi ilimlerden sayması ve ilim sınıflandırmasına katmasıdır. Halbuki bu doğru değildir. Zira ilim, bakış, düşünce ve kanıt alanına girer ve fikir adımı ile ilgilidir. Mükaşefe ve müşahede ise bazen hakiki ilimlerin ve bazen de kalbî amellerin neticesidir. Özetle müşahede, mükaşefe ve esma ile sıfatları hayata geçirmek, ilim sahasına girmez. Mükaşefe ve ilim birbirinden apayrı şeylerdir ve de bu çok açık bir şeydir.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      5. Bölüm: Faydalı İlim

                      Bil ki tıp, anatomi, astroloji, astronomi, vb. bir çok ilimler, ayet ve nişane gözüyle baktığımız takdirde, bir açıdan bunları Resulullah’ın (s.a.a) zikrettiği üç tür ilimden biri olarak saymak da mümkündür. Hatta ibret gözüyle bakacak olursak tarih ilmî bile böyledir. O halde bunlar “ayat-i muhkeme” den sayılırlar ve onlar vasıtayla Allah veya ahiret hakkında ilim elde edilir veya bu ilim güçlendirilmiş olur. Bazen de bunları elde etmek fariza-i adile ve bazen de “sünneti kaime” ilminden sayılır. Ama insan bu ilimleri başkalarının da istifade etmesi amacıyla salt ilim oldukları için öğrenirse, bu durumda sadece bizi ahiret ilminden alıkoyduğu takdirde kınanmış ilimlerden sayılırlar. Aksi takdirde bu ilimlerin ne bir zararı ve ne de yararı vardır. Nitekim Resulullah (s.a.a) da böyle buyurmuştur.

                      O halde ilimler üçe ayrılır. Birincisi; insana diğer alemin halleri hu-susunda faydalı olan ilimdir ve yaratılışın hedefi de buna erişmektir. İkincisi; insana zarar veren ve onu gerekli vazifesini eda etmekten alı-koyan ilimdir. Bu kınanmış bir ilimdir ve insan bu ilimlerden kaçın-malıdır. Örneğin sihir, simya ve illüzyonizm vb. ilimler gibi. Üçüncü kısım ilim ise insana bir fayda ve zararı olmayan ilimdir. tıpkı insanın boş vakitlerinde bazı ilimlerle meşgul olması gibi. Matematik, hendese geometri, astronomi vb. gibi ilimler, bu türden ilimlerdir. İnsan bu ilimleri de adı geçen üç ilimden birine uyarlayabilirse çok iyidir.

                      Aksi takdirde en azından insanın bunlarla meşgul olmaması daha iyidir. Zira kısa ömür, az vakit, engeller ve olaylar karşısında, tüm ilim ve fazilet-leri elde edemeyeceğini gören akıllı insan, hangi ilmin kendine daha faydalı olduğunu düşünmeli ve o faydalı ilmini kemale erdirmeye ça-lışmalıdır. Elbette bütün ilimler arasında en iyi ve önemli ilim, insanın ebedi hayatına faydalı olan ilimdir. Bu ilimleri ise enbiya ve evliyanın emredip teşvikte bulundukları ilimlerdir. Bunlar ise söylendiği gibi Resulullah’ın andığı üç ilimdir. Hamd yüce Allah’a mahsustur.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Yirmibeşinci Hadis: Şek ve Vesvese

                        بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی شَيخِ المُحَدِّثينَ وَ أَفضَلِهِم، مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوببَ الکُلَينی، رَحمَةُ الله تعالی، عَن مُحَمَّدِ بنِ يَحيی، عَن أَحمَدَ بن مُحَمَّدٍ، عَن اِبن مَحبوبٍ، عَن عبدالله بن سنانٍ، قال ذَکَرتُ لاَبی عَبدالله، عليه السَّلام، رجُل مبتليً بالوضوء والصلاة، وقلتُ:هورجلٌ عاقلٌ.فقال ابو عبدالله، عليه السلام: وَ اَیُّ عَقلٍ لَهُ وَ هُوَ يُطيعُ الشَّيطانَ؟ فَقُلتُ لَهُ: وَ کَيفَ يُطيعُ الشَّيطان! فقال: سَلهُ هذا الَّذی يأتيه مِن أَیِّ شَیءٍ هُوَ، فَإِنَّهُ يَقولُ لَکَ: مِن عَمَلِ الشَّيطانِ.

                        “Abdullah b. Senan şöyle diyor: Hz. Sadık’a (a.s) abdest ve nama-zında vesveseye düşmüş biri hakkında, “O akıl sahibi bir kimsedir” dedim. İmam şöyle buyurdu: “Nasıl bir aklı var ki? Halbuki o şeytana uymaktadır.” Ben, “Nasıl şeytana uyuyor?” diye sorunca da İmam şöyle buyurdu: “O şahsa, “kendisine gelen şeyin (vesvesenin), hangi şeyden geldiğini” sor. Şüphesiz o, “şeytanın amelinden olduğu”nu söyleyecektir.”


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          Şerh

                          Bil ki vesvese, tezelzül, şek, şirk vb. şeyler şeytanın insanoğlunun kalbine attığı telkinlerdir. Nitekim itminan, yakin, sebat, hulus vb. şeyler de rahmanî feyizler ve melekî telkinlerdendir.

                          Bunun özetle açıklanması ise şudur: İnsanın kalbi; mülk ve melekut ile dünya ve ahiret arasında kalan latif bir şeydir. Bir yönü dünya ve mülktür ve bu sebeple de bu alemi tamir etmeye koyulur. Diğer yönü de ahiret, gayp ve melekut alemidir. Bu cihetle de ahiret ve melekut alemini tamire yönelir. O halde kalp, ikiyüzlü bir ayna konumundadır; bir yüzü gayp alemidir ve ona gaybi suretler yansımaktadır ve diğer bir yüzü de şehadet alemidir; ve ona dünyevî ile mülkî suretler yansı-maktadır. Dünyevi suretler, zahirî duyu organları ile hayal ve vehim gibi bir takım batını duyu organları vasıtasıyla yansımaktadır. Uhrevi suretler ise aklın batınından ve kalbin içinden bu aynaya yansımakta-dır. Eğer kalbin dünyevi yönü güçlenir, insan sadece dünyayı tamire yönelir, tüm gayretini dünya için gösterir; mide, tenasül organı ve diğer dünyevi lezzetlere gömülürse, bu batini teveccüh sebebiyle pis nefisler, şeytanlar ve cinler alemi ve de tabiat ve mülk aleminin karanlık bir gölgesi olan düşük melekut alemi ile uyumlu bir takım hayallere kapılır. Bu uyum sebebiyle de kalbine yapılan telkinler, şeytani telkinler sayılır. Bu telkinler, batıl hayaller ile pis evhamların kaynağı haline gelir.

                          Nefis tümüyle dünyaya meylettiği için bu batıl hayallere iştiyak duyar, azim ve iradesi de buna tabi olur ve böylece bütün kalbi ve kalıbi (organik, zahirî) amelleri; vesvese, şek, şüphe, evham ve batıl hayaller türünden şeytani ameller olur. Beden mülkünde iradeler bu esas üzere şekillenir. Bedensel ameller de kalbin batınî suretleri şeklinde tecelli eder. Zira ameller, iradelerin misal ve yansıması, iradeler de vehmin/kuruntunun misal ve yansıması ve onlar da kalbi yönelişin birer yansımasıdır. O halde kalp şeytani aleme yönelirse, şeytanî cehl-i mürekkep türünden bir takım telkinler vücuda gelir. Neticede zatın batınında vesvese, şirk, şek ve batıl şüpheler doğar, daha sonra da bütün beden mülküne sirayet eder.

                          Zikredilen kıyas üzere kalbin yönü eğer ahireti onarmaya, hak ma-rifetleri bilmeye ve gayp alemine teveccühe yönelirse, kalpte melekler ve temiz/mutlu nefisler alemi ve tabiat aleminin nuranî gölgesi mesa-besinde olan yüce melekutî aleme bir tür ilgi vücuda gelir. Dolayısıyla bu kalbe yansıyan ilimler rahmani ve meleki ilimler, hak inançlar ve ilahi hatıra ve telkinler olur. Bu kalp şek ve şirkten arınmış ve tertemiz hale gelir. Nefiste itminan ve istikamet haleti vücuda gelir. Tutkuları, ilimleri, iradeleri, ve bilahare kalbi ve kalıbı, zahirî ve batını amelleri de akıl ve hikmet ölçüsü üzere gerçekleşir.

                          Bu şeytanî, melekî ve rahmanî telkinlerin bir takım mertebe ve ma-kamları vardır; ama şu anda detayına inmek uygun olmadığından ge-çiyoruz.

                          Bu dediklerimize delalet eden hadislerden biri de Mecme’ul Be-yan’da Ayyaşi’den nakledilen rivayettir. Bu rivayette İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyur-muştur: “Her müminin göğsünde, kalbi için iki kulak vardır. Bir kula-ğına melek, bir kulağına da gizliden gizliye vesvese eden şeytan üfler. Allah mümini melek ile tayin eder.” Allah-u Teala’nın şu sözü de buna delalet etmektedir. “Onları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir ...”

                          Mecmeu’l Bahreyn kitabında yer alan bir hadiste ise şöyle yer al-mıştır: “Şeytan burnunu insanın kalbinin üzerine koyar. Şeytanın, domuzun burnuna benzer bir burnu vardır. Oradan insana, dünyaya ve Allah’ın helal kılmadığı şeylere yönelmesini vesvese eder. Bu esnada insan Allah’ı zikrederse şeytan kaçar.” Bu konuda bir çok rivayetler mevcuttur.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            1. Bölüm: Vesvesenin Niteliği

                            Marifet ehlinin açıklamaları ile şu anda şerh ettiğimiz hadis ile benzeri hadisler esasınca, vesvesenin şeytanın amellerinden olduğu açıklığa kavuşmuş oldu. Şu anda da insanların genelinin zihnine daha yakın ve münasip olan bir yolla bu konuyu aydınlatmaya çalışalım. Gerçi önceki beyan, ehli nezdinde aklî ölçülere, kanıtsal ilkelere, ma-rifet ehlinin zevkine ve kalb ashabının müşahedelerine uygun bir be-yandır. Ama burada anlatılması uygun olmayan bir takım ilke ve kai-delere dayandığından sarf-ı nazar ediyoruz.

                            O halde diyoruz ki bu vesvese ve amellerin şeytanın oyuncağı ve de o lanetlinin telkini olduğunun, her ne kadar sahibi, öyle olduğuna inansa da işin içinde hiçbir dinî ve imanî etkenin olmadığının kanıtı; şeriat hükümleri ile Ehl-i Beyt’in hadislerine aykırı olmasıdır. Örneğin Ehl-i Beyt’ten mütevatir olarak nakledilen rivayetlerde yer aldığı üzere Peygamber (s.a.a) her uzvuna bir defa su dökecek şekilde abdest alırdı. Yüz ve ellerin birer avuç su ile yıkanması fıkhın zaruri hüküm-lerindendir. Ama iki defa yıkanması hususunda ihtilaf vardır. Hatta “Vesail” kitabının yazarının, iki defa yıkamanın caiz olmadığına veya en azından caiz olmadığı hususunda düşünülmesi gerektiğine hükmet-tiği anlaşılmaktadır.

                            Bazısından da bunun caiz olmadığı rivayet edil-miştir. Gerçi iki defa yıkanmasının caiz olduğu da açıktır; büyük bir şöhret ve sayısız rivayetler bunun müstehab olduğuna delalet etmektedir. Ama organı tümüyle ıslatacak şekilde bir defa yıkamanın daha üstün oluşu da uzak bir ihtimal değildir. Lakin her uzvu tümüyle kaplayacak bir şekilde üç kere yıkamak bid’at, haram ve fazlalığıyla meshettiği takdirde de abdesti batıl eden bir husustur. Ehl-i Beyt'ten (a.s) nakledilen rivayetlerde de yer aldığı üzere abdest organlarını üç defa yıkamak bidattir ve her bidat da ateşte yer alacaktır.

                            Bu durumda her uzvuna on defa su döken, her defasında bütün or-ganını ıslatacak kadar yıkayan, suyun tam akıntısını ve şer'î yıkamanın oluşması için önce organını iyice ıslatan ve bu işi defalarca tekrarlayan kimseyi hangi ölçüye göre değerlendirmek gerekir? Acaba hangi hadis ve fakihin fetvasına uygundur? Yirmi yıldan fazla bu batıl abdestle namaz kılmış ve halkın içinde hep kutsallık ve temizliğin kemalinden söz etmiştir. Şeytan onunla oynamakta ve nefs-i emmare onu kandırmaktadır. Vesveseye kapılan insan buna rağmen başkalarını ha-tayla suçlamakta, kendisini ise doğru yolda sanmaktadır. Acaba açık nas ve ulemanın icmasına muhalif olan bir şey, şeytandan mıdır, yoksa nefis temizliği ve takvadan mı? Eğer bunun takvanın kemalinden ve dinde ihtiyattan kaynaklandığı söylenecek olursa, o halde bu yersiz vesveseye kapılan cahil insanlar, ihtiyatın gerekli olduğu veya üstün olduğu yerlerde, neden ihtiyat etmiyorlar?


                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              Şimdiye kadar mal hususunda vesveseye kapılan bir kişi gördünüz mü? Şu ana kadar hangi vesveseye kapılan kimse, birden fazla zekat veya hums vermiş, bir defa hac yerine, birden fazla hacca gitmiş veya şüpheli bir yiyecekten sakınmıştır? Ne olmuş da bu tür yerlerde asalet'ul hilliye olduğuna inanmakta, ama yeri geldiğinde asalet'ut teharet'e inanmamaktadır? Halbuki helallik hususunda şüphelerden sakınmak daha üstündür. Bir çok hadisler, özellikle teslis hadisi, açık bir şekilde bunu ifade etmektedir. Temizlik hususunda ise bunun tam tersi söz konusudur.

                              Nitekim Masum İmamlar'dan (a.s) biri, tuvalete giderken, eğer sıçrama olursa anlaşılmasın diye, mübarek bacaklarına su serperdi. Ama bu zavallı vesvas masum imama uyduğunu, dini ah-kamlarını masum imamdan aldığını söylediği halde, malları tasarruf anında asla sakınmamaktadır. Yiyecekleri her şeyi temiz olduğu hük-münce yemekte, yedikten sonra el ve ağzını temizlemektedir. Yerken her şeyin temiz olduğu ilkesine sarılmakta, yedikten sonda ise her şeyin necis olduğunu söylemektedir. Kendi zannınca alim birisi ise “Ben gerçek temizlikle namaz kılmak istiyorum” diye cevap verir.

                              Halbuki gerçek temizlikle kılınan namazın üstünlüğü şimdiye kadar tespit edi-lememiştir ve fakihlerin de bundan söz ettiği görülmemiştir. Eğer ger-çek bir temizlik ehli isen, niçin gerçek bir helallik ehli değilsin? Eğer gerçek bir temizlik elde etmek istiyorsan, elini on defa kür veya akar su ile yıkamanın ne gereği var? Halbuki akar suya bir kez elini sok-makla insanın eli temiz olur. İdrar veya diğer bazı necasetler sebebiyle necis olan bir şeyi, kür veya akarsuda bir defa yıkamak, hatta meşhur görüşe göre idrar ile necis olan bir şeyi bile bir defa bu sularla yıkamak, icmaya göre ise iki defa yıkamak yeterlidir. O halde iki defadan fazla yıkamak şeytanın ve nefsin hilesindendir. Sermayesiz bir iş olduğu için de, bu haleti kutsallık satma sermayesi edinmektedir.

                              Bundan da kötü ve korkunç olanı, bazılarının namazın niyetinde veya tekbiret’ul ihramda düştüğü vesvesedir. Zira bu hususta birden fazla günaha düşmekte, buna rağmen muhafazakar olduklarını zan-netmekte ve bu amel sebebiyle ayrıcalık ve üstünlük sahibi olduklarına inanmaktadırlar.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Bilindiği gibi bütün iradî ameller niyet olmaksızın yerine getirile-mez, niyet iradî amellerin bir gereğidir ve insan ibadet vb. amellerinin hiç birini niyet olmaksızın eda edemez. Ama buna rağmen şeytanlıkları ve şeytanın üzerlerindeki hakimiyeti miktarınca bazen bir saat, bazen ise saatlerce, bu varlığı zaruri olan şey hususunda vesvesesine düçar olmaktadırlar ve sonunda da bu iş bir türlü hasıl olmamaktadır. Bu zavallıyı dizginlediği, zaruri işi gizlediği ve namazını yarıda kesmek, terk etmek ve vaktini geçirmek gibi birçok haramlara maruz bıraktığı için bu işi, şeytanın telkini ve lanetli İblis'in ameli mi saymak gerekir, yoksa batın temizliği, kutsallık ve takva mı?

                                Vesvesenin sonuçlarından biri de namazda nass ve fetva hükmünce adil olan, zahiri doğru ve şer'î amellere dikkat gösteren insanlara uy-mamasıdır. Halbuki, zahiri doğru olanların batınını sadece Allah bilir. Bunu teftiş etmek de gerekli değildir, hatta caiz bile değildir. Ama bu-na rağmen vesveseye düşen insanı şeytan gemlemekte, caminin bir köşesinde cemaatten uzak tek başına namaz kıldırmaktadır. Kendisine sorulacak olursa da “Ben bu hususta şüphe ediyorum, içim rahat de-ğil.” demektedir. Ama buna rağmen imamet makamı kendisine verile-cek olursa, bundan asla geri kalmamaktadır. Halbuki imamet makamı daha zordur ve o makamda şüphe yeri daha çoktur. Ama nefsani istek-lerine uygun olduğu için bu hususta şüphe etmemektedir.

                                Bir çok insanın müptelâ olduğu vesveselerden biri de kıraatte ves-vesedir. Tekrar edilmesi veya harflerin kaba olarak eda edilmesi sebe-biyle bazen tecvid kaidelerinin dışına çıkılmakta, hatta kelime tümüyle değişime uğramaktadır. Örneğin “dallin” kelimesini “kaf” harfine benzeyecek şekilde telaffuz etmektedir. “Rahman ve rahim” kelimele-rinin “ha” harfini ise, ilginç bir ses çıkacak şekilde eda etmektedir. Bazen de kelimenin harflerini ayırmakta, sonuçta kelimenin madde ve şekli tümüyle değişmekte, bambaşka bir şekle bürünmektedir. Bilahare müminin miracı, takvalı insanların yakınlık vesilesi ve dinin direği olan namazın ilahi sırlarından ve manevi boyutlarından tümüyle gaflet etmekte, kelimelerin tecvidine yönelmekte, aynı zamanda şeriatın za-hirine göre makbul olmayacak bir şekilde tecvidini bozmaktadır. Acaba bütün bunlara rağmen bu durum, şeytanın vesveseleri midir, yoksa muhafazakar görünen kimseye nasib olan rahmanî feyizler midir?

                                Bu zavallı, kalp huzuru ve ibadetlerdeki yönelişi hakkında nakledi-len bir çok rivayete rağmen, niyet ve “veleddallin” kelimesini uzatma hususunda düştüğü vesvese ile kelimeleri eda ederken göz, ağız vb. organlarını ilginç bir şekle sokma dışında, ilmî ve amelî olarak kalp huzurundan bir şey anlayamamıştır. Acaba insanın yıllarca kalp huzu-rundan ve zihinsel rahatsızlığını gidermekten gaflet etmesi, bunu ıslah etmeyi dahi düşünmemesi, bunu ibadî bir mesele dahi bilmemesi, elde etme yollarını kalp alimlerinden öğrenmemesi, dolayısıyla amel et-memesi; Kur’an nassına göre gizliden gizliye vesvese eden lanetli-den, Doğrular'ın (a.s) nassına göre şeytanın amelinden ve alimlerin fetvasına göre de ameli batıl kılan etkenlerden sayılan bu tür batıl şey-lerle uğraşması bir yana, bunu kutsallık ve temizlikten sayması bir bela ve musibet değil midir?!

                                Bazen de insanda vesvese kendisi gibi cahillerin vesveseyi kendisi için fazilet saymasından ortaya çıkmakta ve artış kaydetmektedir. Ör-neğin bu adamın takvasını övmekte ve "falan şahıs sırf dindar ve mu-hafazakar olduğu için vesveseye düşmüştür" demektedirler. Halbuki vesvesenin dinle hiç bir ilişkisi yoktur. Aksine dine aykırı bir şey olup cehalet ve anlayışsızlıktan kaynaklanmaktadır. Vesvas insana işin ha-kikatini söylemedikleri, onu bu işten sakındırmadıkları, kınamadıkları ve hatta aksine övdükleri için bu işi sürdürmüş, son mertebesine ulaş-tırmış, böylece de şeytanın bir oyuncağı haline gelmiş ve Allah'a yakın kulların dergahından uzaklaşmıştır.

                                O halde ey aziz! Vesvesenin aklen ve naklen şeytandan ve iblisin amelinden olduğu, dolayısıyla amellerimizi batıl ettiği ve kalbimizi Hak Teala'dan uzaklaştırdığı anlaşılmış oldu. Şeytan belki de bu amelde vesvese ile yetinmez, ustalığını kullanır, itikat ve diyanetinizde de vesvese icad edebilir, din suretinde sizi Allah’ın dininden uzaklaştı-rabilir, yaratılış ve ahiret hakkında şekke düşürebilir ve sizi ebedi mutsuzluğa maruz kılabilir. Sizleri fısk ve fücur yoluyla kandıramadığı ve delalete düşüremediği için, ibadet ve farzlar yoluyla ortaya çıkarak Allah’a yakınlık ve mirac vesilesi olması gereken amelleri, tümüyle batıl edebilir, Allah’tan uzaklaşma ve şeytana yakın olma vesilesi kılabilir. Dolayısıyla şeytanın inançlarınızla oyun oynamasından kor-kulmaktadır. Mümkün olan her vesileyle bundan kurtulmaya bakmalı, her türlü riyazetle tedavi yollarını araştırmalısın.

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X