Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Tatmim

    Münafığın Kalbinin ve Münafığın Kalbinin Müminin Kalbiyle Olan Farklılığının Beyanında

    Geçen bölümde mümin ve müşrikin, hatta kafirin kalb haleti açık-lanmış oldu. Münafığın kalbi de mukayese ile ortaya çıkmaktadır. Zira müminin kalbi saf ve asıl yolundan çıkmamış olduğundan, kendisine telkin edilecek olan her türlü imanî hakikatler ve hak öğretileri tabia-tıyla kabul etmektedir. Marifetler, hakikatler ve kalplerin fıtrat makamı olan besin ile beslenen kimse arasındaki uyum ise korunmuş haldedir. Bu cihetten Kafi’de yer alan başka bir hadiste, müminin kalbinin “meftuh”, yani “açık” olduğu belirtilmiştir. Bu “fetih” daha önce zikrettiğimiz üç fetihten birine işaret de olabilir. Ama bu mana ile de örtüşmektedir.

    Münafığın kalbi insan fıtratına aykırı olan; cahiliye bağnazlıkları, kınanmış ahlak, nefis ve makam sevgisi türünden bir çok zulmetler ve bulanıklıklar içinde olduğundan, mühürlü ve kapatılmış haldedir. Hak sözü asla kabul etmez. Kalp sayfası tümüyle kararmış, simsiyah hale gelmiştir ve dolayısıyla da hiçbir eseri kabul etmez. Dolayısıyla din izharında bulunması da şeytanlığı yüzünden ve dünyevi işlerinin iler-lemesi içindir.

    Bilmek gerekir ki müşrik ve münafığın kalbi, ters ve mühürlü kalp-lerdir. Nitekim bu açık ve belli bir şeydir. Ama müşrikin kalbinin “ters” ve münafığın kalbinin ise “mühürlü” olarak nitelendirilmesinin sebebi ise şudur ki müşrikin kalbi, ibadet ve huzuda gerçek ilahtan başkasına yönelmiş ve mutlak kemalden gayrisine teveccüh etmiştir. O halde müşrikin kalbinin iki hususiyeti vardır. İlk olarak müşrikin kalbi sadıkane bir huzu ve tevazu içindedir. İkinci olarak bu huzu ve tevazu, noksanlıklara ve yaratıklara karşı yapıldığından dolayı, kalplerinin bulanıklık ve noksanlık içine girmesine sebep olmaktadır. Böylece müşrikin kalbi ters çevrilmiş bir kalptir. Bu onların zahirî sıfatlarıdır.
    Ama münafık, bazen gerçek anlamda müşriktir. Bu açıdan kalbinin tersliği hususunda müşriklerle ortaktır. Bazen de kafir sayılır ve hiç bir diyanete sahip değildir. Gerçi onun kalbi de terstir, ama bunun daha zahir olan bir özelliği de vardır. O özelliği de şudur ki zahiren hakkı dinlemekte ve hak topluluğu arasına karışmakta; dolayısıyla müminin kulağına gelen bütün hakikatler, onun kulağına da gelmektedir. Ama müminin kalbinin batınî sefası açıktır ve onu kabul etmektedir. Müna-fık ise kalbindeki bulanıklık ve zulmet sebebiyle mühürlenmiştir ve onu kabul etmemektedir.

    Hadiste müminin özellikle ihsanlara şükrettiği ve belâlara ise sab-rettiği hususu beyan edilmiştir. Zira bu iki sıfat, müminin diğer sıfatları arasında belli bir ayrıcalığa sahiptir. Bu iki sıfat; güzel sıfatların en önemlileri konumundadır ve bunlardan bir çok güzel sıfatlar ortaya çıkmaktadır ki biz bunun bazı örneklerini daha önce zikrettik. Hakeza bu iki sıfat; ihsan veya bela ile tecelli ifadesi olan celal ve cemal, kahır ve lütuf sıfatlarını da beyan etmektedir. Gerçi bela da lütuf sıfatların-dandır, ama kahır ile zahir olduğundan, kahır sıfatlarından sayılmıştır. Nitekim Hak Teala’nın esma ve sıfatı hususunda bu konu açıklanmıştır. Mümin de bu iki tecelli arasında sürekli olarak ubudiyet ve kulluk içinde bulunur.

    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Son Söz

      Hak’tan Gafletin, Kalbi Alaşağı Ettiğinin Beyanı Hakkında

      Geçen açıklamalardan da anlaşıldığı üzere eğer nefis; bütünüyle dünyaya yönelir, dünyayı imar etmeye kalkışır ve Hak’tan gaflet eder-se; yaratılış ve ahirete inansa dahi ters ve alaşağıdır. Kalbin tersliğin-deki ölçü; Hak’tan gaflet, dünyaya teveccüh ve dünyayı imar etmektir. Bu inanç, daha önceden bazı hadislerin şerhinde zikredildiği gibi ya iman değildir veya kalbin tersliği ile aykırılığı olmayan eksik bir imandır. Hatta gaybe ve kıyamete inandığını söyleyen, ama kıyametten korkmayan ve imanı kendisini organlarıyla amel etmeye çağırmayan bir kimseyi, münafıklar zümresinden saymak gerekir, müminlerden değil. Belki de bu tür zahiri iman sahipleri, Taif ehli gibi –ki hadiste bazen mümin ve bazen münafık olan kimseler için örnek olarak zikredilmiştir- de olabilir. Dolayısıyla da beden mülklerinde hiç bir hükümeti olmayan bu kupkuru iman da Allah göstermesin ortadan kalkabilir ve tam bir nifak üzere dünyadan göçerek münafıklar zümresinde haşr olabilir.

      Bizim zayıf nefislerimiz bu temel meseleye oldukça önem vermeli ve bütün zahir ve batınımıza imanın eserlerini işlemeye çalışmalıdır. Kalben iman ehli olduğunu iddia ettikleri gibi zahirlerini de imanın hükümlerine teslim etmelidir ki iman damarları kalplerine kök salsın, herhangi bir engel, değişim ve dönüşüm karşısında ortadan kalkmasın ve ilahî fıtratla yoğrulan bu melekutî temiz kalbi ve ilahî emaneti şeytanın tasarruf ve hıyanet eli değmeksizin Zat-ı Mukaddes’e geri verebilsin. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.

      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Otuzbirinci Hadis: Allah, Resulü ve İmamlar’ın Hakikatleri Bilinemez.

        بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی الشَّيخِ الجَليلِ، أَفضَلِ المُحَدِّثينَ، مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبِ الکُلَينی، عن عَلِیِّ بنِ إِبراهيمَ، عَن أَبيهِ عِن حَمَّادٍ، عَن رِبعِیٍّ، عَن زُرارَة، عَن أَبی جَعفَر، عَلَيه السَّلام، قال سَمِعتُهُ يَقولُ: إِنَّ الله عَزَّ وَ جَلَّ لا يُوصَفُ. وَ کَيفَ يوصَفُ وَ قالَ فی کِتابِهِ: وَ ما قَدَروا الله حَقَّ قَدرِهِ. فَلا يُوصَفُ بِقَدَرٍ، اِلّا کانَ أَعظَمَ مِن ذلِکَ. وَ إِنَّ النَّبی، صلی الله عَلَيه وَ آلِهِ، لا يوصَفُ. وَ کَيفَ يوصَفُ، عَبدٌ احتَجَبَ الله عَزَّ وَ جَلَّ بِسَبعٍ وَ جَعَلَ طاعَتَهُ فی الأَرضِ کَطاعَتِهِ فی السَّماءِ فَقالَ: وَ ما اتيکُمُ الرَّسولُ فَخُذُوهُ وَ ما نهاکُم عَنهُ فانتَهوا. وَ مَن أَطاعَ هذا فَقَد أَطاعَنی؛ وَ مَن عَصاهُ فَقَد عَصانی. وَ فَوَّضَ إِليهِ وَ إنَّا لا نُوصَفُ. وَ کَيفَ يُوصَفُ، قَومٌ رَفَعَ اللهُ عَنهُمُ الرِّجسَ، وَ هُوَ الشَّکُّ. وَ المُؤمِنُ لا يُوصَفُ، وَ إِنَّ المُؤمِنَ لَيَلقی أَخاهُ فَيُصافِحُهُ، فَلا يَزالُ الله يَنظُرُ إِلَيهِما وَ الذُّنوبُ تَتَحاتُّ عَن وُجوهِهِما کَما يَتَحاتُّ الوَرَقُ عَنِ الشَّجَرِ.

        Zürare’nin işittiğine göre İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah nitelendirilemez. Nasıl nitelendi-rilsin ki? Nitekim kitabında şöyle buyurmuştur: “Allah’ı gereği gibi takdir (ta’zim) edemediler.” Allah-u Teala bir sıfatla nitelendirildi-ğinde, mutlaka o nitelendirmeden daha büyüktür. Hakeza Peygamber de (s.a.a) nitelendirilemez. Nasıl nitelendirilsin ki? O, aziz ve celil olan Allah’ın yedi hicapla hicaplandırdığı bir kuldur. Allah, ona yeryüzünde itaat edilmesini, kendisine göklerde itaati gibi karar kılmış ve şöyle buyurmuştur: “Resul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırıyorsa, artık ondan sakının.”

        “Ona itaat eden bana itaat etmiş ve ona isyan eden de şüphesiz bana isyan etmiştir.” Allah-u Teala işi ona tefviz etmiştir. Hakeza biz de nitelendirilemeyiz. Nasıl nitelendirilelim ki? Biz, Allah’ın her türlü pisliği, yani şekki kendisinden gidermiş olduğu bir topluluğuz. Hakeza mümin de nitelendirilemez. Mümin kardeşiyle karşılaştığında onunla musafaha ederse Allah-u Teala sürekli onlara nazar eder, ağaçlardan dökülen yapraklar gibi yüzlerinden günahları dökülür.”

        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          Şerh

          Cevheri şöyle diyor: Kader, ölçü anlamındadır. “Kadr” ve “kader” kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedir ve de masdardır. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.” Yani “Allah’ı hakkıyla ta’zim edemediler.”

          Yazara göre “kader” ölçü anlamındadır ve de hakkıyla ululayama-maktan ve nitelendirememekten kinayedir. Zira nitelendirmek, nite-lendirilen şahsı nitelendirme giysisinde ölçmek demektir. Bu da Al-lah’tan gayrisinin Allah hakkında yapması caiz olmayan bir iştir. İn-şallah ileride buna işaret edeceğiz.

          “Felayusef bi kedrin” cümlesi hakkında ise Merhum meclisi’nin nüshasında “bi kudretin” şeklinde yer almıştır. Meclisi’ye göre bu bir örnek babındandır. Sadece bu sıfatının zikredilmesi, anlayışa daha ya-kın olduğu hasebiyledir. Dolayısıyla da nüshada yanlışlık olduğu ih-timalini güçlendirerek şöyle demiştir: “Diğer bazı hadislerde olduğu gibi, “kader” şeklinde okumak da mümkündür.

          Ama Vafi nüshasında Meclisi’nin ihtimali daha uygun haldedir ve belki de “bi kaderihi” şeklindedir. Zira bazı nüshalarda da böyle yer almıştır. Ama “bi kudretin” ifadesi, şüphelidir ve nüsha yanlışlığından kaynaklanmıştır. Zira ne anlam açısından uygundur ve ne de hadisin lafzı açısından doğrudur. Zira müzekker zamiri döndürülmüştür ve te’vil kaide dışıdır. Merhum Meclisi, mecburiyetten dolayı bu yorumu yapmışlardır. Halbuki, özetle hak Teala’nın kudretini düşünme imkanı, diğer sıfatlarını düşünme imkansızlığı ve bu sıfatla diğer sıfatlar arasındaki farkın bir geçerliliği yoktur. Bu açıdan bizzat Meclisi’ye göre de bu yorum pek doğru değildir.

          “Tetehattu” kelimesi hakkında ise Cevheri şöyle diyor: “el-Hettu”, “Hekk’ul-Verak min’el-guzn” yani, “hat” yaprağın dalından düşmesi demektir. “Tetehattu’ş-Şey” ise yayılmak ve dağılmak anlamındadır.

          Hadisle ilgili gerekli açıklamaları birkaç bölüm halinde açıklamaya çalışacağız.

          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            1. Bölüm: Allah-u Teala’nın Nitelendirilemeyeceğinin Manası-nın Beyanı Hakkında

            Bil ki hadiste Allah-u Teala’nın nitelendirilemeyeceğinin beyan edilmesi, kelam alimlerinden ve diğerlerinden kimi bazı cahil ve cedel ehli kimselerin Allah-u Teala için reva gördükleri bir takım nitelen-dirmelerdir. Zira bu nitelendirmeler birtakım sınırlandırma, teşbih ve hatta ta’til (marifet kapısının kapatılması) gibi şeyleri gerektirmiştir. Nitekim hadiste de “Allah’ı gereği gibi takdir (ta’zim) edemedi-ler.” ifadesiyle buna vurguda bulunulmuştur. Hakeza Kafi’de Al-lah’ı nitelendirmeden sakındırma hususunda yer alan bir takım hadisler de açıkça bu gerçeğe işaret etmektedir.

            Örneğin Abdurrahim şöyle diyor: “Abdulmelik b. Ayan vasıtasıyla İmam Sadık’a şöyle bir mektup yazdım:” Şüphesiz Irak’ta bir grup Al-lah-u Teala’yı suret ve tahtit (yani damar veya şekil) ile nitelendir-mektedirler. O halde sana feda olayım, eğer salah görüyorsanız, bizlere tevhit hususunda sahih görüşünüzü beyan ediniz.”

            İmam bizlere şöyle yazdı: “Allah-u Teala sana rahmet etsin, tevhit inancını ve yanındaki kimselerin (Irak ehlinin) inandıkları şeyleri sormuşsun. Hiç bir benzeri olmayan Allah-u Teala münezzehtir. Allah-u Teala duyan ve görendir. Allah-u Teala nitelendirenlerin nite-lendirdikleri şeylerden münezzehtir. Allah-u Teala’yı yarattıklarına teşbih edenler Allah’a büyük bir iftira atmaktadırlar.

            Allah sana rahmet etsin, bil ki tevhid hakkındaki sahih görüş, Kur’an-ı Kerim nazil buyurduğu Allah’ın sıfatlarıdır. O halde Allah-u Teala’dan butlan ve teşbihi nefyet. Ne nefyet, ne de teşbih (Yani ne Al-lah’ın sıfatlarını nefyet ki bu butlandır ve ne de onu yaratıklarına benzet ki bu da teşbihtir). Allah-u Teala sabit ve mevcuttur. Nitelendirenlerin nitelendirdikleri şeylerden münezzehtir. O halde Kur’an dan öne geçmeyiniz. Aksi takdirde ilahî beyandan sonra delalet ve sapıklığa düşersiniz.”

            Hadis hususunda dikkatli bir şekilde düşünülecek olursa, Allah-u Teala’nın nitelendirilmesinin reddinden maksadın; bazı değerli mu-haddislerin sandığı gibi Allah’ın sıfatlarında tefekkür etmemek ve mutlak bir şekilde Allah-u Teala’yı nitelendirmemek anlamında olma-dığı anlaşılmaktadır. Zira bu hadiste aynı zamanda hem ta’til ve hem de teşbih nefyedilmiştir. Nitekim diğer bazı rivayetlerde de bu yer al-mıştır ve bunlar (ta’til ve teşbih nefyi), Allah’ın sıfatlarında tefekkür ve kamil bir ilim olmadığı takdirde gerçekleşemez. O halde maksat Allah-u Teala’yı kendisine yakışmayan sıfatlarla nitelendirmemektir. Örneğin kulları sıfatlarından olan, aynı zamanda imkan ve noksanlıkla iç içe olan suret ve tahtit (yani damar veya şekil) gibi sıfatlarla Allah-u Teala’yı sıfatlandırmamak gerekir.

            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              Allah-u Teala’yı kendisine layık sıfatlarla tavsif etmeye gelince bunun yüce ilimlerde delile dayalı doğru bir ölçüsü vardır. Bu husus Allah’ın kitabında, Resulullah’ın sünnetinde ve Ehl-i Beytin rivayetle-rinin birçoğunda yer almıştır. Nitekim İmam’ın kendisi de icmali bir şekilde bu delile dayalı doğru bir ölçüye işaret etmiştir. Bu hususta daha fazla açıklamada bulunmak maksadımızın dışındadır.

              İmam Sadık Allah-u Teala’yı tavsif hususunda Kur’an’dan dışarı çıkılmamasını emretmektedir. Bu da sıfatlar hususunda herhangi bir ölçünün olmadığını söyleyenlere bir emirdir. Yoksa Allah-u Teala’nın Kur’an’da yer alan bazı sıfatlarla tavsif edilemeyeceği manasına de-ğildir. Nitekim imamın kendisi de Kur’an’dan öne geçilmemesini söy-lemekle birlikte, Allah-u Teala’yı Kur’an da olmayan iki sıfatla nite-lendirmiştir. Bu sıfatlardan birisi “sabit”, diğeri ise “mevcut” tur.

              Evham dolu eksik aklıyla marifet yolundan ve ilahî gaybi teyidden mahrum bir halde Allah-u Teala’yı herhangi bir sıfatla tavsif etmeye kalkışan bir kimse, şüphesiz ya ta’til ve butlan sapıklığına, ya da teşbih felaketine sürüklenecektir. O halde bizim gibi kalpleri cehalet, kendini beğenmişlik, uygunsuz ahlak ve adetlerin kalın perdeleriyle sarılı/örtülü kimseler, gayp alemine tasarruf elini uzatmamalı ve her ne kadar kendi nefislerinin yaratığı olduğunu düşünse de, kendi nezdinden birtakım ilahlar yontmamalıdır.

              Şu espriyi de söylemek gerekir li, bizim gibi şahısların gayb alemine uzanmamalarını söylemekten maksadımız, onların cehalet ve bencillik içinde kalmasını tavsiye etmek veya neuzubillah insanları Allah’ın isimleri hususunda inkara çağırmak demek değildir. “Onun isimlerinde inkara sapanları bırakın.”

              Biz insanları evliyaullahın göz çırağı ve diyanetin esası olan mari-fetlerinden alıkoymuyoruz. Aksine bizim bu dediğimiz kalın hicapları ortadan kaldırmaya davettir. Bize göre insan; kendisine, dünya malına, mal ve makam sevgisine esir ve bu kitabın yazarı gibi, cehalet, delalet, bencillik, ve bütün zulmani örtülerin en kalını olan egoizm perdeleriyle örtülü olduğu müddetçe, hak marifetlerden ve asıl hedefine ermekten mahrum kalır. Dolayısıyla Allah-u Teala ve kamil velileri insanın elinden tutmazsa, işinin nereye varacağı, hareket ve seyrinin gayesinin ne olacağı belli değildir. Allah’ım sadece sana şikayette bulunulur ve sadece senden yardım dilenilir.

              Allahım! Cehalet diyarının aymazları, dalalet çölünün şaşkınları, kendine ve bencilliğe yönelmiş olan bizler; mülk ve tabiat aleminin karanlıklarına daldık, bir türlü basiret gözümüzü açamadık. Senin güzel cemalini akıl aynamızda görmedik. Nurunun zuhurunu göklerde ve bu yarasa sıfatlı yerlerde müşahede edemedik. Hayatımız boyunca kör bir göz ve örtülü bir kalple yaşadık. Bir ömrü, nefis gafleti ve cehalet içinde geçirdik. Eğer senin bitmez tükenmez lütfün ve sonsuz rahmetin bizlere yardımcı olmazsa, kalbimizde bir aşk ateşi tutuşturmazsa ve ruhumuzda bir cezbe icat etmezse ebedi olarak şaşkınlık içinde kalır ve hiç bir yere de ulaşamayız. Ama biz sana böyle bir zanda buluna-mayız. Zira senin nimetlerin istenmeden verilen nimetlerdir ve rah-metin eşsizdir. İlahi! Bizlere lütuf eyle, ellerimizden tut. Bizleri cemal ve celal nurlarına hidayet et. Kalbimizi isim ve sıfatların nuruyla nur-landır.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                Sıfat ve İsimlerinin Hakikatinin Bilinemeyeceğinin Beyanı Hakkında

                Bilmek gerekir ki Hakk’ın sıfatlarının hakikatini derk etmek ve ni-teliklerini ihata etmek delillerin şahikasına ulaşamadığı ve ariflerin emellerinin künhüne erişemediği bir şeydir. Resmi hikmet alimlerinin kanıt ve tefekkür esasınca söyledikleri ile irfan alimlerinin sıfat ve isimler konusunda zikrettikleri şeyler, kendi meslekleri itibariyle doğru ve delile dayalıdır. Ama bizzat ilmin kendisi kalın bir hicaptır. Kamil bir takva, şiddetli bir riyazet, tam bir teveccüh ve Allah-u Teala ile sa-dıkane bir münacat sayesinde sübhani tevfiklerle (ilahi yardımlarla) bu hicap yırtılmadığı müddetçe celal ve cemalin nurları sâlikin kalbine doğmaz ve ilallah muhacirinin kalbi, gaybî müşahedeler ve açık huzu-ruyla esmaî ve sıfatî tecellileri açık bir şekilde göremez; nerede kaldı ki zatî tecellilere nail olsun! Ama bu açıklama, insanı Hakk’ın anmak olan istek ve araştırmaktan alıkoyamamalıdır.

                Zira hak ilimlerin tohumu gerekli şartlarıyla birlikte olmadığı takdirde, temiz marifet ağacının kalpte yeşermesi ve neticede meyve vermesi oldukça ender görülmüş bir olaydır. O halde insan ilk başta tüm şart ve gereklerini yerine getirerek ilmî riyazetlerden el çekmemelidir. Nitekim, “İlim mü-şahedelerin tohumudur” demişlerdir. Eğer ilimler bu alemde bir ta-kım engeller sebebiyle insanı tam bir sonuca ulaştıramıyorsa, diğer alemde insan için bir takım güzel sonuçlar kazandıracaktır. Ama en önemlisi, bunun şartlarını ve ön gereklerini yerine getirmektir ki bun-lardan bazısı önceki hadislerin şerhinde beyan etmeye çalıştık.


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  1. Bölüm: Evliya ve Enbiyanın Ruhaniyetinin Hakikatinin Te-fekkür Kademiyle Bilinemeyeceğinin Beyanı hakkında

                  Bil ki özellikle Resulullah’ın kemal makamı ve ruhanî marifeti, aynı zamanda masum veliler ve muazzam peygamberlerin kemal makamı tefekkür kademiyle, afak ve enfüste gerçekleştirilen seyir sayesinde elde edilemez. Zira bu büyük insanlar; ilahî/gaybî nurlardan ve cemal ve celalin nurlu ve tam ayetlerindendir. Bunlar ilallah seferi ve manevi seyirlerinde zatî fenanın nihayetine ve “Nitekim iki ok kadar veya daha da yakınlaştı.” yükselişinin doruğuna ulaşmışlardır. Gerçi bu makamın asıl sahibi Resulullah’tır ve salikler o mukaddes zatın gölgesinde bu makama ermektedirler. Biz şu anda Resulullah’ın sey-rinin niteliği ile onun ruhani miracının, diğer enbiya ve evliyanın mi-racından farklılığını beyan etmek amacında değiliz. Bu makamda sa-dece onların nuraniyetiyle ilgili bir hadisi nakletmekle iktifa ediyoruz. Zira onların nuraniyetini idrak etmek de batınî bir nuraniyet ve ilahî bir cezbe gerektirmektedir.

                  Cabir şöyle diyor: İmam Bakır’a, alimin ilmî hakkında bir soru sordum. İmam şöyle buyurdu: “Ey Cabir şüphesiz ki peygamberler ve onların varislerinin beş ruhu vardır. Bunlar ruh’ul kudüs, ruh’ul iman, ruh’ul hayat, ruh’ul kuvve ve ruh’uş şehve. Ey Cabir! Ruh’ul kudus sayesinde arşın altından yerin dibine kadar bütün işleri bilirler.” İmam daha sonra şöyle buyurdu: “Ey Cabir bu dört ruha afet ulaşabilir. Sadece ruh’ul kudus’a ne afet ulaşır ve ne de kimse onunla oynayabi-lir.”

                  Ebu Basir ise şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) “Böylece sana da kendi emrimizden bir ruh vahy ettik. Sen kitap nedir iman nedir bilmiyordun” ayetinin manasını sordum İmam şöyle buyurdu: “Bu ruh Allah-u Teala’nın yaratıklarından bir yaratıktır ve Cebrail ile Mi-kail’den daha büyüktür. Bu ruh daha önce Resulullah ile birlikte idi. Ona olayları haber veriyor ve onu güçlendiriyordu. Daha sonra da bu ruh İmamlar (a.s) ile birliktedir.”

                  Birinci hadisten anlaşıldığı gibi, üzere enbiya ve evsiyanın büyük bir ruhani makamı vardır ve adına “ruh’ul kudus” denmektedir. Bu makam sayesinde kainatın bütün zerrelerini ilmî ve kayyumi boyutta ihata etmişlerdir. Bu ruhta hiç bir gaflet, uyku unutkanlık vb. imkani olaylar, yenilenmeler ve mülkî noksanlıklar yoktur. Aksine soyut gayb ve büyük ceberut alemindendir. İkinci hadisten anlaşıldığı üzere o so-yut ve kamil ruh, yakınlık ceberut yakınlığı makamının en büyük sa-kinlerinden olan Mikail ve Cebrail’den de büyüktür.

                  Evet marifet ehlinin emelleri, Allah-u Teala’nın cemal ve celal kudret eliyle tıynetlerini yoğurduğu, evveli/zatî tecellisinde kamil ay-nalarına tüm isim, sıfat ve ahadiyet-i cem makamıyla tecelli ettiği ve gayb-i hüviyet halvetinde kendilerine sıfat ve isimlerin hakikatlerini talim ettiği evliyanın cemal ve celalinin kibriya eteğine ulaşamaz ve kalp ashabının marifet ayağı, evliyanın kemal zirvesine erişemez.

                  Nitekim bir hadiste de Resulullah şöyle buyurmuştur: “Ali Allah-u Teala’nın zatında fenaya ermiştir.” Yazar da, yarasaların güneşi nite-lendirmesine benzer bir şekilde nübüvvet ve velayet makamını az da olsa beyan etmek amacıyla eski günlerinde Misbah’ul-Hidaye diye bağımsız bir risale yazmıştır.

                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    2. Bölüm: “Nasıl nitelendirilsin ki? O, aziz ve celil olan Allah’ın yedi hicapla hicaplandırdığı bir kuldur” Cümlesinin Açıklaması

                    Hadis-i şerifin, “Nasıl nitelendirilsin ki? O, aziz ve celil olan Al-lah’ın yedi hicapla hicaplandırdığı bir kuldur” cümlesi hakkında bazı ihtimaller ifade etmişlerdir ki biz bunlardan bazısını zikredeceğiz.

                    Birinci ihtimali, kamil ve arif muhaddis merhum Feyz şöyle beyan etmektedir:” Başka bir hadiste Allah-u Teala’nın nur ve zulmetten bin hicabı olduğu yer almıştır. Dolayısıyla bu hicapları kaldıracak olursa cemalinin nurları, gözlerinin ulaşabildiği her şeyi yakıp kül eder. O halde bir ihtimale göre, “Allah’ın yedi hicapla hicaplandırdığı” cüm-lesinin manası, bütün hicaplar ortadan kalktığı ve yetmişbin hicaptan sadece yedisi baki kaldığıdır. Bu ihtimal üzere cümle, “Allah’ın yedi hicapla hicaplandırdığı” şeklinde okunmakta ve de Allah lafzı, cüm-lede özne olarak kabul edilmektedir.

                    Gerçi bu ihtimal, diğer ihtimallerden daha münasiptir. Ama tartışılır bir ihtimaldir. Zira ilk önce lafız esasınca, tanımlama ve nitelendirme makamında bu manayı, “Yedi hicap dışında bir hicapla Allah’tan örtülü değildir” veya “Allah ona yedi hicap dışında bir hicapla örtünmemiştir” şeklinde ifade etmesi daha uygundu ve başka bir tabirle Peygamber’in kemali ve Allah’ı nitelendirmenin yasak oluşu, diğer hicaplara sahip olmadığı esasıncadır; yedi hicaba sahip olduğu esasınca değil. O halde bunu zikretmesi daha uygundu.

                    Mana açısın-dan ise zahiren Allah-u Teala için var olan zulmet ve nurdan hicaplar, halkî (yaratıksal) hicaplardır; ismî ve sıfatî hicaplar değil. Bu da Resul-i Ekrem’in (s.a.a) temiz nurundan önce bir varlığın olmasını gerektirir. Oysa kendi makamında ispat edildiği üzere Peygamber (s.a.a) en yakın hicap ve ilk yaratıktır. Peygamber için esmaî ve sıfatî hicaplar bile söz konusu değildir. Peygamber’in kendi yedi makam ve inceliği, kendisi için hicap değildir.

                    Merhum Meclisi’nin başkalarından naklettiği ve de uygun kabul et-tiği ihtimale göre ise “bu cümle, bir ön ifade olarak beyan edilmiştir ve Resululah’ı (s.a.a) sonraki cümlelerle nitelendirmek amacına yöne-liktir. Yani kullardan yedi hicapla gizli olan Allah-u Teala’nın, yer-yüzünde itaatini göklerde kendi itaati gibi karar kıldığı bir insan nasıl nitelendirilebilir ki? Burada Allah adeta yedi hicap ile örtülü olan ve halkın asla kendisine ulaşamadığı bir sultan gibi bir veziri vasıta kılmış, halka göndermiş ve kendilerine “Onun emri benim emrimdir” diye yazmıştır.”

                    Dolayısıyla yedi hicaptan maksat, Peygamber vasıtasıyla bizlere Allah’ın vahyinin ulaştığı yedi kat göktür. Buna yakın bir takım ihti-maller de ileri sürmüşler ve bu yedi hicabın nurani ve semavi hicaplar olduğunu söylemişlerdir. Bu ihtimalin, gerçi önceki ihtimalde olduğu gibi manevi tartışma makamı yoktur; ama terim ve nitelendirme ma-kamı açısından uzak bir ihtimaldir. Belki önceki ihtimalden de uzak bir ihtimaldir.

                    Bu makamda başka bir ihtimal de vardır ki mana açısından daha doğru ve makbuldür ve makam esasınca de uygundur. Bu ihtimalin doğruluğu ise şu iki şeyden birine dayalıdır. Birincisi “ihtecebe” fiili, geçişli bir fiil olmalı ve de “hacebe” manasını ifade etmelidir veya “ba” harfiyle geçişli fiil kılınması caiz olmalıdır. Her iki durumda da mefulu takdire alınmıştır. Bu iki ihtimalden birinin doğruluğu esasınca o cümle şöyle olmaktadır: “Allah-u Teala’nın yedi hicabla hicaplandırdığı insanı nasıl nitelendirebiliriz? Meşiyetle aynı ufukta seyreden cemal ile ruhaniyeti için de, tabiat mertebesinden mutlak meşiyet mertebesine kadar veya Resulullah’ın kendi tabiat mülkü mertebesinden, gayp hüviyeti mertebesine kadar yedi hicap karar kılmıştır. Ama lügatte ve kullanışlarda “ihtecebe” fiilinin geçişli bir fiil olarak kullanıldığına şahit olmadık.

                    Gerçi bazı edebiyat alimleri “ihtecebe” nin “ba” harfiyle geçişli bir fiil olarak kullanılabileceğini söylemişlerdir. “İlim Allah indindedir. Belki Allah bundan sonra ortaya bir iş çıkarır.”

                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      3. Bölüm: Bu ve benzeri Hadislerde Emrin Resulullah’a Tefviz Edilmesinin Beyanı Hakkında

                      Bil ki tefvizin “cebr ve tefviz” hususunda söz konusu edilen bir manası vardır ve o da, Allah-u Teala’nın gaybi ve soyut alemlerden, yaratılış ve tekvin aleminin sonuna kadar, işlerinin birinde neuzubillah kendisini kayyumi tasarruftan azletmesi; tam ve bağımsız bir tasarrufta bulunması için o işi kamil, tam, ruhani ve irade sahibi veya tabii, şuur ve iradesi olmayan bir yaratığa bırakmasıdır.

                      Bu manada bir tefvizin ne tekvinde, ne teşride, ne siyasette, ne de insanların idaresinde yeri yoktur. Zira “Vacib”in noksanlığına ve mümkün bir varlık olduğuna, dolayısıyla da “mümkün”de ihtiyaç ve imkan sıfatının ortadan kalkmasına sebep olmaktadır.

                      Bunun karşısında ise cebir yer almaktadır. Cebir de vücud mertebe-lerinden özel etkilerin selbedilmesi, neden ve sonuçların ortadan kal-dırılması ve vasıtaların kenara itilmesidir. Bu da batıl bir görüş olup güçlü delillere de aykırıdır. Meşhur olduğu üzere sadece mükelleflerin fiillerine özgü bir şey de değildir. Aksine bu manada bir cebr ve tefvizi nefyetmek, tüm vücud mertebeleri ile gayb ve şuhud yerlerinde cari olan Allah’ın bir sünnetidir.

                      Bu hususta daha fazla açıklama yapmak yeri değildir. Cebr ve tefvizi nefy eden hadisler de bu manadaki bir tefviz manası içermektedir. Ama bazı hükümleri teşri etme hususunda tefvizi ispat eden bir takım hadisler ise -örneğin bir rivayette Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah göz ve nefis diyetini kararlaştırdı. Nebizi ve her türlü sarhoş edici şeyleri haram kıldı.” Bi-risi İmam’a “Vahiy gelmeden mi bunu yaptı?” diye sordu. İmam (a.s), “Evet, ta ki bu vesileyle Resulullah’a itaat edenler ile isyanda bulu-nanlar belli olsun” diye buyurdu. Hakeza namazlara bir kaç rekat ilavede bulunması , Şaban orucunu ve her ay üç gün oruç tutulmasını müstahap kılması veya diğer bazı rivayetlerde yer aldığı üzere yara-tıkların işlerinin mutlak şekilde Resulullah’a (s.a.a) tefviz edilmesi ise ayrı bir anlam ifade etmektedir.

                      Nitekim Kafi’de yer alan bir rivayette, Zürare’den naklen Eba Cafer ve Eba Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduk-larını yer almıştır: “Allah-u Teala kullarının itaatini görsün diye onların işlerini Resulullah’a tefviz etmiştir.” Daha sonra şu ayeti tilavet buyurmuşlardır: “Resulullah’ın size getirdiği her şeyi alın ve sizleri sakındırdığı her şeyden sakının.” Bunu veya buna yakın anlamı ifade eden diğer bir çok rivayetlerdeki tefviz kelimesi- bu anlamdan bambaşka bir manayı ifade etmektedir.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Büyük alimler de bu konuda bir takım görüşler belirtmişlerdir. Bu görüşlerden biri de Meclisi’nin, Şeyh Kuleyni ve diğer muhaddislerden naklettiği ve aynı zamanda kendisinin de kabul ettiği görüştür. Bu görüşe göre Allah-u Teala Resulullah’ı Allah’ın istek ve iradesine muvafık olan şeyler dışında, hiç bir şeyi tercih etmeyecek ve aklından geçirmeyecek bir şekilde kemale erdirdikten sonra, bazı işleri; örneğin farz namazların rekatlarını artırma, nafile namaz ve oruçları tayin etme vb. şeyleri ona tefviz etti. Bu tefviz, azameti yüce ilahi kutsal dergahta Resulullah’ın keramet ve şerefini izhar içindir.

                        Resulullah’ın bu tayin ve tercihi de vahy ve ilham dışında bir yolla değildir. Resulullah (s.a.a) bir işi tercih edince, ardından da o iş, vahiy yoluyla onaylan-maktadır. Allame Meclisi buna benzer hususlar da zikretmiştir. Örne-ğin Allah-u Teala; insanların siyaset, eğitim ve terbiye işini, hükümlerin açıklanması veya takiye zamanı gibi bir takım zamanların maslahatı gereğince hükümlerin açıklanmaması görevini de Peygamber’e (s.a.a) ve Masum İmamlar’a (a.s) tefviz etmiştir.

                        Ama bu büyük şahsiyetlerin zikrettiği hususların hiç birisinde, işlerin tefviz niteliği, hak ilkelere aykırı olmayacak kanıtsal kaideler esasınca beyan edilmemiştir. Hakeza bu tefviz ile diğer imkansız tefvizler arasındaki fark da beyan edilmemiştir. Hatta onların sözlerinden, özel-likle de Merhum Meclisi’nin açıklamalarından anlaşıldığı üzere, mutlak icad, öldürme, rızık ve ihya işi Allah-u Teala’dan gayrisinin eliyle olursa tefvizdir ve buna inanan kimse kafirdir. Hiç bir akıllı kimse, böyle bir şahsın küfründe şek edemez. Allame Meclisi, keramet ve mucizeleri de duaların isticabeti türünden saymakta ve bunların failinin ise Allah-u Teala olduğuna inanmaktadır.

                        İnsanların eğitim ve öğ-retiminin, enfal ve humustaki ihsan ve mahrumiyetin ve bazı hüküm-lerin yasama işinin tefviz edilmesini doğru kabul etmektedir. Bu konu, detaylı bir şekilde ele alınmamış hususlardan biridir. Nerde kaldı ki doğru bir ölçü çerçevesinde değerlendirilmiş olsun. Genellikle araş-tırmacılar, konunun bir köşesini ele almış ve tartışmışlardır. Yazar da bu eksik kabiliyeti, zayıf bilgisi, yırtık kağıdı ve kırık kalemiyle bu korkunç vadiye girmeye cesaret edememektedir. Ama delillerin sonucu olarak buna kısaca bir işaret etmek ve doğruyu açıklamak zorundayız.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          Tefvizin Manasına Kısaca Bir İşaret

                          Bilmek gerekir ki, Allah’ın elinin bağlı olduğunu ve insanın irade ve kudretinin tesirini beyan eden imkansız tefviz hususunda küçük- büyük işler arasında hiç bir fark yoktur. Nitekim ihya, öldürmek, icat etmek, yok etmek ve bir unsurun başka bir unsura dönüşümü husu-sunda tefviz söz konusu değildir. Mukarreb bir melek, mürsel bir nebi, soyut bir akıl ve yüce ceberut alemi sakinlerinden tut, ilk maddeye ka-dar hiç bir varlığa bir tek saman çöpünün hareketi bile tefviz edilemez. Kainatın tüm zerreleri Allah-u Teala’nın kamil iradesi altındadır. Hiç bir işte, hiç bir şekilde bağımsızlık söz konusu değildir. Varlıkların tümü vücud, vücudun kemali, hareket, sükunet, irade, kudret ve diğer işlerde muhtaç konumundadır. Allah’ın kayyumiyeti, kulların istikla-linin nefyedilmesi ve ilahî iradenin nüfuz ve zuhuru karşısında da hiç bir işin küçük veya büyük olmasının farkı yoktur. Biz zayıf kullar sa-dece zayıf amellere kadiriz. Harekat, sükun ve benzeri fiilleri eda ede-biliyoruz.

                          Allah’ın has kulları ve soyut melekler ise, ihya, öldürme, rı-zık, icad ve yok etmek gibi büyük fiillere kadirdir. Nitekim, Azrail öl-dürmek ile müvekkeldir ve onun öldürmesi duanın isticabeti kabilinden bir şey değildir. İsrafil ise ihya ile müvekkel bir melektir ve bu da duanın icabeti kabilinden bir şey değildir. Bu, batıl tefviz türünden bir şey de değildir. Nitekim kamil veli ve güçlü tezkiye edilmiş nefisler, yani enbiya ve evliyanın nefisleri de yok etmek, icad etmek, öldürmek ve ihya etmeye kadir olursa, bu imkansız olan tefviz değildir ve bunu batıl saymamak gerekir. Kulların işi kamil ruhlara tefviz edilmiştir ve onların meşiyetleri Allah’ın meşiyetinde fanidir. İradeleri Allah-u Teala'nın iradesi gölgesindedir ve onlar Allah’ın irade ettiği şeyden başka bir şeyi irade etmezler. Tüm hareketleri en üstün nizam ile uyumlu bir şekilde gerçekleşmektedir. Bu, hem yaratılış, hem icad, hem yasama ve hem de terbiye nizamında söz konusudur, bunun hiç bir sakıncası yoktur ve hatta haktır. Bu gerçekte tefviz değildir. Nite-kim gelecek bölümde beyan edilen İbn-i Senan’ın hadisi de bu manaya işaret etmiştir.

                          Özetle ilk manasıyla tefviz hiç bir şeyde caiz değildir ve sağlam kanıtlara da aykırıdır. İkinci manasıyla tefviz ise tüm hususlarda caiz-dir. Hatta alemin düzeni bu neden ve sonuçları terbiye sayesindedir. “Allah-u Teala işleri nedenler vasıtasıyla yürütür.” Bil ki kısaca zik-redilen bütün bu bilgiler kanıtlara dayalı bilgilerdir ve kanıtsal doğru ölçüler ile irfan ehlinin zevki ve duyulan delillerle de uyumlu halinde-dir. Yine de hidayete erdirici olan Allah-u Teala’dır.

                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            4. Bölüm: İmamların Makamlarına Kısaca Bir İşaret

                            Bil ki, ismet ve temizlik Ehl-i Beyt’inin manevi “ilallah” seyrinde ruhani yüce birtakım makamları vardır. Bu manevi ilallah seyrini, ilmî açıdan bile derk etmek insanın takatinin, akıl sahiplerinin aklının ve irfan ashabının şuhudunun üstünde bir şeydir. Nitekim hadislerden an-laşıldığı üzere ruhaniyet makamında Resulullah ile ortaklıkları vardır. Bunların tertemiz nurları, alemlerin yaratılışından önce yaratılmış ve Allah-u Teala’yı tesbih ve tehmid (övmek) ile meşgul idiler.

                            Kafi’de yer alan bir hadiste Muhammed b. Senan şöyle rivayet et-mektedir: “Ben İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) huzurunda taraftarla-rının ihtilafını sorunca İmam Bakır (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Muham-med! Allah-u Teala vahdaniyeti hususunda eşsizdir. İlk önce Muham-med ve Fatıma’yı yarattı. Onlar tam bin devran öylece kaldılar. Daha sonra da diğer şeyleri yarattı. Onları yaratıklarına şahid kıldı. Onlar-dan kendilerine itaat etmesini istedi. Kullarının işlerini onlara bıraktı. O halde onlar istediğini haram ve istediklerini helal kılarlar, ama onlar Allah’ın istediği dışında bir şeyi istemezler.” İmam daha sonra şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Bu, aşırı gidenlerin dinden çıktığı, geri kalanların ise yok olduğu bir dindir. Bununla uyum içerisinde olan Hakk’a ulaşmıştır. Ey Muhammed! Bu bildiklerini ganimet say”

                            Kafi de yer alan başka bir hadiste Mufazzal şöyle rivayet ediyor: İmam Sadık’a şöyle arz ettim: “Gölgelerde karar kıldığınız zaman nasıl idiniz?” İmam şöyle buyurdu: “Ey Mufazzal! biz Allah’ın yanında idik ve onun yeşil gölgesinde olduğumuz zaman bizden başka kimse yoktu. Allah’ı tesbih ve takdis ediyorduk. Onun birliğini ve vahdaniyetini övüyorduk. Bizden başka ne bir melek ve ne de bir ruh sahibi vardı. Daha sonra Allah-u Teala bir takım şeyleri irade etti ve böylece melekleri ve diğer yaratıkları istediği gibi yarattı. Daha sonra onların ismini bize bildirdi.”

                            İmamların bedenlerinin tıyneti, ruhlarının ve kalplerinin yaratılışı, , kendilerine ism-i a’zam’dan ihsan edilenler; nebilerin, meleklerin daha üstün olup benim ve senin gibilerin düşünemeyeceği ilahî gaybi hazinesinden verilen ilimler, ashabının muteber kitaplarında özellikle de Usul-i Kafi’de faziletleri hususunda yer alan rivayet ve hadisler, akıllar şaşkına düşürecek kadar çoktur ve o mukaddes zatlar dışında hiç kimse onların hakikat ve sırlarına vakıf olamaz. Şu anda şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste de bu faziletlerden birine işaret edilmiştir. Bu tathir ayetinin Ehl-i Beyt hakkında nazil olduğunu bildiren rivayet-ler mütevatir olup Sünni ve Şii yoluyla nakledilmiştir. Ehli Beyt’ten maksadın ismet ve temizlik Ehl-i Beyt’i olduğu hususunda Ehl-i Sün-net yoluyla nakledilen rivayetler ise istifaze veya tevatür haddine er-miştir. Dolayısıyla bu konuda açıklama yapmak bile yersizdir.

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              İsmet Hakikatinin Beyanı Hakkında

                              Ayette yer alan “rics” kelimesi bu ve benzeri hadislerde şek olarak tefsir edilmiştir. Bazı hadislerde ise bütün günahlardan temizlenmek diye tefsir edilmiştir. Önceki hadislerin şerhinde söylenen kimi bilgi-lerden de anlaşıldığı üzere şekkin nefyi, kalbî ve kalıbî ayıpların nef-yini, hatta ismeti gerektirmektedir. Zira ismet ihtiyar ve iradeye aykırı olan bir şeydir. Tabii ve fıtri bir şey değildir. Yani nefsani bir halet ve batınî bir nur olup yakinin kamil nuru ile itminanın tam nurundan hasıl olmaktadır. Dolayısıyla insanlardan ortaya çıkan günah ve hatalar, yakin ve imanın noksanlığındandır. Yakin ve imanın dereceleri beyan edilmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Huzurî müşahededen hasıl olan nebilerin kamil yakini ve tam itminanı, onları tüm hatalardan masum kılmıştır.

                              Ali b. Ebi Talip’in yakini kendisini, “Vallahi, karıncanın ağzındaki arpanın kabuğunu alarak Allah’a isyan etmem için bana yedi iklim ve göklerin altında-kiler verilse gene de kabul etmem” diyecek bir dereceye ulaştırmıştı.

                              Velhasıl ilahi kutsal nurlar ve tam rububî ayetlerden ezeli iradeyle gerçekleşen ve Ehl-i Beyt’i Allah’a has ve halis kılan her türlü şirk ve şekkin ortadan kalkması; tabiat aleminin pisliklerinden, Allah’tan gay-risine bağlanmanın zulmetinden, bencilliğin kalın hicaplarından ve Al-lah’tan gayrisini görmenin karanlıklarından temizlenmesi, nitelendi-rilmesi ve açıklanması mümkün olmayan makamlardan biridir. Hüviyet gaybına gizlenen Anka kuşu gibi, emeller, celal zirvesine ulaşmaktan aciz kalmaktadır. “Anka kuşu avlanamaz, tuzağını kaldır.”

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                5. Bölüm: İmanın Nitelendirilemeyeceğinin Beyanı Hakkında

                                Bil ki iman ruhani kemallerden biridir ve imanın nurani hakikatine vakıf olan çok az insan vardır. Hatta bizzat müminler bile dünya alemi ve tabiat zulmetinde olduğu müddetçe kendi imanlarının nuraniyetinden ve Allah-u Teala nezdindeki yüceliklerinden haberdar değildir. İnsan bu alemde olduğu müddetçe bu alemin durumu ve adetleri kendisini o kadar menus kılmaktadır ki o alemin yücelikleri, nimetleri veya sefalet ve azapları hakkında duyduklarını hemen mülkî bir suretle mukayese etmektedir. Örneğin: Allah-u Teala’nın müminlere vaat ettiği, müminlere hazırladığı ve peygamberlerin de haber verdiği o alemdeki nimet ve yücelikleri, sultanların halka verdikleri ihsanlarla mukayese etmekte veya biraz daha iyi ve yüce olduğunu düşünmektedir. O alemin nimetlerini, bu dünyanın nimetleri gibi veya biraz daha latif ve iyi farz etmektedir.

                                Halbuki bu mukayese batıl bir mukayesedir. Zira o alemdeki nimet-ler ve mutluluklar, bizim tasavvur bile edemeyeceğimiz bir makamda-dır. Onların bir benzeri kalbimizden bile geçmemiştir. Biz o dünyadaki bir damla şerbetin, mümkün olan tüm lezzetlere sahip bulunduğunu ve her birinin diğerinden daha güzel olduğunu düşünemiyoruz. Lez-zetlerinden hiç birinin bu alemdeki lezzetlerle bir benzerliği bile yoktur.

                                Bu hadis-i şerifte müminin yüceliklerinden biri zikredilmiştir ve bu yüceli, marifet ashabı ve kalp erbabı nezdinde hiçbir şeyle mukayese edilemez ve hiçbir şeyle ölçülemez. Bu yücelik ise “Mümin kardeşiyle karşılaştığında onunla musafaha ederse Allah-u Teala sürekli onlara nazar eder.” diye ifade edilen bir yüceliktir. Diğer birçok rivayetlerde de bu manaya işaret edilmiştir.

                                Nitekim Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müminler bir-birleriyle karşılaşıp musafaha edince Allah-u Teala veçhiyle onlara nazar eder ve böylece ağaç yaprakları gibi günahları dökülür.”

                                Allah-u Teala’nın bu nazarının ve kerim veçhiyle nazar edişinin ba-tınında nasıl bir nuraniyet ve yüceliğin olduğunu, bu vasıtayla mümin kul ile mukaddes zatın cemal nuru arasında nice hicapları ortadan kal-dırdığını ve mümine ne yardımlarda bulunduğunu sadece Allah bilir! Ama insan bu yüceliklerin gerçek sırrının ve hakiki esprisinin ne ol-duğunu bilmeli ve bundan asla gaflet etmemelidir. İnsanın sonuçta amelinin de nurani ve kamil olması ve amel kalıbına ilahî nefha ve ru-hun üfürülmesi için, kalbiyle de bu hakikate yönelmelidir. O gerçek espri ve hakiki sır, Allah-u Teala için ahdini yenilemek, muhabbet ve sevgi bağlarını güçlendirmektir. Nitekim hadis-i şeriflerde de buna büyük bir önem verilmiş ve bu bölümdeki hadislerde de bu sırra işarete edilmiştir.

                                Örneğin, Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde, Allah-u Teala elini onların elinin arasına koyar ve onlardan arkadaşına sevgisi fazla olanın elini musafaha eder.”

                                Başka bir rivayette ise şöyle yer almıştır: “Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde Allah-u Teala onlara rahmet gönderir. Bu rah-metin dokuz cüzü onlardan, arkadaşına muhabbeti daha fazla olan içindir. Eğer muhabbette eşit olurlarsa, rahmet her ikisini de kap-sar.”

                                Bu husustaki hadisler oldukça çoktur ve biz bu kadarıyla kanaat ediyoruz. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala’ya mahsustur.

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X