Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Sadakanın Sırlarından Birinin Beyanı Hakkında

    Bilmek gerekir ki insan dünya malına ve süslerine karşı sevgi ve muhabbet üzere büyümüş, terbiye olmuştur. Bu sevgi, kalbinin derin-liklerinde yer etmiştir. Ahlakî ve amelî fesatların bir çoğu, hatta dini fesatlar bile bu sevgiden kaynaklanmaktadır. Nitekim bu, bir çok ha-dislerde de yer almıştır. Biz bazı hadislerin şerhinde de buna işaret ettik.

    O halde insan sadaka ve fedakarlığı vasıtasıyla bu alakayı orta-dan kaldırır veya azaltırsa, şüphesiz fesat ve çirkinliklerin kaynağını kurutmuş ve dolayısıyla marifetlere erişmek, gayp ve melekut alemine bağlanmak ve üstün melekeler ile kamil ahlakı elde etmek için gerekli kapıları kendi yüzüne açmış olur. Bu, farz veya müstehap malî infak-ların en büyük esprilerinden biridir. Açık olduğu üzere müstehap sa-dakalarda bu espri daha kamil haldedir.

    Bu husustaki rivayetlerin toplamından da anlaşıldığı üzere sadaka, dünyevi ve uhrevi faziletlerin tümüne sahiptir. İnsan sadaka verdiği ilk andan itibaren, o sadaka, insanla birlikte olmakta, ondan belaları def etmekte, sonunda da kıyamette ve diğer merhalelerde insanı cennete ve Hakk’a yakınlık makamına ulaştırmaktadır.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Tamamlama

      Bilmek gerekir ki farz olmayan sadaka gizli verilirse, aşikar verilen sadakadan daha faziletlidir. Nitekim, Kafi’de yer alan bir rivayette İmam Sadık (a.s) Ammar Sabati’ye şöyle buyurmuştur: “Ey Ammar! Gizlice verilen sadaka, açıkça verilen sadakadan daha faziletlidir. Hakeza Allah’a yemin olsun ki gizlice yapılan ibadet, açıkça yapılan ibadetten daha faziletlidir.”

      Bir çok hadiste de yer aldığı üzere “Gizli sadaka, Allah-u Teala’nın gazabını söndürmektedir.” Bir hadiste de yer aldığı üzere, “Allah-u Teala kendi emanı dışında hiç bir sığınağın olmadığı bir günde, yedi grubu kendi emanında koruyacaktır. Onlardan birisi, sağ eli gör-meyecek şekilde sol eliyle sadaka verip onu gizleyen kimsedir.”

      Bu üstünlüğün esprilerinden biri, belki de gizli ibadetin riyaya daha uzak ve ihlasa daha yakın olmasıdır. Sadaka hususunda fakirlerin yüz-suyunu korumak da gizli sadakayla mümkündür. Yakınlara verilen sa-daka da gayrilerine verilen sadakadan daha üstündür ve bu, ibadetlerin en faziletlisi olan sıla-i rahim ile de örtüşmektedir. Nitekim hadiste yer aldığı üzere, “En üstün sadaka, rahime (yakınlara) verilen sadakadır. Mümin kardeşlere iyiliğin ecri yirmi, sıla-i rahimin ecri ise yirmi dört kattır.” Hatta bazı rivayetlerde yer aldığı üzere, “İnsanın yakınları muhtaç olduğu takdirde, yakınlarından başkasına verdiği sadaka asla kabul edilmez.”


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Sonuç

        Bil ki hadis-i şerifte, “Sadaka ise israf etmediğin halde, “israf ettim” diyeceğin kadar gücün yettiğince sadaka vermendir” diye bu-yurmasından anlaşıldığı üzere, sadakada istenilen çokluktur ve sadaka hangi ölçüye varırsa varsın, israf değildir. Hadiste yer aldığı üzere “İmam Hasan (a.s), üç defa bütün malını, hatta iki çift ayakkabı ve el-bisesini bile yarı yarıya fakirlerle paylaşmıştır.”

        Bir hadiste yer aldığı üzere Hz. Rıza (a.s), Hz. Cevad’a (a.s) şöyle yazmıştır: “Bineğine bindirdiğinde, kölelerinin seni küçük kapıdan çı-kardıklarını duydum. Onlar cimri olup senin hiç kimseye bir şey ver-memeni istiyorlar. Üzerinde olan haklarım adına, senin o büyük kapı-dan girip çıkmanı istiyorum. Bineğine bindiğin zaman yanında altın ve gümüş bulundur. İsteyen herkese ondan ihsanda bulun. Amcalarından senden bir şey isteyene, elli dinardan aşağı verme. Ama fazla vermek istersen bu senin tercihine kalmıştır. Ben bunu Allah’ın senin makamını yüceltmesini istediğim için söylüyorum. O halde infak et ve Allah–u Teala’nın sana sıkı tutacağından korkma.”

        Bu hadisler, “İnsanın kendi ailesinin zorluğa düşeceği ölçüde sada-ka vermesinin israf olduğunu ve Allah-u Teala’nın infak eden ve ken-disi ile ailesi için geriye bir şey bırakmayan kimsenin duasını kabul etmeyeceğini” beyan eden hadislerle çelişmemektedir. Bir hadiste yer aldığı üzere, “En üstün sadaka insanın ihtiyacından arta kalan sadakadır.”

        Bu hadisler arasında çelişki olmadığının delili ise, sadakanın, insanın zorluğa düşeceği miktarda çok olmasının gerekli olmamasıdır. Bir çok insan malının yarısını veya daha çoğunu sadaka olarak verdiği halde, kendisi ve ailesine yeterli miktarda mal bırakmakta ve hiç bir zorluğa da düşmemektedir.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          11.Bölüm: Gece Namazının Faziletinin Beyanı Hakkında

          Bu hadis-i şerifte gece ve öğle namazı önemle vurgulanmıştır. Gece namazı ile ilgili olarak, önceki bazı hadislerin şerhinde bir takım bilgiler aktardık. Burada da sadece teberrüken bazı hadislerin çevirisini sunmakla yetiniyoruz. Vesail adlı kitapta yer alan bir rivayete göre Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kıl-masında ve izzeti ise halkın yüzsuyunu korumasındadır.”

          İmam Sadık (a.s) başka bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Resulullah Cebrail’e, “Bana nasihat et,” diye buyurdu. Cebrail, “Ey Muhammed! İstediğin gibi yaşa, zira sen öleceksin ve istediğini sev, zira ondan ayrılacaksın. İstediğin gibi amel et, zira (amelini) göreceksin. Bil ki müminin şerefi gece namazı kılmasındadır ve izzeti ise halkın yüzsuyunu korumasındadır.”
          Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Sekiz rekat teheccüd namazı ile bir rekat vitr namazı ise ahiretin süsüdür ve bazen Allah-u Teala bir grup için bütün bunları bir araya getirir.”

          Şeyh Müfid’in naklettiğine göre, Resulullah şöyle buyurmuştur: “Kul Allah’ı razı etmek için tatlı uykusundan uyanır ve gece namazı kılarsa, Allah-u Teala bununla meleklere karşı övünür ve şöyle der: Şahit olun ki ben onu bağışladım.”

          Gece namazının fazileti hakkında bu ve benzeri bir çok hadisler vardır ve bu hadisleri burada aktarmak doğru olmadığından bu kada-rıyla yetiniyoruz.

          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Salat-I Vusta'nın (Orta Namazın) Beyanı Hakkında

            Resulullah’ın (s.a.a) tavsiye ettiği zeval namazı, öğle namazının na-fileleridir. Nitekim bu, hadislerde açıkça beyan edilmiştir. Bu nafile-lere özel ilgi gösterilmesi; ya salat-ı vustaya aidiyeti, ya da salat-ı vustanın eksikliklerini tamamladığı ve kabulüne sebeb olduğu esasın-cadır.

            Elbette bu namazdan maksat, günlük namazların ortasında yer aldı-ğı esasınca bizzat namaz-ı vusta sayılan öğle namazı da olabilir. Allah-u Teala şu ayet-i şerifede açıkça bu orta namaza özen gösterilmesini emretmiştir: “Namazlara ve orta namaza özen gösterin; gönülden boyun eğerek Allah için (namaza) durun.”

            Fakihler arasında meşhur ve en açık olan görüşe göre, salat-ı vusta öğle namazıdır ve diğer namazlar arasında özel bir konuma sahiptir. Allah-u Teala’nın Cebrail vasıtasıyla Hz. Adem’e gönderdiği ilk na-mazdır.

            Resulullah’ın öğle namazını tavsiye etmesi ise, onun hudutlarını, nafilelerini, vakitlerini gözetmek içindir; sadece öğle namazını kılmak için değil. Nitekim namazları, özellikle de öğle namazını gözetmeyi emretmekten anlaşılan da budur. Ehli Beyt’ten nakledilen bir çok ha-diste, namazların vakitlerinin gözetilmesi ve faziletli vaktinde kılınması hususunda büyük tavsiyelerde bulunulmuştur. Hatta özürsüz yere ertelemek, bazen bu namazı zayi etmeye ve küçümsemeye sebep ol-maktadır.

            Özellikle de insan bunu devamlı bir iş haline getirirse, na-mazı hafife almış olur. Zira insan bir işe önem verirse, bir an önce onu yerine getirmeye çalışır. Ama bir işi önemsemezse, onu oldukça zor yerine getirir ve hatta ondan tümüyle gaflet eder. Allah insanı namazı küçümseyecek bir duruma düşmekten korusun. Nitekim Resulullah namazı hafifseyen bir kimse hakkında, “Bu hal üzere ölürse benim di-nim üzere ölmemiştir.” diye buyurmuştur. Hatta bazen insan namazı hafife aldığı için sonunda terk eder.

            Zira insanın gözünde önemli ol-mayan bir şey, yavaş yavaş unutulur ve hatırlanmaz bir hale gelir. Halbuki dünyevi işlerimizde, özellikle de önemli hususlarda hiç bir şeyi, bu kadar unutmuyor ve küçümsemiyoruz. Zira nefsimiz önemse-diğinden ve aşırı sevdiğinden dolayı, tamamıyla dünyaya yönelmiş ve hatırından çıkarmamaktadır. Elbette böylesine bir işin unutulması mümkün değildir. Örneğin size belirli bir günde, sizce önemli bir mik-tarda para vermek isteyen doğru sözlü birinin, söz verdiği o zamanı asla unutamazsınız ve o zamanın bir an önce gelip çatmasını gözetler-siniz.

            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Dolayısıyla zamanı geldiğinde tam bir kalp huzuru ve batinî te-veccüh ile orada hazır olursunuz. Zira nefis sevgisi size o işi sevdir-miştir ve dolayısıyla da o hususta asla gevşeklik göstermezsiniz. Her-kes kendi durumu esasınca diğer dünyevi işlerde de böyledir. Ama eğer herhangi bir şey gözünüzde değersiz olursa; nefsiniz bir an tevec-cüh etse de bu teveccüh geçici bir şeydir, sadece bir hatırlamadır ve bir an bile geçmeden, hemen unutur gidersiniz.

              O halde dini işlerimizde niçin gevşek davrandığımızın sebebi de anlaşılmış oldu. Zira gaybe imanımız yoktur, yakin ve itminan temel-lerimiz zayıftır. Allah’ın ve enbiyanın vaatlerini can-u gönülden kabul etmemişiz. Dolayısıyla bizim gözümüzde bütün ilahî durumlar ve dini şeriatlar, basit ve gevşek durumdadır. Bu gevşeklik yavaş yavaş gaflete sebeb olur. Bu dünyada gaflet bizlere galip gelir ve bizi sahip oldu-ğumuz zahirî dinden çıkarır. Dolayısıyla ölümün zorlukları ve şiddeti a-nında da tam bir gaflet hasıl olur.

              Dinin sütunu, imanın sağlam temeli ve İslam’da imandan sonra en önemli şey sayılan günlük beş vakit namazın, Allah-u Teala ve derga-hının has kullarından başka hiç bir kimsenin bilmediği batınî ve nuranî teveccühler ile melekutî ve gaybi suretlerinin yanı sıra, Allah-u Teala’yı istenilen ilahî adap ve nitelikleriyle sürekli zikretmeden hasıl olan en önemli boyutlarından biri de, insanın Allah-u Teala ve gayb alemiyle olan irtibatını güçlendirmesi, Allah’ın huzurunda huşu içinde olma melekesini kalpte icad etmesi ve yerinden sökülemeyecek bir şekilde kalbe temiz tevhit ağacını ekmesidir. Böylece insan ölümün belirtileri zuhur ettiğinde, korkunç hallerini gördüğünde ve gayb örneğini müşahede ettiğinde hasıl olan büyük ilahî imtihandan başarılı bir şekilde çıkar, dini yerleşik hale gelir ve kök salar. Dini en küçük bir unutkanlık baskısı karşısında ortadan kalkan bir din olmaktan kurtulur.

              O halde ey azizim! Sakın, sakın! Allah-u Teala başta da sonda da sana yardımcı olsun. Sakın dini işlerinde, özellikle de beş vakit nama-zında gevşeklik etme ve hafife alma. Allah da biliyor ya, bütün nebiler veliler ve hidayet imamları sadece Allah’ın kullarına olan büyük şef-katleri sebebiyle kadar teşvik etmiş ve sakındırmışlardır. Yoksa bizim imanımızın onlara hiç bir faydası yoktur ve amellerimizden hiçbir fayda görecek değillerdir.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                12. Bölüm: Kur’an Tilavetinin Faziletinin Beyanı Hakkında

                Resulullah’ın (s.a.a) vasiyetlerinden biri de Kur’an tilavet etmektir. Kur’an tilavet etmenin, hıfzının, taşımasının, sarılmanın, öğrenmenin, sürekli okumanın, gayret göstermenin, anlam ve sırları hakkında te-fekkür etmenin fazileti, kısır aklımızın alacağından çok daha fazladır. Bu hususta Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadisler bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla bir kaçını aktarmakla yetiniyoruz.

                Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Sadık’a şöyle buyurmuştur: “Kur’an Allah’ın, kuluna bir ahdidir (anlaşmasıdır) ve Müslüman in-sanın her gün bu ahdine bakması ve günde en az elli ayet okuması ya-kışır.”

                Hz. Seccad ise şöyle buyurmuştur: “Kur’an ayetleri hazinelerdir. O halde hazinelerden her biri açıldığında ona bakman yakışır.”
                Bu iki hadis, zahiren, ayetler üzerinde tefekkür edilmesinin ve an-lamlarının düşünülmesinin güzel olduğunu ifade etmektedir. İlahî muhkem ayetler üzerinde tefekkür etmek ve tevhid, hikmet ve marifet-lerini anlamaya çalışmak; ilahi kelamın muhatabı olan vahy Ehl-i Beyt’ine sarılmadan, kendi şahsi görüş ve bozuk heveslerine uyanlar hususunda nehy edilmiş olan kendi reyine göre tefsirden apayrı bir şeydir. Bu husus, kendi yerinde ispatlanmıştır ve dolayısıyla da bu makamda detaylara yer vermek gereksizdir. Sadece Allah-u Teala’nın şu ayeti bile yeterlidir: “Onlar Kur’an üzerinde tefekkür etmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”

                Kur’an’a müracaat etmek ve manasına teveccühte bulunmak hadis-lerde oldukça tavsiye edilmiştir. Hatta Emir’ul Müminin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tefekkür üzere olmayan bir kıraatin hiç bir hayrı yok-tur.”

                Bu hususta Ebi Ca’fer’den (a.s) naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle bu-yurmuştur: “Bir gecede on ayet okuyan kimse gafillerden yazılmaz. Elli ayet okuyan ise zikredenlerden yazılır. Yüz ayet okuyan itaat edenlerden yazılır. İkiyüz ayet okuyan boyun eğenlerden yazılır. Üçyüz ayet okuyan, kurtuluşa erenlerden yazılır. Beşyüz ayet okuyan, ibadette çaba gösterenlerden yazılır. Bin ayet okuyana, en küçüğü Uhud dağı kadar, en büyüğü ise, yer ile gök arası kadar olan bir kıntar iyilik yazılır ki bir kıntar, onbeş bin (veya ellibin) miskal altın ve bir miskal da yirmidört kırat değerindedir”


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Bir çok hadislerde, Kur’an’ın güzel bir surette tecessüm edeceği ve ehli ile kıraat edenlere şefaatte bulunacağı yer almıştır ki biz bunların naklinden vazgeçtik.

                  Bir hadiste ise şöyle yer almıştır: “Eğer mümin genç, Kur’an’ı tila-vet ederse, Kur’an, onun et ve kanına karışır. Allah-u Teala onu değerli ve iyi elçileriyle birlikte kılar. Kıyamette Kur’an onun sığınağı olur. Allah’ın huzurunda (Kur’an) şöyle der: “Ey Allahım! Benimle amel edenler dışında her amel eden kimse mükafatını aldı. O halde beni okuyanlara, en iyi mükafatını ver.” Böylece Allah-u Teala ona (Kur’an ile amel edenlere) cennet elbiselerinden iki elbise giydirir ve başına keramet tacını koyar ve (Kur’an’a), “Acaba razı oldun mu?” diye hitab edilir. Kur’an, “Ben daha fazlasını ümit ediyordum.” diye arz eder. Böyle olunca da eman ve güven sağ eline, cennette ebedi kalmak ise sol eline verilir, böylece cennete girer ve kendisine, “Oku ve yücel.” denir. Daha sonra da Kur’an’a şöyle hitap edilir: “Biz onu bir çok makamlara ulaştırdık, acaba razı oldun mu?” Kur’an o zaman “Evet” der.”

                  Hakeza Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim Kur’an’ı çok okur ve ezberlemede zorluklara katlanarak ahdini yeni-lerse, kendisine iki mükafat verilir.” Bu hadisten anlaşıldığı üzere Kur’an-ı Şerif’i tilavet etmekten maksat; insanın kalbine tesir etmesi, insanın batınının, ilahî kelamın sureti haline gelmesi ve meleke/yeti (aptitude)) mertebesinden tahakkuk (aktüel/edimsel) mertebesine ulaşmasıdır. Nitekim “Eğer mümin genç, Kur’an’ı tilavet ederse, Kur’an, onun et ve kanına karışır” sözü de buna işaret etmektedir. Bu da, Kur’an’ın suretinin kalpte yer etmesinden kinayedir. Öyle ki artık insanın batını liyakat ve kabiliyeti miktarınca Kelamullah-ı Mecid ve Kur’an-ı Hamid haline gelir. Kur’an’ı yüklenen kimselerin batını ise, her şeyi ihata eden ilahi kelamın tüm hakikati haline gelir. Bizzat Kur’an’ın kendisi, her şeyi kuşatan kesin bir kanıttır.

                  Hz. Ali ve onun neslinden gelen masum imamlar ise tümüyle ilahî temiz ayetlerin te-cessümüdür. Onlar Allah’ın büyük ayetleri ve tam Kur’an’dırlar. Hatta tüm ibadetlerde bu anlam amaçlanmıştır. İbadetlerde ve ibadetlerin tekrarındaki en büyük sırlarından birisi de, bu ibadetlerin hakikatinin aktüel hale getirilmesi, kalp ve zat batınının ibadetin suretiyle tecessüm etmesidir. Nitekim bir hadiste “Hz. Ali’nin (a.s) müminlerin namazı ve orucu olduğu” yer almıştır.

                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    İbadetin Gençleri Etkilediğinin Beyanı Hakkında

                    Bu kalbî etkilenme ve batınî tecessüm, gençlik çağında daha iyi ha-sıl olur. Zira gencin kalbi latif ve tazedir, sefası daha çoktur. Meşguli-yetleri, çatışmaları ve yoğunlukları ise daha azdır. Dolayısıyla tepkisi az, kabulü ise daha çoktur. Tüm güzel ve çirkin huylar, gencin kalbinde daha iyi, çabuk ve şiddetli şekilde etki eder. Bir çok gencin ehliyle muaşeret ettiği takdirde hak ve batılı, veya güzel ve çirkini hiç bir delil ve kanıt olmaksızın kabul ettiği görülmüştür.

                    O halde gençler, kalp-lerinde güçlü bir iman da olsa kimlerle muaşeret ettiğinde iyi bakmalı ve kötülerle oturup kalkmaktan sakınmalıdır. Kötü kimselerle oturup kalkmak her sınıftan insan için zararlıdır. Hiç kimse kendine güven-memeli, güzel ahlak ve ameline aldanmamalıdır. Nitekim hadislerde de kötü kimselerle muaşeret etmek yasaklanmıştır.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Kıraatin Adabı Hususunda

                      Özetle Kur’an-ı Kerim’in kıraatinden istenilen husus kalpte Kur’an'ın suretinin tecessüm etmesi, emir ve yasaklarının kalbi etki-lemesi ve davetlerinin yerleşmesidir. Bunlar sadece kıraat adabına ria-yet edildiği zaman söz konusudur. Kıraat adabından maksadımız ise Kur’an kurrâları nezdinde mütedavil olan sadece tüm gücünü lafızların mahreci ile harfleri eda etmede tüketmesi türünden şeyler değildir. Aksi takdirde Kur’an ve anlamı hususunda tümüyle gaflete düşmekle beraber tecvit de bozulur, bir çok defa kelimeler aslî suretinden çıkar, madde ve suretiyle değişikliğe uğrar. Zaten şeytani hilelerinden biri de ibadet eden bir insanı ömrünün sonuna kadar Kur’an-ı Kerim’in lafız-larıyla meşgul etmesi; Kur’an’ın nüzul sırlarından, emir ve yasakları ile hak inançlara ve güzel ahlaka davetinin hakikatinden bütünüyle gafil kılmasıdır. Ancak elli yıllık kıraatten sonra, aşırı kalın ve şiddetli okuma sebebiyle kelam suretinden tamamıyla çıktığı ve ilginç bir hale geldiği anlaşılmaktadır! Dolayısıyla adaptan maksat, tertemiz şeriatta göz önünde bulundurulan adaptır ve bunların en büyüğü ve başlıcası da ayetler üzerinde tefekkür etmek ve ibret almaktır. Nitekim buna daha önce de işaret edilmişti.

                      Kafi’de yer alan bir hadiste İmam Sadık şöyle buyurmuştur. “Bu Kur’an’da hidayet meşaleleri ve karanlık gecenin kandilleri vardır. O halde görüş sahibi insan gözleriyle Kur’an’ı taramalı ve nurundan is-tifade etmek için gözlerini açmalıdır. Zira Kur’an’da tefekkür etmek basiretli kalbin hayatıdır. Karanlıklarda aydınlanan kimse nurdan is-tifade ettiği gibi (cehalet ve delalet karanlıklarında da Kur’an’dan is-tifade edilir).”

                      Hz. Ali ise uzun bir konuşmasında takva sahiplerinin sıfatı hakkında şöyle buyurmuştur: “Takva sahibi kimseler, Kur’an’da korkutucu bir ayete rastladıklarında gözlerini ve kalp kulaklarını açarlar. Bütün bedenleri titremeye başlar, kalpleri korkar, adeta cehennemin korkunç sesinin ve feci bir inilti ve solumasının kulaklarının dibinde olduğunu sanırlar. Teşvik eden bir ayete rastladıklarında ise hırsla ona itimat ederler ve kalpleri şevkten adeta uçar hale gelir. Adeta o vaatlerin hazır olduğunu sanırlar”

                      Açıkça bilindiği gibi Kur’an’ın manaları üzerinde tefekkür eden bir insanın kalbi etkilenir ve yavaş yavaş takva sahiplerinin mertebesine erer. Eğer ilahî yardıma mazhar olursa o makamdan da geçer ve tüm kuvve ve organları ilahî ayetlerden bir ayet haline gelir. Dolayısıyla ilahî hitapların cezbeleri onu kendinden geçirir, “oku ve yücel” haki-katini bu alemde elde eder, sonunda kelamı vasıtasız bir şekilde bizzat söyleyenden işitir ve böylece benim ve senin gibilerin hayaline bile gelmeyen şeyler olur.

                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Kıraatte İhlasın Beyanı Hakkında

                        Kur’an kıraatinin kalbi etkileme hususunda temel bir konumu bu-lunan ve yokluğu durumunda da hiç bir amelin kabul görmediği, hatta zayi ve batıl hale geldiği ve de Allah’ın gazabına neden olduğu ol-mazsa olmaz adaplarından biri de, uhrevi makamların sermayesi ve ahiret ticaretinin anamalı olan ihlastır.

                        Bu hususta da Ehl-i Beyt’ten bir çok rivayet nakledilmiştir. Örneğin İmam Bakır şöyle buyurmaktadır: “Kur’an kârileri üç kısımdır. Onlardan birisi Kur’an okur, kıraatini geçim vasıtası kılar, bu vasıtayla hükümdarlardan maaş alır ve insanlardan öne geçmeye çalışırlar. Birisi de Kur’an okur, harfleri ezber, Kur’an'ın sınırlarını zayi eder ve kasenin arkaya atıldığı gibi Kur’an’ı arkaya atarlar.

                        Allah-u Teala bu tür Kur’an yüklenicilerini çoğaltmasın. Başka bir grup ise Kur’an’ı kıraat eder, Kur’an'ın devalarıyla kalp dertlerini ilaç etmeye çalışır. Onun vasıtasıyla geceleri (ibadet ile) sabahlar, gündüzleri (oruç tutarak) susuz geçirirler. Onunla camilerde namaz kılar ve gece (ibadet için) yatağından kalkarlar. Aziz ve cebbar olan Allah onlar vasıtasıyla belaları def eder, onlarla düşmanlara üstün gelir ve onlarla göklerden yağmur yağdırır. Allah’a andolsun ki Kur’an’ın bu kârileri simyadan daha değerlidir.”

                        İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Halktan istifade etmek için Kur’an tilavet eden insan kıyamet gününde yüzünde hiç bir et olmak-sızın kemik olduğu halde haşrolur.”


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kur’an’ı öğrenen, onunla amel etmeyen ve dünya sevgisiyle ziynetini Kur’an’a tercih eden insan, Allah’ın gazabını hak eder ve hakikatte Allah’ın kitabını artlarına atan Hıristiyan ve Yahudilerin derecesindedir.

                          Kur’an’ı kıraat eden, ama bununla kendini beğenen ve dünyayı ta-lep eden insan, kıyamet gününde yüzünde hiç et olmaksızın kemikli bir halde Allah’ın huzuruna çıkar, ateşe girinceye kadar Kur’an ensesine vurur ve sonunda cehenneme düşenlerle birlikte cehenneme düşer.”

                          Allah Kur’an’ı kıraat eden, ama amel etmeyen kimseyi kıyamet gü-nünde kör olarak haşr eder ve o şöyle der: “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim” der. Allah, “Böy-ledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun” der” Daha sonra onu ateşe atarlar.

                          Kur’an’ı Allah için ve sadece dinin öğretilerini öğrenmek için kıraat edenin sevabı, bütün meleklerin, nebilerin ve resullerin tümüne verilen sevap gibidir.”

                          Kur’an’ı riya, kendini beğenmek, cahillerle mücadele etmek, alim-lere karşı kibirlenmek veya dünyayı elde etmek için öğrenen kimsenin Allah-u Teala kıyamette kemiklerini dağıtır ve ateşte hiç kimse onun kadar azap görmez. Allah-u Teala ona şiddetli gazap ettiği için de onu her türlü azapla cezalandırır.

                          Kur’an öğrenen, ilimde tevazu gösteren, bu ilmi Allah’ın kullarına öğreten ve sadece Allah nezdinde olanı taleb eden kimseye gelince, cennette hiç kimsenin sevabı ve derecesi, ondan daha büyük değildir ve cennetteki bütün yüce ve nefis makamlarda, nasibi en fazla ve derecesi en değerli kimsedir.”


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            Tertilin Manasının Beyanı Hakkında

                            Kur’an'ın nefiste etkili olmasına sebep olan ve Kur’an’ı kıraat eden kimsenin dikkat etmesi gereken hususlardan biri de kıraatte tertildir ve hadis-i şeriflerde yer aldığı üzere tertil; sürat ve acele ile kelimelerin birbirinden kopmasına ve dağılmasına neden olan aşırı yavaşlık ve gevşeme arasındaki orta yoldur.

                            Nitekim Kafi kendi senediyle Abdullah b. Süleyman’dan şöyle de-diğini aktarmaktadır: Hz. İmam Sadık’a (a.s) “Kur’an’ı tertille oku-yunuz.” ayeti sorunca şöyle buyurdu: “Hz Emir’ül Müminin Ali (a.s) şöyle buyurdu “Yani, Kur’an'ın harflerini kamil bir şekilde izhar et ve şiir okurken acele ettiğin gibi acele etme. Hakeza harfleri dağınık çakıl taşları gibi de dağıtma. Kalbi etkileyecek ve duygulandıracak bir şekilde okuyun ve derdiniz süreyi bitirmek olmamalıdır.”

                            O halde Allah’ın kelamını okumak, ilahî ayetlerle kendi kasvetli kalbini tedavi etmek, her şeyi ihata eden ilahi kelamla kalbi hastalıkla-rını iyileştirmek; bu gaybi ve nurlu meşalenin ve semavi “nur üstüne nur”un ışığından istifade ederek uhrevi makamlara ve kemal merhale-lerine ulaşma yoluna ermek isteyen insan, bunun zahirî ve batınî araç-larını temin etmeli, zahirî ve manevi adaplarına riayet etmelidir; bizim gibi değil.

                            Bizler Kur’an’ı okurken mana, maksat, emir, nehy, vaaz ve sakındırmalarından tümüyle gaflet ettiğimiz gibi, cehennemin sıfatları, şiddetli azabı ile cennet ve nimetlerinin niteliklerinin de bizimle hiç bir ilgisinin olmadığını sanıyoruz. Hatta Allah korusun bir roman okurken kalp huzurumuz daha çok ve duygularımız daha hassas iken, Allah-u Teala’nın kitabını okurken zahirî adaplarından bile gaflet ediyoruz.

                            Hadis-i şerifte yer aldığı üzere “Kur’an’ı hüzünlü bir şekilde ve gü-zel bir sesle okuyunuz.” Hz. Ali bin Hüseyin Kur’an’ı güzel bir şekil-de tilavet ediyordu. Öyle ki oradan geçen kimseler duruyor, onun Kur’an okuyuşunu dinliyor ve kendinden geçiyorlardı. Ama biz Kur’an’ı okurken daha çok kendi güzel sesimizi insanlara duyurmaya çalışıyoruz. Kur’an veya ezanı bir vasıta kılıyoruz. Maksadımız Kur’an’ı tilavet etmek ve bu müstahap amelle amel etmek değildir. Özetle şeytanın ve nefs-i emmarenin hileleri çoktur ve genellikle batılı hakka benzetmekte, çirkin ve güzeli birbirine karıştırmaktadır. Dola-yısıyla bunların şerrinden ve hilelerinden Allah’a sığınmak gerekir.

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              13. Bölüm: Namazda Elini Kaldırmanın ve Ters Çevirmenin Beyanı Hakkında

                              Hadis-i şerifte yer alan, “Namazda ellerini kaldır ve ters çevir” ifadesinden maksat, zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, tekbirler esna-sında ellerini kaldırmaktır. Elini ters çevirmekten maksat ise, muhte-melen elinin içini kıbleye doğru yöneltmektir. Nitekim tekbir getirirken elleri kaldırmak, müstahap amellerden biridir. Belki de hadisteki elleri kaldırmaktan maksat, kunut esnasında elleri kaldırmaktır ve ellerini ters çevirmekten maksat da elinin içini göklere doğru çevirmektir.

                              Nitekim fakihler de bunun müstahap olduğunu söylemiş ve delili hakkında tartışmışlardır. Ama bu rivayette birinci ihtimal, daha güçlüdür. Gerçi şeriat ehlinin kunuttan bu düzenden başka bir şey anlamadığını ve elleri mutlak olarak her hangi bir şekilde kaldırmak ile yetinmediğini gösteren kesin siretinden sonra, başka bir delile de ihtiyaç yoktur. Özetle bu rivayet-i şerifede birinci ihtimal daha güçlüdür.

                              Bil ki fakihler arasında meşhur olduğu üzere, tekbirlerde insanın el-lerini kaldırması müstehaptır. Bazıları bir takım emirlerin ve “Fasalli li rabbike vanhar” ayetinin tefsirinde, Allah-u Teala’nın emrettiği “nahr”dan maksadın tekbirler esnasında ellerini kaldırmak olduğunu ifade eden bazı rivayetlerin zahirine bakarak tekbirler esnasında elle-rini kaldırmanın farz olduğunu söylemişlerdir. Ama rivayetlerde yer alan bir çok kanıtlar, örneğin bu rivayetlerde belirtilen nedenler, tek-birler esnasında ellerini kaldırmanın müstahap olduğuna delalet et-mektedir. Özellikle de Fazl b. Şazan’ın İmam Rıza’dan (a.s) ve Ali b.Cafer’in , kardeşi Musa b. Cafer’den (a.s) naklettiği sahih rivayet-ler, tekbirlerde ellerini kaldırmanın farz olmadığına en açık delil teşkil etmektedir. İnsanı zahire kanmaktan alıkoyan bir takım nişanelerden sarf-ı nazar edecek olursak, bu rivayetler elleri kaldırmanın farz oldu-ğunu izhar etmektedir.

                              Ama bu rivayetlerin arasını bulmanın yolu ise, “nass”ın, “zahir”den üstünlüğü sebebiyle müstehap olduğuna hük-metmektir. O rivayet gerçi imamdan başkasının elini kaldırması ge-rekliliğini ortadan kaldırmaktadır; ama yine de bu rivayetin, imam ve cemaati kapsadığı, tek başına namaz kılan kimse hakkında sessiz kal-dığı ve bütün bunlara rağmen elleri kaldırmanın herkese farz olduğu hususuyla çelişmediği iddia edilebilir. Ama imamın ellerini kaldırması, ona uyan cemaate kifayet etmektedir. Nitekim imamın kıraati de cemaate kifayet etmektedir.

                              Rivayetteki bu en güçlü ihtimal esasınca, son dönem araştırmacılarının yaptığı, “mutlakın (kayıtsız bir hükmün) mukayyad (kayıtlı bir hüküm) esasınca yorumu”nu gerektiren itirazlar da geçerli değildir. Buna rağmen söz konusu ayırımın yapılmamış ol-ması, eski ve yeni meşhur görüş ile iç ve dış nişaneler, artık tartışmaya yer bırakmamaktadır. Ayrıca burada detaylara yer vermek de uygun değildir. Velhasıl namazlarda ellerini kaldırmak müstehap adaplardan biri olduğundan dolayı, insanın mümkün mertebe bunu terk etmesi doğru değildir. Özellikle alimlerden bazısı farz olduğuna bile söylediği bu tür müstahab amellerde, dinsel ihtiyat esasınca, insanın asla söz konusu amelleri terk etmemesini gerektirmektedir.

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Elleri Kaldırmanın Sırrının Beyanı Hakkında

                                Velhasıl namazlarda söylenen her tekbirde insanın elini kaldırması namazın süsüdür. Cebrail’in ve yedi kat göklerdeki meleklerin namazı da böyledir. Nitekim İbn-i Nebate, bunu, Hz. Ali’den (a.s) nakletmiş-tir. İmam Rıza (a.s) da, İlel ve Uyun-u Ahbar’daki rivayetlerle örtü-şen ifadelerle şöyle buyurmuştur: “Namazda elleri kaldırmanın sebebi, tekbirde bir miktar Allah’a yöneliş, ihlas ve Allah’a yakarma haletinin var olmasıdır. Allah-u Teala zikredildiğinde kulunun sadece kendisine yönelmesini, yakarmasını ve ihlaslı olmasını istemektedir. Ellerini kaldırmakla teveccüh etmesi, niyetinin farkında olması ve kalbiyle Allah’a yönelmesi içindir.”

                                Bu söylenenler marifet ehlinin elleri kaldırma sırrı hakkında söyle-diği, ellerini kaldırmakla Allah’tan gayrisini bir kenara ittiği, bütünüyle Allah’a ulaşma yolundaki dikenleri kaldırdığı ve kendisini Allah’tan gayrisinden halis kıldığı -zira aşk ve muhabbet mektebinde şirk sayılan Allah’tan gayrisine teveccühten arındırdığı- hakikatiyle de örtüşmektedir. İnsan bu teveccüh sayesinde manevi/hakiki miracı ve ilallaha yolculuğu gerçekleştirmiş olur. Bu yolculuk ve mirac ise Al-lah’tan gayrisini ve bencilliği terk etmedikçe gerçekleşemez. Nitekim namazdan önce söylenen yedi iftitah tekbiri de mülkî ve melekutî yedi hicabı yırtmak içindir.

                                Bilindiği gibi Allah’ın velileri her bir tekbirle hicablardan birini yırtar, bu hicap alemlerini aşar ve bu çadırların sakinlerini terk ederler. Daha sonra başka bir takım hicabları keşfeder ve kalplerine takyi-di/sınırlı başka bir tecelli hasıl olur. Bu da yollarına engel olmaz, onları oyalamaz ve kalben teveccüh etmelerine neden teşkil etmez, onu da başka bir tekbirle ortadan kaldırırlar. Adeta kalplerinin batını şöyle demektir: “Allah takyidi/sınırlı tecelli ile tecelli etmekten daha büyük-tür.”

                                Nitekim evliya ve ihlas sahiplerinin efendisi Hz. İbrahim de o irfanî/şuhudî yolculukta ve takyidi/sınırlı tecellide böyle buyurmuştur. O halde ilallah sâliki, aşk diyarının yolcusu ve vuslat yolunun aşığı olan bir insan, tek tek bütün hicapları yırtar ve son tekbire varır. Onunla da yedinci hicabı yırtar, Allah’tan gayrisini yok eder ve şöyle der: “Şüphesiz ki ben yüzümü yerleri ve gökleri yaradan Allah’a yönelttim.” Nitekim Hz. İbrahim de böyle buyurmuştur. Daha sonra kapıyı ele geçirir, celal nurlarını keşf eder, Allah’a sığınır ve Allah-u Teala’nın ismiyle içeri girer. Nitekim Muhammed b. Ali b. Hüseyin’in (r.a) naklettiği hadis-i şerif de buna işaret etmiştir.

                                Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah mirac gecesinde yedi hicabı kat etti. Her hicabın yanında bir tekbir söyledi. Sonunda Allah-u Teala onu yüceliğinin nihayetine erdirdi.”

                                Bu hadisin bir benzeri İmam Musa bin Cafer’den (a.s) nakledilmiş-tir. Ama o rivayette, Resulullah’ın hicabı yırttıktan sonra tekbir getir-diğini söylenmiştir. Bu, irfanî ekol ve zevkine daha da uygundur. Zira elin her kalkışıyla hicapları ortadan kalkmakta ve yücelik nurlarından bir nurun zuhuruyla tekbir söylenmektedir. O nur, nuraniyet hicaplar-dan bir takyid/sınırlılık olduğundan dolayı, yine elleri kaldırmakla or-tadan kalkmakta ve kenara itilmektedir. Sonunda mutlak zatî tecelli hasıl olmakta ve evliyanın emellerinin nihayeti olan yüceliğin zirvesine erişilmektedir. Önceki hadisi de buna döndürmek mümkündür.

                                Velhasıl bizler bu manaları idrak etmekten mahrumuz; nerde kaldı ki şuhud veya vusul ile bilelim! Ama kötülük ve perişanlığımız sebe-biyle bu makam ve dereceleri inkâr ediyoruz. Evliyanın miracını ve temiz insanların namazını, kendi namazı gibi zannediyoruz. Onların kemalinin, kendi amellerimizin kemali gibi olduğunu sanıyoruz. Nihayeten anladığımız şey, onların namazlarının kıraat ve diğer adap-larının iyi olduğu; şirk, riya ve kendini beğenmişlikten uzak bulunduğu ve ibadetlerinin cehennem korkusu veya cennet şevki üzere olma-dığıdır. Halbuki bu onların resmi ve yaygın olan makamlarından biridir. Namazda ve bu ruhani miraçta, onların, bizim gibilerin tasavvur dahi edemediği bir takım makamları vardır.


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X