Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    İkinci Bölüm

    Bu Hakikatin Işığında Yapılması Gereken Bir Öğüt

    Ey sevgili! Biraz olsun bu ağır uykudan uyan, dergah aşıklarının yoluna koyul, bu zulmet, bulanıklık ve şeytanlık aleminden uzak dur, dostlar sokağına ayak bas. Umulur ki dostun sokağına doğru harekete geçersin.

    Ey aziz! Bu Allah’ın mühlet verdiği birkaç günlük hayat, yakında sona erecek ve bizleri istesek de istemesek de bu dünyadan götürecek-lerdir. O halde eğer kendi iradenle gidecek olursan, orada rahatlık, gü-zel bir koku ve ilahi yücelikler bulursun. Eğer zorla götürecek olurlarsa o zaman da can çekişme, kendinden geçme, baskı, zulmet ve bulanıklık bulursun. Bizim bu dünyadaki örneğimiz, yeryüzüne kök salmış olan bir ağacın örneğidir. Ne kadar yeni ekilmiş bir fidan olursa, kökleri daha çabuk çıkarılıp koparılabilir. Örneğin eğer, ağaç acı ve zorluk hissetmiş olsaydı, kökleri ne kadar az ve zayıf olursa, dert ve zorlukları da daha az olur. Yeryüzüne daha yeni kök salmış bir fidanı, az bir güç ve zahmetsiz ve baskısız olarak koparıp almak mümkündür. Ama eğer aradan yıllar geçer ve bu ağaç yeryüzünün derinliklerine kök salar, asıl ve fer’i kökleri yeryüzünün dibine iner ve sağlamlaşırsa artık bu ağacı yerinden çıkarmak, baltayı gerektirir. Köklerini koparmak için baltaya ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla eğer ağaç bu çekip koparılma hususunda bir acı hissedecek olursa, bu iki halet arasında ne kadar büyük bir farklılık mevcuttur!

    Asıl kök makamında olan nefis ve dünya sevgisinin kökleri ve dal-ları henüz tamah, kadın ve çocuk sevgisi, mal ve makam düşkünlüğü ve benzeri sıfatlar nefiste henüz bir fidan halindeyken, eğer insan on-ları koparmak isterse bunun büyük bir zahmeti yoktur. Ne ölüm me-murlarının baskısı ve melaiketullahın baskısını gerektirir, ne ruha bir baskı yapılmasını ve ne de insani ruha eziyet edilmesini gerektirir. Eğer Allah korusun kökleri tabiat ve dünya aleminde kökleşir, yayılır ve genişlerse, artık bunun kökleri ağacın köklerine de benzemez. Aksine tabiat aleminin bütün köşelerine kök salar.

    Ağaç ne kader büyürse, yeryüzünden birkaç metre yükselebilir ve de güçlü kökleri yoktur. Ama dünya sevgisi ve ağacı bütün tabiat ale-minin batın ve zahirine kök salar ve bütün alemi elde eder. Bu yüzden bu ağacı kolaylıkla sökmek mümkün değildir. İnsan bu muhabbet ve sevgi sebebiyle büyük bir tehlike içindedir. Mülkî hayatın artıklarının da baki olduğu, gayb alemini gördüğü zaman bir yere kadar melekut örtüleri kalktığı için insan o alemde kedisine nelerin hazırlandığını gö-rür, insanı orada sevgilisi Hak Teala’dan ve memurlarından ayırır ve alemin karanlıklarına ve düşük tabakalarına sürüklerler. İnsan, Hak Teala’ya ve ilahi emirleri yerine getiren meleklere karşı kin ve düş-manlıkla dünyadan çıkar. Böyle bir şahsın akıbetinin ne olacağı ise bellidir.


    Kafi-i Şerif’te yer alan bir rivayet bu anlama işaret etmektedir. Ha-disin ravisi şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) şunu sordum: “Bir kimse Allah’la görüşmeyi severse, Allah da onunla görüşmeyi sever mi? Ve bir kimse de Allah ile görüşmekten nefret ederse, Allah da onunla gö-rüşmekten nefret eder mi?” İmam (a.s), “evet” diye buyurdu. Ben şöy-le sordum: “Allah’a yemin olsun ki biz ölmekten nefret ediyoruz.” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Bu senin sandığın gibi değildir. Şüphesiz bu hakikatleri görme zamanıdır: “İnsan, sevdiği şeyi görünce hiçbir şey Allah ile görüşmekten daha sevimli olmaz ve Allah da onunla gö-rüşmeyi sever ve bu esnada Allah ile görüşmeyi arzular. Ama o sev-mediği şeyi görürse, o zaman Allah ile görüşmekten daha çok nefret ettiği bir şey olmaz. Allah-u Teala da onunla görüşmekten nefret eder.”

    Bilindiği gibi, bu alemden çıkmadan önce insan, bazı makam ve derecelerini açık bir şekilde görür. O zaman kemal sureti, Allah sevgisi olan bütün saadeti veya batını Hak Teala’ya karşı buğzetme olan kamil şekavetini görerek dünyadan ayrılır. Bir çok rivayetlerde ve büyüklerin mükaşefelerinde bu anlam yer almıştır.”


    İnsan eğer dünya sevgisinin bir çok fesatlara sebep olduğunu ve kötü akıbetle sonuçlandığını muhtemel görüyorsa, bir an bile sakin olmamalı ve bu sevgiyi kalbinden söküp atmalıdır. Elbette insan, ilmi ve ameli riyazetlerle bu hedefe ulaşmayı başarabilir.

    Evet, işin başında ariflerin makamından herhangi birine girmek ve süluk mertebelerinin herhangi birini katetmek zor görünebilir. Şeytan ve nefis de bu konuda elinden gelen yardımı yapıp ve insanın süluka girmesine engel olmaya çalışır. Ama insan süluk yoluna girince yavaş yavaş yol kendisine kolaylaşır, hak ile ahiret yolunda adım attıkça ikinci bir adım için ilahi hidayet nuru yolunu aydınlatır ve seyr-u süluku kendisi için kolaylaştırır.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Üçüncü Bölüm

      Anlayış Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerinden ve Aklın Askerle-rinden Ahmaklık ise Örtülü Fıtratın Gereklerinden ve Cehaletin Askerlerinden Biridir

      Eğer anlayıştan maksat, zekanın şiddeti, hızlı intikal veya gereği hızlı intikal olan batın sefası ise, fıtri oluşu da vücut nimetinin ve vücut kemalinin Allah-u Teala tarafından ihsan edilmesindendir. Allah tarafından olan her şey, temiz saf, bütün ve kemaldir. Bu kendi yerin-de de delillerle ispat edilmiştir. Pislikler, bulanıklıklar ve benzeri şey-ler ise, ilinekseldir. İlginç işlerin karışımından ve fıtratın örtülmesin-dendir.

      Eğer anlayıştan maksat, cemilin cemalini ve ruhani hakikatleri derk etmek için batın sefası ise, bu daha açık bir anlam ifade etmektedir. Zira fıtrat bizzat mutlak kemale yönelmektedir ve kamil varlığın ce-maline aşıktır. Eğer, tabiat örtünmesi olmazsa, insan, mutlak cemal dı-şında hiçbir varlığa, bizzat ve mukaddes zata ait şeylere ise ilineksel olarak teveccüh etmez, kalp gözleri kainatta hiç kimseyi görmez. Ru-hunun batının saf aynasında Hak Teala’dan, isimlerinden, sıfatlarından ve O’nun olması açısından eserlerinden başka hiçbir şey yer etmez ve kalbin esenlik içinde oluşunun anlamı da budur.

      Belki de , “Tanyeri ağarıncaya kadar bir selamettir.” ayeti de bu anlama işaret etmektedir. Zira bu sure-i şerife, nubuvvet ve velayet makamına işaret etmektedir ve Ehl-i Beyt’in suresidir. Nitekim bu ri-vayetlerde de yer almıştır. O halde bu ayet, yaratışsal örtünmeler gecesine girişim başlangıcında, mutlak veli için hasıl olan mutlak esenliğe işaret olabilir ki mutlak veli için mutlak şafak sökünceye kadar, kadir gecesidir ve de kamil velinin örtüleri terk etmek olan “Araları iki yay aralığı kadar belki daha da yakın oldu” makamına dönüşüdür.

      Allah-u Teala’nın “Allah’a selim bir kalp ile gelen dışında…” ayeti hakkında Kafi’de İmam Sadık’tan (a.s) şöyle bir rivayet nakle-dilmiştir: “Selim (esenlik içinde olan) kalp, içinde Allah’tan başka hiç kimsenin olmadığı bir şekilde Allah ile mülakat eden kalptir.”
      Hakeza, İmam Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Kalb-i selim, dünya muhabbetinden salim olan kalp demektir.” Zira dünyanın hakikati Allah’tan gayrisidir. Bu açıdan bu anlam, sadece mutlak velide gerçekleşir.


      Bu ayetin her iki şekilde tefsiri de bir anlamda Kadir suresinin ayet,i şerifesine dönmektedir ve onunla örtüşmektedir.
      Bu zikredilenlerden, cehalet ve İblis’in askerlerinden ve örtülü fıt-ratın gereklerinden biri olan ahmaklığın anlamı da kendiliğinden anla-şılmaktadır. Fıtrat örtüldüğü zaman, ilahi askerlerden olan ruhani hak varlıkları ve Hak Teala’yı idrakten uzak düşer. Dünyaya ve kendisine yönelir, enaniyet ve benlik örtüsünde –hem de kendi hakikati olmayan dünyevi enaniyette- maneviyatın bütün mertebelerinden ve bütün ilahi marifetlerden mahrum kalır. Bu da ahmaklığın en üstün mertebelerin-den biridir ki insan bu duruma düştüğünde kendisinden ve ruhaniye-tinden örtülü olmaktadır. Bundan Allah’a sığınırız.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        On Dördüncü Maksat

        İffet ve de Zıddı Olan Ahlaksızlık Hakkında

        Burada da beş bölüm vardır:

        Birinci Bölüm

        İffetin Anlamı Hakkında

        Daha önce de işaret edildiği gibi insan için akleden (düşünen) kuv-veden sonra üç kuvve vardır: Birincisi şeytani olarak adlandırılan va-hime kuvvesidir, diğeri ise yırtıcı nefis olarak adlandırılan gazap kuv-vesidir, üçüncüsü ise hayvani nefis olarak adlandırılan şehevi kuvvetir.
        Fazilet ve rezaletler türündeki ölçü, bu kuvvelerdir. Her birinde ifrat ve tefrit noktası, rezalettir. Her birinde itidal sınırı ise nefsani fazi-letlerden biridir.


        O halde, “şereh” olarak ifade edilen ifrat cihedindeki hayvani nefis, şehveti kendi başına bırakmak ve hayvani nefsi aşırılık yapsın diye başı boş salmaktır. Böylece nefis her zaman ve her şeyle lezzetini elde etmeye çalışır. Zira, insani kuvvelerden her birinde ilgili olduğu her şube hakkında başı boşluk ve dizginlerini koparma söz konusudur. Bu da şu anlamdadır ki örneğin şehvet kuvvesinin tabiat cevherinde mut-lak şekilde lezzetine erişmek vardır. Bu şeriat ve akıl düzenine aykırı olsa dahi, fark etmez. Bu nefis şehvetini gidermek için haram yiyecek-lerden, içeceklerden ve mahremleri ve anneleriyle zina ile sonuçlansa da haram ilişkide bulunmaktan kaçınmaz. O halde, “şereh” şehvetin ifrat noktasına erişmesi, akli ve şer’i sınırların ötesinde lezzetlerine düşkün olmak ve farz ölçüsünü aşmaktır.

        Hayvani nefsin tefrit ciheti de vardır ki bu da “hemud” olarak ifade edilmektedir. Bu da şehvet kuvvesini itidal ve gerekli ölçüden alı koymak ve şahıs ve türü korumak için kendisine merhamet edilen bu değerli kuvveyi başı boş sanmaktır. Bu kuvve akıl ve şeriat ölçüsü al-tında riyazet elde eder, ifrat ve tefrit çizgisinden çıkar, akli ve şer’i ha-reketlerle harekete geçer, ilahi memurların tasarrufu altına girer ve şeytan ve vehimin hilelerinden kurtulursa, onda bir sükunet ve itminan hali hasıl olur ve onda itidal ve orta halli bir meleke oluşur ki akli, hatta ilahi renge bürünen bu kuvve ise iffet olarak adlandırılmıştır.


        Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere hayasızlığın manası rivayet,i şerifelerde iffetin karşıtı olarak karar kılınan şeydir ve zahiren ifrat ve aşırılık boyutunu ifade etmektedir. Bu tarafın özellikle zikredilmesi ise tür olarak insanların daha çok bu boyuta saplanmasıdır. Zira insanların kendi iradesiyle itidal çizgisinden tefrit ve kusur haddine düşmesi çok enderdir ve ifrat ve tefrit boyutlarını bu ahlaksızlık ölçüsü içinde değerlendirmek biraz zordur. Zira ahlaksızlık, perdeyi yırtmaktır. Dolayısıyla itidal perdesini yırtmak, zıddından ibarettir ve o da iki ta-rafı kapsamaktadır.




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Tamamlama

          Geçen ve gelecek bölümlerden elde edilen sonuç şudur ki iffet, fıtri işlerden, yoğrulmuş fıtratın gereklerinden ve aklın askerlerinden biri-dir. Ahlaksızlık ise örtülü fıtratın gereklerinden, İblis ve cehaletin as-kerlerinden biridir. Zira, kuvvelerde iffet için bir tür mesabesinde olan adalet, fıtridir, zulüm ise fıtrata aykırıdır. Nitekim bu gerçek daha önce de zikredilmiştir.

          Hakeza tam bir itaat, huzu ve kamil kimselere uymak da fıtri işler-dendir. Nitekim bunun karşıtı ise fıtrata aykırıdır. Aynı şekilde iffet, haya ve utanma da bütün insanların içinde yer alan fıtri işlerden biridir. Nitekim perdesini yırtmak, sövmek, hayasızlık da bütün fıtratlara aykırıdır. Bu yüzden bütün beşer ailesinin yapısı, iffet ve hayaya aşk duymayla yoğrulmuştur. Hayasızlıktan ve iffetsizlikten nefret de yoğ-rulmuş fıtrattır.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            İkinci Bölüm

            Şehevi Kuvvenin Etkileri

            Bil ki şehvet kuvvesi, Hak Teala’nın hayvan ve insana kendisini korumak için merhamet buyurduğu değerli kuvvelerden biridir. Bu kuvve, insanı tabiat aleminde korumaktadır. Türünü baki kılmakta ve korumaktadır. İnsan bu kuvveye sahip olmazsa, iç ve dış etkenler se-bebiyle en kısa zamanda yok olur ve de insan asla kaybettiği şeyleri telafi etme çabasına girmezdi. Ebedi saadeti elde etmek, dünya ale-minde baki kalmak ve tabiat aleminde ikame etmek dışında mümkün olmadığı için de insanın ebedi saadeti ve melekuti değerli hayatı bu değerli kuvvenin varlığına bağlıdır.
            Ayrıca bu kuvvenin değerli aile teşkilinde ve erdemli şehir siste-minde ve eksik nefisleri terbiye etmekte de tam bir etkinliği söz konu-sudur. Dolayısıyla insanın kendi saadeti bu kuvveye bağlı olduğu gibi türdeşi olan varlıkların saadeti de bu semavi sofraya bağlıdır.


            Dolayı-sıyla bu kuvve, itidal çizgisinden çıkmadıkça ve akli ve ilahi ölçülerden uzaklaşmadıkça bu şahsi ve türsel saadetin kefili konumundadır. Zira haddini aşınca, ifrat ve tefrit boyutuna yönelince bu mezkur saadeti elde edemediği gibi kendisinin ve türdeşlerinin sefaletine de sebep olur. Zira, insan birkaç günlük ve birkaç saatlik şehvetini tatmin için değerli bir aile sisteminin kopmasına ve ebedi çaresizlik ve sefalete sürüklenmesine neden olabilir. Bu kuvve dizginlerini kopardığı zaman insanın ve ailesinin şerafeti yok olur. Dizginlerinin koparmış bu toplu-luklarda ortaya çıkan facia ve rezaletlerin çoğu bu kuvvenin başı boşluğundan ortaya çıkmaktadır. Şimdi uyanık bir insan biraz düşüne-cek olursa çok kolay bir şekilde Allah-u Teala’nın aile düzenini, şerafet sürekliliğini, dünya ve ahiret saadetini korumak için kendisine merhamet buyurduğu kuvve hususunda iffet perdelerini yırtarak işle-diği cinayetleri düşünebilir. İşte bu, hedefinin aksine kullandığı kuv-vedir. Bundan daha üstün bir cinayet ve ihanet düşünülebilir mi? Nefsi koruması gereken bu kuvve yersiz ve akıl ölçülerine aykırı kullanıldığı taktirde nefsin kesilmesine sebep olmaktadır. Bu cinayetlerden sonra bir nesil baki kalsa da çeşitli hastalıklara ve belalara maruz kalmaktadır.


            Çağdaş doktorlar, tecrübe ve tahlilden sonra bir çok hastalıkları hastanın kendisinin veya babasının veyahut kendisine miras olarak ulaşan ecdadlarının tenasül (cinsel) hastalıklarına isnat etmektedir. Bunlar da bu başı boş bırakılmış kuvvenin binlerce dünyevi fesatla-rından sadece biridir. Eğer tabiat ötesi alemde ortaya çıkan fesatlara bakılacak olursa, bu nefis doktorlarının, ilahi vahiy ile ilgili olanların ve tabiat ötesi ruhani alimlerin deyimiyle, bu dünyevi fesatların o uhrevi fesatlar karşısında hiçbir değer ifade etmediği anlaşılır. Bu konunun açıklığa kavuşması için ayrı bir çalışma yapmak gerekir.




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              Üçüncü Bölüm

              Amellerin Kalpteki Etkisinin Beyanında

              Bilmek gerekir ki, ister iyi, isterse de kötü ve bozuk ameller için olsun bütün amellerin melekut ve gayb aleminde melekuti ve gaybi bir sureti vardır. Kalp erbabı ve ilahi marifetler ashabının sözleri, ilahi kitabın ve semavi nurani kitabın açıklama ve işaretleri ve ilahi vahiy ehli beytinden nakledilen rivayetlerde bu suretler, amellerin cennet ve cehennemini teşkil etmektedir. Melekutun yeryüzü, ilk etapta sade ve boştur, insan oğlunun amelleri orayı bayındır kılmaktadır.

              Kur’an-ı Kerim’de bu gaybi hakikate defalarca işaret edilmiştir. Ni-tekim Al-i İmran suresi, 30. ayette şöyle yer almıştır: “O gün her ne-fis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa onları önünde hazır bulur. Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe bulun-sun ister.”
              Bu ayet-i şerife, açık bir şekilde insanın o gün iyi veya kötü bütün amellerini göreceğini bildirmektedir ve hakeza ayetin sonlarında da insanın kendisiyle kötü amelleri arasında uzak bir ayrılığın olmasını arzuladığını belirtmektedir.


              Mübarek Zilzal suresinde şöyle buyrulmaktadır: “O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Kim, zerre mikdarı hayır işlerse; onu görür ve kim de zerre mikdarı şer işlerse; onu görür” Bu ayetin zahiri hatta açıkça belirttiği, o alemde insanların her ne ise kendi amellerini göreceğidir. Bu konu, yani amel-lerin tecessümü ve gaybi suretleri, marifet ehli nezdinde kesin gerçek-leri ifade etmektedir. Nitekim ameller için melekuti bir suret vardır. Aynı şekilde her amelin insani kalpte yarattığı bir de etkisi vardır ve bu etkiler de rivayetlerde beyaz veya siyah nokta olarak belirtilmiştir. Zira salih bir amel zahiri, manevi, kalıbi (şekilsel) ve kalbi şartlarıyla yerine getirilecek olursa, kalbin batınında bir nuraniyet hasıl olur ve insan için batıni bir sefa ortaya çıkar. Bu da insanı marifetullaha ve tevhite yanaştırır. Sonunda o insanın kalbinde tevhit hakikatleri ve sır-ları yer eder. Oradan da beden mülküne sirayet eder, tabiat yeri nurani olur ve ilahi nur ile aydınlanır. Bu insani saadetin nihayetidir ki bunun detaylarını açıklamak burada mümkün değildir.

              Aynı şekilde kötü ameller de kalpte bir bulanıklık ve zulmet icad eder. Bu zulmet insanı Allah’a yakınlık ve mukaddes makamdan uzak kılar, ilahi marifetlerden mahrum düşürür, batını Siccin ve Haviye (cehennem) olan dünya ve tabiat alemine yaklaştırır. Sonunda kalp ve bütün gaybi işleri dünya ve tabiatta fani olur, böylece de ruhaniyet ve insanlık hükmü ondan kaldırılır.


              Bilmek gerekir ki insan için dört kuvve vardır. Bu kuvvelerden biri, akleden ruhani kuvve, ikincisi yırtıcı gazap kuvvesi, üçüncüsü hayvani şehvet kuvvesi, dördüncüsü ise şeytani vehmedici kuvve. Gaybi suret-lerin ve nefsani melekelerin ortaya çıktığı gün olan ahiret aleminde in-sani suret, sekiz suretin dışında değildir. Zira cismaniyyet makamı ve insanın zahiri sureti, ahiret ve tabiat ötesi alemde nefis makamına ve ruhani suretine tabidir. (ve o alem bu alem gibi değildir ki tabiat, batına muhalif olsun ve beden mülkü, nefis melekutuna isyan etsin. Bu konu en yüce ilimde delillerle ispat edilmiştir. )


              O halde eğer insan bu alemde, dosdoğru insanlık yolunda yürür ve bu üç kuvveyi dengede tutar, onları ruhaniyet ve akla tabi kılar, batın ve zahir seyri ilahi şeriat ölçüsü altında olursa, batını da dosdoğru yü-rüme melekesini elde eder, ruh ve batın sureti insani dosdoğru suret haline gelir, böylece zahir ve cismani sureti o alemde doğru ve insani güzel surette olur.


              Eğer nefsin ruhani makamı ve akli alemi, diğer üç kuvveden birine tabi olursa, böylece bu üç kuvveden biri, ona galebe çalar, diğer üç kuvveleri etkisi altına alır ve insani memleketin zahir ve batınına hükmederse, melekuti batın sureti de ona tabi olur. Böylece melekuti gaybi suret, eğer gazap kuvvesinin galebesiyle sonuçlanırsa, yırtıcı hayvanlardan biri haline dönüşür, eğer şehvet kuvvesi galebe çalırsa hayvanlardan biri haline gelir ve memleket, şehevi bir memleket haline bürünür ve eğer şeytani vahime kuvvesi galebe çalacak olursa, şey-tanlardan bir şeytan haline dönüşür. Memleket, şeytanların tasarrufu altına girer, bunlar melekuti yalın suretlerdir.


              Bazen de bu kuvvelerden iki kuvve, memlekete egemen olur ve in-san gazabın doruğunda olduğu bir halde, şehvetin doruğunda da bulu-nur veya şeytanlığın nihayetinde, şehveti en üst düzeyde bulunur, veya gazap noktasının da zirvesine tırmanır. Böylece bu iki kuvvenin bir-leşmesiyle melekuti çift suret hasıl olur ki ne salt yırtıcı, ne de salt hayvan ve ne de salt şeytan suretidir. Bu iki kuvvenin birleşmesinden üçüncü bir suret hasıl olur, bazen de her üç kuvve insanda doruğa tır-manır. Böylece batın her üçüne tabi olur ve her üçünün birleşmesinden ortaya çıkan bir suret hasıl olur.

              İnsanın o alemde bir anda, birden fazla surete sahip olması da mümkündür, veya bir sureti olduğu halde bazen yırtıcı, bazen hayvan, bazen de şeytan olabilir. O halde açıklandığı gibi insani suret, bu sekiz suretten biridir. Diğer suretler ise insan sureti değildir. Nitekim iki nokta arasındaki düz çizgi de birden fazla değildir. Nitekim Kur’an’daki ayet-i şerife de buna işaret etmiştir. Örneğin mübarek En’am suresi, 153. ayette şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur.”


              Nakledildiği üzere Resulullah (s.a.a) düz bir çizgi çizmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bu yol rüşt ve hidayet yoludur.” Daha sonra o çizginin sağından ve solundan birkaç çizgi çizip şöyle buyurdular: “Bunlar da, çeşitli yollardır ki her bir yolun başında bir şeytan oturmuş ve insanı bu yola davet etmektedir.” Peygamber daha sonra da zikredilen ayet-i şerifeyi kıraat buyurmuştur.”



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                Dördüncü Bölüm

                Nefsi İslah Etmek İçin Bir Öğüt

                Ey aziz! Eğer ehli nezdinde delillerle ispat edilen ve marifet ashabı nezdinde müşahade ve mükaşefe nuruyla görülmüş olan , aynı zamanda ilahi kitabın işaretleri hatta açıklamaları ve vahiy Ehl-i Beytinden nakledilen rivayetler ile uyumlu olan bu hususlara ihtimal bile verilecek olursa insan nefsini ıslah etmeden bir an olsun durmamalıdır.

                En büyük musibet de budur ki bütün semavi kitapların nurlu ayetle-ri, ismet ehli beytinden nakledilen hadisler, yüce peygamberlerin ve velilerin sözleri, hikmet ve felsefe ashabının delilleri, riyazet ve şuhut erbabının müşhadeleri, bizim katı kalplerimizde bir ihtimal bile icat etmemiştir. Bizim amellerimiz, Allah korusun, bütün her şeyi kesin yan anlayan şahısların ameline benzemektedir.

                Ey aziz! Eğer, onun yaşındaki bir çocuk bile bizlere evimizin yan-dığını veya çocuğumuzun suya düştüğünü ve şu anda boğulmak üzere olduğunu haber verecek olursa, ne kadar önemli bir işimiz de olsa, o işten el çekmekteyiz ve bu korkunç haberin peşice koşmaktayız. Yoksa nefis güvenliği içinde oturup bu haberlere itina göstermez miyiz? O halde ne olmuş da bunca ayetler, rivayetler, deliller ve açık gerçekler, on yaşındaki bir çocuğun verdiği haber kadar bizi etkilememiştir? Eğer etkilemiş olsaydı, bizim rahatlığımızı alması gerekirdi. Acaba bu batın ve kalp körlüğünü nasıl tedavi etmeliyiz? Bu kalbi hastalığın ilaç ve doktora ihtiyacı var mıdır? Bu örtünme ve zulmetin tedavi yolu söz konusu mudur? Acaba peygamberlerin ve semavi kitapların verdiği haberleri, büluğa ermemiş bir çocuğun haber kadar dahi saymayan kimse mümin olabilir mi veya kendisine iman sahibi olduğu isnat edi-lebilir mi?


                Eğer bu zikredilen şeyleri kendi haline müracaat ederek derk ettiy-sen, bil ki şehvet ve gazap dumanı, batın gözlerimizi köreltmiş, idrak yollarımızı kapatmış, şeytan ve nefis tasarrufu, bizleri, Hak Teala’yı ve ilahi ayetlerini işitmekten sağır kılmıştır. Bizler, gözü kapalı, kulakları sağır bir şekilde hakikati derk edemeyiz. Nitekim Allah-u Teala, mübarek A’raf suresi, 179. ayette bizlerden bazısının halini beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmez-ler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvan-lar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.”

                Cehennemlik olmanın alameti de şudur ki, Allah-u Teala kalpleri, ayeti kerimeleri düşünmek, tekvin ve tedvin (yaratış ve teşri) sayfala-rını incelemek üzere yaratmıştır. Göz ve kulakları, basiret ve ilahi ha-kikatleri işitmek için merhamet buyurmuştur. Ama bütün bunlar, iste-nildiği yerde kullanılmamaktadır. Hayvanlık ufkundan öteye geçe-memekte ve en azından akli tedbirler makamı olan insanlık makamına ulaşamamaktadır. Böyle bir insan, hakikatte her ne kadar dünyevi suret olarak insan olsa da hayvandır, hatta diğer hayvanlardan daha sapıktır. Bu da değişik şekillerdedir ve onlardanbiri de şudur:

                İnsan eğer doğru yoldan sapacak olursa, her hususta , hayvanlık, yırtıcılık ve şeytanlık hususların her birinde diğer hayvanlar, yırtıcılar ve şeytanlardan öne geçer. Zira insanın kuvvelerinin mutlak bir ma-kamı vardır, diğer varlıklar ise sınırlıdır. İnsanın şehvet hayvanlığının sonu yoktur. Gazap ateşi, alemi yakmaktadır, şeytanlığı ve hilekarlığı alemi sefalete ve çaresizliği sürüklemektedir.

                Ey aziz! Bu ilahi ayetler ve rabbani öğretiler biz zavallıları uykudan uyandırmak ve gafil sarhoşları kendine getirmek içindir. Bütün peygamberlerin marifetlerinin özeti, bütün velilerin rüşd ve seyrinin hülasası, bütün nefsani ayıp ve hastalıkların tedavisi ve insani ilahi yo-lun hidayet nuru olan Kur’an’daki kıssalar, salt hikaye ve alemlerin ta-rihi olarak yer almamıştır. Nüzul ve tenzildeki bütün teşrifatıyla bu kıssalardan maksat, sadece bilgi edinmek ve tarihi öğrenmek için geçmişlerin tarihini beyan etmek değildir.

                Allah’ın hedeflerini Mes’udi , Taberi ve benzeri kimselerin hedeflerinden ayırt et. Tarih, edebiyat, fesahat ve belagat açısından Kur’an-ı Kerim’e bakma. Zira bu da oldukça kalın bir örtüdür.

                Kur’an, manevi rüşd ve ilahi öğretiler kitabı olup dünya ehlinin he-defleriyle ilgili değildir. Bütün dünyevi hedefler, hayvani hedeflerdir ve insan sonuçta dünyaya ulaşacağı her hedefini takip ederken, hay-vanlık ufkundan çıkmamış sayılır. Hatta şehvet ve lezzetler hedefi içinde oldukça –dünyevi olsun veya uhrevi- hayvanlık ufkundadır. Bazı aşamalar açısından şu ayetin kapsamına girmektedir: “Onlar hayvanlar gibidir”


                Peygamberlerin çektikleri zahmetlerden, evliyaların dertlerinden, bütün ilahi ayetlerden, semavi sayfalardan ve bütün hadislerden sade-ce karnını ve tenasül organını tatmin etmekten başka bir şey elde edemeyen ve bütün ilahi peygamberlerin hedeflerini, mide ve tenasül organının lezzetine sınırlayan ve de bütün ibadetlerini tahsil ettiği ilim ve marifetleri bu lezzetlere ulaşma bir vesilesi kılan insan, aslında insan olduğunu sanan hayvandır. İnsanoğlu isimleri öğrenen bir öğrenci olmalıdır. Hak Teala Adem’in üstünlüğünün isimleri öğrenmesi olarak beyan etmiş ve Adem’i ilim ve marifetler sebebiyle diğer varlıklara üstün kılmıştır. Aksi taktirde mide ve tenasül organının ihtiyaçlarını gidermek, hayvani hedeflere sahip olmak ve hayvani özellikleri taşı-mak hiçbir fazilete sebep değildir.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  Beşinci Bölüm

                  İffetin Fazileti Hakkında Bazı Rivayetler

                  Muhammed b. Yakub, kendi senediyle Ebi Cafer’den (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Hiçbir ibadet, mide ve tenasül organının iffetinden daha üstün değildir.”

                  Bu konuda bir çok rivayetler vardır.
                  Muhammed b. Ali b. Hüseyin kendi senediyle Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiye’ye yaptığı vasiyetinde şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Herkim nefsin isteklerine icabet etmezse, kemaline eri-şir.”


                  İnsanlığın zirvesine erişmek, nefsi şehvetlerden ve lezzetlerden alı-koymaya bağlıdır. Şeyvetlerine uyan bir kimse, rüşd ve hidayetten geri kalır, gözleri hak yolu görmek hususunda körelir.

                  Vesail’de yer aldığına göre ise Eba Abdillah (a.s) şöyle buyurmuş-tur: “Şüphesiz Cafer’in şiası, mide ve tenasül organı iffetli olan, çok çaba gösteren, Allah ve yaratıcısı için amel eden, Allah’ın sevabına ümit bağlayan ve Allah’ın cezasından korkanlardır. Onları gördüğün zaman bil ki onlar Ca’fer’in şiasıdır.”

                  İffeti olmayan kimseler, İmam Sadık’ın (a.s) şiası değildir. Her ne kadar kendisini şia olarak adlandırsa da öyle değildir. Hayvani nefse uyan ve hayvani hareketle hareket eden bir kimse, hayvani nefis ile birlikte hareket etmektedir. Aklani, uyum sahasının dışındadır. Dola-yısıyla da ilahi uyum içinde olmakla nitelendirilemez. İmam Sadık’ın (a.s) şiası, ilahi renge bürünen kimselerdir. “Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir” Onlar şehvet, gazap ve şeytanlık paslarından temizlenmişlerdir. Hatta onlar kalbin ayağını akıl bağından bile kurtarmışlardır.
                  Evet, “Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi. Çünkü tertemiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti.”


                  Rivayet-i şerifede tefsir edildiği üzere İbrahim (a.s) da, Müminlerin Emiri’nin (a.s) şiasından idi. Zira o salim bir kalp ile rabbinin huzu-runa vardı ve salim kalp ise, Allah’tan gayrisinden güvende olan ve sadece Hakka bağlanan kalptir. Burhan tefsirinde, İmam’dan (a.s) nakledilen uzun bir hadiste şöyle yer almıştır: “Bir şahıs Ali b. Hüse-yin’e (a.s) şöyle dedi: “Ey Allah Resulü’nün oğlu! Ben de sizin halis şialarınızdanım.” İmam ona şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın kulu! Şüphe-siz sen İbrahim Halil gibisin! Zira Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: ““Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi. Çünkü ter-temiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti.” Eğer senin kalbin de onun kal-bin ise şüphesiz sen bizim şialarımızdansın.”



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    On Beşinci Maksat

                    Zühd ve Zıddı olan Rağbet Hakkında

                    Burada da altı bölüm vardır:

                    Birinci Bölüm

                    Züht ve Rağbetin Anlamı

                    Lügat itibariyle züht bir şeyi terk etmek, ondan yüz çevirmek ve o şeye rağbet göstermemektir. Küçümsemek anlamına da gelmiş-tir.”Zühden ve zehadeten fi’ş-Şey’ ve enhu” cümlesi, “ondan yüz çe-virdi, onu terk etti” anlamındadır. Özetle züht ve zehade bir şeyi kü-çümseyerek ondan yüz çevirmektir.

                    Yazarın inancına göre ise terimsel olarak züht, eğer ahirete ulaşmak için dünyayı terk etmek ise, organik amellerden biri sayılmaktadır. Ama eğer terk etmek ile birlikte olan dünyaya rağbetsizlik anlamında olursa cevanihi (kalbi) amellerden sayılmaktadır. İhtimalen bu terk rağbetsizlikten kaynaklanmaktadır veya bu rağbetsizlik ise mutlaktır. Dolayısıyla burada dört ihtimal söz konusudur. Birinci ihtimale göre züht, mutlak anlamda dünyaya rağbet göstermemektir. Amelen yüz çevirmek olsun veya olmasın, dünyaya meyletmemektir.


                    İkinci anlamı ise rağbet olsun veya olmasın ameli açıdan dünyayı terk etmektir. Üçüncü ihtimale göre bu isteksizlik terk etmekle birlik-tedir.
                    Dördüncü ihtimale göre bu terk etmek rağbetsizlik sebebiyledir.


                    Üçüncü ihtimal, bu dört ihtimal arasında en güçlü olanıdır. Ondan sonra da dördüncü ihtimal daha güçlü durumdadır. Daha sonra da bi-rinci ihtimal güçlüdür. Ama ikinci ihtimal uzak bir ihtimaldir. Zira lü-gat ehlinin de açık ifadelerine göre züht, rağbete aykırıdır.

                    Nitekim rivayetlerde de bu anlamı ifade ettiği belirtilmiştir. Şüphe-siz bir şeye rağbet etmek, nefsani istekten ibarettir; dış amelden değil. Gerçi rağbet de amel ile birliktelik gerektirmez, lakin tür olarak rağ-betten amel ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan söylenebilir ki züht de her ne kadar gerekli kılmasa da tür olarak terk etmek ve yüz çevirmekle birlikte olan rağbetsizlik ve isteksizlikten ibarettir ve bu da zühtün an-lamı hakkında beşinci ihtimaldir.
                    Özetle zühdün anlamında rağbetsizlik ve isteksizlik vardır ve bu da nefsani sıfatlardan biridir.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      İkinci Bölüm

                      Zühdün Mertebeleri Hakkında

                      Bilmek gereki ki züht de diğer nefsani sıfatlar ve insani makamlar gibi sayısız makamlara ve derecelere sahiptir. Detay olarak bunları saymak mümkün değildir. Ama genel anlamda bu kitaba uygun olduğu şekilde bazı mertebelere işaret etmeye çalışacağız. Birinci derecesi, halkın genelinin zühtüdür. Bu genel züht, ahiret nimetlerine erişmek için dünyadan yüz çevirmek içindir ve bu derece hakikatte, ahiretin bazı mertebelerine iman üzere ortaya çıkmış olan bir kazançtır. Bu makamın sahibi, şehvetinin esaretinin altındadır. Ama akıl hükmünce yok olucu küçük şehvetleri baki olan lezzetlere ulaşmak için terk et-mektir. Dolayısıyla bu şehveti terk etmek, yine şehvet içindir.

                      Ahiret aleminin azabından kurtulmak için dünyadan yüz çevirmek de bu dereceden sayılmaktadır. Gerçi korku üzere dünyayı terk etmeye züht denilmesi hususunda bir müsamaha edilmiştir. Nitekim Uyun-i Ahbar’ir-Rıza’da yer aldığına göre de İmam Sadık’a (a.s) dünyada zahit olan kimse hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: “Zahit, hesa-bından korktuğu için bir helali ve azabından korktuğu için haramı terk eden kimsedir.”
                      Ama bu din büyüklerinin ve nefis terbiye edicilerinin farklı idrakler hasebiyle farklı beyanları olmuştur. Yani herkese makam ve mertebesi ile uyumlu olarak insani makamlarından birini beyan etmişlerdir. Nef-sin makamlarını bilen ve ehlullahın kelime üslubunu tanıyan bir kimse onların maksadını anlamak için şu önemli hususu göz önünde bulun-durmalıdır ki bu bablarda velilerin ve peygamberlerin (a.s) farklı sözleri bir anlam altında yorumlanabilsin.


                      Zühdün ikinci derecesi ise özel kimselerin zühdüdür. Bu züht de aklani makamlara ve insani derecelere ulaşmak için şehvani ve hayvani lezzetleri terk etmekten ibarettir. Bu derece ise, ahiret alemindeki bazı yüce mertebelere yönelik ilim ve iman taşımaktan kaynaklanmaktadır. Bu ilim ve iman sayesinde hayvani ve cismani lezzetler, insanın gözünde küçülmektedir. Bu da nefsin onlardan yüz çevirmesinin se-bebi olur.

                      Ruhani akli lezzetler, ve soyut gönderilmiş idrakler, sürekli olarak filozofların ve büyük ilim erbabının göz önünde bulundurduğu bir hu-sus olmuştur. Büyük filozof Muallim-i Evvel Aristo, bu konuya çok önem vermiştir. Ama bu derece de marifet ve yakin ashabı, hakikat ve irfan erbabı nezdinde kusurlu bir derecedir. Çünkü bu yüz çevirmek de lezzet içindir. Her ne kadar ruhani lezzet olsa da işin içinde nefsani bir adım vardır. Dolayısıyla bu hakiki bir züht değildir. Aksine şehvet ve lezzetler için, şehvet ve lezzetleri terk etmektir.

                      Zühdün üçüncü derecesi ise Ehes’ul-Havas’ın (özellerin özelinin) zühtüdür. Bu da ilahi cemilin cemalini müşahade etmek ve rabbani marifetlerin hakikatlerine erişmek için aklani ve ruhani lezzetleri terk etmektir. Bu sevenlerin ve velilerin ilk makamıdır. Zühdün yüce mer-tebelerinden biridir. O halde hakiki züht, bu makam sahibine ilk mer-tebede hasıl olmaktadır ve hakiki züht, Allah’tan gayrisini, Allah için terk etmektir.

                      Bu makamdan sonra, salik için fena mertebelerinin ilki hasıl olur ve bu da lezzetlerden fani olmak ve lezzetlere iltifat etmemektir. Bundan sonra da evliyaların diğer makamları vardır ki, burada zikredebilmek mümkün değildir. Biz bu makamda derecelerin en önemlilerinden olan bu üç makamı zikretmekle yetiniyoruz.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        Üçüncü Bölüm

                        Ruhaniyet Kemali ve İnsanlık Süluku Makamına Oranla Züh-dün Konumu Beyanında


                        Önceki bölümlerde bütün ilahi hak davetlerin ve rabbani kamil şe-riatların –ister tevhit, tefrid ve tecrid hakikat ve sırlarını keşfetmekte ve ister ahlaki güzellik ve faziletleri yaymada ve isterse de ilahi hü-kümleri yasamada olsun- birisi, bizzat ve bağımsız, diğeri ise ilineksel ve bağımlı olan iki hedefin dışında olmadığını beyan ettik.

                        Zati hedef peygamberlerin davet ve bi’setinin nihayeti, kamil veli-lerin mükaşefe ve mücadeleleri olan şey, şudur ki tabii/doğal, eti ke-miği olan hayvani beşerin ruhani, rabbani, ilahi ve lahuti bir insan ol-masıdır. Kesret ufkunun vahdet ufkuna erişmesi ilk ve sonun birbirine bağlanmasıdır ve bu marifet hakikatinin kemalidir. Hadis-i kutside de buna şöyle işaret etmiştir: “Ben gizli bir hazineydim, tanınmayı iste-dim, böylece tanınmak için varlık alemini yarattım.” Bir hadis-i şerif-te ise şöyle yer almıştır: “Dinin başı marifettir.”


                        Bütün kalbi, kalıbi ameller ve ruhi ve bedensel fiiller, bu kutsal he-defin gerçekleşmesi içindir ve ilahi marifetleri nihai derecede yayma hedefine matuftur. Bu zati ve istiklali hedef ise sadece iki şey ile haya-ta geçirilebilir. Birincisi Allah-u Teala’ya doğru yönelmek, diğeri ise Allah-u Teala’dan gayrisinden yüz çevirmek ve masivadan O’nun dı-şındaki her şeyden uzak durmaktır. Bu açıdan bütün ilahi davetler, ya Hak Teala’ya yönelmeye davettir veya Allah’tan gayrisinden yüz çe-virmeye davettir. Butün kalbi, kalıbi, zahiri ve batıni ameller ya Allah’a yönelmek, veya Allah’a yönelmeye yardımda bulunmak, veya Allah’tan gayrisinden yüz çevirmek veya buna yardımda bulunmak içindir. Belki şerhiyle meşgul olduğumuz bu hadiste veya “akla yönel dedik, yöneldi ve geri dön dedik, geri döndü” diye diğer hadislerde ilahi emrin yönelme veya yüz çevirmeye özgü kılınması da bütün emir ve yasakların bu iki hususa döndüğüne bir işaret olabilir.

                        Bu konu anlaşıldığına göre züht, dünyadan ve hakiki züht olan Al-lah’tan gayrisinden yüz çevirme makamının insani süluk hususundaki konumu anlaşılmış olmaktadır. Dolayısıyla böylece anlaşıldığı üzere Hak Teala’dan gayrisinden yüz çevirmek, cemilin cemaline ulaşmak, marifetler ve tevhit deryasına boğulmak için bir ön hazırlıktır. Züht bizzat insani kemallerden ve bağımsız bir şekilde teveccüh edilen ru-hani makamlardan biri değildir. Nitekim Hadis-i şeriflerde de bu an-lama bir şekilde işaret edilmiştir.

                        Vesail’de Kafi’den naklen İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, din için en çok yardım eden ahlak dünya hakkında züht içinde yaşamaktır.”

                        Hakeza Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünya hakkında züht sahibi olmadıkça, imanın tatlılığına ermeniz, kalplerinize haram kılınmıştır.”
                        Hakeza Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “İçinde şek ve şirk olan her kalp, helak olmuş kalptir. Dünyada züht içinde yaşamaktan maksat, insanların kalplerinin ahiret için arındırılmasıdır.” Zahiren bu hadisin başında şu ifade yer almıştır: “Kalb-i selim, içinde Allah’tan gayri hiçbir şeyin olmadığı halde Allah’ı mülakat eden kalptir.” Ondan sonra da yukarıdaki ifade kullanılmıştır. Hadisin baş tarafı göz önünde bulundurulduğu durumda burada ahiretten maksadın Allah’ın kapısına erişmek ve cemilin cemalini görmek, olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla hakiki züht, kalbin şek ve şirkten arındırılması ve Allah’tan gayri her şeyden soyutlanmasıdır. Hakeza Eba Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mümin dünyadan uzaklaşınca Allah sevgisinin tatlılı-ğına erer ve Allah’tan gayrisiyle asla meşgul olmaz.”


                        Misbah’uş-Şeria’da ise İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Züht, ahiret kapısının anahtarı ve ateşten kuruluştur. Züht, senin her şeyi terk edip, kaybettiklerine üzülmeden ve terk ederken kendini beğenmeden Allah-u Teala ile meşgul olmandır.”


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          Dördüncü Bölüm

                          Dünyaya Rağbet Etmenin Hak’tan Örtülü Olmaya Sebep Ol-duğunun Beyanında

                          Bil ki dünyaya rağbet etmek, insanın haktan örtülmesine ve Allah’a doğru süluk etmekten geriye kalmasına neden olmaktadır. Dünyadan maksat ise insanı Hak Teala’dan kendisini alı koyan şeydir. Bu anlam mülk aleminde daha çok gerçekleştiği için bu isim daha çok onun hakkında kullanılmaktadır. Nitekim Misbah’uş-Şeria’da yer alan bir hadis zühdün insanı Hak Teala’dan kendisiyle meşgul eden ve gafil kılan her şeyi terk etmek olduğunu beyan etmektedir. Marifet ehli kimseler, zulmani ve nurani hicapları –ki hadis-i şerifte Allah-u Teala için yetmiş bin nurdan ve yetmiş bin de zulmetten hicap olduğu beyan edilmiştir. - eşyanın varlığı, alemler ve onların varlığı olarak tefsir edilmiştir. Zira bunlardan biriyle meşgul olmak, insanı cemilin ce-maline ulaşmaktan alıkoyar ve örtülü kılar. Bazen, bu sayısız hicaplar tümel olarak yedi hicap olarak ifade edilmiştir. Nitekim Hadis-i şerifte şöyle yer almıştır. Secde hususunda nakledildiği üzere, Hüseyin b. Ali’nin (a.s) mezar toprağına secde etmek, yedi hicabı yırtmaktadır.” Bu yedi hicap, bahsedilen hicapların üstünde yer alan hicaplar da ola-bilir. Nitekim İlel’uş-Şerayi’de yer alan bir hadis de bunu ifade etmek-tedir.

                          İlel’uş-Şerayi’ kitabında yer aldığına göre Hişam b. Hakem şöyle demiştir: “Ebi’l-Hasan Musa’ya (a.s) şöyle sordum: “Neden namazın başlangıcında yedi tekbir, en üstün tekbirler olarak kabul edilmiştir?” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Hişam! Şüphesiz ki gökler yedi kat ve yerler de yedi kat olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla hicaplar da yedi ta-nedir. Peygamber miraca götürüldüğünde ve rabbine yaklaştığında, “Araları iki yay aralığı kadar belki daha da yakın oldu” Peygamber için Hak Teala’nın hicaplarından bir hicap kalkmış oldu. Bunun üzerine Resulullah, tekbir getirdi ve namazın başlangıcında söylenilen kelimeleri dile getirdi. İkinci hicap kalktığı zaman da yeniden tekbir getirdi. Böylece yedi örtü kalkıncaya kadar bu şekilde devam etti ve yedinci tekbiri getirdi. İşte bu yüzden namazın başlangıcında yedi tek-bir söylenmektedir.”

                          Velhasıl her varlığın vücudu veya alem bir hicaptır. Onun tecessü-mü de ayrı bir hicaptır. Bu hicap insanı sevgilinin cemalinden mahrum kılmaktadır. Haktan gayrisine bağlanmak, Allah’a doğru süluk yulunun dikeni konumundadır. Dolayısıyla Allah’a doğru süluk eden, Allah ile görüşmeye erişen ve ilahi marifetler miracına yükselen bir kimse, bu yol dikenini şer’i riyazetler ile ortadan kaldırmalıdır.

                          İnsan haktan gayrisine bağlandıkça, mide ve tenasül şehvetlerine yöneldikçe asla ruhani kemallere yükselemez ve cemilin cemaliyle mülakata erişemez. Dolayısıyla bütün hicaplar, bir anlamda kendisine dönmektedir.


                          “Sen kendin bir hicapsız hafız, kendini ortadan kaldır”
                          “Benimle senin aranda, benim varlığım benimle çatışmadadır
                          O halde lütfunle benim varlığımı ortadan kaldır.”
                          Bu özet bilginin detaylarına girmek burada uygun değildir.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Beşinci Bölüm

                            Züht Fıtriyattan vede Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerindendir, Rağbet ise Örtülü Fıtratın Gereklerindendir.

                            O halde anlaşıldığı üzere insan, bütün beşer ailesinin üzerinde ya-ratıldığı ilahi fıtrat hasebiyle, asli ve fer’i olmak üzere iki fıtrata sahip-tir ve belki de bütün fıtratlar bu ikisine dönmektedir.

                            İlk fıtrat, mutlak kemala aşk fıtratıdır ki, bu fıtrat asli ve bağımsız bir fıtrattır. İkincisi ise noksanlıktan nefret etme fıratıdır ki o da fer’i bir fıtrattır.
                            Azameti yüce olan Allah, insanı kendisi için yaratmıştır. Nitekim kutsi bir hadiste şöyle yer almıştır: “Ey ademoğlu! Ben her şeyi senin için yarattım ve seni ise kendim için yarattım.” Kur’an-ı Kerim ve hadislerde de bu anlama çok işaret edilmiştir. Bu açıdan Allah-u Teala insanı yaratırken bu iki fıtrat üzere yaratmıştır ki birisi ile Al-lah’tan gayrisinden kopmakta, diğeriyle ise cemilin cemaline erişmek-tedir. İnsanda var olan bütün fıtratlar bu iki fıtrata dönmektedir ve onun şubelerinden biridir. İlahi temiz şeriatın hükümler sistemi, mutlak olarak bu fıtrat üzere yönlenmiştir.


                            Dolayısıyla noksanlıktan nefret etmek ve Hak Teala’nın gayrisinden yüz çevirmekten ibaret olan züht, yoğrulmuş fıtrata dönmektedir ve fıtratullahın fer’i hükümlerinden biridir. Nitekim her ne olursa olsun Hak’tan gayrisine rağbet etmek de fıtratın örtülmesi vasıtasıyladır. Zira fıtrat, örneğin tabiat örtüleriyle örtüldükten sonra, kendi sevgilisini yanlışlıkla tabiatın şubelerinden bir şubesinde zannedince, muhabbet bağlarıyla ona bağlanınca ve kalben onu sevince cemilin cemalinden geri kalır ve likaullahtan mahrum ve örtülü düşer.


                            O halde hakiki züht, aklın ve rahmanın en büyük askerlerinden bi-ridir ki insan onun vasıtasıyla temiz ve kutsal alemlere yükselir, tü-müyle alemden uzaklaşır ve kendisi için Allah’tan gayrisinden kopma haleti mutlak olarak hasıl olur. Nitekim dünyaya ve süslerine rağbet etmek ve dünyanın süslerine sevgi ile bağlanmak da İblis ve Cehaletin en büyük askerlerinden biridir ve de nefsin en ince tuzaklarından biri konumundadır ki onun vasıtasıyla da insan bela tuzağına düşmekte, hidayet ve rüşt yolundan mahrum kalıp sapmakta ve de insanlığın ne-ticesine ulaşmaktan ve velayet ağacının meyvelerinden mahrum ve ör-tülü kalmaktadır.


                            İnsan bu konuyu derk edince, insaf ve basiret gözüyle ilk ve son iş-lerini gözden geçirince, kendisi için kesin ve gerekli bir şey görür ki edebildiğince yol dikeni olan muhabbet, dünyaya ve mala rağbeti süluk yolunun üzerinden kaldırmaya çalışır, her hatanın başı olan helak edici hatayı ve her hastalığın annesi olan bu hastalığı kalp evinden uzak kılmaya çalışır. Sevgilinin menzili ve ideal hedeflerin tecelli yeri olan bu evi, pisliklerden arındırır, İblis’in askerlerinden boşaltır ve şeytanın şirkinden temiz kılar. Aşağılık şeytanın gasp elini Allah’ın evinden koparıp atar, içindeki tüm putları dışarı döker ki evin sahibi kendi evine teveccüh etsin ve tecellileriyle o evi aydınlatsın.

                            Ey Allah’ım! Bizler, şeytan ve nefsin karmaşık tuzaklarına düşmüş durumdayız. Biz, bu güçlü düşmanın elinden kaçacak yol bulamamak-tayız. Ona karşı koyma gücüne sahip değiliz. Her tuzaktan kaçtıkça daha ince ve sağlam bir tuzağa düşmekteyiz. Meğer ki senin sonsuz lütuf elin ellerimizden tutsun, bizleri mutlak hayır ve saadete ulaştırsın, bizleri tabiatın ve nefsani isteklerin zulmet kuyusunden kurtarsın.
                            Ey efendim! Sermayesi ümit ve silahı ağlamak olan kimseye mer-hamet buyur.”




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              Altıncı Bölüm

                              Bu Hususta Şahit Olabilecek Nakli Deliller

                              Bu konudaki rivayetler, buraya sığmayacak kadar çoktur. Biz sade-ce bir kaçını zikretmekle yetiniyoruz.
                              Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.”

                              Vesail’de yer aldığında göre İmam Seccad (a.s) zühtün Allah’ın ayetlerinden birinde yer aldığını beyan ettikten sonra bu yukarıdaki ayeti tilavet buyurmuşlardır.


                              Bu rivayet, daha önceden söylediğimiz hususların şahidi konumun-dadır ki züht nefsani sıfatlardan biridir ve amel ile birlikte olan bir şeydir. Sadece terk etmek anlamında değildir. Elbette dünya sevgisin-den arınmış ve dünyadan yüz çevirmiş bir kalp, ne dünyanın yüz çe-virmesine üzülür ve ne de dünyanın yönelmesine sevinir. Zahit bir kalp için itinasızlık ve kolaylaştırıcı bir halet hasıl olur ki, bu halet sayesinde dünyaya ve süslerine teveccüh etmez; nerede kaldı ki dünyayı kaybettiğine üzülsün veya dünyanın kendisine yönelmesi sebebiyle fe-raha ersin.

                              Allah-u Teala kadının sıfatı hakkında da şöyle buyurmuştur: “Der-ken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya haya-tını arzulayanlar: Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de ol-saydı; doğrusu o çok şanslı! dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.”


                              Dünya hayatına bağlanan ve bütün hedefi dünya ve onun süsü olan bir kimseler, Karun’u süslerüyle görünce, arzu kazanları kaynamaya başladı ve dünya süsüne hasret duydular. Ama ilim sahibi olanlar ve Hak Teala tarafından kendilerine gayb ilmi inayet edilmiş olanlar, dünya süslerine ve Karun’a itina etmediler, Allah’ın sevabını ümit et-tiler ve de sabırla bu sevapları elde edeceklerini anladılar.


                              Bu ayet-i şerife zühdün ilk makamına işaret etmektedir. Elbette ayet-i şerifenin züht makamıyla ilgili olmaması da muhtemeldir. Biz bu ayeti hadis şarihlerinden bazı araştırmacılara uyarak zikrettik.

                              Rivayet edildiği üzere Allah Resulüne (s.a.a) “Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm'a açar.” ayetindeki “gönlü-nü açma” kelimesinin anlamı sorulunca Peygamber şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki nur, kalbe girince göğüs genişlemekte ve genişlik bul-maktadır.” Kendisine şöyle soruldu: “Ey Allah Resulü! Bu göğüs ge-nişliği için bir alamet ve nişane var mıdır?” Peygamber şöyle cevap verdi: “Evet, dünya yurdundan uzak durmak ve ebedi yurda yönelmek ve o gün gelip çatmadan ölüme hazırlanmak”

                              Malum olduğu üzere kalp tabiatın karanlık yurduna ve dünyanın dar ve karanlık kuyusuna yöneldiği sürece ve bu alemin zincirlerinde esir olduğu müddetçe, dar, karanlık ve zulmanidir. Hidayet nuru cemal ve celal tecellisine mazhar olmaya layık değildir. Dünyadan ve süsle-rinden yüz çevirdikçe de kendisi için göğüs genişliği hasıl olmakta ve manevi nuru kabullenmektedir. Böylece sonunda aldatma yurdundan tümüyle dönmekte, soyutlanmakta ve uzaklaşmaktadır. Böyle olunca da mutlak nuru ve cemil cemalin tecellisine layık olmaktadır. Belki de ölüm için hazırlanmak, hayvani doğal ölümden daha genel bir anlam ifade etmektedir. Dolayısıyla zühdün bütün mertebelerini ifade etmek-tedir.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Rivayetler

                                İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünyada züht içinde yaşa-yan kimsenin Allah kalbinde hikmeti sabit kılar, dilini hikmetle açar, dünyanın ayıplarını, dertlerini ve tedavi yollarını ona gösterir, onu dünyadan salim bir şekilde esenlik yurduna götürür.”

                                İnsan dünyada züht içinde yaşayıp her şeyinden yüz çevirince de saadet yolunu ve insanlığın kemal makamına ulaşma şeklini kendine gösteren hikmet, kalbine kök salar ve kalbinden diline dökülür. Nite-kim ihlas hakkında da şöyle buyrulmuştur: “Kırk gün Allah için halis olan bir kimsenin hikmet çeşmeleri kalbinden diline dökülür.”


                                İhlas da arzularını ve isteklerini terk etmek hususunda hakiki züht ile ortak bir makamdadır. Hikmetin hakikati de bencillik zulmetine karşıdır. Dünya süslerinin sevgisi, insanın kalbinde olduğu müddetçe kendi ayıplarından örtülü kalır. Zira, muhabbet perdesi, hicapların en kalın olanıdır. Nitekim şöyle buyrulmuştur: “Bir şeyin sevgisi, insanı kör ve sağır kılar.”

                                Dünya sevgisi ve rağbeti kalbinde yer ettiği müddetçe dünyanın ayıpları hep güzel gözükür, çirkinlikleri cemil ve cemal olarak tecelli eder. Allah-u Teala kalbi dünya sevgisinden soyutladığımız ve süsle-rinden alıkoyduğu gün, bize dünyanın ayıplarını gösterecek dertlerini ve derman yollarını bizlere bildirecektir. O halde, bu kalın perde yırtı-lınca güzel bir surette bizlere tecelli eden bu ayıplar, perde gerisinden dışarı çıkar ve insan dert ve dermanı tanıdığı zaman da süluk yolu kendisi için aydınlanır ve onun için ıslah yolu kolaylaşır. Dünya sevgisi bütün hataların başı olduğu için dünyada züht içinde yaşanıldığı zaman, nefis esenliği hasıl olur. Eğer insan hakiki bir züht içine girecek olursa bütün anlamıyla salim ve ayıpsız olarak dünya yurdundan esenlikle çıkar. Zira bütün ayıplar, insanın ilgilerinden ortaya çıkmak-tadır. Dolayısıyla Allah-u Teala’dan başka bir şeye ilgi duymadığı tak-tirde mutlak esenlik ortaya çıkar.

                                Hafs b. Giyas şöyle diyor: “İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: “Bütün hayır bir evde karar kılınmıştır ve bu evin anahtarı da dünyada züht içinde yaşamaktır.” İmam daha sonra şöyle buyurdu: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardır: “İnsan, kimin dünyayı yedi-ğine aldırış ettiği müddetçe imanın tatlılığını elde edemez.” İmam Sa-dık (a.s) daha sonra şöyle buyurmuştur: “Dünyada züht içinde yaşa-madıkça imanın tatlılığını tatmak, kalplerinize haram kılınmıştır.”


                                Bu hadisten de anlaşıldığı üzere iyilik ve saadete ulaşmak, dünya-dan ilgisini koparmadıkça ve züht içinde yaşamadıkça mümkün değil-dir. Dünyaya bağlanmak ve rağbet etmek, şekavetin ve örtünmenin temellerindendir. Hakeza açıklığa kavuştuğu gibi züht hayır kapısının anahtarıdır. Nitekim daha önce de zikredildiği üzere zühdün kendisi bizzat hedef değildir. Nitekim anahtar ve bizzat hedef değildir. Sadece kapıyı açmak içindir. Dolayısıyla saadet ve marifet kapısını aç-mak da züht ile mümkündür.

                                Daha sonra İmam Sadık (a.s) özet olarak zühdün ve hayırların ilk derecesini beyan etmiştir. Resulullah’tan da naklettiğine göre insan züht içinde yaşamadıkça ve dünyadaki şeylere ilgisiz davranmadıkça imanın tatlılığını tadamaz. Dolayısıyla insan, hayvani makamdan mide ve tenasül organından geçmedikçe ruhani makama ve insani menzile ulaşamaz.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X