Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Tamamlama

    Şeyh Bahai bu makamda şöyle diyor: “Bu hadis-i şerif farzların müstehaplardan daha faziletli olduğunu beyan etmektedir. Eğer birisi “Bu hadis farzlardan gayrisinin üstünlüğünü nefyetmiştir ve farzların üstünlüğünü gerektirmemektedir. Zira eşit de olabilirler” diye itiraz edecek olursa, kendisine bu karışım türünün birçok dillerde üstünlüğe delalet ettiği söylenir. Şeyh şehid de bu genellemeden bazı hususları istisna etmiştir. Birincisi alacağını bağışta bulunmaktır ki darda olan borçluya mühlet vermekten daha üstündür. Oysa birincisi müstahap, ikincisi ise farzdır. İkinci istisna ise ilk önce selam vermektir ki selamın cevabını vermekten daha üstündür. Üçüncüsü de namazını yalnız kılan birinin o namazını cemaatle iade etmesidir...” Bazısı bunların her biri hususunda tartışmalarda bulunmuştur ki bu detaylara girmenin fay-dası olmadığından geçiyoruz.

    Bilmek gerekir ki hadis-i şerifin zahiri, aynı sınıftan olmasa da farzların, müstahaplardan; örneğin selama cevap vermenin, müstahap olan hacdan, büyük okul yaptırmaktan ve Resulullah’ı ziyaret etmekten daha faziletli olduğunu ifade etmektedir. Bu gerçi göze uzak bir ihtimal olarak gelmektedir. Bu yüzden merhum Meclisi, “Bunun aynı sınıftan ibadetlere özgü olması mümkündür.” diye buyurmuştur. Ama delil buna delalet ettikten sonra, sadece uzak bir ihtimal gördüğü için bunu demek doğru değildir. Elbette buradaki farzlardan maksadın; borçluya mühlet tanımak, selamın cevabını vermek vb. farzlar değil de; namaz,oruç, hac, zekat vb. salt taabbudi farzlar olduğu iddiasında bulunmak da mümkündür. Gerçi bu bile tartışılabilir aslında. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.

    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Otuzbeşinci Hadis: Hakkın İsimlerinin Marifeti ile Cebir Tefviz Meselesi

      بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی عِمادِ الاِسلام وَ المُسلِمينَ، مُحَمَّد بنِ يَعقُوبَ الکُلَينی، رضوان الله عليه، عَن مُحَمَّدِ بنِ يَحيی، عَن أَحمَدَبنِ مُحَمَّدٍ، عَن أَحمَدَ [بنِ مُحَمَّدِ] بنِ أَبی نَصر، قال، قال أَبوالحَسَنِ الرِّضاء، عَليه السَّلام: قال الله: ياابنَ آدَمَ، بِمَشِِيئَتی کُنتَ أَنتَ الَّذی تَشاءُ لِنَفسِکَ ما تَشاءُ؛ وَ بِقوَّتی أَدَّيتَ فَرائِضِی، وَ بِنِعمَتی قَوِيتَ عَلی مَعصِيَتي جَعَلتُکَ سَميعاً بصيراً قويًّا؛ ما أَصابَکَ مِن حَسَنَةٍ فَمِنَ الله؛ وَ ما أَصابَکَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَفسِکَ. وَ ذلِکَ أَنِّی أَولی بِحَسَناتِکَ مِنکَ؛ وَ أَنتَ أَولی بِسَيِّئاتِکَ مِنِّی. وَ ذاکَ أَنَّنی لا أُسأَلُ عَمّا أَفعَلُ وَ هُم يُسأَلُونَ.

      “İmam Rıza şöyle buyuruyor: “Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Ey Ademoğlu! Sen meşiyetimle nefsin için istediğini isteyebilen, kuv-vetimle farzlarımı eda edebilen ve nimetimle günaha güç yetirebilensin. Ben seni duyar, görür, ve güçlü kıldım. Sana çatan iyilik Allah’tandır, sana çatan kötülükler ise nefsindendir. Zira ben iyiliklerine senden daha evlayım. Sen de kötülüklerine benden daha evlasın. Zira ben yaptıklarımdan sorulmam, ama onlar yaptıklarından sorulurlar.”

      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        Şerh

        Bu hadis-i şerifte yer alan tabiat ötesi yüce ilimlerden bazı önemli i ve yüce konular, önsöz detaylarıyla birlikte zikredildiği taktirde çok uzayacağından ve kitabın kapasitesini aşacağından, özetle ve delil so-nuçları olarak bazı konuları birkaç bölüm halinde beyan etmeye çalı-şacağız. Tevekkül sadece Allah’adır.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          1. Bölüm: Hakk’ın İsimlerinin İki Makamı Olduğunun Beyanı Hakkında

          Bil ki Allah’ın meşiyeti için, hatta ilim, hayat, kudret vb. sıfat ve isimleri için de iki makam vardır.
          Birincisi zatî sıfat ve isimler makamıdır ki burhanla da ispat edildiği üzere vacib’ul vücud’un mukaddes zatı, vahid haysiyeti ve yalın ci-hetiyle tüm kemalleri ve bütün isim ve sıfatları haizdir. Tüm kemaller, isimler, celal ve cemal sıfatları vücudun yalın haysiyetine dönmektedir. Vücudun maverasında kalan her şey noksanlık, kusur ve yokluktur. Mukaddes zatı salt vücud ve sırf vücud olduğu için de sırf ve salt ke-maldir. Tümü ilim, tümü kudret ve tümü hayattır.

          Diğeri ise fiilî sıfatlar ve isimler makamıdır. Bu makam, zatî sıfat ve isimler ile zuhur makamı ve cemal ve celal sıfatlarıyla tecelli mer-tebesidir. Bu makam kayyumî birliktelik makamıdır. “O sizinledir” “Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O’dur.” Hakeza vechullah makamıdır. “Nereye yönelirseniz Allah’ın veçhi oradadır.” Hakeza nuraniyet makamıdır: “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Mutlak meşiyet makamıdır: “Siz sadece Allah’ın istedi-ğini istersiniz.” “Allah eşyayı meşiyetiyle, meşiyeti ise bizzat yarat-mıştır.” Ehlullahın lisanında başka birtakım terim ve lakaplar da vardır. Şu ayette de bazı açılardan her iki makama işaret edilmiştir: “O evveldir ve ahirdir, zahirdir ve batındır.”

          Özetle mutlak fiili meşiyet makamının mülkî ve melekutî tüm var-lıklar üzerinde kayyumi bir ihatası vardır. Tüm varlıklar bir çeşit onun tecellisi ve mazharıdır. Bu fiilî meşiyet, mazhariyet, kulların meşiyetinin Allah’ın meşiyetinde fani oluşu, hatta kulların ve bütün varlıkların mazhariyeti ve miratiyeti (ayna oluşu) esasınca bu hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur “Ey Ademoğlu! Sen benim meşiyetimle meşiyet etmektesin. Hatta senin zatın ve zatının kemalleri benim meşiyetimin aynısıdır. Sen ve kemallerin meşiyetimin benim meşiyetimin mahzarı ve tecellisidir. “Sen attığında sen atmadın belki Allah attı.” Bu irfanî mesele için ayet ve rivayetlerden bir çok de-liller vardır ki burada zikri gerekli değildir.

          Şeyh İşrak Hakk Teala’nın varlıklar hakkındaki detaylı ilmini bu fiili ilim makamından ibaret bilmektedir. Muhakkik Tusi de bu hususta ona uymuştur. Molla Sadra ise detaylı ilmin yalın zat makamı oldu-ğunu söylemektedir. Dolayısıyla iki şeyhin görüşünü de mutlak olarak kabul etmemiştir. Ama ben burada zikredilmesi uygun olmayan bir beyanla bu farklılığın lafzî olduğuna inanıyorum.

          Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere, varlık aleminde vücuda gelen ilahî/kudsi ve tabii/mülkî cevherler (tözler), a’razlar (ilinekler), zatlar (özler), sıfatlar (nitelikler) ve fiiller (edimler), tümüyle Allah’ın kuv-vetinin ihatası, kudretinin nüfuzu ve kayyumiyeti ile vücuda gelmek-tedir. O halde “Farzlarımı kuvvetimle eda ediyorsun” cümlesi anla-şılmış oldu. Bu makam, geniş rahmet ve kapsamlı nimet makamının mutlak meşiyet makamdır. Nitekim şöyle buyurmuştur:
          “Nimetimle günaha güç yetirebilensin.”

          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            2. Bölüm: Cebir ve Tefviz Meselesine İşaret

            Bu hadiste cebir ve tefviz meselesine işaret edilmiştir. İki emir ara-sındaki emir ve iki menzil arasındaki menzil olan hak mezhebini, ma-rifet ehlinin mesleği ile kalp ashabının yoluna uygun bir şekilde beyan etmiştir. Zira hem kul için meşiyeti, eda etmeyi ve kuvveti ispat etmiş-tir ve hem de bunları Allah’ın meşiyetine isnad etmiştir. “Sen meşiyet ettin; ama benim meşiyetimle senin meşiyetin zahir oldu. Sen farzı eda ettin, ama senin kuvvetin benim kuvvetimin zuhurudur. Geniş rahmeti yaymak olan nimetim ile günah işleme gücün hasıl oldu. O halde senden filler, sıfatlar ve vücutlar mutlak şekilde selb edilemez.

            Nitekim mutlak şekilde ispat da edilemez. Sen meşiyet ettin, ama meşiyetin benim meşiyetimde fanidir ve meşiyetimin zuhur ve tecellisidir. Sen kendi gücünle itaat ve isyana güç yetiriyorsun. Buna rağmen senin kudret ve kuvvetin, benim kudret ve kuvvetimin zuhurudur. Burada akla şu soru gelmektedir: O halde bu esas üzere, noksanlıklar, rezaletler ve günahları da Hakk’a isnad etmek gerekir.” Bu itiraza da felsefi kanıt ve irfanî zevk üzere şöyle cevap vermektedir: Allah-u Teala sırf kemal, hayır, cemal ve güzelliktir. O halde O’ndan olan her şey kemal ve hayırdır. Hatta vücud sistemi ve varlık hakikati gayb ve şuhud düzleminde kemalin aynısı, tamamiyet ve cemalin aslıdır. Noksanlık, rezalet, şer ve vebal ise yokluk ile ilgilidir. Mahiyetin gereklerindendir ve Hakk’ın yaratması ile ilgili bir şey değildir Tabiat alemi ve dar mülk yurdunda var olan şerlerin hepsi, varlıklar arasındaki çelişki ve dünya aleminin darlığındandır. Bu çelişkilerin hiç birisi Hakk’ın yaratışı ile ilgili değildir. Hayır, kemal ve iyilikler Hakk’tandır. Noksanlık şer ve günahlar ise kullardandır. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “Sana isabet eden iyilikler Allah’tan, kötülükler ise nefsindendir.”

            O halde dünyevi ve uhrevi tüm saadetler ile mülkî ve melekutî hayırlar, hayırlar ve saadetler kaynağından var edilmiştir. Dünya ve ahiretteki tüm şerler ise varlıkların zatî kusur ve noksanlığındandır. Mutluluk ve mutsuzluğun nedenin yaratışı ile ilgili olmadığı, varlıkların zatından kaynaklandığı görüşü saadet boyunda doğru değildir. Zira saadet hakk’ın yaratışı ile ilgilidir. Zatlardan ve mahiyetlerden hiç birinde mutluluk yoktur. Mahiyet haysiyetine tam mutsuzluk ve salt helak döner. Ama mutsuzluk boyutunda doğrudur. Zira mutsuzluk mahiyete dönmektedir ve Allah’ın yaratışı ile ilgisi yoktur. Zira ca’l makamının ötesindedir. “Mutlu kimse annesinin karnında mutlu ve mutsuz da annesinin karnında mutsuzdur.” hadisinin ayrı bir manası vardır. Bu isim ve sıfatlar ilmiyle ilgilidir ki burada zikri uygun değildir.

            Bu kanıtlanmış doğru açıklama esasınca akla şu soru gelmektedir: Hayırlarda varlıkları ve kötülüklerde ise kadim olan vacib kudreti az-letmek, cebir ve tefvizi gerektirmektedir ve bu ise irfan mesleğinde ve delil ekolünde gerçeklere aykırıdır.”
            Bu soruya da delil dilinde önceki bilgiler ışığında cevap vermiştir. Bunun niteliksel araştırması ise şudur: Allah iyiliklere kullardan daha evladır. Kullar ise kötülüklere Allah’tan daha evladır. Bu evleviyetin ispatı ise, iki tarafa da isnad edilmesinin ispatı esasıncadır.

            Hayırlara, Allah’ın kullarından daha evla olduğu ve hayırların kul-lara isnadı, hayırların Allah’a isnadının “vücut” ve “bizzat” isnadı olu-şudur. Zira hayırlar vücudun zatî özellikleridir. “Vacip”te zatın aynısı ve “mümkün”de ise ifaze/yaratış iledir. O halde hayırların verilişi yüce Allah’tandır. Zuhur aynası ve mazharı ise “mümkün”dür. Zahiriyet ve ifaze/yaratış isnadı ise mazhariyet ve kabullenme isnadından daha kamil ve tamdır. Ama kötülük ve şerlerde durum bunun aksinedir. La-kin her iki isnad da mahfuzdur. İfaze/icat edilenler hayırdır. Bu hayır-ların gereği olan şerler ise çekilme ve uyrukluk yoluyla ortaya çık-maktadır. O halde ilineksel olarak ona mensuptur, ama bizzat zat ve mahiyetlerin kusurundandır. Nitekim ayette de iki bakış açısıyla bu iki anlam ifade edilmiştir. Vahdet sultanının üstün geldiği, kesret ve nok-sanlıkları yok ettiği yerde “Deki hepsi Allah’tandır” demektedir. Kesreti ilineksel olarak gördüğü ve araçları karar kıldığı yerde ise “sana isabet eden iyilik Allah’tandır” buyurmaktadır.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              3. Bölüm: Allah’ın Yaptıklarından Sorulmadığının, Ama Diğer Varlıklar Yaptıklarından Sorulduğunun beyanı Hakkında

              Bil ki filozofların da dediği gibi Allah’ın mutlak fiili için mukaddes zatı ve zatî tecellileri dışında bir hedef söz konusu değildir. Allah’ın eşyanın icadında zatı ve zatının tecelli ve zuhuru dışında bir hedefinin olması imkansızdır. Zira zatı dışında bir hedef için herhangi bir şeyi icad eden fail, her ne hedefi olursa olsun (hatta fayda vermek, başkala-rını ödüllendirmek veya ibadet, marifet ve övgü için de olsa) o şeyle mükemmeldir. O şeyin vücudu, kendisi açısından yokluğundan daha evladır. Bu da noksanlık, kusur ve faydalanmayı gerektirir. Bu ise mutlak kamil, bizzat gani ve tüm boyutlarıyla vacip olan Allah-u Teala hakkında imkansızdır. O halde onun fillerinde nedensellik diye bir şey yoktur. “O yaptıklarından sorulmaz.” Ama diğer varlıkların, kendi fiillerinde, zatları dışında bir takım hedefleri vardır. O halde Hakk’ın cemalinin aşıkları ve yakınlık ve cezbe ehli kulların fiillerinin hedefi, Allah kapısına erişmek, likaullaha ermek ve ilahî mukaddes huzura varmaktır. Diğer varlıkların ise kemal, noksanlık, şiddet ve zayıflık esasınca, zatlarından ayrı bir takım hedefleri vardır.

              Özetle mutlak kemal ve bizzat vacip olan varlık, bütün cihetlerden vaciptir. Mukaddes zatı da nedensellikten beridir. Dolayısıyla fiilleri de zatı dışında bir nedensellikten münezzehtir. Diğer varlıklar ise bu-nun tam aksinedir.

              Hakeza Allah’ın mukaddes zatı mutlak kamil ve mutlak cemil ol-duğundan, tüm varlıkların kabesi ve tüm kainatın nihai hedefidir. Kendisinin, kendinden başka bir maksat ve hedefi yoktur. Diğer var-lıklar bizzat eksiktir ve her eksik varlık, fıtrat gereği kendisinden ka-çınılan bir varlıktır. Nitekim her kamil de kendisine rağbet edilen bir varlıktır. O halde bütün hareket ve fiillerin hedefi, Allah-u Teala’nın mukaddes zatıdır. Mukaddes zatın kendisi için de kendinden başka bir hedef yoktur. “O yaptıklarından sorulmaz, ama onlar yaptıkların-dan sorulur. ”

              Allah-u Teala’nın mukaddes zatı, kemal ve cemalin zirvesi oldu-ğundan; o cemil zatın bir gölgesi, mümkün varlığın cemal doruğu ve düşünülebilecek en kamil nizam sayılan vücud dairesinin düzeni hak-kında neden, hedef, kasıt ve fayda sorusu sormak, cehalet ve noksan-lıktan kaynaklanmaktadır. Nitekim şeytan yedi soru sormuş ve Allah-u Teala da kısaca ve en iyi bir şekilde tümüne bir tek cevap vermiştir. O halde Allah, fiillerinin kemal hedefi sebebiyle sorulamaz. Diğer varlıklar ise sorulur. Zira onlar zaten ve fiilen noksan varlıklardır.

              Hakeza Allah mutlak hekim olduğundan, O’ndan ortaya çıkan her fiil de son derece sağlam fiillerdir ve dolayısıyla da sorulmaz. Diğer varlıklar ise tam tersine sorulur.

              Allah-u Teala mukaddes zatından ortaya çıkan her fiil, O’nun za-tından, hakikatinin aslından ve mahiyetinin açıklığındandır. Diğer var-lıklar ise öyle değildir. O halde Allah-u Teala bizzat faildir. Onun hakkında nedensellik batıl bir şeydir. Diğer varlıklar öyle değildir. Al-lah-u Teala’nın irade, meşiyet ve kudreti, mukaddes zatının aynısı ol-duğundan, Allah-u Teala’nın bizzat faaliyeti, irade ve kudret esasına dayalı faaliyetinin aynısıdır. Uyrukluk esasına dayalı faillik şüphesi, O’nun hakkında geçersizdir. O asaleten faildir. Uyruklu bir failiyeti yoktur. Bu yerinde burhanla ispatlanmış çok değerli bir konudur. Bu-nunla çeşitli ilahi marifetler hususunda mütekellimlerin ortaya attığı bir çok şüphelere cevap verilmektedir.

              Bu açıklamadan ve her birinin diğerinin nedeni oluşu yoluyla hadis-i şerifte yer alan cümlelerin irtibatı anlaşılmış oldu. O halde Allah-u Teala’nın fiilleri tam kemal ve mükemmel bir düzen olduğundan do-layı, yaptığından sorulmaz. Diğer varlıklar ise böyle olmadığından do-layı yaptıklarından sorulurlar.

              Bunun sebebi de Allah’ın iyiliklere ve kulların ise kötülüklere daha evla olmasıdır. Bu da var olan tüm kötülüklerin kuldan ve tüm iyilik-lerin ise Allah’tan olduğunun delilidir. Bu ilişki burada zikredilmeyen başka bir takım açıklamalarla da ispat edilebilir. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                Otuzaltıncı Hadis: Hakk’ın Sıfatları

                بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی ثِقَةُ الاِسلامِ، مُحَمَّدِبنِ يَعقوبَ الکُلَينیِّ، عَن عَلِیِّ بنِ إِبراهيمِ، عَن مُحَمَّدِ بنِ خالِدِ الطَّيالِسیِّ، عَن صَفوانَ بنِ يَحيی، عَن ابنِ مُسکان، عَن أَبی بَصيرٍ، قال سَمِعتُ أَبا عَبدِالله، عليه السَّلام، يقول: لَم يَزلِ الله عَزَّوَ جَلَّ رَبَّنا وَ العِلمُ ذاتُهُ وَلا مَعلومَ، وَالسَّمعُ ذاتُهُ وَ لا مَسموعَ، وَالَبصَرُ ذاتُهُ وَ لا مُبصَرَ، وَالقُدرَةُ ذاتُهُ وَ لا مَقدورَ؛ فَلَمّا أَحدَثَ الاَشياءَ وَ کانَ المَعلومُ، وَقَعَ العِلمُ مِنهُ عَلی المَعلومِ، وَ السَّمعُ عَلی المَسموعِ، وَالبَصَرُ عَلی المُبصَرِ، وَالقُدرَةُ عَلی المَقدُور. قال قُلتُ: فَلَم يَزَلِ الله مُتَحَرِّکاً؟ قال فَقال: تَعالی الله عَن ذلِکَ! إِنَّ الحَرَکَةَ صِفَةً مُحدَثَةٌ بالفِعلِ. قال فَقُلتُ: فَلَم يَزَلِ الله مُتَکَلِّماً؟ قالَ فقالَ: إِنَّ الحَرَکَةَ صِفَةٌ مُحدَثَةٌ بالفعلِ. قال فَقُلتُ: فَلَم يَزَلِ الله مُتَکَلَّماً؟ قال فقال: إِنَّ الکَلام صِفَةٌ مُحدَثَةٌ لَيسَت بِأَزَليَّةٍ، کانَ الله عَزَّ وَ جَلَّ وَ لا مُتَکَلِّمَ.

                “Ebu Basir’den naklen Hz. Sadık şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala her zaman bizim Rabbimizdi. Hiç bir ma’lum (bilinen) olmadan ilmî onun zatı idi. Hiç bir duyulan olmadan duyması onun zatı idi. Hiç bir görülen olmadan duyması onun zatı idi. Hiç bir görülen olmadan görmesi onun zatı idi. Hiç bir makdur (güç yetirilen) olmadan kudreti zatının aynısı idi. Eşyayı yarattıktan ve bir malum ortaya çıktıktan sonra da maluma ilmî vaki oldu. Duyulana duyması vaki oldu. Görü-lene görmesi vaki oldu ve makdura da kudreti vaki oldu.” Ravi, “O halde Allah daima müteharrik (hareketli) idi” diye söyleyince de İmam (as.) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala bundan daha yücedir. Zira hareket fiille ortaya çıkan bir sıfattır.” Ravi, “O halde Allah daima mütekellim idi.” deyince de İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Kelam hadis bir sıfat olup, ezeli değildir. Aziz ve celil olan Allah mütekellim olmadan önce de var-dı.”


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Şerh

                  “lem yezelillah azze ve celle rebbena” cümlesindeki “rebbena” ke-limesi “zale”nin haberdir. “ve’l ilmu zatuhu” cümlesi ise haldir. Ama mana açısından fazla akıcı değildir ve maksat hasıl olmamaktadır. Zira maksat, rububiyetin ezeliyetini ispat etmek değildir. Aksine maksat, malumdan (bilinenden) önce, ilmin ezeliyetini ispat etmektir. Bu ter-kibin genelinden maksat anlaşılmaktadır. "Rebbuna" diye okunduğu taktirde ise “zale”nin ismine tabidir ve mahzuf kelimenin haberidir. “ve’l-İlmu zatuhu” cümlesi ise mahzufa delalet etmektedir ve takdiri şöyledir: “Lem yezelillah Rebbuna alimen ve’l-İlmu zatuhu.” Elbette “zale”nin tam olması ve merfu’ ile iktifa edilmesi de mümkündür. Bu esas üzere, “zale yezulu”dur; “zale yezalu” değil. Zira “yezalu”nun mazisi her zaman nakıstır. “Yezulu”nun mazisi ise her zaman tamdır.

                  “ve kane’l-me’lumu” cümlesindeki “kane”, burada tamdır. Yani, eşyayı icad etti ve ma’lum vücuda geldi anlamındadır.
                  “Muhdesetun bi’l-fiil” cümlesindeki “bil fiil”, ihtimalen “bi’l kuv-ve”nin karşıtıdır ve özetle masdar anlamını ifade etmektedir. Yani icad ile hasıl olan sıfat, Hakk’ın sıfatı olamaz. Bu hadiste çok değerli konular yer almıştır ve uygun yeri geldiğinde bu konulardan bazısını zikretmeye çalışacağız.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    1. Bölüm: Allah-u Teala’nın Sıfatlarının Zatıyla Ayniyetinin Beyanı Hakkında

                    Bil ki bu hadis-i şerif, Allah-u Teala’nın zatının ilim, kudret, duyma ve görme gibi hakiki ve kemali sıfatların aynısı olduğuna işaret etmektedir. Bu oldukça önemli bir konu olup detayları konumuzun dı-şında kalmaktadır. Biz sadece filozofların sağlam kanıtlarına ve marifet ehlinin yoluna uygun olan hak görüşe işaret edeceğiz.

                    Bil ki kendi yerinde de ispat edildiği gibi, kemal, cemal ve tamam türünden olan her şey vücudun aynı ve varlık hakikatinin aslı ile ilgi-lidir. Varlık diyarında tüm kemallerin kaynağı, bütün hayırların mem-bası olan tek bir asıldan başka bir şey yoktur. O da vücudun hakikati-dir. Eğer bütün kemaller vücud hakikatinin aynısı olmazsa ve bu hu-susta herhangi bir ikilik olursa, varlık diyarında da iki aslın olmasını gerektirir ki bu da bir çok fesatlara sebep olacaktır. O halde kemal olan her şey, kavram veya mahiyet hasebiyle kemal değildir. Belki oluşum ve dış alemde husul sebebiyle kemaldir. Dış alemde var olan ise bir tek asıldır, o da vücuddur. O halde kemal olan her şey, tek bir asıl gerçek olan vücudun hakikatine dönmektedir.

                    Hakeza yerinde ispat edildiği üzere vücudun hakikati, şüphesiz bu zatın katışıksızlığı ve hakikatinin halisliği baki kaldığı müddetçe bütün boyutlarıyla salt yalın bir hakikattir ve her türlü karmaşıklıktan münezzehtir. Ama eğer hakikatinden uzaklaşırsa, mertebeleriyle uyumlu olarak ussal ve nesnel karmaşıklığa maruz kalır. Ama zatî iti-bariyle hem yalın ve hem de karmaşık olmak, garip ve ilineksel bir şeydir.

                    Bu bilgilerden iki önemli ilke elde edilmiş oldu. Birincisi tüm yön-lerden yalın bir hakikatin, tek boyut ve cihetten tüm kemalleri ifade etmesidir. Mevcut olduğu boyutuyla alim, kadir, hayy ve müriddir. Diğer cemal ve celal isimleri ve sıfatları da hakkında doğrulanmakta-dır. Kadir olduğu cihetiyle alim ve alim olduğu cihetiyle de kadirdir. Hatta aklî açıdan bile itibar farklılığı söz konusu değildir. Şartsız/yalın ussal kavramlar olan isimlerin anlam ve mefhum farklılıkları ise, reel hakikatin farklılığı ile ilgili bir husus değildir. İspat edildiği üzere ke-malin farklı anlamları, bir tek şeyden algılanmaktadır. Hatta önceki açıklama esasınca bütün kemal anlamları, bir tek boyuttan algılanmak-tadır. Eğer kemal anlamları, bazı “mümkün”
                    varlıklarda olduğu gibi farklı boyutlardan algılanacak olursa bu ilineksel bir algılamadır ve ilineksel olarak vücud hakikatinin inişi ve yokluk ile iç içe girişi esasına dayalıdır.

                    İkinci ilke ise şudur ki tüm boyutlarıyla kamil, salt kemal ve hayır olan bir varlık, tüm boyutlarıyla da yalın olmalıdır. Diğer iki ilkeden de istifade edildiği üzere her hangi bir karışımı olan bir şey, tüm bo-yutlarıyla kamil olamaz; bir yokluk ve noksanlık ile iç içe bulunur. Noksanlığı olan bir şey ise mutlak yalın bir hakikat olamaz.

                    O halde Allah-u Teala tam yalın olduğundan ve “imkan”, fakirlik ve gayrisine bağlılığı gerektiren karışımdan da münezzehtir. O her ci-hetten kamildir ve tüm isim ve sıfatlara sahiptir. O hakikatin aslı ve varlık mahiyetinin katışıksız hakikatidir. Bil ki onun vücudu vücuttan gayrisiyle ve kemali, kemalden başkasıyla karışık değildir. O salt vü-cuttur ve onda vücuttan başkası olacak olursa, vücud ve yokluk har-manı olan karışımların şerrinden kurtulamaz. O halde Allah-u Teala sırf ilimdir, sırf hayattır, sırf kudrettir, sırf basardır, sırf semi’dir ve diğer kemallere sahiptir. O halde İmam Sadık’ın dediği böylece ortaya çıkmış oldu. “İlim, kudret, duymak ve görmek O’nun zatıdır.”


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Nakil ve Tahkik

                      Allah-u Teala’nın Sıfatlarının Taksimi Hususunda Filozofların Görüşlerinin Nakli

                      Bil ki ilahî filozoflar Allah-u Teala’nın sıfatlarını üçe ayırmışlardır. Birincisi hakiki sıfatlardır. Bunu da ikiye ayırmışlardır. Hayat, sebat, beka, ezeliyet vb. salt hakiki sıfatlar ile ma’lum, makdur ve murada göreceliği olan ilim kudret ve irade gibi rölatif hakiki sıfatlar. Bu iki çeşit sıfatı, zatın aynısı olarak kabul etmektedirler.

                      İkinci kısım sıfatlar ise, mebdeiyet, razıkiyet, rahimiyet, kadiriyet vb. salt rölatif sıfatlarıdır.

                      Üçüncü kısım sıfatlar ise, kuddusiyet, ferdiyet, sebbuhiyet vb. salt selbiye sıfatlardır. Bu iki çeşit sıfat ise, mukaddes zata sonradan katı-lan sıfatlardır. Tüm selbleri, “imkanı selbetmek”ten ibaret olan bir tek selbe; bütün görecelikleri bir tek mucidiyet (icad etme) göreceliğine ve göreceliklerin mebdeini ise işrakî (nursal) göreceliğe ve nursal ifazeye (icada) döndürmektedirler.

                      Zikrettikleri ve hakkında kanıt ortaya koydukları şekliyle bu bölüş-türme, hakiki sıfatlardaki ayniyet ve rölatif ile selbî sıfatlardaki katılım, bana göre tam değildir. Felsefi kesin kanıtlara ve irfanî sahih itibarlar ile örtüşmemektedir. Zira isim ve sıfatların anlamları söz konusu edilir ve anlamsal kesrete edecek olursak, sıfatlardan hiç birini zatın aynısı olarak kabul etmemek gerekir. Hakeza rölatif ve selbi sıfatları zatın aynısı olarak kabullenecek olursak, Allah-u Teala’nın salt izafe ve selbiye haysiyetinin aynısı olması gerekir. Hakeza hakiki sıfatların aynısı olarak kabul edersek, o zaman da Allah-u Teala’nın, itibari mefhumlar ve aklî manaların aynısı olması gerekir ki Allah-u Teala bundan münezzehtir. Eğer sıfatların hakikatlerine, isim ve sıfatların reel örneklerine bakacak olursak, bütün rölatif ve hakikî isim ve sıfatlar, mukaddes zatın aynısı olur ve alimiyet ile alim, kadiriyet ile kadir arasındaki fark sadece terimsel itibarlarda olur ve bütün rölatif sıfatlar, hatta razikiyet ve halikiyeti bile, zatî olan rahmaniyet ve rahimiyete döner.

                      Tüm selbleri bir tek “imkan selbi”ne ve tüm görecelikleri bir tek göreceliğe döndürmelerinde ve hakikî sıfatları ise herhangi bir şeye döndürmemelerinde, eğer yine mefhumlara göz atacak olursak, ne selb ve görecelilerde ve nede hakikî sıfatlarda onlardan hiç birisi diğerine dönmez. Ama eğer hakikatlere bakacak olursak, bütün hakikî sıfatlar da bir tek farz hakikate döner.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Allah-u Teala’nın Sıfatlarının Zatı ile Ayniyeti Hakkında

                        Özetle sıfatlar hususunda teorik felsefe diliyle gerçek şudur ki ha-kikî ve izafi sıfatlar mutlak şekilde anlamlar hasebiyle birbirinden farklıdır ve hiç birisi Allah-u Teala’nın zatıyla aynı değildir. Hakikat hasebiyle ise hepsi mukaddes zatın aynısıdır. Elbette sıfatlar için iki mertebe söz konusudur. Birincisi zat ve zatî sıfatlar mertebesidir ki, bu mertebeden ilim, alimlik, kudret ve kadirlik anlamları algılanmaktadır. Diğeri de fiili sıfatlar mertebesidir ki bu makamdan da ilim, alimlik kudret ve kadirlik mefhumları algılanır.

                        Ama kuddusiyet ve sebbuhiyet gibi selbi sıfatlar ve tenzihi isimler, mukaddes zatın gereklerindendir ve mukaddes zat, selbi sıfatlar ile tenzihi isimlere oranla ilineksel olarak bir örnek konumundadır. Zira Allah-u Teala mutlak kemaldir ve mutlak kemal bizzat O’nun ile örtüşmektedir. Zira O hakikatin aslıdır. Bunun da gereği, noksanlıkları selb etmektir ve kemal, noksanlıkları selb etmenin ilineksel örneğidir. Marifet ehli ve kalp ashabı, feyz-i akdes ile tecelli makamını, zatî isimlerin ve feyz-i mukaddes ile tecelli makamını ise fiili sıfatların mebdei olarak kabul etmektedirler. Feyz-i mukaddes ile tecelliyi ne zatın aynisi ve ne de gayrisi saymaktadırlar. Bu meseleyi ele almak ise, onların metoduyla sıfat ve isimlerden söz etmeyi gerektirir ve bu da bizi konumuzdan uzaklaştırır.

                        Bazıları ise Allah-u Teala’nın sıfatlarını yokluksal işlere döndür-müşlerdir. Örneğin ilmî, cehaletin yokluğuna ve kudreti, acizliğin yokluğuna döndürmüşlerdir. Bu hususta marifet ehli arasında en çok ısrar eden Kadı Said-i Kummi’dir ve o da zahiren Şerh-i Tevhit’te mezkur olan beyan esasınca üstadı merhum Molla Recep Ali’ye tabi olmuştur. Biz daha önce Said-i Kummi’nin delillerine ve aynı şekilde bazı rivayetlerin zahirine sarılmasına delile dayalı cevaplar vermeye çalıştık.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          2. Bölüm: İlmin İcat’tan Önce Olduğunun Beyanı Hakkında

                          Bu hadis-i şerifte işaret edilen önemli konulardan biri de icat etme-den önce, ezelde, maluller (sonuçlar) hakkında var olan ilimdir. Bu ilmin aslı hususunda büyük ihtilafa düşülmüştür. Bu ilmin özet mi, yoksa detaylı mı; zata sonradan eklenen mi, yoksa zatın aynısı mı; icattan önce mi, yoksa icatla birlikte mi olduğu hakkında detaylı bilgi-ler ilgili kitaplarda mevcuttur. Biz sadece konuyu temelden açıkla-maya çalışacak ve bu husustaki görüşleri incelemekten uzak duracağız.

                          Bil ki kanıt ehli ve irfan ashabına göre, bu hadis-i şerifte de yer al-dığı gibi malum hakkındaki olan ilim, ezelidir, icattan öncedir ve zatın aynısıdır. Bu ilmin detaylı olduğuna işaret ederken de Allah-u Tea-la’nın hiç bir görülen yokken “gören” ve hiç bir duyulan yokken “du-yan” olduğunu belirtmiştir. Zira duymak ve görmek açıkça bilindiği gibi görülenleri ve duyulanları detaylı şekilde müşahede etmektir. Ha-keza, “Eşyayı yarattıktan ve bir malum ortaya çıktıktan sonra da ma-luma ilmî vaki oldu” cümlesiyle de bu ilmin detaylı olduğuna işaret etmiştir: Zira icattan sonra, ilim yeni bir şekle bürünmemekte, belki oluştuktan sonra malum üzerinde gerçekleşmektedir ve biz ilmin ma-lum üzerinde gerçekleşmesini şimdi beyan etmeye çalışacağız.

                          Bu önemli konunun araştırmacı filozofların açıklamaları esasınca izahına gelince… Önceki bölümlerde de işaret edildiği gibi Allah-u Teala salt vücud ve sırf kemaldir. Sırf vücud, sahib olduğu yalınlık ve tam birlik sayesinde, tüm kemalleri ve bütün vücutları kemal şeklinde haizdir. Vücud sınırının ötesinde kalan her şey yokluk, noksanlık, ku-sur ve özetle hiçliktir.

                          Dolayısıyla diğer vücut mertebelerinin mukad-des zata isnadı, noksanlığın kemale isnadıdır. Mutlak kemal hakkın-daki ilim, hiç bir noksanlık ve kusur olmaksızın kemalin mutlak hak-kındaki ilimdir. Bu, ezelen ve ebeden zerre kadar hiç bir varlığın ilmi-nin ihatasından dışarı çıkamadığı ve özünde hiç bir kesret ve karışımın olmadığı yalın tümel hakikatin, detaylı keşfinin aynısıdır.
                          Ama ariflerin tarifine gelince Allah-u Teala vahidiyet ve cem-i esmaî makamında bütün isim ve sıfatları haizdir. Bütün varlıkların ayn-ı sabiti (ilmî suretleri), cem (vahidiyet) makamında, ezelde ve icattan önce, ilahî isimlerin gereklerindendir.

                          Zatın ahadiyet ve hüvi-yetin gaybi makamından mutlak tecellisi; bütün isim, sıfat ve tüm var-lıkların ilmî suretleri olan gereklerinin tek tecelli ve mutlak yalın keşifle keşfidir. O halde feyz-i akdes tecellisiyle yapılan ilmî keşfin aynısı ile hiç bir kesret ve karışım söz konusu olmaksızın zat, isimler sıfat ve ilmî suretler keşfedilmektedir.

                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            Bu iki yol oldukça güçlü ve sağlam bir yoldur. Ama tam bir dikkat gerektirdiği ve bir çok felsefi kavramlar ile ehlullah ve kalp ashabının terimlerine dayalı olduğu için, bu ön bilgiler, tam bir ünsiyet, sayısız alıştırma ve Allah-u Teala’nın alimlerine karşı kamil bir hüsn-ü zan olmadıkça bu açıklamalardan hiç bir şey hasıl olmaz ve bu bilgiler in-sanın şaşkınlığını daha da artırır. Bu yüzden konuyu sade ve herkesin anlayacağı bir tarzda beyan etmek daha iyidir.

                            Dolayısıyla diyoruz ki vacib’ul vücudun mebdeiyet ve nedenselliği mevcut maddeleri birbirleriyle karıştırıp detaylar elde eden doğal ne-denlerin nedenselliği gibi değildir. Örneğin bir marangoz mevcut maddeler üzerinde bir takım değişiklikler yapmakla, karışım ve detay-lar icad etmektedir. Hakeza bir inşaat ustası da mevcut maddeleri bir-leştirmekte ve yeni şeyler yapmaktadır. Ama Hak Teala ilahî bir “ne-den”dir ve nesneleri eşi olmaksızın bizzat iradesiyle icat etmektedir. İlim ve iradesi bizzat eşyanın vücud ve zuhur nedenidir. O halde olu-şum yurdu, O’nun ilmî sınırları dahilindedir ve O’nun izharıyla hüviyet gaybının gizliliklerinden zahir olmaktadır. Gaybın anahtarları O’nun nezdindedir. Sadece O bilmektedir. Söylendiği üzere varlıklar sayfasının mukaddes zata oranı; zihinlerin, insanî nefse oranı gibidir ki bizzat irad etmekle icad etmekte ve hüviyet gaybında olanları ortaya çıkarmaktadır. O halde oluşum diyarında olan her şey onun ilmî dahilindedir; oradan zahir olmakta ve oraya dönmektedir. Allah’tan geldik ve yine Allah’a döneceğiz.”

                            Daha açık bir beyanla bir şeyin tam nedeni ve sebeb hakkındaki ilim, o şey hakkında ilim elde etmeyi gerektirir. Örneğin, falan saat ve falan günde ayın veya güneşin tutulacağı hakkında ilim elde eden bir astrolog, bu ilmi, nedenler hakkındaki bilgisinden elde etmektedir. Zira güneş, ay ve yeryüzünün hareketlerini kaydetmiş ve hareketleri kaydetmekle de yeryüzünün güneş ile ayın arasında girmesinin veya ayın yeryüzüyle güneşin arasına girmesinin vaktini tespit etmiştir. Eğer kaydı doğru olursa bir saniye bile aykırı bir durum ortaya çıkmaz. Bütün nedenler ve sonuçlar silsilesi Allah-u Teala’nın zatına vardığın-dan ve Allah-u Teala bütün varlıkların sebebi olan kendi zatı hakkında ilme sahibi olduğundan, neden olduğu hasebiyle, tüm sonuçlar hak-kında da ilim sahibi bulunmaktadır.

                            Herkes kendi tabiatı esasınca bu mezkur yorumlardan birini seçebi-lir. Elbette bazısı diğer bazısından daha sağlam ve amacı ifade etmede daha kuşatıcıdır.

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              3. Bölüm: Allah’ın Görme ve Duymasının Anlamı Hakkında

                              Büyük filozoflar arasında Hak Teala’nın isim ve sıfatları hususunda tartışılan önemli konulardan birisi de Allah-u Teala’ya duyma ve görme sıfatlarını ispat etmektir. Mütekellimlerin ve filozofların geneli görme ve duyma sıfatlarını Allah’ın ilim sıfatına, Şeyh İşrak ise ilim sıfatını, görme ve duyma sıfatına döndürmüştür. Elbette her biri, nak-ledildiği taktirde sözün uzamasına neden olacak bir takım açıklama-larda bulunmuşlardır. Biz, Allah-u Teala’nın sıfat ve isimlerinde açık-lığa kavuşacak bir tarzda genelin görüşünü ele alacağız.

                              Bil ki filozoflardan ve büyük zatlardan bir çoğu, bazı boyutları ih-mal etmek için bazı isim ve sıfatları, diğer bazı isim ve sıfatlara dön-dürmüşlerdir. Nitekim onlar arasında meşhur ve kesin olduğu üzere Allah-u Teala’nın iradesi, en kamil nizam ve salah hakkındaki ilminden ibarettir. Tıpkı duyma, görme ve ilim hakkındaki ihtilaflar ile söy-lendiği şekliyle birbirine döndürmeler gibi. Bu konu araştırmalara ay-kırıdır ve bir takım boyutların ihmal edildiğini göstermektedir. Zira eğer iradenin salah hakkındaki ilme, veya ilmin duymaya veya duy-manın ilme döndürülmesinden maksat, Allah-u Teala’nın irade, duyma ve görmeye sahip olmadığı, belki sadece bu ilmin irade, duyma ve görme olarak adlandırıldığı ise, bu batıl ve oldukça kötü bir sözdür. Zira bu, Allah-u Teala’nın vücudun mebdei olduğu halde iradesiz ve ihtiyarsız bir varlık olmasının gerektirir. Öte yandan Allah-u Teala’nın kemal nitelikleriyle nitelendirilmesi hususunda ölçü, o sıfatın mutlak mevcudun kemali ve vücudun hakikati olmasıdır.

                              Başka bir ifadeyle sıfatın, vücudun asıl zatının kemalatından sayılmasıdır. Şüphesiz irade, vücudun mutlak hakikatinin kemal
                              sıfatlarındandır. Bu yüzden de vücud her ne kadar düşüş kaydederse, ondaki irade de o kadar zayıflar ve sonunda vücud, tamamıyla kendisinden iradenin selb edildiği ve böylece tıpkı madenler ve bitkiler gibi herkesin iradesiz olarak tanıdığı bir mertebeye iner. Ama kemallere doğru yükseldikçe ve yücelere eriştikçe iradesi daha güçlü hale gelir. Tıpkı doğal varlıklarda gördü-ğümüz gibi ilk madde, cisim, unsur, maden ve bitkiler aşamasından geçince, ilim ve irade güçlenmekte ve yukarıya çıktıkça da bu değerli cevher daha kamil bir hale gelmektedir. Nitekim kamil insan, kamil bir iradeye sahiptir. Sadece irade etmekle, bir unsur başka bir unsura dönüşmektedir ve tabiat alemi onun iradesine boyun eğmiş bulunmak-tadır. Bundan da keşfedildiği üzere irade, vücudun kemal sıfatların-dandır ve mutlak vücudun niteliklerinden biridir. Bu hakikati başka bir hakikate döndürmeden Allah-u Teala’nın mukaddes zatı için ispat et-mekteyiz. Hakeza duymak ve görmek de gerçek bilgiler ışığında mut-lak mevcudun kemalatlarındandır. Duyma ve görmenin hakikati, cismi aletler veya aletlerle sınırlı ilimlere bağlı değildir.

                              Aksine aletlere olan ihtiyaç, nefsin görme ve duymasının tabiat alemi ve beden mülkündeki zuhuru için gereklidir. Nitekim ilim de tabiat mülkünde zuhuru es-nasında beyine ihtiyaç duymaktadır. Bu da tabiat ve mülk aleminin noksanlığındandır; ilim, görme veya duymanın noksanlığından değil… Yoksa insan gayb aleminin hakikatlerini görebilir, meleklerin ve ruhanilerin melekutî kelamını işitebilir. Nitekim Musa Kelimullah da münacatlarda Hakk’ın kelamını işitiyor ve Resulullah meleklerle ko-nuşuyordu. Cebrail’i melekutî bir surette görüyordu. Oysa vahiy inince Resulullah (s.a.a) ile aynı mecliste bulundukları halde, diğer hiç bir kulak duymuyor ve hiç bir göz görmüyordu.

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Velhasıl duyma ve görme de ilmin aslına katılan ilimlerden olup ilim hakikatinden ayrı ve mutlak vücudun kemallerindendir. Dolayısıyla vücud aslının mebdei ve varlıkların kemal çeşmesi olan Allah-u Teala’ya bu sıfatların ispat edilmesi gerekir.
                                Ama eğer irade, duyma ve görmeyi ilme irca ettirmelerinden veya ilmi diğerlerine döndürmekten maksat, ilim ile iradenin Allah-u Teala için bir tek boyutla sabit olduğu; duyma görme ve ilmin Allah-u Tea-la’nın mukaddes zatında farklı boyutlarda olmadığı ise, bu hak olan ve kanıtlarla da örtüşen bir konudur. Ama bunun bazı sıfatlara mahsus kı-lınmasının anlamı yoktur.

                                Belki sıfatlar mutlak olarak salt vücud haki-katine dönmektedir. Bunun, Allah-u Teala’nın zatı için bir çok farklı sıfatların ispatıyla da aykırılığı yoktur. Hatta bu hususu tekit etmekte-dir. Zira ispat edildiği üzere vücud, ne kadar vahdete yakın olur ve kesret ufkundan uzaklaşırsa, esma ve sıfatlara oranla daha da kapsamlı olur; sonunda sırf vücud ve “vacib” yalın hakikate (c.c) erişir. Bu ha-kikat; vahdet ve yalınlığın nihayeti, tüm kemalleri haiz, tüm sıfat ve isimleri kapsayan bir hakikattir. Tüm kemal mefhumları ile celal ve cemal anlamlarına, gerçek anlamda sahip bulunmaktadır. Mukaddes zatın bu anlamları ifade etmesi, bütün mertebeleriyle daha uygun ve evladır.

                                Özetle vahdet her ne kadar güçlü ve tam olursa, kemal mefhumla-rının doğruluğu da o oranda artar; isim ve sıfatlar artış kaydeder. Bu-nun tam tersine, mevcut her ne kadar kesrete yakın olursa, kemal an-lamları, hakkında daha az doğrulanır ve bu doğruluğu daha zayıf ve mecaza daha yakın ve daha benzerdir. Bunun sebebi de vahdetin vü-cutla birlikteliği ve mutlak mevcudun kemallerinden biri oluşudur. Bu durumdaki birlikteliğin manası ise, vücud ve vahdetin anlam açısından ayrı, ama dış alemde, vücud hakikatinin vahdet hakikatinin aynı olu-şudur. Kesret nerede olursa; noksanlık, yokluk, şer, zayıflık ve gev-şeklik de orda olur. Bunun sebebi de vücudun noksanlık menziline in-dikçe, kesretin vücudun tüm mertebelerinde daha fazla oluşudur.

                                Sırf vücud olan rububiyet ve mukaddes zatın kibriya makamı, salt vahdet ve yalınlıktır; kesret ve karışımı asla yoktur. Önceden de işaret ettiği-miz gibi vücud, kemal hakikatinin aslı ve celal ve cemalin kaynağıdır. O halde salt vücud, salt vahdet ve salt kemaldir. Vahdeti en yüce mer-tebede olan zat, tüm isim, sıfat ve kemalleri haizdir ve bu haiz oluşu en doğru ve en evla şekilde gerçekleşmektedir. Bunun aksine her ne kadar kesrete yaklaşırsa, noksanlığı da o oranda artar. Kemal mefhumları, isimler ve sıfatları eksik bir şekilde haiz olur ve bu haiz oluşu da zayıftır. O halde Allah-u Teala hiç biri diğerine döndürülmeksizin tüm kemaller, isimler ve sıfatları haizdir. Her biri tüm hakikatiyle mukaddes zatını nitelemektedir. Duyması, görmesi iradesi ve ilmi; mukaddes zatında hiç bir şekilde kesreti gerektirmeden hakiki manasıyla mevcut-tur. Zatı mukaddesin de hiç bir kesreti de gerektirmemektedir. “Güzel isimler yüce örnekler kibriya ve güzellikler Allah-u Teala’ya aittir.”

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X