Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    4. Bölüm: Allah-u Teala’nın “Malumlar” Hakkındaki İlminin Niteliğinin Beyanı Hakkında

    Bil ki önceden de işaret ettiğimiz gibi Allah-u Teala, zatî yalın il-miyle ve ezeli tek keşfiyle, mutlak boyutuyla bütün varlıklar ve kemal cihetiyle bütün vücudî kemaller malum ve keşfedilmiş haldedir. Bu keşif; tam birlik içinde detaylı ve yalın bir keşiftir. Ruhlar seması ve bedenler yurdundan bir tek zerre dahi, ezelî ve ebedî olarak Allah’ın ilminden hariç değildir. Bu ilim ve keşif ezeldedir ve mukaddes zatın aynısıdır. “Malumlar” (bilinenler) icattan sonra yokluk ve noksanlığa dönen oluşumlarla ilineksel olarak vücuda gelir ve ilineksel olarak ilme bağıntılı olur. Bu ilineksel bağıntı icattan sonradır. Hadis-i şerifte de buna işaret edilmiştir. “Eşyayı yarattıktan ve bir malum ortaya çıktıktan sonra da maluma ilmî vaki oldu.”

    Elbette bu ifadenin feyz-i mukaddes tecellisi ile hasıl olan fiilî ilme işaret ediyor olması da muhtemeldir.

    “Malumlar”dan maksat, feyz-i mukaddese ve nursal zuhurî tecellilere ait vücudî hüviyetler olan bizzat “malumlar” da olabilir.

    O halde birinci ihtimale göre özetle cümle şöyledir: “Allah mukad-des feyzi ile tecelli edince ve vücud, ilineksel olarak zuhur edince, ilmi maluma vaki oldu. Yani feyiz ilineksel olarak feyizlenenin aynasında zuhur etti.”

    İkinci ihtimale göre ise özetle cümle şöyledir: “Mukaddes feyzi ile tecelli edince ve varlıkların vücudu bizzat, yani haysiyet-i takyidiye olmaksızın zuhur edince, feyiz de feyizlenenin aynasında bizzat zuhur etti.

    Her iki ifade esasınca da mukaddes feyizle tecelli, zamansal hadise-ler ve değişimlerin etkisinde değildir. Allah-u Teala’nın icat etmesi, zamansal hadiseler ve değişimden, hatta tecessüm ve sınırlandırmadan bile münezzehtir. Nitekim zatî ilim de her cihetten yalın ve tüm cihet-leri ihata eden bir ilimdir. Hakk’ın hakiki ayeti, zatî ilminin zuhuru ve aynası olan fiili ilim de, tam yalın ve mutlak vahittir, hiç bir sınırlılık, yenilenme ve karışım olmaksızın varlık dairesinin tümünü ihata etmiş bulunmaktadır. Neticede bizzat mukaddes kibriya zatına dayanmakta-dır ve aynı zamanda da salt bağlılığın aynısıdır. Bu açıdan da Allah-u Teala’nın kibriyası altındadır ve zü’l-Celal’in katında hazır olmanın bizzat kendisidir. Bu yolla Hakk’ın ilmi olduğunu söylemektedirler. Nitekim düşünen nefsin akıl aleminde aklî hakikatleri ve hayal levha-sında hayali örnekleri icad etmesi de nefsin fiili ilmidir ve onun zatında fanidir.

    Filozoflarında dediği gibi “nefs’ul-emr” sayfasının Hakk’a olan oranı, ilmî suretlerin nefse olan oranı gibidir. Bu geniş ihata ve yalınlık sebebiyle, Allah-u Teala’nın, detayları, tümel bir ilimle bildiği söy-lenmiştir. Yani “malum”daki tikellik, kuşatıcılık ve sınırlılık, ilimde sınırlılığa sebep olmaz. O halde ilim; kuşatıcı, kadim, ezeli ve değişmez bir hakikattir. “Malum” ise sınırlı, sonradan olmuş ve değişkendir. Ama onların üslubunu bilmeyen kimseler, filozofların detaylar hakkındaki ilmi inkar ettiklerini sanmışlardır. Tikellik ve tümelliğin, mantık ve lügat bilginleri nezdindeki yaygın anlamda kullandıklarını sanmışlar ve bunların marifet ehlinin nezdinde başka anlamda olduğundan gaflet etmişlerdir. Bazı görüş ehli kimseler de onlara uymuşlardır. Hatta bu anlamı filozoflar, Vacib’ul Vücud’un (c.c) ilmî hususunda marifet ehlinden almışlardır.

    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      5. Bölüm: Sübuti ve Selbi Sıfatların Ölçüsünün Beyanı Hak-kında

      Vacip ve mukaddes zatın (c.c) sübutî ve selbi sıfatlarındaki ölçü; belirgin bir şekle bürünmeden ve belli bir alem özgü hale gelmeden vücud hakikatinin aslı ve salt varlık zatı için olan cemal ve kemal sı-fatlarından her hangi bir sıfatın ve özetle bizzat varlık hüviyetine ve vücudî nursal zata dönen her hangi bir niteliğin, yüce mukaddes zat için sübutu lazım ve gerçekleşmesi gerekli sıfatlardan oluşudur.

      Zira eğer sabit olmazsa, bu ya mukaddes zatın salt vücud ve sırf varlık olmamasını veya salt vücudun, salt kemal ve sırf cemal olmamasını gerektirir. Her ikisi de kanıt ve irfan mektebinde batıl olan bir şeydir. Nitekim bu kendi yerinde de ispat edilmiştir.

      Menzillerden bir menzile inmedikçe, sınırlandırıcı bir aşamaya geçmedikçe, kusurlu bir mertebeyle içli dışlı olmadıkça ve düzensiz bir sınırla sınırlandırılmadıkça mevcut için sabit olmayan ve özetle varlığın zatında bulunmayan, sınır ve mahiyetlere dönen her şey, mutlak kamil zat hakkında, selbedilmesi gerekli ve gerçekleşmesi imkansız niteliklerden biridir. Zira mutlak kamil ve sırf vücud; salt kemalin bir örneği olduğu gibi; noksanlıklar, sınırlar, yokluklar ve mahiyetleri de selbetmektedir.

      Araştırmacılar arasında meşhur olduğu üzere selbi sıfatlara bir tek selbe irca ettirilmektedir ve o da “imkan”ın selb edilmesidir. Ama ya-zara göre bu da doğru değildir. Zat-ı mukaddes tüm kemal sıfatlarının örneği olduğu ve daha önce açıklandığı üzere kemal sıfatlarından hiç birisi diğerine dönmediği gibi, ilineksel olarak da tüm noksanlıkları selb etmenin örneği konumundadır. “Yokluklar ve noksanlıklar bir tek anlam ifade etmektedir ve yokluklar arasında hiç bir ayrıcalık yoktur” da denilmez. Zira gerçek esasınca mülahaza edilecek olursa, mutlak yokluk tek bir boyut ve buna rağmen tümel yokluk olmasına rağmen, mutlak vücud da bir tek boyut ve salt kemaldir.

      O halde ahadiyet veya gayb’ul guyup görüşünün olduğu bu bakışta, ne hakiki/sübuti sıfatlar ve ne de celali/ selbi sıfatlar ispat edilemez. Ama vahidiyet ile isim ve sıfatların toplu makamının dikkate alındığı ayrı bir bakışta ise, kemali sübuti sıfatlar oldukça çok olduğu gibi, her kemal sıfatının da, karşıtı olan noksanlık sıfatını selb etmesi gerekir. Allah-u Teala alimin bizzat örneği olduğu gibi, cahil olmadığının da ilineksel bir örneğidir. Kadir olduğu için, aciz değildir. İsimler ilminde ifade olduğu üzere, sübutî isim ve sıfatların kuşatma ve kuşatılma ile yönetme ve yönetilme bo-yutu olduğu gibi, selbi sıfat ve isimlerin de bağlantılı olarak bu itibar-ları mevcuttur.

      Özetle sübutî ve selbi sıfatların ölçüsü belli olduktan sonra, kuvve ve maddeden oluşan ve zatında sonradan oluşum ve yeniliğe yer ol-mayan hareketin, Allah-u Teala’nın (c.c) mukaddes zatında bir yerinin olmadığını anlamak da mümkündür.

      Ravinin sorduğu örfi manadaki tekellüm de, sonradan olma yeni bir sıfat anlamını ifade ettiğinden, Hak Teala’nın mukaddes zatından uzaktır. Bunun, yenilik ve sonradan oluşumdan münezzeh bir mana ile, zat makamında Allah-u Teala için zatî tekellüm ve kelamın isbat edilmesiyle aykırılığı yoktur.

      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Bu önemli konunun özeti; konuşmanın hakikatinin, sözün özel mahreçten çıkmasına dayalı olmamasıdır. Lügat ve cumhurun örfünde yaygın olan bu anlam ise, evham ve fikirlerle ilişik olan adet ve ünsi-yetten kaynaklanmaktadır. Yoksa manaların aslının hiç bir kayıt ve sı-nırı yoktur. İlim, bir şeyin alimin nezdindeki zuhuru ve bilgisidir. Beyin gibi maddi aletler veya ortak duygu veya hayal levhası gibi manevi araçlarla idrak edilmesi ile sınırlı değildir.

        Örneğin eli veya ayağıyla herhangi bir şey hakkında ilim elde eden, bir şeyi duyun veya görün kimse hakkında, ilim duyma ve görme nite-liği geçerli olmaktadır. Hakeza uyku aleminde gören, işiten, tekellüm eden, hisseden kimse için, bu hisler hususunda hiç bir özel alet kul-lanmadığı halde bütün bu manalar, mecaz şüphesi olmaksızın geçerli sayılmaktadır. O halde bu mana ve mefhumların geçerliliği hususunda ölçü, özel idrakin bizzat kendisidir. Tekellümün (konuşmanın) hakikati, zihindeki gizliliklerin ve batındaki şeylerin hiç bir özel alet olmaksızın açıklanmasıdır. Lügat ve örf esasınca bu mecaz olsa da, manalar ve hakikatlerde bu sınırlandırmaların hiç birisi yoktur ve akıl esasınca doğrudur.

        Biz isimler ve sıfatlar babında terminolojik tartışmalara girmiyoruz. Maksadımız lügat ve örf açısından desteklenmese bile, bizzat hakikat-leri isbat etmektir. O halde diyoruz ki duyma aleti olsun veya olmasın, ses, lafız ve içeriden çıkan hava türünden olsun veya olmasın, kelamın hakikati, insanın içindeki şeyleri izhar etmesidir. Kelam bu hakikati itibariyle vücudun kemal sıfatlarındandır. Zuhur ve izhar vücudun ha-kikatinden ve vücud hakikati iledir. Vücud kemale doğru çıktıkça ve güçlendikçe zuhur ve izharı artar ve sonunda nurların nuru, nur üstüne nur ve zuhur üstüne zuhur makamı olan en yüce ufuklara ve yüce vacib’ul vücud makamına ulaşır.

        Vücudî “ol” kelimesi ve mutlak feyz-i mukaddes ile vahidiyet makamının gaybında olan şeyleri izhar eder. Feyz-i akdes ve ahadi zatî tecelliyle, mutlak gayb ve ahadiyetin makamsızlık makamı gaybında olanları ortaya çıkarır. Bu ahadî tecel-lide mütekellim, ahadî mukaddes zat; kelam, feyz-i akdes ve zatî te-celli; duyan ise isimler ve sıfatlardır. Bu tecelli sayesinde isimler ve sıfatlar taayyünü itaat eder ve ilmî gerçekliğe erişirler.


        Feyz-i mukaddesle oluşan vahidî tecellide ise mütekellim, bütün isim ve sıfatlara sahip olan vahidî mukaddes zat; kelam, tecellinin bizzat kendisi; dinleyen ve gerçekleşmede itaat eden ise, “ol” emriyle gerçekleşen sıfat ve isimlerin gereği olan ilmî suretlerdir. “İcat etmek istediği bir şeye “ol” dediğinde ilahî emre itaat eder, olur ve gerçek-leşir.

        Elbette bu hususta zikretmediğimiz bir çok işitsel kanıtlar da mev-cuttur. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala’ya mahsustur.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          Otuzyedinci Hadis: Allah’ı, Resul’ü ve Ulu’l Emr’i Tanıma

          بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبَ، عَن عَلِیِّ بنِ مُحَمَّدٍ، عَمَّن ذَکَرَهُ، عَن أَحمَدَ بنِ مُحَمَّدٍ بنِ عيسی، عَن مُحَمَّدِ بنِ حُمرانَ، عُن الفَضلِ بنِ السَّکنِ، عَن أَبی عَبد الله، عَلَيه السَّلام، قال قال أَمير المُؤمِنينَ عَليه السَّلام: إِعرِفوا الله بالله، وَ الرَّسولَ بالرِّسالَةِ، وَ أُولِی الأَمرِ بالأمرِ بالمَعروفِ وَ العَدلِ وَ الاِحسان.

          İmam Sadık’dan naklen (a.s) Emir’el-Mü’minin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı Allah ile, Resul’ü risalet ile ve ulu’l emr’i ise iyiliği emretmek, adalet ve ihsan ile tanıyınız.”

          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Şerh

            İrfan, ilim, marifet ve bilginin birbirinden açık farklılığı vardır.. Lügat açısından ilim tümel şeylerle ilgilidir. Marifet ise tekel ve özel şeylerle ilgilidir. “Arif billah” ise Allah-u Teala’yı huzurî müşahede ile tanıyan kimsedir. Alim billah ise felsefi kanıtlarla Allah-u Teala hakkında ilim sahibi olan kimsedir. Bazılarının dediğine göre, ilim ile irfan iki açıdan birbirinden farklıdır. Birincisi zikredildiği gibi irfan ve ilmin ait bulunduğu şeyler farklıdır. İkincisi ise marifette unutkanlık ve nisyan geçmişi vardır. O halde bir şeyi ilk defa derk edince buna o şey hakkında ilim elde edildi denmektedir.

            Ama bir şey malum olur, unutulur ve yeniden idrak edilince buna da marifet derler. Arif kimse-ye de eski yurtları ve mülki/tabii aşamadan önceki alemleri hatırladığı i-çin arif denmiştir. Bazı sülûk ehli kimseler, “zer” (yaratılış) alemini hatırladıklarını iddia etmektedirler. Onlar gaflet ve nisyana sebep olan tabiat örtüsünün salik kimsenin gözünden kenara çekildiği zaman eski alemleri hatırlayacağını söylemektedirler. Bazı zevk sahibi kimseler manevi ve ruhani miracın geçmiş günleri hatırlamak olduğunu söyle-mektedirler. Biz geçmiş hayatımıza dönerek eski hallerimizi düşündü-ğümüzde, şahısların farklılığı esasınca herkes hayatının belli bir dö-nemini hatırlamaktadır. Kimi yedi yaşından sonraki hayatını, kimi beş veya üç yaşından sonraki hayatını hatırlamaktadır.

            Bundan daha önce-ki hayatını hatırlayanlar, oldukça azdır. Sadece İbn-i Sina’dan doğdu-ğu zamanı bile hatırladığı ve bundan daha ötesinin de hatırlanabilece-ğini söylediği nakledilmiştir. İbn-ü Sina’ya göre, “insanın anne rah-minde ve hatta babanın sulbünde olduğu günleri bile hatırlaması mümkündür. Aynı şekilde insanın, mülk aleminde geçirdiği evreleri hatırlayarak tabiat aleminden yüce melekut alemine, oradan ceberut alemine, oradan da yüce ceberut alemine, oradan da rububî aleme geçmesi mümkündür ve bu hatırlama miracın hakikat ve ruhani yüce-lişin nihayetidir.”

            Bu konu doğru olsa bile, miracın hakikatinin bu geriye dönüş hare-ketinin olması kalb ashabı ile irfan ehli nezdinde doğru bir şey değildir. Ruhani miracın hakikati manevi ve elastikiyetli bir hareketten ibarettir. Bu hareketle vücud dairesi tamamlanmakta ve şuhud silsilesinde var olan her şey gayb alemine dönmektedir. Bu da yükseliş yayında ve elastikiyetli bir hareketle şekillenmektedir. Sözü edilen dönüş hareketi ise varlıklarda, hususen peygamberlerde ve özellikle de Son Peygam-ber’de (s.a.a) cari olan sünnetulahın hilafınadır. Bu tür bir sülûk; Allah-u Teala’nın zatında şaşkınlığa düşmüş, kesretten tümüyle gaflet etmiş ve Adem ile alemin yaratılışından habersiz olan bir grup meleğin cezbeye kapılmasına benzemektedir. Merhum Şahabadi şöyle bu-yuruyordu: “Hz. Adem’in (a.s) ruh haleti, kendi mülküne asla teveccüh etmeyecek, gayb alemi ile kudsî makama cezb olacak bir yapıdaydı. Bu hareket, Adem’i, ademlikten uzak düşürüyordu. Dolayısıyla Allah-u Teala tabiat ağacına dikkat etmesi ve melekutî cazibeden mülk alemine yönlendirmesi için şeytanı Adem’e musallat kıldı.

            Zahiren “ve’l adl ve’l ihsan” sözü, “el-emr bi’l maruf” sözüne atfe-dilmiştir. Yani cümle şöyledir: “İ’rifuhum bi’l emri bi’l maruf ve bi’l adli ve’l ihsan” Elbette, “i’rifuhum bi’l emri bi’l marufi ve bi’l emri bi’l adli ve’l ihsan” sözüne atfedilmesi de mümkündür.

            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              1. Bölüm: “Allah’ı Allah ile Tanıyınız” Sözünün Anlamının Be-yanı Hakkında

              Bil ki alimlerden her birisi “Allah’ı Allah ile tanıyınız” sözü hak-kında kendi felsefi meşrebi veya ilmî yolu münasebetiyle birtakım açıklamalarda bulunmuştur ve biz bu görüşlerden bazısını özetle te-berrüken zikretmek istiyoruz.

              İlk olarak Sıket’ül-İslam Kuleyni (r.a) özetle şöyle diyor: “Allah-u Teala, beden, ruh ve nurları bizzat yarattı. Bu hususta hiç kimseyi ortak tutmadı ve onlardan hiç birine de benzememektedir. Dolayısıyla her kim Allah-u Teala’yı bunlardan birine benzetirse, Allah’ı (c.c) Allah ile tanımamıştır. Eğer Allah’ı onlara benzerlikten tenzih ederse, Hakk’ı Hakk ile tanımış olur.” Gariptir ki Molla Sadra bu sözü hadisin devamı zannetmiş ve kendi mesleği esasınca uzun bir takım açık-lamalarda bulunmuştur.
              İkinci olarak Şeyh Seduk (r.a) şöyle diyor: “Allah’ı Allah ile tanı-mak”tan maksad şudur ki, eğer biz Allah’ı aklımızla tanıyacak olursak, aklı bize Allah bağışta bulunmuştur. Eğer Allah’ı enbiya ve hüccetleri sayesinde tanıyacak olursak, Allah onları göndermiş ve hüccet karar kılmıştır ve eğer Allah’ı nefsimizle tanıyacak olursak onların da yaratıcısı Allah-u Teala’dır.”

              Üçüncü olarak Molla Sadra şöyle diyor: “Allah-u Teala hakkında marifet yolu iki çeşittir. Birisi müşahede ve irfandır. İkincisi ise tenzih ve takdis iledir. Birinci yol, sadece enbiya ve kamil insanlar için mümkün olduğundan dolayı, hadiste ikinci yol göstermiştir.”

              Molla Sadra’nın bu yorumu, Şeyh Kuleyni’nin sözünü hadisin ve Hz. Sadık’ın (a.s) Hz. Ali’nin sözü hakkındaki tefsirinin bir parçası saymasına dayalıdır.

              Dördüncü olarak da muhakkik Feyz şöyle diyor “Her varlığın bir mahiyeti ve vücudu vardır. Varlıkların mahiyeti; onların zatî boyutu ve nefsi özellikleridir. Vücutları ise varlıkların ilahî boyutudur; zatın kıvamı, eserlerinin zuhuru ve eşyanın kuvveti de bu boyuta dayalıdır. O halde mahiyete ve eşyanın özelliklerine bakan ve de varlıkların Al-lah’a duydukları ihtiyaçları ve imkanî boyutları yoluyla Hakk’ı tanımak isteyen bir insan, Hakk’ı eşya ile tanımış olur; Hakk ile değil. Ayrıca bu ilim ve marifet fıtridir; kesbi değil. Ama eğer ilallah ve rabbani boyutu olan ve de “Nerede olursanız olun o sizinledir” ve “Allah’tan başka her şey helak olacaktır” ayetleriyle işaret edilen vücudî boyutlara bakacak olursa, Hakk’ı Hakk ile tanımış olur.

              Beşinci ihtimal ise yazarın görüşüdür ve bu da sıfat ve esma ilminde söz konusu edilen önbilgilerin zikrinden sonra belli olacak olan bir husustur. Bu önbilgiler esasınca Allah-u Teala’nın mukaddes zatı için bir takım itibarlar vardır ve her itibarlardan her biri için de bir kavram taktir edilmiştir.

              Bu itibarlardan birisi zatın mutlak bir şekilde itibar edilmesidir ve bu itibar esasınca zat, mutlak meçhul olup hiç bir isme ve resme sahip değildir. Ariflerin emelleri, kalb ashabının arzusu ve evliyanın istekleri bu makama ulaşamaz. Bazen marifet ashabının lisanında “anka-i muğrib” diye ifade edilmiştir.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                “Anka kimseye av olmaz, kapanını topla.”

                Bazen de “Âma” (bulut) diye tabir edilmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.a), kendisine, “Rabbin alemleri yaratmadan önce neredeydi?” diye sorulunca “Bir bulutta idi” diye cevap vermiştir. Bazen de “gayb’ul-guyub” veya “gayb-i mutlak” diye tabir edilmiştir. Elbette bu tabirler eksik tabirlerdir. Anka, âma ve diğer tabirler, irfanî zevk açısından da bu makamla ilgili kanıtlardan hiç biriyle örtüşmektedir.

                Başka bir itibar ise, zatın, mutlak olarak zuhur etmeme ve gaybî be-lirginleşme makamıyla itibar edilmesidir ki bu makama “ahadiyet ma-kamı” denmektedir O tabirlerin çoğu bu makamla uyum içindedir. Bu makamda zatî isimler itibarı, isimler alimlerinin tıpkı “mutlak batın”, “mutlak evvel”, “aliyy” ve “azim” gibi kavramları esasıncadır.. Nitekim Kafi’deki bir rivayetten de anlaşıldığı üzere Allah-u Teala’nın kendine seçtiği ilk isim “el-Ali” ve “el-Azim” isimleridir.

                Diğer bir itibar ise zatın vahidiyet ve isim ile sıfatlarının toplamı esasınca itibarıdır ki bu makam da “vahidiyet” veya “isimlerin toplu vahidiyet makamı veya “cem’ul cem” ve benzeri kavramlarla ifade edilmiştir. Bu makam da ahadiyet-i cem itibariyle ism-i a’zam veya “kapsamlı Allah ismi” makamı olarak adlandırılmaktadır.

                Başka bir itibar ise zatın feyz-i mukaddes ile tecelli ve a’yani (ilmi suretlere ait) aynada sıfatî ve ismî zuhur makamıdır. Nitekim vahidiyet makamı da feyz-i akdes ile tecelli makamıdır ve bu esmaî zuhur makamına, zuhur-i itlakî, makam-i uluhiyet veya “Allah makamı” da demektedirler. Bunlar esma ve sıfatlar ilminde beyan edilen bir takım itibarlar esasıncadır. Yazar Misbah’ul-Hidaye kitabında bunu şerh etmiştir.

                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Bilmek gerekir ki marifet ehli ve kalb ashabının dilinde var olan bu itibarlar, Hakk’ın onların saf kalbindeki tecellilerinin şeklini ifade et-mektedir. O tecelliler; evliyanın suluk mertebeleri ile Allah’a seyre-denlerin seyirleri mertebelerince, uluhiyet ve Allah makamı olarak ad-landırılan ve “Allah göklerin ve yerlerin nurudur” ayetinde işaret edilen sıfatların ve isimlerin zuhur makamından başlamakta ve gayb-i ahadî veya zatî isimler mertebesi ile ism-i müste’ser makamında sona ermektedir ki bu, seyrin nihayeti sayılmaktadır ve belki “daha da ya-kınlaştı” makamı da buna işaret etmektedir.

                  Bu önbilgiler ışığında diyoruz ki insan, fikir ve delil adımıyla hakkın talibi ve ilallah yolcusu olduğu müddetçe, seyri, aklî ve ilmî bir seyirdir. Marifet ehli ve irfan ashabı değildir. En büyük hicabların ge-risinde kalmıştır. Eğer eşyaya mahiyet açısından bakacak ve Hakk’ı taleb edecek olursa bu zulmani bir hicabtır ve eşyaya vücutları itiba-riyle bakacak ve Hakk’ı taleb edecek olursa bu da nurani hicabtır. Ni-tekim merhum Feyz’in kelamı da buna işaret etmektedir.

                  İlallah seyrinin gerçekleşmesinin ilk şartı nefsin karanlık evinden çıkmak ve bencilliğinden uzaklaşmaktadır. Nitekim hissedilir ve reel yolculukta insan kendi evinde kaldığı müddetçe, her ne kadar “ben yolcuyum” dese de bu yolculuğu asla gerçekleşmediği gibi, şer’î yol-culuğu da sadece kendi benliğinden çıktığı ve şehrin eserlerinin yok olduğu zaman söz konusudur. Hakeza bu irfanî ilallah seferi ve şuhudî hicret de sadece nefsin karanlık evinden çıkmak ve eserlerinden uzak-laşmakla mümkündür. İşin içinde kesret ezanının daveti ve görüntü duvarları olduğu müddetçe insan yolcu değildir; yolcu olduğunu san-maktadır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Allah’a Resu-lüne hicret etmek için evinden çıkan, ama kendisine ölüm gelip ça-tan kimsenin ecri Allah’ın üzerinedir.”

                  İlallah sâliki, tam bir riyazet ve takva adımıyla evinden çıktığı, hiç bir ilgisini yanına almadığı ve böylece ilallah seferinin gerçekleştiği zaman, mukaddes kalbine Allah-u Teala’nın yapacağı ilk tecelli, ulu-hiyet tecellisi ve sıfat ile isimlerin zuhur makamıdır. Bu tecelli de ihata edilen isimlerden başlayıp ihata eden isimlere varan bir düzen esasına dayalıdır. Elbette seyrin zayıflık ve kuvveti ile seyir ehlinin kalbi esasınca, burada aktarılamayacak detaylarla, sonunda, ister kendisine, isterse de sonraki aşamalarda kendisine ait sayılan gayrisine ait dün-yevi etkilerin tümüyle red edildiği bir makama ulaşır. Bu mutlak red edişten sonra da zuhurî isimlerin ahadiyet-i cem makamı olan Allah makamı ve uluhiyet tecellisi gerçekleşir ve “Allah’ı Allah ile tanıyınız” makamı, böylece ilk ve en düşük mertebesiyle zuhur eder.

                  Arif bu makama ulaştığı ilk andan itibaren o tecellide fani olur. Eğer ezeli inayet haline şamil olursa, arif bir ünsiyet edinir ve seyrin dehşeti ortadan kalkar. Kendine gelir ve bu makamla da kanaat etmez. Aşk adımıyla seyre başlar. Bu aşk yolculuğunda Allah-u Teala yolculuğun mebdei, aslı ve sonudur. Tecellilerin nurunda yürür ve (Allah-u Teala’nın miracda Peygamber’e buyurduğu) “yaklaş” hitabına muhatab olur. Sonunda vahidiyet makamında isim ve sıfatlar düzenli bir şekilde kalbine tecelli eder. Oradan da “toplu ahadiyet” ve “Allah” olan “en büyük isim” makamına erişir. Bu makamda “Allah’ı Allah ile tanıyınız” gerçeği en yüce makamıyla tecelli eder. Bu makamdan sonra da bir makam vardır ki, şu anda konumuzun dışında kalmaktadır.
                  Resul’ün irfanî makamının risaletle, ulu’l-emr’in ise iyiliği emret-mek, adalet ve ihsanla tanınacağı beyan eden bu mezkur sıralama, ol-dukça güzel ve irfanî bir sıralamadır ve de risalet makamını ve velayet makamını detaylıca anlatmaya gerek duymaktadır. Bu ise konumuzun dışında kalmaktadır ve önceden zikredilen bir kitapta bu konu ele alınmıştır.

                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    Bir Kuruntuyu Gidermek

                    Marifetler Hususundaki Hadisleri Örfi Manalara Yüklememek Gerekir

                    Bizim yaptığımız bu irfanî beyandan maksadımızın, hadisi bu irfanî anlamlarla sınırlamak olduğu sanılmamalıdır ki bir tür gaybi taşlama ve kendi görüşünce yorumlama sayılsın. Aksine marifetler ile ilgili hadislerin, örfi anlamlarına özgü kılınması kuruntusunu ortadan kal-dırmak içindir. İmamların kelimelerinin üslubunu bilen bir insan, ma-rifetler ve inançlar ile ilgili hadislerin, örfi anlamda yorumlanamaya-cağını şüphesiz bilir. Aksine bu kelimelere, oldukça dakik felsefi ma-nalar ve marifet ehlinin marifetlerinin doruk noktası sayılan anlamlar yüklenmiştir. Usul-i Kafi ve Tevhid-i Şeyh Seduk gibi kitaplara müra-caat edenler, şüphesiz bu gerçeği onaylayacaktır. Bu anlam, Ehl-i Beyt imamları ve Allah’ı tanıyan alimlerin, hakikatleri, herkesin kendi mesleği itibariyle istifade edecekleri şekilde kapsamlıca beyan ettikleri hakikatine aykırı değildir. Herkes kendi meslekleri ve kabiliyetleri oranında bu sözlerden istifade ederlerdi.

                    Ama hiç birisi bu hadisleri, kendi anladıkları manaya özgü kılma hakkına sahip değildir. Örneğin, bu hadisi kelimenin zuhuru ve örfün yardımıyla örfî anlamda yorum-lamak da mümkündür. Mesela “Allah’ı Allah ile tanıyınız” sözünün, “uluhiyet eserleri olan yaratılış eserlerini ve bu eserlerin sağlamlığını tanıma” anlamını ifade ettiği; aynı şekilde peygamber’i risaletiyle ve davetinin sağlamlığı ile tanıma ve ulu’l emr’i ise iyiliği emretmek ve adaletli davranma türünden amellerinin niteliğinden tanıma anlamına geldiği de söylenebilir. Bütün bunların bu kelamın batını veya ondan daha latif bir anlam olan batının batını ile bir aykırılığı yoktur. Hatta bundan daha latif olan batının batını manalarda vardır. Dolayısıyla ev-liyanın sözlerini kendi sözlerin ile kıyaslama. Zira onları kendinle kı-yaslaman batıl ve uygun olmayan bir kıyastır. Bu özetin detaylarını ve bu esprini şu anda açıklamak mümkün değildir.

                    İşin ilginç yanı da bazılarının, “İmamların halkı irşad etmek için söyledikleri sözler, örfi anlayışa uygun olmak zorundadır. Bunun dı-şında çok derin felsefi ve irfanî terimler kullanmaları doğru değildir” demeleridir. Halbuki bu oldukça korkunç ve iğrenç bir iftiradır. Bu an-layış, Ehl-i Beyt’in hadisleri üzerinde düşünmemek, araştırmada bu-lunmamak ve diğer bir takım eksikliklerden kaynaklanmaktadır.

                    Ne kadar ilginç! Eğer peygamber ve veliler insanlara tevhid ve ma-rifetlerin dakik noktaları öğretmeyecek olurlarsa kim öğretecektir? Acaba tevhid ve diğer marifetlerin birtakım dakik noktaları yok mu-dur? Bütün insanlar marifetler konusunda eşit midir? Hz. Ali ile bizim marifetimiz bir midir? Bu marifetlerin öğretimi gerekli değil midir? Bundan da öte bir zaruret değil midir? Yoksa bunların hiç biri yoktur da, İmamlar (a.s) buna önem vermemişler midir? Uyku, yemek ve tu-valete gitmenin adabını bile beyan edenler, evliyaların emellerinin ni-hayeti olan ilahî marifetlerden gaflet mi etmişlerdir? Çok ilginçtir, bu manaları inkar edenler, fıkıhla ilgili olan ve anlayışı kesinlikle örfe bı-rakılan hadislerde bile, bırakın örfü, aklın bile anlamakta zorlandığı oldukça dakik ve derin bir takım açıklamalarda bulunmakta ve bunu örfi anlayışa isnad etmektedirler. İnkar edenler, “ale’l-yed” vb. tü-mel kaidelere ve özellikle de muamelat konusundaki bilgilere müracaat etsinler.

                    Velhasıl konunun dışına çıktık ve kalem yine taşkınlık gösterdi. Al-lah-u Teala da şahid olsun ki bu sözlerden maksadım sadece iman kardeşlerime ilahî marifetleri öğretmektir. Sürçmekten gevşeklikten ve tembellikten Allah-u Teala’ya sığınırım. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala’ya mahsustur.

                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Otuzsekizinci Hadis: Adem’in, Allah’ın Suretinde Yaratılışı

                      بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی الشَّيخ الجَليل عِماد الاِسلام، مُحَمَّدِ بنِ يَعقوبَ الکُلَينی، رضوان الله عَليه، عَن عِدَّةِ مِن أَصحابِنا، عَن أَحمَدَ بنِ مُحَمَّدِ بنِ خالِدٍ، عَن أَبيهِ، عَن عَبدِالله بن بَحرٍ، عَن أَبی أَيُّوبَ الخَزّازِ، عَن مُحَمَّد بنِ مُسلِمٍ. قال: سَأَلتُ أَبا جَعفَرٍ، عَلَيه السَّلام، عَمّا يَروُونَ أَنِّ الله خَلََقَ آدَمَ، عَلَيه السَّلام، عَلی صُورَتِهِ. فَقالَ: هی صُورَةٌ مُحدَثَةٌ مَخلُوقَةٌ، [و] اصطَفاها الله وَاختارَها عَلی سائِرِ الصّوَرِ المُختَلِفَةِ؛ فَأَضافَها إلی نَفسِهِ کَما أَضافَ الکَعبَةَ إلی نَفسِهِ، وَ الرُّوحَ إلی نَفسِهِ، فَقالَ: بَيتی وَ نَفَختُ فيهي مِن روحی.

                      Muhammed b. Müslim şöyle diyor: “İmam Bakır’a (a.s), “Şüphesiz Allah Adem’i kendi suretinde yarattı” rivayetini sorunca şöyle buyur-du: “O yeni yaratılan bir surettir. Allah-u Teala bu sureti seçti, muhtelif suretler arasında bunu beğendi ve kendisine isnad etti. Nitekim ruh ve kabeyi de kendine isnad ederek “Benim evim” ve “Ona kendi ruhumdan üfledim” diye buyurmuştur.”

                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Şerh

                        Bu hadisin ilk bölümü, İmamlar’ın (a.s) zamanından günümüze ka-dar meşhur olan ve her iki fırkanın da kitaplarında şahit olarak göste-rildiği hadislerden biridir. İmam Bakır (a.s) bu hadisin baş tarafını onaylamış ve anlamının ne olduğunu beyan etmiştir. Şeyh Seduk’un Uyun-i Ahbar’ir Rıza’da kendi senediyle, İmam Rıza’dan (a.s) naklet-tiği bir hadiste şöyle yer almıştır: “Hasan b. Halid, İmam Rıza’ya, “Ey İbn-i Resulillah! İnsanlar Resulullah’ın (s.a.a) “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı.” diye buyurduğunu nakletmektedirler.” Bunun üze-rine İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Allah öldürsün onları! Onlar hadisin evvelini atmışlardır. Resulullah (s.a.a) birbirine kötü laf eden iki kişinin yanından geçince onlardan birinin diğerine, “Allah senin ve sana benzeyen kimsenin yüzünü çirkinleştirsin.” dediğini duydu ve şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın kulu! Kardeşine bunu söyleme. Zira aziz ve celil olan Allah Adem’i onun sureti üzere yaratmıştır.”

                        Bu yüzden merhum meclisi, Hz. Bakır’ın (a.s) hadisini takiyyeye yorumlamıştır. Ayrıca İmam’ın yaptığı bu yorumun teslim farzına da-yandığını ihtimal vermiştir.

                        Bu ihtimal çok uzak bir ihtimaldir. İmam Rıza’nın hadisini ilk ha-dise döndürme ihtimali de vardır ki Adem’den maksat, “Şüphesiz Al-lah Adem’i kendi sureti üzerine yarattı” sözünden de anlaşıldığı üzere insan türüdür ve “ala suretihi” cümlesindeki zamir hak Teala’ya dönmektedir. Hz. Rıza (a.s), raviye, hadisin anlamını anlayacak biri olmadığından dolayı sadece hadisin baş tarafını nakletmiştir ki o şahıs, ademden maksadın, Hz. Ebu’l-Beşer olduğu tevehhümüne kapılsın ve böylece “ala suretihi” zamiri de o şahsa dönsün. Dikkatlice düşün!

                        Belki her iki hadis de doğrudur. Resulullah (s.a.a) bu hadisi geçmişi olmaksızın irticalen buyurmuştur ve bu hadis, İmam Bakır’ın (a.s) te’vil ettiği hadistir. Bir zaman sonra da o geçmişi ile birlikte buyurmuştur. Dolayısıyla İmam Rıza (a.s) da ravinin anlayışlı olmaması sebebiyle, sözü, geçmişi olan o hadis anlamınca yorumlamıştır. Bunun kanıtı da bazı rivayetlerde, “ala suretihi” yerine “Ala suret’ir-Rahman” ifadesinin yer almış olmasıdır ve bu Uyun’un hadisiyle de uyumludur.

                        Özetle bu hadis, doğru olmasa bile, ileride yapılacak olan açıklama esasınca anlamı hadis-i şeriflerde gizlidir. Şimdi de hadis-i şerif’in ke-limelerine dönelim.

                        Adem kelimesi hakkında Sihah’ta şöyle yer almıştır: “Aslı, iki hemze iledir. Zira o “Ef’el” veznindedir. İkinci hemze “elif”e döndü-rülmüştür. Onu harekeli okumak istediklerinde “vav”a dönüştürmekte ve de çoğulu hususunda “evadim” demektedirler.”
                        Eb’ul-Beşer’in “Adem” olarak adlandırılmasının sebebi, belki de esmer olduğu içindi. Zira lügatte “adem”in esmer anlamında olduğu yer almıştır. Bazı rivayette de yer aldığına göre “adem", “suret” anla-mına gelen “edim” kelimesinden türemiştir ve “edim’ul arz” yeryüzü anlamındadır.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          “Ala suretihi” kelimesindeki “suret” ise “timsal” ve “hey’et” anla-mındadır. Bu kelimenin çeşitli hususlarda kullanılan ortak ve genel bir anlam ifade edildiği söylenebilir. Bu genel anlam ise, bir nesnenin nesnelliği ve fiiliyetidir (aktüelliğidir). her şeyin bir aktüelliği olduğu i-çin de o itibarla kendisine, “suret sahibi” denmektedir ve o aktüelliğe de “suret” denmektedir. Felsefe ehli nezdinde ise suret, çeşitli anlam-larda kullanılmaktadır. Genel olarak, nesnenin nesnelliği ve aktüelliği anlamını ifade etmektedir ve dolayısıyla lügat anlamına da aykırı de-ğildir. Filolojik ve terminolojik farklılığı yoktur.

                          İslami filozofların reisi Şeyh Ebu Ali Sina, İlahiyat-i Şifa’da şöyle diyor: “Bazen suret, ka-bullenme hususunda tek veya birleşik karışık olan hey’et ve fiil hak-kında kullanılmaktadır. Bu esas üzere hareket ve ilinekler de suret sa-yılmaktadır. Aynı zamanda maddenin fiili olarak dayandığı şeye de suret denmektedir. Dolayısıyla akli cevherler ve ilinekler, suret olarak adlandırmak doğru değildir. Her ne kadar fiili olarak kendisine da-yanmasa da, maddenin, kendisiyle kemale erdiği sıhhat ile tabiat olarak bir şeyin kendisine doğru hareket ettiği şeye de suret denmektedir. Dolayısıyla tür, cins ve ayrım da suret sayılmaktadır. Tümelin tikel-lerdeki tümelliğine de “suret” denmektedir.”

                          Suretin kullanıldığı bütün bu anlamlar üzerinde düşünüldüğünde hepsinde de tek ölçünün fiiliyet (aktüellik) olduğu görülür. Bu kelime, manevi genel anlam ifade etmektedir. Hatta Hak Teala’ya da “su-ret’us-suver” (suretlerin sureti) denmektedir.

                          “İstefaha” ifadesindeki “safvet” kelimesi, pisliklerden arınma ve “halis olma” anlamındadır. İstifa ise saf ve halis bir şeyi almak anla-mında olup onun bir gereğidir. Ama Cevheri ve başkaları “istifa” ke-limesinin “ihtiyar/irade” anlamına geldiğini söylemiştir. Nitekim, lü-gatte “ihtiyar” kelimesi de “istifa” anlamına almışlardır. Bu da bir şeyi gerekleri esasınca yorumlamaktır. Zira “ihtiyar” kelimesi de hayrı ve güzelliği almak anlamındadır. Dolayısıyla da dışarıda istifa kelimesinin bir gereğidir; anlamı değildir.

                          “Kabe” ise Allah’ın evinin adıdır. Bazılarına göre küp şeklinde ol-duğundan veya dört köşeli oluşu sebebiyle “kabe” olarak adlandırıl-mıştır.

                          “Mukaab” ise, matematik terminolojisinde birbirine eşit karelerden meydana gelen altı yüzlü şekil (küp) demektir.
                          “Ruh” ise doktorlar örfünde canlıların kalbinde, kanın sıcaklığından oluşan latif bir buhardır. Söylendiği üzere kalb için, iki boşluk vardır. Bu boşluğun biri, sağ tarafta olup böbreklerden gelen kan oraya cezb olmakta, orada kalbin hararetiyle buharlaşmakta ve o buharlar kalbin sol boşluğunda cereyan etmektedir. Orada kalbin faaliyeti sonucunda latif hale gelmekte, hayvani ruhu teşkil etmekte ve yerinde söylendiği gibi damarlarda kalbin açılıp kapanmasıyla cereyan etmektedir. O halde bu hayvani ruhun kaynağı kalp ve cereyan ettiği yerler ise damarlardır.

                          Bazen ruh kelimesi böbrekte toplanan kan anlamındadır. Bunun da mecrası, kanı kalbe götüren damarlardır. Ona da tabii ruh denmektedir. Nitekim filozofların terminolojisinde ise ruh kelimesi, “nefsani ruh” anlamını ifade etmektedir. Bunun da mebdei “beyin” mecrası ise sinirlerdir. Bu da “ona ruhumdan üfledim” sözüyle işaret edilen sübhani sır ve ruhullah olan “emr”in yalın ruhunun zuhuru ve düşük mertebesidir. İleride inşallah bu ruhun ilahi nefhayla üfürülmüş ve yüce Hak Teala’nın seçtiği bir ruh olduğu açıklanacaktır.

                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            1. Bölüm: Adem’in, İlahî Tam Mazhar ve Allah’ın En Büyük İsmi Olduğunun Beyanı Hakkında

                            Marifet erbabı ve kalb ashabının buyurduğu üzere ilahî isimlerden her birinin zatî bir sevgi ve Allah’tan başka kimsenin bilmediği gayb anahtarlarının talebi vasıtasıyla, Hz. İlmiye-i Vahidiye’de feyz-i akdes ile tecelliye tabi olan bir sureti vardır ve o surete ehlullah termi-nolojisinde “ayn-i sabit” denmektedir. Bu feyz-i akdesle tecelli saye-sinde evvela esmaî tecelliler ve bu ismî tecelli sebebiyle de ayan-i sa-bite olan esmaî suretler vücuda gelmektedir. Ahadiyet ve feyz-i akdes tecellisi ile Hz. İlmiye-i Vahidiye’de zuhur eden ve aynasında tecelli eden ilk isim ilahî/kuşatıcı ism-i azam’ın ve “Allah” müsemmasının makamıdır ki, gaybi cihetinde feyz-i akdesle tecellinin ve zuhurî kemal tecellisinde ise bir itibara göre cem-i vahidiyet makamının ve bir i-tibara göre de esmaî kesretin aynısıdır.

                            İsm-i cam’i ve suretinin tecellisi ise insan-ı kamil’in ve hakikat-i Muhammediye’nin (s.a.a) aynısıdır. Nitekim feyz-i akdesin aynî tecel-lisinin mazharı da feyz-i mukaddestir ve vahidiyet makamının tecelli mazharı ise uluhiyet makamıdır. İnsan-ı kamilin ayn-i sabitinin tecelli mazharı ise ruh-i a’zam’dır. Diğer esmaî, ilmî ve aynî varlıklar ise bu sayfaları aşan ve Misbah’ul Hidaye kitabında detaylarını zikrettiği-miz güzel bir düzen esasınca, bu hakikatlerin tikel ve tümel mazhar-larıdır.

                            Buradan anlaşıldığı üzere, insan-ı kamil, “ismi cam’i”in mazharı ve ism-i azamın tecelli aynasıdır. Nitekim kitab ve sünnette de buna birçok yerde işaret edilmiştir. Örneğin Allah-u Teala şöyle buyurmuş-tur: “O, Adem’e bütün isimleri öğretti” Bu ilahî öğretim, Hz. Vahidiyet’te, Adem’in batın alemine oranla, Celal ve Cemal’in, cem’î ve gaybî elinin yoğrulmasıyla oluşmuştur.

                            Nitekim şehadet aleminde suret ve zahirinin yoğrulması da, Celal ve Cemal’in elinin tabiat maz-hariyeti şeklinde zuhuruyla gerçekleşmiştir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Doğrusu biz emaneti göklere ve dağlara sun-duk.” İrfan ehli nezdinde ayette geçen emanet, insan dışında hiç bir varlığın layık olmadığı mutlak velayet makamıdır. Bu mutlak ve-layet ise Kur’an’da Allah-u Teala’nın şu ayette işaret buyurduğu feyz-i mukaddes’tir. “Allah’tan başka her şey yok olacaktır.”

                            Kafi’de yer alan bir hadiste ise İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Biz Allah’ın veçhiyiz.”

                            Nudbe duasında ise şöyle buyurulmuştur: “Evliyanın teveccüh ettiği vechullah nerededir? Yer ve gök ehli arasındaki bağlantı sebebi ne-rededir?”

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              Camia-i Kebire ziyaretinde ise şöyle yer almıştır: “Mesel’ul a’la” Bu meseliyet (örneklik) ve vechiyet (Allah’ın veçhi oluş) ise, şu hadiste buyurulan şeydir. “Allah-u Teala Adem’i kendi sureti üzere yarattı.” Yani Adem; Allah’ın en yüce meseli (örneği), büyük ayeti, en kamil mahzarı, sıfat ve isimlerinin tecelli aynası, vechullah, aynullah, yedullah ve cenbullah’tır. “O Allah’la duyar, görür ve tutar. Allah da onunla görür, duyar ve tutar.”

                              Bu vechullah ise şu ayetteki nurdur: “Allah göklerin ve yerin nu-rudur.”

                              İmam Bakır (a.s) ise Ebu Halid-i Kabili’ye şöyle buyurmuştur: “Al-lah’a andolsun ki imamlar, Allah’ın inzal buyurduğu nurlardır. Allah’a andolsun ki imamlar Allah’ın göklerdeki ve yerlerdeki nurudur.”

                              Kafi’de yer alan bir hadiste de İmam Bakır (a.s) “Neyi soruyorlar? Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri büyük bir olay olan tekrar dirilme haberini mi?” ayetlerinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: “Bu ayet Emir-el müminin (a.s) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyordu: “Allah’ın benden büyük bir ayeti ve benden daha büyük bir haberi yoktur.”

                              Özetle Hz. Adem’in örneklerinden biri olduğu insan-ı kamil, Al-lah’ın sıfat ve isimlerinin mazharı, en büyük ayeti, örneği ve nişanesi-dir. Hakk Teala misli ve benzeri olmaktan münezzehtir. Ama Allah’ı ayet ve alamet manasına gelen “mesel”den (örneklerden) tenzih et-memek gerekir. “En üstün örnekler O’nundur.”

                              Kainatın tüm zerreleri aziz ve yüce olan o Cemil Cemal’in tecellile-rinin aynası ve ayetleridir. Ama hepsi de kendi vücud kapasitesi ora-nında. Dolayısıyla ve yaratıcısının azameti sebebiyle azameti yüce ve mukaddes olan berzahiyet-i kübra ve kevn-i cam’i makamı dışında hiçbir şey, her şeyi kuşatan ism-i azam’ın (yani Allah’ın) ayeti değildir. “Allah-u Teala insan-ı kamili ve ilk Adem’i kendi cam’i sureti üzere yaratmıştır ve onu, isim ve sıfatların aynası kılmıştır.” Şeyh-i Kebir ise şöyle demiştir: “İlahi surette olan bütün isimler, bu insanı yurtta zuhur etti. İnsan bu vücudu ile ihata ve cem rütbesine sahip oldu. Hakeza bu vücutla Allah’ın hücceti meleklere sabit oldu.”

                              Bu bilgiler ışığında; Allah-u Teala’nın diğer varlıkların farklı suret-leri arasında insanın kuşatıcı suretini tercih etmesinin, meleklere üstün kılınmasının, diğer varlıklar arasında üstün tutmasının, “Onu yapıp ruhumdan üflediğimde” ayetinde ruhunu kendisine isnad etmesi-nin sırrı da açıklığa kavuşmuş oldu. Biz burada özetle bahsettiğimiz için ilahî nefhanın hakikati, bu ilahi nefhanın Adem’deki niteliği ve varlıklar arasında bu ilahi nefhanın insana özgü kılınışı gibi konuları açıklamaya girmiyoruz. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala’ya mahsustur.

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Otuzdokuzuncu Hadis: Hayır ve Şer

                                بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی رُکنِ الاِسلامِ، مُحَمَّدِ بنِ يَعقُوبَ الکُلَينیِّ، رضوان الله عَلَيه، عَن عِدَّةٍ مِن أَصحابِنا، عن أَحمَدَبنِ مُحَمَّدِ بنِ خالِدٍ، عَنِ ابنِ مَحبوبٍ وَ عَلیَِّ بنِ الحَکَمِ، عَن مُعاويَةَ بنِ وَهَبٍ، قال سَمِعتُ أَبا عَبدِالله، عَلَيه السَّلام، يَقولُ: إِنَّ مِمَّا أَوحیَ الله إلی موسی، عَلَيه السَّلام، وَ أَنزَل عَلَيهِ فی التوراة: أَنّی أَنا الله، لا اله إلا أَنا. خَلَقتُ الخَلقَ وَ خَلَقتُ الخَير، وَ أَجرَيتُهُ علی يَدَی مَن أُحِبُّ؛ فَطوبی لِمَن أَجرَيتُهُ علي يَدَيه. وَ أَنا الله لا إله الا أَنا. خَلَقتُ الخَلقَ و خَلَقتُ الشَّرَّ، وَ أَجرَيتُهُ عَلی يِدِی مِن أُريدُهُ؛ فَوَيلٌ لِمَن أَجرَيتُهُ علی يَدَيه.

                                Muaviye b. Leheb, Hz. İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu işittiğini nakletmektedir: “Allah’ın Musa’ya vahyettiği ve Tevrat’ta kendisine gönderdiği şey şu idi: “Şüphesiz ki Allah benim, benden başka bir ilahî yoktur. Yaratıkları yarattım. Hayrı yarattım ve onu sevdiğim insanların eliyle cari kıldım. Onu eliyle cari kıldığım insanlara ne mutlu. Ben şüphesiz ki Allah’ım ve benden başka ilahî yoktur. Yaratıkları yarattım ve kötülüğü yarattım ve onu irade ettiğim kimse-lerin eliyle cari kıldım. Onu eliyle cari kıldığım kimselere eyvahlar ol-sun.”

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X