Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Şerh

    “İlah, elehe ve ilaheten” kelimeleri, “abede ibadeten” anlamındadır. “İlah”, “fial” vezninde olup mef’ul anlamındadır. Tıpkı kendisine uyu-lan “imam” kelimesi gibi ve ilah, kelimesi, “Allah” kelimesinin aslıdır. “Elif lam” aldıktan sonra “hemze”si düşmüştür. Bazılarının dediğine göre ise “elif lam” takısı, “hemze”nin yerine geçmiştir. Bu her iki görüşün de, zikredilmesi gerekmeyen bir takım edebi delilleri vardır. Ehlullah dilinde “ilahiyet ve uluhiyyet” genellikle fiili tecelli ve feyz-i akdes ile tecelli makamı hakkında kullanılmaktadır.

    İsm-i Celale olan “Allah” kelimesi ise, genellikle bütün sıfatları haiz olan zat makamı hakkında kullanılmaktadır. Bazen de tam tersine kullanılmaktadır. Bu hadis-i şerifte ise örfi ve lügavi anlamda kullanılmış olması muhtemeldir. Yani, “ben mabudum ve benden başkası mabud değil-dir” anlamındadır. Eğer bu anlamda olursa, ubudiyetin özgün kılınışı, her ne kadar insanların yanlışı sebebiyle mabud kılınmış olsa dahi, ya başkasının buna layık olmadığındandır veya kalp ashabı ve marifet er-babının, “Her mertebede ibadet, kamil ve mutlak bir ibadettir ve insan, Allah’ın kendisini üzerinde yarattığı fıtratı esasınca her ne kadar kendisi bu fıtrattan örtülü olsa ve tecellilere bağlandığını zannetse bile, mutlak cemili talep etmektedir” sözüne dayalıdır.

    İyiliği ve kötülüğü kendine isnad eden hadisin devamı münasebe-tiyle, belki de buradaki ilahtan maksad uluhiyet makamıdır. Bu da bü-yük filozofların dilinde “vücutta Allah’tan başka bir etken yoktur” sözüyle ifade edilen efalî tevhide işarettir. Bunu inşallah ileride açık-layacağız.

    Allame Meclisi bu hadisin açıklamasında şöyle demektedir: “Hayır ve şer; itaat ve günah, itaat ve günahın nedenleri; tahıl ürünleri, mey-veler ve yenilen hayvanlar gibi faydalı yaratıklar ile zehirler, yılan, ak-rep, nimetler ve belalar gibi kötü varlıklar hakkında kullanılmaktadır. Eş'ariler bütün bunların Allah-u Teala’nın fiili olduğunu söylemişlerdir. Mu’tezile ve İmamiye ise kulların fiilleri hususunda onlara muhalefet etmişlerdir. Allah-u Teala’nın hayır ve şerri yarattığı hususundaki rivayetleri, kulların fiilleri dışında diğer manalara tevil etmişlerdir.”

    Allame Meclisi daha sonra şöyle diyor: “Ama filozofların çoğu vü-cutta Allah’tan başka bir etkenin olmadığını söylemektedirler. Onlara göre kulların iradesi, sadece Allah-u Teala’nın o fiilleri kulların eliyle icad etmesi için bir ön şarttır. Bu, filozoflar ve Eş’arilerin görüşüne uygun bir yorumdur ve elbette bu rivayetlerde takiye edildiğini söy-lemek de mümkündür.”

    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      Hayır ve Şer Hakkında Bir Araştırma

      Hayır ve şer her yerde, zat veya sıfatlarda kemal ve noksanlık veya vücud ile vücudun kemalleri hakkında kullanılmaktadır. Bizzat hayır-ların tümü, vücudun hakikatine dönmektedir. Diğer şeyler hakkında kullanılması ise onların vücud türünün mülahaza edilmesiyledir. Nite-kim bizzat şer de, vücudun veya vücudun kemalinin yokluğuyla ilgili-dir. Eziyet edenler ve zararlı hayvanlar türünden şeyler hakkında kul-lanılması ise ilinekseldir ve bu husus, zaruri hükümlerden olup güçlü kanıtlar ile de sabittir.

      Kulların fiillerinin yaratılışı hususunda İmamiye ve Mu’tezile mez-hebinin, Eşârilere muhalefet ettiğine, hayır ve şerri Allah’a isnad eden ayet ve rivayetleri tevilde bulunduğuna gelince…Cebir inancına sahib olan ve mezhepleri akıl, kanıt ve vicdana aykırı bulunan Eşâriler’e muhalefeti doğrudur. Ama ayet ve rivayetler, tefvize inanan Mu’tezile mezhebini de red etmektedir.

      Mu’tezile’nin görüşü Eşâriler’den daha batıl, kötü ve berbattır.

      Ama İmamiye, Ehl-i Beyt’in hidayet nuru, vahy ve ismet haneda-nının bereketiyle ayet-i şerifeler, güçlü kanıtlar, büyük ariflerin mesleği ve kalb ashabının zevkiyle de uyum içinde olan doğru yolu seçmiştir. Onlar bu ayet ve rivayetleri merhum Meclisi’nin işaret ettiği anlamda tevil etmezler. İmamiye mezhebine ve İmamlar’ına göre kulların fiillerinin hiç birinde Allah’ın iradesi azledilmemiş ve hiç bir şeyin emri kullara tefviz edilmemiştir.

      Allame Meclisi’nin, filozofların vücutta Allah’tan gayri bir etkenin olmadığına inandığını ve bunun Eşâriler’in mezhebiyle uyum içinde olduğunu söylemesine gelince…Vücutta Allah’tan başka bir etkenin olmadığının filozoflardan çoğunun görüşü olduğu doğrudur. Hatta bü-tün filozofların ve marifet ehlini görüşü budur. Buna inanmayan filo-zofların kalbine hikmet nurunun girmediğini ve batınının marifetlerle donanmadığını söylemektedirler. Ama bu, kulun iradesinin Hakk’ın icadı için hazırlayıcı ve ön şart olduğu manasına değildir. Nitekim ehli nezdinde bu konu oldukça açık bir konudur. Eşariler’in mezhebi ile örtüşmesi de doğru değildir. İlginç olanı da Eşariler’in mezhebi ile fi-lozofların görüşünün bir olduğunun söylenmesidir. Zira bunlar arasında oldukça uzak bir ayrılık vardır. Eşâriye mezhebini batıl bilmeyen ve ona muhalefet etmeyen filozoflar oldukça azdır.
      Bu rivayetin takiyyeye yorumlanmasının da mümkün olduğunu söylemesi ise birinci olarak yersizdir.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Bu hadislerin zahiri, hak mezheb ve kanıtla da uyum halindedir. Ayrıca ikinci olarak bu rivayetler, Kur’an’daki birçok ayetlerle de örtüşmektedir. Dolayısıyla da takiyyeye yorumlamak anlamsızdır ve üçüncü olarak bu rivayetlerin, tercihlerden biri olan çelişki durumunda takiyyeye yorumlanmasına neden olacak bir çelişiği de yoktur. İnsanın hayır ve şerrin faili oldu-ğunu bildiren rivayetlerle de uyuşmaktadır. Dördüncü olarak bu riva-yetler kendi dediği gibi zahiren çoğunluğun görüşü olmayan Eş’ari mezhebine uygundur. Dolayısıyla bu gibi yerlerde takiyyeye yorum-lamak uygun değildir. Beşinci olarak açık olduğu gibi bu ve diğer inançlar hakkındaki benzeri rivayetler, çelişkili haberler hususundaki tercih sebeplerine sahip değildir.

        “Tuba” kelimesi hakkında Cevheri şöyle diyor: “Fu’la” vezninde olup “tib” kökündendir. “ya” harfi öncesindeki “ötre” sebebiyle “vav”a dönüşmüştür. Mecme’de yer aldığına göre ise “tuba lehum”, “hayat onlara tatlı olsun” anlamındadır. Söylendiği üzere “tuba” hayır ve arzuların sonudur. Bazılarına göre ise “tuba” cennette bir ağaç adıdır. Bazılarının görüşüne göre ise “tuba” Hint dilinde cennet anlamındadır. “tuba leke ve tubak” şeklinde kullanılmaktadır. Rivayette yer aldığına göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Tuba” kökü benim evimde dalları ise Ali’nin evinde olan bir cennet ağacıdır.”

        “Veylun” kelimesi hakkında ise Cevheri şöyle diyor: “Veyh” rahmet kelimesidir. “Veyl” ise azap kelimesidir. Yezidi ise her ikisinin de bir anlamda olduğunu söylemiştir. “Veylun li zeydin ve veyhun li zeydin” şeklinde ibtidaiyyet esasınca ötre ile okunabilir bir fiil taktire alındığında ise “üstün” ile okunabilir. “el-zemehullah el-veyleh” (Allah onu azaba düçar kıldı) cümlesinde olduğu gibi.

        Bazılarının dediğine göre ise “veylun” cehennemde bir vadi adıdır. Eğer dağı bile bu vadiye atacak olsalar, hararet şiddetinden erir gider.

        Bazılarına göre ise cehennemde bir kuyu adıdır.

        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          1. Bölüm: Hayır ve Şerrin Yaratılışa İlgisinin ve İlahi Kaza ve Kaderde Şerrin Meydana Geliş Niteliğinin Beyanı Hakkında

          Bil ki yüce ilimlerde açıklandığı üzere vücud alemi, kemal ve hayrın en son mertebesinde ve güzelliğin doruğunda bulunmaktadır. Bu konu, özetle bir tür limmi kanıtlarla ve bir beyanla da detaylı olarak ispat edilmiştir. Gerçi bunun detaylarını bilmekte Allah’a ve O’nun vahiy veya ilahî öğretimine bağlıdır. Daha önce de söylendiği gibi kemal, cemal ve hayır cinsinden olan her şey, vücudun hakikatinin aslından hariç değildir. Zira ondan başka bir şeyin oluşumu yoktur. Vücudun hakikati karşısında ya yokluk veya mahiyet vardır ki hiç birisi zatı itibariyle bir şey değildir, değeri yoktur, salt butlan veya sırf itibardır.

          Vücud nuruyla nurlanmadığı ve onun zuhuruyla zahir olmadığı müddetçe, onlar için hiç bir sübut yoktur. Ne zatlarında, ne sıfatlarında ve ne de eserlerinde sübut vardır. Vücud onlara gölge ettiği ve geniş rahmet elini okşadığı zaman da, her birisinin bir takım zuhuru, hu-susiyeti ve eserleri ortaya çıkar. O halde bütün kemaller mutlak cemilin cemalinin nuru ve mutlak kamilin mukaddes nurunun tecellisi sa-yesindedir.. Diğer varlıklar kendiliğinden bir şeye sahib değildir ve salt fakirlik ve mutlak yokluktur. O halde bütün kemaller O’ndandır ve O’na dönmektedir.

          Yerinde de isbat edildiği üzere zat-ı mukaddesten zuhur eden her şey, hiç bir yokluk ve mahiyet sınırıyla sınırlanmaksızın vücud ve varlık aleminin kendisidir. Zira yokluk ve mahiyet Allah’tan ortaya çık-mamıştır ve feyizdeki sınırlılık ise feyiz sahibinin sınırlılığını gerektirir.

          Ehl-i marifetin beyan ettiği esasınca Allah’ın yaratış ve feyiz niteliğini bilen kimse, Allah’ın feyzinde hiç bir sınırlılığın düşünülemeyeceğini onayladığı gibi, Allah-u Teala’nın mukaddes feyzini de, her türlü noksanlık imkanî sınırlılıktan ve mahiyetsel noksanlıklardan tenzih etmek gerekir. Dolayısıyla onun mukaddes feyzinde her türlü huduttan imkanı sınırlardan ve mahiyete dönen her türlü olanaklardan tenzih etmek gerekir. Mutlak cemilin gölgesi olan feyzi de mutlak cemil tam cemal ve kemaldir. “O zatında, fiillerinde ve sıfatlarında cemildir.” Vücud dışında hiç bir şey Allah’ın icat ve yaratış konusu olamaz.

          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Hakeza kendi yerinde isbat edildiği üzere, bu tabiat aleminde ve karanlık cehennem darlığında var olan bütün bu şerler, felaketler, has-talıklar, helak edici ve eziyet edici garib hadiseler, varlıklar arasındaki niza ve çatışmadan oluşmaktadır. Bunların varlıksal boyutuyla hiç bir ilgisi yoktur. Bütün bunlar tabiat yurdundaki noksanlıktan kaynak-lanmakta, sınırlılık ve noksanlıklara dönmektedir. Dolayısıyla bütünü ile yaratış nurunun sınırları dışında ve icat makamının altında bulun-maktadır. Nur hakikatinin aslı vücuddur ve bütün bu şerlerden, ayıp-lardan ve noksanlıklardan münezzehtir.

            Noksanlıklar, şerler, zararlı ve eziyet edici şeyler, noksanlık ve zarar cihetiyle bizzat icat edilmiş de-ğildir. Ama kanıtsal ve araştırmacı görüş hasebiyle bunlar ilineksel olarak icat konusu olmaktadır. Zira eğer tabiat aleminin aslı oluşma-saydı ve vücud cihetiyle icat konusu olmasaydı; fayda, hayır ve kemal oluşmadığı gibi, noksanlıklar ve şerler de bu alemde vücuda gelmezdi. Zira bu yokluklar, mutlak yokluklar değildir. Belki rölatif yokluklardır ve melekeler vasıtasıyla ilineksel olarak gerçekleşmektedir. Bunlardan oluşan önermeler de ma'dule veya salibet’ul mahmul önermeleridir ; salibet’ul muhassele değil.

            Özetle bizzat yaratış ve icat sınırlarında olan şeyler, hayır ve ke-mallerdir. İlahi kaza ve kaderde zararlı ve şer varlıkların zuhuru ise tabi olma ve çekilme sebebiyledir. “Sana ulaşan iyilikler Allah’tan, sana ulaşan kötülükler nefsindendir” ayet-i şerifesi de bu ilk makama işaret etmektedir. “De ki, her şey Allah indindendir” ayeti de ikinci makama işaret etmektedir.

            Ayet-i şerifelerde ve Ehl-i Beyt’in birçok hadis-i şeriflerinde, örneğin hayır ve şerrin icat ve yaratışla ilgili olduğunu beyan eden bu hadis-i şerifte, her iki makama da işaret edilmiştir.

            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              2. Bölüm: Allah’ın Hayır ve Şerri Kulları Eliyle Cari Kıldığının Beyanı Hakkında

              Ehli için bu bilgiler ışığında, Allah’ın hayır ve şerri kulların eliyle icra etme niteliğinin, cebir fesatlarını gerektirmediği gerçeği, açıkça anlaşılmaktadır. Konunun açıklığa kavuşmasını ve bu husustaki prob-lemlerin ortadan kalkmasını sağlayacak bir araştırma, bir çok mezhep-lerin detaylıca açıklanmasını ve önbilgilerin aktarılmasını gerektir-mektedir ve biz bu detayları buraya aktarmaktan mazurum. Ama bu-raya uygun düşecek bir şekilde kısaca bir işaret etmek zorundayım

              Bil ki varlıklardan hiç birinin, fail veya icat eden kimse tarafından caiz olan bütün yoklukları “malul” (“sonuç”) hakkında engellemesi dışında hiç bir amelde istiklali yoktur. Eğer bir varlık vücut hususunda yüz şartı haiz olur ve “neden”, “sonuç”tan mümkün yokluklardan dok-san dokuzunu şart koşar, ama şartlardan biri yerde kalırsa, o nedenin, o sonucu icat etmede “bağımsız neden” olması imkansızdır. O halde nedenseldeki istiklal ve bağımsızlık, o nedenin sonuç için mümkün olan bütün yoklukları ortadan kaldırmasına bağlıdır. Eğer bu yoklukları ortadan kaldırırsa, sonuç, vücub haddine ulaşır ve mevcud olur. Zarureten ve kanıt üzere belli olduğu gibi, bütün “mümkün varlıklar” dairesi; yüce ceberut aleminden ulvi melekut alemine, oradan da mülk ve tabiat alemine kadar, var olan her şey, batınî ve zahirî bütün faal kuvveler bu makamdan azledilmişlerdir. Zira sonuç için varlığı müm-kün olan ilk yokluk, etken ve fail nedenin yokluğu sebebiyle yokluğu-dur. Mümkün varlıklar silsilesinde hiç bir varlık, sonucun yokluğunu bu cihetten ortadan kaldıramaz. Zira bu zatî imkanın zatî vücuba intikal etmesine ve mümkünün imkan dairesinden çıkmasına sebep olur ve bu imkansız bir şeydir. Dolayısıyla icad hususundaki istiklal, vücud hususundaki istiklali gerektirmektedir. Bu ise mümkün varlıklarda asla gerçekleşmez.

              Bu açıklamadan anlaşıldığı üzere, icad ve vücudî işlerin hiç birinde tefviz, varlıklardan hiç birisi için mümkün değildir. Bu mükellefler ve onların fiilleriyle ilgili bir şey de değildir. Gerçi mütekellimlerin söz-lerinden birtakım ihtisas ve özgünlük anlaşılmaktadır. Ama çeşitli ko-nulardan bu çekişmenin genel bir çekişme olduğu anlaşılmaktadır. Ama mükelleflerin fiili bahsinde önemli bir yer işgal ettiği için, kelam ehli de çekişmeyi orda söz konusu etmişlerdir. Özetle biz mütekellimlerin çekişmesiyle ilgilenmiyoruz ve biz Hakk’ı araştırıyoruz. O halde hiç bir işin hiç bir varlığa tefviz edilmediği anlaşılmış oldu.

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                Cebrin İptalinin Beyanı Hakkında

                Cebriye mezhebinin butlanı da mezheplerine işaret edildikten sonra kendiliğinden anlaşılacaktır. Cebriye mezhebine göre, vücudî araçlar-dan hiç birisi varlıkların icadında etkinliğe sahip değildir; ama insan etkinliğinin olduğu kuruntusuna kapılmaktadır. Örneğin ateş kuvvesi hararette hiç bir etkenliğe sahip değildir. Sadece adetullah cari oldu-ğundan narî (ateşsel) suretin icadından sonra, hararet icad olmaktadır.

                Ateş suretinin onda hiç bir etkinliği yoktur. Eğer adetullah gereği ateş suretinin ardından soğukluk meydana gelseydi, yine de şu andaki du-rumuyla bir farklılık söz konusu olmazdı. Özetle Hakk hiç bir vasıta olmaksızın kendi mukaddes zatıyla mükelleflerin tüm fiillerini ve var-lıkların eserlerini icad etmektedir. Kendi hayallerince Cebriye mez-hebine Allah-u Teala’yı eli bağlı olmaktan tenzih etmek için inanmış-lardır! Bu tenzih sebebiyle “elleri bağlansın, lânet olsun.”

                Kanıt ve irfan ekolünde bu tenzih, noksanlık ve teşbihi gerektir-mektedir ve de akılların tatil edilmesine neden olmaktadır. Önceki bö-lümde açıkladığımız gibi Allah-u Teala mutlak kemal ve salt vücuttur. Allah’ın zat ve sıfatlarında hiç bir noksanlık yoktur. İcad ve ilahî yara-tış sınırlarında olan her şey mutlak vücud ve mutlak mukaddes feyiz-dir. Sınırlı ve eksik bir vücudun mukaddes zat tarafından icad edilmesi mümkün değildir. İcatta hiç bir noksanlık yoktur. Bütün noksanlıklar ve sınırlılıklar “sonuç” ve feyizlenen varlıklardandır. Mütekellimler de buna inanmıştır ve bu konu kendi yerinde de ispat edilmiştir. O hal-de Allah-u Teala’nın mukaddes zatından olan her şey mutlak vücud ve sırf vücuddur. Bu ise ya ariflerin görüşü üzere “feyz-i mukaddes”tir veya filozofların görüşü üzere soyut akıl ve ilk nurdur.

                Başka bir ifadeyle şüphesiz varlıklar vücudu kabullenme hususunda farklılık arz etmektedir. Bazı varlıklar ilk etapta ve bağımsız olarak vücudu kabul etmektedirler. Örneğin cevherler böyledir. Bazı varlıklar ise başka bir şeyin varlığından sonra vücudu kabul etmektedirler. Ör-neğin ilinekler ve vücudu zayıf olan varlıklar da böyledir. Mesela Zeyd’in konuşması mevcud olacaksa bu uyrukluk ve tabi olma vesile-siyle vücuda gelebilir. Hakeza ilinek ve sıfatlar da cevherler ve sıfat sahipleri olmaksızın vücuda gelemez. Bu varlıkların vücudî noksanlı-ğından ve zatî kusurundandır; Allah’ın faaliyeti ve mucidiyetinin nok-sanlığından değil. O halde anlaşıldığı üzere, cebir ve varlıklar silsile-sindeki vücudî vasıtaların nefyi mümkün değildir.

                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Bu husustaki güçlü kanıtlardan biri de şudur ki mahiyet nefsi esa-sınca tesir ve teessürden (etkilemek ve etkilenmekten) uzaktır. Bizzat icat edilmemişlerdir. Ama vücudun hakikati, zatı gereği tesirlerin menşeidir. Vücuttan tesirleri nefyetmek mutlak bir şekilde zatî inkılabı gerektirir. Dolayısıyla esersiz veya olumsuz etkileriyle vücud mer-tebelerinin icadı, mutlak bir şekilde mümkün değildir ve bir şeyin kendi zatından nefyedilmesini gerektirmektedir.

                  Özetle anlaşıldığı üzere tefviz ve cebir, tam kanıt ile aklî kanunlar esasınca batıl ve imkansız bir şeydir. Marifet ehli ile yüce hikmet as-habının görüşünde “iki emir arasındaki emir” (itidal yolu, orta yol) sabit kılınmıştır. Ama bunun manası hususunda alimler arasında büyük ihtilaf çıkmıştır. Bütün görüşler arasında en güçlü, çekişmelerden uzak ve tevhid esaslarıyla da uyumlu olan görüş, kalb ashabı ile ariflerin gö-rüşüdür. Ama bu görüşler, ilahî marifetlerin her birinde sehl’ul mumteni türündendir; dolayısıyla da bunları tartışma ve kanıt yoluyla halletmek mümkün değildir. Tam bir kalbî takva ve ilahî tevfik olmaksızın insan bunu idrakten acizdir. Dolayısıyla bunu ehli olan evli-yaya bırakmak gerekir.

                  Biz tartışma ashabının metoduyla bu vadiye giriyoruz. O metot ise, varlıkların tesirde istiklalini ifade eden tefviz ile etkinliğini nefyeden cebri reddetmemiz, iki menzil arasındaki menzili (etkinliğin varlığını ve istiklalin yokluğunu) ispatlamamız ve icadın konumunun, vücud ve vücudun sıfatları gibi olduğunu dememizdir. Nitekim varlıklar mevcuttur; ama varlıklarında müstakil değillerdir. Onların birtakım sıfatları da vardır ve bu sıfatlar hususunda da ba-ğımsız değillerdir. Onların birtakım fiil ve eserleri de vardır; ama vücud hususunda bağımsız değillerdir. Failler ve varlıklar, faaliyet ve icat hususunda özgür değillerdir.

                  Bilmek gerekir ki bu bilgiler ışığında da anlaşıldığı üzere, hayır ve şerler, hem Allah’a hem de yaratıklarına isnad edilmektedir ve her iki isnad da sahihtir. Dolayısıyla bu hadiste de, “Hayırları ve şerleri ben kullarımın elleriyle icra ettim” diye buyurulmuştur. Ama buna rağmen hayırlar, Allah-u Teala’nın zatına bizzat, kullara ise ilineksel olarak isnad edilmektedir. Kötülükler ise bunun aksinedir. Diğer varlıklara bizzat mensupken, Allah-u Teala’ya ise ilineksel olarak mensuptur. Bu manaya hadis-i kudside şöyle işaret edilmiştir: “Ey Ademoğlu ben iyiliklere senden daha evlayım ve sen kötülüklere benden daha evla-sın.” Buna önceden işaret ettiğimiz için yeniden ele almaktan sakınıyoruz. Başta da sonda da, hamd Allah-u Teala’ya mahsustur.

                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    Kırkıncı Hadis: İhlas Suresi ve Hadid Suresinin İlk Ayetlerinin Tefsiri

                    بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی الشَّيخَ الاَقدَمِ وَ الرُّکنِ الاَعظَم، مُحَمَّد بنِ يَعقوبَ الکُلَينی. رَضی الله عنه، عَن مُحَمَّدِبنِ يَحيی، عَن أَحمَدَبنِ مُحَمَّدٍ، عَن الحُسَينِ بنِ سَعيدٍ، عَنِ النَّضرِبن سُوَيدٍ، عَن عاصِمِ بنِ حُمَيدٍ قال قال: سُئِلِ عَلِیُّ بنُ الحُسَينِ، عَلَيهِما السَّلام، عَن التَّوحُيد. فقال: إِنَّ عَزَّ وَ جَلَّ عَلِمَ أَنَّهُ سَيَکونُ فی آخِرِ الزَّمانِ أَقوامٌ مُتَعَمِّقونَ، فَاَنزَلَ الله تعالی: قل هو الله احَد. وَ الاياتِ مِن سورَةِ الحَديد إلی قولِهِ: وَ هوَ عَليمٌ بِذاتِ الصُّدورِ فَمَن رامَ وَراءَ ذلکَ فَقَد هَلَک.

                    Asım’ın naklettiğine göre Ali b. Hüseyin (a.s), tevhid hakkında so-rulunca şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah-u Teala ahir zamanda derinliğine araştıran bir topluluğun geleceğini biliyordu. Bu yüzden Allah-u Teala İhlas suresi ile Hadid suresinin “O kalplerde olanı bi-lendir” ayetine kadar olan ilk ayetlerini nazil buyurdu. O halde bundan gayrisini taleb eden şüphesiz helak olmuştur.”

                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Şerh

                      Molla Sadra şöyle diyor: Asım b. Humeyd, Hz. Seccad zamanında yaşamamıştır. Dolayısıyla bu hadis merfudur.

                      “Kale” kelimesinin tekrar edilmesi, belki de hadisin kesilmesi se-bebiyledir ve belki de istinsah edenlerin yanlışlığından kaynaklanmıştır veya faili mezkur olduğu halde kalemden düşmüştür ya da faili caiz olduğu esasınca hazfedilmiştir ya da birincisinin faili, Nazr b. Suveyd’e dönen zamirdir. Bu ihtimal oldukça uzaktır.

                      “et-Tevhit” kelimesi “tef’il” babındandır. Bu ya vahdetin ve yalın-lığın nihayetinde karar kılmak anlamında fiilde teksir içindir, ya da “tekfir ve tefsik” gibi mef’ul’un fiilin aslına intisabı anlamındadır. Fa-zilet ehlinden bazılarının görüşüne göre tef’il babı mef’ul’un intisabı anlamında değildir. Bu anlamda tefsik ve tekfir de yanlıştır. Aksine onlar, fısk ve küfre davet anlamındadır. “tekfir” yerine “ikfar” kulla-nılmalıdır. Nitekim Kamus’ta da “kefere” maddesinde “tekfir”, küfre intisab anlamında kullanılmamıştır. Yazara göre her ne kadar Kamus’ta bu anlam yer almamışsa da fazilet ehli kimsenin dediğine göre Cevheri, tekfiri bu manada zikretmediği halde “ikfar”ı bu anlamda kullanmıştır. Ama edebiyat kitaplarında “tef’il” babının bir anlamının da mef’ul’un fiilin aslına intisabı olduğu söylenmiştir. Buna örnek olarak da “tefsik” kelimesini zikretmişlerdir. Özetle tevhit, vahdaniyete intisap etmektir.

                      “Muteemikun” kelimesinin kökü olan “emk” ve “umk” ise, kuyu ve çukurun dini anlamındadır. Bu yüzden matematikçiler, üst alandan başlayıp alt alanda sona eren cismin üçüncü boyutu (derinlik) hakkında kullanmışlardır. Bu itibarla, dakik görüş sahibi kimseye “muteammik” ve derin görüşe de “nezer-i amik” denmektedir. “Gayr-i amik” ise yüzeysel görüş anlamındadır. Adeta ilmi konular için de bir derinlik vardır ve derin düşünen kimse, bu derinliğe inmekte, hakikatleri dibinden çıkarmaktadır. Yüzeysel kimse ise, yüzeyde kalarak derinliğe inmemiş sayılmaktadır.

                      “Rame yerumu” kelimesi ise, halef anlamındadır. Bazen de “kuddam” (ön anlamında mekan zarfı) anlamındadır. Dolayısıyla zıt anlamlar taşımaktadır. Bu hususlarda kullanılması ise birinci anlamı sebebiyledir.

                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        1. Bölüm: Mübarek İhlas Suresinin Tefsirine Kısaca bir İşaret

                        Bil ki mübarek İhlas Suresi ile Hadid Suresi’nin ilk ayetlerini tefsir etmek bizim gibi insanların uhdesinden gelebileceği bir iş değildir ve gerçekte bu işe girmek görevinden çıkmaktır. Allah-u Teala’nın araş-tırmacı alimler ve derin görüşlü kimseler için indirdiği bir şeyin tefsi-rine benim gibilerin girişmesi insaf şeriatına sığacak bir şey değildir. Burhan tefsirinde yer aldığı üzere İmam Bakır (a.s), “samed” kelime-sinin bazı esrarlarını beyan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah’ın bana verdiği, ilmî taşıyacak kimseleri bulsaydım tevhid, İslam, iman, din ve şeriatları samed kelimesinde neşrederdim.”

                        Büyük filozof molla Sadra Hadid suresinin ayetleri hususunda şöyle buyuruyor: “Bil ki, hadiste işaret edilen bu altı ayetten her biri, ilahiyet ve tevhid ilminin büyük bir bölümünü içermektedir. Rububiyet ve samediyet hükümlerinden sağlam bir hususu kapsamaktadır. Eğer ilmini Muhammedi (s.a.a) nübüvvet kandilinden ve hikmetini ismet ve taharet ashabının hadislerinden almış rabbani bir arife zaman mühlet verir ve yardım ederse, şüphesiz, bu ayetlerden her birinin tefsiri için bir cilt, hatta ciltler dolusu kitap yazması gerekir.”

                        Özetle, yazar gibi olan kimseler, bu meydanın eri değildir. Ama akıl sünnetinde, mümkün olmayan bir şeyin, mümkün bir şeyi geçersiz kılmadığından dolayı, büyük alimlerden, marifet ehlinin kitaplardan ve Ehl-i Beyt’in nurlar kandilinden elde ettiklerimizi özet ve işaret şeklinde beyan etmeye çalışacağız. Hidayet şüphesiz Allah’tandır.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          Bismillah’a İşaret Makamında

                          Bilmek gerekir ki marifet ehlinin mesleği esasınca her surenin ba-şında yer alan bismillah, bizzat o sureye aittir. Zira ismullah; zuhuri makam esasınca meşiyetin tamamı, ahadî tecelli esasınca feyz-i akdes makamı, vahidiyet makamı hasebiyle isimlerin ahadî cem makamı ve boylamına iniş ve çıkış zincirlemesinde vücud mertebeleri ve kevn-i cam’i, enlem zincirlemesinde ise aynî hüviyetlerden birisi olan ahadiyet-i cem hasebiyle bütün bir alemdir. Allah kelimesinin manası, isimdeki itibar esasınca farklılık arz etmektedir. Zira o itibarlar, isim-lerin müsemmasıdır. Lafızda “bismillah”ın ait olduğu ve manada ise mazharı bulunduğu Kur’an surelerinden her biri, hatta “bismillah”ın başlangıç noktası olan her fiil hasebiyle “bismillah”ın manası farklılık arz etmektedir ve o “bismillah”, o fiile ait bulunmaktadır. İlahî isimle-rin mazhar ve zuhurların bilen bir arif, tüm fiil, amel, suret ve ilinekle-rin, mübarek ism-i azam ve mutlak meşiyet makamıyla zahir ve oldu-ğunu müşahede eder. Dolayısıyla bu ameli yerine getirirken kalbinde bu manayı anar. Onu tabiat ve mülk mertebesine kadar aktararak “bismillah” der. Yani vücudu açan rahmaniyet makamı sahibinin mut-lak meşiyeti makamıyla, vücudun kemal makamını açan rahimiyet makamıyla veya zuhurla tecelli ve vücudu açma makamı olan rahmaniyet makamının sahibiyle veya batiniyet tecellisi ve vücudun daralma makamı olan rahimiyet makamıyla “yiyorum, içiyorum, yazı-yorum veya şöyle böyle yapıyorum” der.

                          O halde ilallah sâliki ve Allah arifi bir insan, bir bakışta, bütün fiil-leri ve varlıkları, mutlak meşiyetin zuhuru ve ondaki fenası görür. Bu bakışında vahdet sultanı galebe çalar. Bismillah'ı bütün Kur’an surele-rinde ve bütün fiil ve amellerde bir tek manada görür. Fark ve fark’ul fark alemine teveccüh ettiği başka bir bakışta ise her surenin ve yapmak istediği işin başındaki her bismillah için bir mana görür ve diğer gayrisini müşahede eder.

                          Biz şu anda İhlas Suresi’ni tefsir etme makamındayız. Dolayısıyla da bu suredeki bismillah’ı “kul” (de ki) kelimesine ait kabul edebiliriz. Bu surette tecrid ve tevhid galebesi kisvesindeki bismillah'tan maksat, mutlak meşiyet makamıdır. Ama teksir kisveti ve kesretlere teveccüh makamında ise, maksat, meşiyetin ilmi suretleridir. Berzahiyet-i kübra makamı olan iki makam arasındaki cem makamında ise meşiyet; vahdet, kesret, zuhur ve batınlar makamı; rahmaniyet ve rahimiyet ise ikinci manadadır. “Kul huvellahu ahad” (De ki O Allah bir tektir) ayetinde, gaybî ahadiyet ve esmaî uluhiyet arasını cem ettiğinden “ismullah" da üçüncü makam esasınca, yani berzahiyet makamıyla kastedilmiştir. Bu yüzden ahadî gayb makamından; temiz, pak, ahadî, Ahmedi ve Muhammedi kalbe, ismullahın zuhuruyla bu berzahiyet-i kübra alemi hasebiyle “de ki” diye bir hitab gelir ki, o da mutlak meşiyet, rahimiyet içinde rahmaniyet ve daralma halinde açılma zuhurunun sahibinin makamıdır.

                          Ayet-i kerimede geçen “huve” (O) ise hiç bir esmaî veya sıfati, hatta ahadiyet makamında itibar edilen zatî isimlerin tecellisi söz ko-nusu olmaksızın, bizzat mutlak hüviyet makamına işarettir. Bu işaret ise, bu kalbin ve makamın sahibinden başkasından olamaz. Eğer Hakk’ın isnatlarını zahir etmekle görevli olmasaydı, ezelen ve ebeden bu kelime-i şerifeyi diline almazdı. Ama takdir-i ilahî bu işareti Resulullah’ın (s.a.a) izhar etmesine hükmetmiştir.

                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            Mutlak cezbede baki olmadığından ve berzahiyet makamına sahip olduğundan dolayı da “Allah-u Ahad” (Allah bir tektir) diye buyur-du. “Allah”, kapsamlı en büyük isim ve hatemin (son peygamberin) mutlak rabbidir. Vahidiyet zuhuruyla isimlerin kesret berzahı, ahadiyet makamıyla gizli gaybi tecellinin aynısıdır. Böyle bir sâlikin kalbinde ne ahadiyet vahidiyetten üstündür ve ne de vahidiyet ahadiyetten. İtibarda zatî isimler öncelikli olduğu halde, bu ayette “Allah” isminin “ahad” isminden önce zikredilmesi, belki de sâlikin kalbine tecelli makamına işarettir. Zira zatî tecellilerde, evliyanın kalbine, ilk önce Hz. Vahidiyet’te olan sıfatî isimler, daha sonra zatî ve ahadî isimler tecelli eder.

                            İsimler arasında sadece Allah isminin zikredilmesi -oysa süluk ve diğer isimler olan ismullah mahzarları ile tecelli niteliği hasebiyle, sa-likin kalbiyle uyumlu olarak tecelli etmektedir. Daha sonra da sıfatî isimlerde sülukun tamamlanışında, ismullah ile tecelli etmektedir- ya özellikle ilahiyette zahir ve mahzarın birliği babından her isimle tecel-linin Allah ismiyle tecelli olduğuna ya da vahidi sülûkun nihayetine işarettir ki, o gerçekleşmedikçe, sâlik ahadî sülûka başlayamaz.

                            Özetle bu beyan üzere “huve” kelimesi, işaret edilemeyen, ariflerin ulaşamadığı ve her türlü isim, resim, tecelli ve zuhurdan münezzeh olan bir makama işarettir. Ahad ise, gaybî ve batınî isimlerle tecelliye işarettir. Allah ise zahirî isimlerle tecelliye işarettir. Bu üç şeyle, Hz. rububiyetin ilk itibarları toplanmaktadır. En kapsamlısı “samediyet” olan diğer dört isim ise, bazı rivayetler esasınca selbi ve tenzihi isim-lerdendir ki cemali ve sübutî isimlerin tabi oluşuyla itibar edilmektedir. Nitekim hadislerin birinin şerhinde buna işaret edilmiştir.

                            Bütün bu zikredilenler, “bismillah”ın “kul” kelimesine ait olduğu takdirine bağlıdır. Elbette bu “bismillah” bu suredeki her cüzden birine de ait olabilir. O halde surenin tefsiri ve bismillah bunlardan her birine göre farklı mana arz etmektedir. Detayları uzayacağından geçiyoruz.

                            Arif şeyhimiz Şahabadi (ruhum ona feda olsun) şöyle buyuruyordu: “Huve” kelimesi ihlas suresinde bu kelimeden sonra zikredilen diğer altı isim ve kemalin kanıtıdır. Zira mukaddes zat da, “huve” gibi salt vücuda işaret eden “mutlak” olduğundan bütün esmaî kemallerin sahiptir ve bu yüzden de Allah’tır (c.c). Çünkü salt vücut, yalın haki-katiyle bütün esma ve sıfatlara sahiptir. Bu esmaî kesret, mukaddes zatın vahdetine zarar vermez; zira “ahad”dir. Sırf ve salt olan bir şeyin mahiyeti olmadığından da “”samed”dir. Sırf ve salt olan bir şeyin noksanlığı olmadığından, başkasından hasıl olmadığından, tekerrür etmediğinden, “valid” ve “mevlud” da değildir. O’nun bir “eşi” de yoktur.”

                            Bilmek gerekir ki rivayetlerde “samed” kelimesi için birçok manalar zikredilmiştir ki, detayları konumuz dışında kalmaktadır ve ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir. Bu makamda sadece şu espriye işaret ede-lim ki eğer “samed” bazı itibarlar hasebiyle bizzat mahiyete işaret ise, “Allah-u samed” cümlesindeki Allah’ın manası da vahidiyet makamı-nın itibarlarından ve isimlerin cem ahadiyeti makamındandır. Ama bazı rivayetlerde yer aldığı üzere rölatif sıfatlardan birine işaret ise, o zamanda mukaddesle feyizle tecellide, isimlerin cem ahadiyeti maka-mına işarettir ve manası da “Allah yerlerin ve göklerin nurudur” manasıyla örtüşmektedir.

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              2. Bölüm: Hadid Suresinin İlk Altı Ayetinin Kısaca Tefsiri

                              Birinci ayet tüm varlıkların, hatta bitki ve cansız varlıkların bile Allah’ı tesbih ettiğine delalet etmektedir. Bu ayeti sadece akıl sahibi varlıklara tahsis etmek, akıl erbabının aklının hicablarından ve zulme-tindendir. Bu ayet farzen tevil edilse bile, bunun benzeri diğer ayetler te’vil edilmez. Örneğin şu ayet: “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların bir çoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun?”

                              Tesbihin tekvini veya fıtri olduğunu söyleyen teviller de oldukça soğuk ve uzak tevillerdir. Bir çok rivayetler ve ayetler bunu reddet-mektedir. Ayrıca dakik ve güçlü kanıtlar ile irfanî zevkle de çelişmek-tedir. Ne yazık ki Molla Sadra gibi büyük bir filozof bile varlıklardaki tesbihin nutki (düşünsel) tesbih olmadığına ve çakıl taşları gibi bazı cansızların düşünsel konuşmasının, velinin mukaddes nefsinin halleri esasınca ses ve kelimeleri inşa türünden olduğuna inanmaktadır. Do-layısıyla bütün varlıkların düşünsel bir hayata sahip olduğunu söyleyen marifet ehlinin görüşünü, kanıta muhalif saymış, “ta’til” ve “kasr”ın devamını gerektirdiğini ifade etmiştir. Halbuki bu bizzat kendisinin buyurduğu sözlerle çelişmektedir. Hak ve irfanın özü olan bu inanç asla birtakım fesatları gerektirmemektedir. Eğer konu uzamasaydı birtakım önbilgiler ışığında şerh etmeye çalışırdım. Ama konu uzayacağından sadece kısaca bir işaret etmekle yetiniyorum.

                              Önceden de dediğimiz gibi vücudun hakikati şuur, irade, ilim, kud-ret, hayat ve diğer hayati özelliklerin aynısıdır. Eğer bir şeyin mutlak olarak ilmi ve hayatı yoksa vücudu da yoktur. herkim vücudun asale-tini ve müşterek-i manevi oluşunu irfanî bir zevkle idrak edecek olursa, ilmî ve zevkî açıdan bütün varlıkların hayat, ilim, irade, konuşma ve diğer hayati özelliklere sahip olduğunu onaylayacaktır. Eğer manevi riyazetlerle müşahede makamına ermiş ise, o zaman da varlıkları tesbih ve takdisini aynen müşahede eder.

                              Şu anda tabiatın uyuşturuculuğu göz, kulak ve diğer duyu organlarımızı uyuşturduğu için, bizlere vücudun hakikatleri ve ayni hüviyetleri mahcub ve örtülü kılmıştır. Nitekim bizimle Allah-u Teala arasında zulmani ve nurani birçok hicablar olduğu gibi, bizimle diğer varlıklar, hatta nefsimizle kendimiz arasında da bir takım hicablar vardır ki bize onların hayat ve diğer özelliklerini mahcub ve örtülü kılmıştır. Ama hicabların en zoru insanı her şeyden alıkoyan yersiz yere inkar hicabıdır. Bizim gibiler için en iyi şey teslim olmak, ayetleri ve evliyanın rivayetlerini onaylamak, kendi görüşlerimiz ve zayıf aklımla örtüşen tefsirlerden kaçınmaktır.

                              Farzen tesbih ayetlerini tekvini veya bilinçsel fıtri tesbih olarak tevil etsek bile, “Sonunda, karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman’ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin” dedi.” Ayetine ne demeliyiz? Hz. Süleyman’a Saba şehrinden haber getiren kuş olayını nasıl yorumlamalıyız? Muhtelif hususlarda Ehl-i Beyt’ten nakledilen ve asla tevil edilemeyecek türden olan rivayetlere ne yapmalıyız?

                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                Özetle eşyanın ilmî/şuurî tesbihini ve hayatını, yüce felsefenin inkar edilmez ilkelerinden ve şeriat erbabının kesin inançlarından saymak gerekir. Ama her varlığın tesbih niteliği, kendine özgü zikri olduğu, kapsamlı zikrin sahibinin sadece insan olduğu ve diğer varlıkların sadece kendi konumları münasebetiyle bir zikre sahip olduğu gerçeği-nin özetle isimler ilminde ilmî ve irfanî bir ölçüsü vardır. Detayları ise açık keşf ilimlerindendir ve bu ilimler mükemmel velilere özgüdür.

                                Nitekim önceki bölümde de dediğimiz gibi her suredeki bismillah bizzat o sureye aittir. Burada da “sebbehellah” cümlesine aittir. Bun-dan cebir ve tefviz meselesinde hakk ehlinin görüşü istifade edilmek-tedir. Zira her iki isnad da mevcuttur; yani hem fiilî meşiyet makamı olan ismullaha ve hem de gökler ve yerdeki varlıklara isnad edilmiştir. Bu isnad şuhud ve marifet erbabının keşfinin nihayeti sayılan oldukça latif bir şekilde yapılmıştır. Allah’ın meşiyetine isnadın takdimi ise Allah-u Teala’nın kayyumiyetini ve ilahi boyutun insani boyuttan ön-celiğini ifade etmek içindir.

                                Eğer sözün uzamasından korkmasaydım, tesbihin hakikatini, hamdı gerektirdiğini, her tesbih ve hamdın sadece Allah için vaki olduğunu, “ismullah” için “ismullah” ile yapılan hamd ve tesbihin açıklamasını, el-Aziz ve el-Hakim isimlerinin özgünlüğünü, bu iki ismin Allah ile olan oranını, "bismillah"ta yer olan “Allah” ile “sebbehellah” ayetinde yer alan “Allah” arasındaki farkı, gökleri ve yeri, marifet ve felsefe ehlini ekollerinin farklılığı hasebiyle göklerde ve yerde olanları ve irfanî bir zevkle bu ayetteki “huve” kelimesi ile “kul huvellahu ahad” ayetinde yer alan “huve” kelimesi arasındaki farkı açıklamaya çalışırdım. Ama biz bu kitapta özet ve işaret ile yetinmeyi kararlaştırmış bulunmaktayız.

                                İkinci ayet ise Allah’ın yer ve göklerin melekutu üzerindeki mali-kiyetine işaret etmektedir. Bu malikiyet, saltanat ihatası, kudret nüfuzu ve tasarrufu sayesinde ihya, öldürme, zuhur, dönüş, açılma ve daralma meydana gelmektedir. Bu tüm tedbir ve tasarrufların Allah’ın tedbir ve tasarrufundaki izmihlali görüşüdür ve bunun nihayeti ise fiilî tevhittir. Bu yüzden melekutî tasarrufların büyük mazharlarından biri veya açılma ve daralmanın toplamı olan ihya ve imateyi (diriltme ve öldürmeyi) mukaddes zatın malikiyetine isnad etmiştir. Halbuki ihya rahmaniyetin, öldürme ise malikiyetin özelliklerinden olmakla birlikte, her ikisini de malikiyete isnad etmiştir. Elbette bu, her ismin bütün isimleri ahadî ve gaybi bir surette kendinde topladığı gerçeğini ifade eden büyük irfanî bir espri sebebiyle olabilir ki şu anda bunu açıklama imkanımız yoktur. Ayetin baş ve sonu ise feyz-i mukaddesle fiilî tecelli makamında vahdette kesret ve kesrette vahdete işaret olabilir. Nitekim bu ehli nezdinde oldukça açık bir şeydir.

                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X