Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #31
    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

    [quote author=Kerbela44 link=topic=12870.msg78497#msg78497 date=1271010675]
    [quote author=SECCAD_ link=topic=12870.msg78496#msg78496 date=1271010482]
    Esselâmu âleyküm;

    Bu paylaşımı alıntı yapabilir miyim?
    [/quote]

    Aleykum selam

    Değerli SECCAD_ kardeşim,


    Tabiki alıntı yapabilirsiniz...

    selam hak ve hakikate vede takipçilerine olsun...


    [/quote]

    Eyvallah gardaş...

    Yorum


      #32
      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Elbette bu, daha önce zikrettiğimiz akıl ve askerleri ile cehalet ve askerlerinin bağımsız bir yaratılışla yaratıldığını ifade eden açıklama-lara uygun değildir. Yani, önce akıl, askerlerinden soyut olarak yara-tılmış, ondan sonra da askerleri yaratılmış değildir. Aynı şekilde, ce-halet de bu şekilde yaratılmamıştır. Aksine aklın yaratılışı, onun bütün zati işleriyle yaratılışı anlamındadır. Nitekim bu akli ilimlerde de sabit kılınmıştır. Yani akıl için genel anlamda mümkün olan her şey, ken-disi için o ilk yaratılışla farz olmuştur. Zira, akli alem için bekleme, kabiliyet ve kuvvet haleti söz konusu değildir. Dolayısıyla kabiliyet dili ile ifade edilmesi, araştırmadan uzaktır, meğer ki maksat hal dili olsun.


      Hadis daha sonra şöyle devam etmektedir: “Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Evet, eğer bundan sonra isyan edersen, seni ve ordu-nu rahmetimden uzaklaştırırım.” Cehalet şöyle dedi: “Şüphesiz ben de buna razıyım.”


      Bilmek gerekir ki, bu isyan ve rahmetten çıkış, tümel cehalette belli bir şekilde gerçekleşmektedir ve o da zati noksanlık ve yüce ilahi der-gahtan fıtri çıkışı ifade etmektedir. Nitekim daha önce de buna işaret ettik. Tikel cehaletlerde ise, ilineksel fıtri askerlerin bağışlanmasından sonra da isyan, noksanlık ve akıl ordularına mukabelede bulunma ci-hetinde, kuvveden fiile çıkıştır. Bu fiiliyetten sonra da şekavetin ke-maline ulaşmakta, Allah’a yakınlık makamından ve Hakk’ın rahme-tinden çıkmaktadır. Şeytanların ve asilerin hizbine, katılmaktadır.


      Hadis şöyle devam etmektedir: “Böylece Allah ona da yetmiş beş asker verdi.”

      Bil ki, akla ve onun askerlerine karşı koymasını güçlendiren bu as-kerlerin cehalete bağışlanması, azaplandırmak ve rahmetten uzaklaş-tırmakla çelişmemektedir. Zira bu askerler, bildiğin gibi akli askerlerin bir gereğidir. Yaratılış ve tabiat aleminin icadının gereği, çelişki ve karşıtlıktır. Ama bu asla, iradeyi ortadan kaldırmamaktadır. Hatta eğer, kemallerde ve akli askerlerde karşıtları irade altında olmadığı taktirde, onlara galip gelen kemaliyet ortadan kalkacaktır.

      Örneğin, adalet, insanın kendi iradesiyle sahip olduğu taktirde ke-mali sıfatlarından biri sayılmaktadır. Aksi taktirde zalimin zulmetme-sine engel olunur, tecavüzleri engellenir ve mecburi olarak adalete sa-hip olursa bu kimse artık adil sayılmaz. Bu kemal sıfatları, karşıtlarıyla birlikte insanın yaratılışında bizzat ve ilineksel olarak yoğrulmuştur. İnsan her birini aktüelliğe geçirişte bir irade sınırında bulunmaktadır. Bu her ikisinden birinin aktüelliği ise saadet ve şekavetin başlangıç karşıtıdır ve de Rahman’ın hizbine ve aklın ordularına ya da şeytanın hizbine ve cehaletin ordularına giriş sebebidir. Bu açıdan hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Eğer bundan sonra isyan edersen, seni ve ordunu rahmetimden uzaklaştırırım.”

      Bunun sebebi de şudur ki, eğer isyan aktüelliğe ve nefsani rezil me-lekelerin zuhuruna sebep olmayacak olursa, onun sahibi Allah’ın rah-metinden ve yakınlık dergahından asla uzak düşmez. Ama eğer, günah fıtri rezaletleri ortaya çıkarır, aktüelleştirir ve insanın batınını cehalet ordularının sureti haline dönüştürürse, insan, Allah’ın rahmetinden uzak düşer. Nice defa ilahi fıtri nur tümüyle söner, bu durumda da sa-hibi şeytana arkadaş olur, ebedi cehennemde kalır ve Allah’ın rahme-tinden uzak düşer. Bu açıdan hakikatte İblis’in sultasından ve şeytanın hükümetinden uzaklaşmak olan nefsin tezkiyesi ve ahlakın temizlen-mesi ile uğraşmak, en önemli büyük işlerden ve en gerekli olan akli farzlardandır.

      Şu husus da kendi yerinde ispat edildiği üzere nefsin üç neş’eti, ya-ni zahiri ibadetler yeri olan dünya ve mülk neş’eti, kalbi ibadetler ve batıni tehzipler yurdu olan berzah ve melekut alemi ve de ruhi ibadet-ler, tecrit, tekleme ve tevhit, mahzarı olan ceberut ve ahiret neş’eti, bu kutsal hakikatlerin tecellileri ve ilahi bir nurun mertebeleridir.

      Nefsin gaybının onun şehadet ve berzahına olan nisbeti, zahiriyet ve mazhariyet nisbeti de değildir. Aksine bir tek şeyin zuhur ve batın nisbetidir. O halde üç alemin hükümleri, o neş’et münasebetiyle kendi dostuna da sirayet eder. Örneğin şer’i zahiri ibadetler, eğer, şekilsel ve Batıni adaplara gelecek olursa, batının tehzib sebebi olur. Hatta ruha tevhit ve tecrit tohumunu eker. Nitekim batını tehzib etmek de, taabbud kuvvesini güçlendirir, insanı tevhit ve tecrit hakikatlerine ulaştırır. Batın tevhidinin sırrını temizler ve ubudiyet boyutunu kemale erdirir. Bu açıdan salik olan insan, nefsin üç neş’etinin her birinde güçlü bir adıma sahip olmalı ve hiçbirinden asla gaflet etmemelidir.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #33
        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        Bazen mümkündür ki namahreme bakılan bir tek bakış veya dil ile söylenen en küçük bir hata bile uzun bir müddet tevhit hakikatlerini ve sırlarını insandan alıkoyar ve marifet ehlinin göz nuru olan sevgilinin cilvelerinden ve istenilen halvetlerinden alıkoyar. Dolayısıyla bu aşa-maların her birinde durmak, itinasızlık göstermek ve neş’etlerden her birine fazla teveccüh etmemek, insanı mutlak saadetten mahrum kılar ve de İblis’in tuzaklarından biridir. Örneğin zahiri ibadetlerin ehli olan ve bu ibadetlere büyük bir itina gösteren bir kimseye şeytan, zahiri ibadetleri, onun gözünde güzelleştirir. Bütün kemalatları onun gözün-de, zahiri ibadetlerde gösterir. Böylece diğer marifetleri ve kemalleri onun gözünden düşürür. Hatta onlara ve sahiplerine oranla, bu kimseyi kötümser kılar. Dolayısıyla marifetler ashabı onun gözünde küfür ve zındık olarak görünür. Üstün ahlak ve nefsani riyazet sahipleri, ta-savvuf ve benzeri şeylerle itham edilir, şeytan böylece o her şeyden habersiz zavallıları yıllarca ibadetlerin suretine hapseder. Onları sağlam aldatma zincirleri ve vesveseleriyle bağlar. Bu açıdan bazen görüyoruz ki bu kimselerden bazısında ibadet, tam tersine bir sonuç vermektedir. Tevazu ve huşunun hakikati olan namaz ve özü bencilliği terk etmek, Allah’a doğru yolculuk etmek ve müminin miracı olan bir namaz, böylesine kimselerde kendini beğenme, kibir, bencillik ve tekebbüre sebep olmaktadır.


        Bu kıyas üzere batını tezkiye etme, temizleme ve ahlakı güzelleş-tirme ehli olan kimseleri de şeytan tuzağa düşürür. Onlara da zahiri ibadetleri, resmi ilimleri ve ilahi marifetleri küçük gösterir. Böylece onların gözünde bütün saadet ve kemalleri, süluk, riyazet ve batın tev-hidinde özetler. Bu makamlara sahip olan kimselere karşı kötümser kı-lar. Öyleki şeriat alimlerine, diyanet erkanına, hikmet sahiplerine ve ruhani fakihlere (r.a) karşı edepsizlik eder ve dil uzatırlar. Oysa bu kimseler kendilerini, batın sefası, güzel ahlak sahibi sayar ve de ehlullahtan olduklarını lanse ederler.
        Bütün nefsani rezaletlerin kaynağı olan nefsi ile gururlanma, te-kebbür ve şeytanın mirası olan insanlara karşı kötümserlik, onların kalbinde öylesine bir güçlüdür ki, kendileri ve de ehlullah olarak ad-landırılan, şeraitin bırakın batını zahirinde bile haberi olmayan kendileri gibi bir avuç kayıtsız derviş dışında başkalarını bir meteliğe saymazlar. Bu da sadece bir neş’ette durmak ve bir mertebeye hapsolmaktır ki insanın bütün mertebelerden mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Hatta insanı, içinde olduğunu iddia ettiği ve kendine özgü olduğuna inandığı makamdan bile gafil kılar. Nefis ne kadar şaşılacak bir şeydir!


        Aynı şekilde eğer bir hikmet sahibi veya arif bir kimse, şeytanın zincirine vurulur, hapsolur ve akli şeylerde duracak olursa, diğerlerine karşı aşağılayıcı ve küçümseyici bir gözle bakar, şeriat alimlerini ka-bukçu ve bırakın diğerlerini, İslam fakihlerini sıradan kimse olarak görür, kendisi ve de kavram ve itibarların anbarı konumunda olan ar-kadaşları dışında hiç kimseyi hesaba katmaz. Bu da İblis’in sultasından ve donukluktan başka bir şey değildir.

        Eğer bunlar, kutsal şeyleri koruyan ve neş’etlerde seyreden kimseler olsalardı, en azından ilim ve burhan olarak gayp derecelerini, nefis şuhudunu, batın ve zahir neşetlerini tanır, mertebeler arasındaki irtibatı bilir, Allah’a doğru seyrin nefis ve tabiat evinden çıkış niteliğini derk ederlerdi. Böylece de İblis’in bir tuzağına ve şeytani karanlık hapse düşmezlerdi. Her biri diğerini reddetmez, birbirine karşı hüsn-ü zanda bulunur, onlar arasında batın sefasının tasfiyesinin ve nefis tezkiyesinin kaynağı olan İslami kardeşlik, muhabbet ve imani uhuvvet güçlü olurdu. Şeytani hilelerden ve nefsani rezaletlerin en önemlilerinden olan kibir, büyüklenme ve bencillik gibi şeyler, onlar arasında bulunmazdı. Biz şimdi de, yüce Allah’ın isteği, verdiği başarılar ve teyitler esasınca bu hadisin şerhi hakkında asıl maksadımızı açıklamaya başlamak istiyoruz.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #34
          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Altıncı Makale

          Bazı Açılardan –Bütün Açılardan Değil- Akıl ve Cehalet Asker-lerinin Açıklaması

          Bu makalede birkaç maksat vardır:

          Birinci Maksat

          Hayır ve Şerrin Beyanı

          İmam (a.s) şerh ettiğimiz bu hadisin devamında şöyle buyurmuştu: “Allah’ın akla verdiği yetmiş beş askerden biri, aklın veziri olan hayır ve zıddını ise cehaletin veziri olan şer karar kılmıştır.” Bu sözü birkaç fasıl halinde açıklamaya çalışacağız:



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #35
            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            Birinci Fasıl

            Hayır ve Şerden Kastedilenin Ne Olduğu Hususunda


            Bil ki hayır ve şerrin hakikatinden söz etmek bizim asıl maksadı-mızın dışındadır. Felsefesi ve diğer kitaplarda yapılan tanımlar ise ge-nelde gerekler, ekler, gerektirenler ve ilinekler ile yapılan tanımlardır. Bu ikisi mahiyet açısından açık ve fıtri şeylerden olduğu hasebiyle de vicdan ve fıtrata havale edilmesi, doğruya ve hedefe daha yakındır. Bu makamda önemli olan ise, bu hadis-i şerifte biri aklın veziri ve di-ğeri ise şerrin veziri karar kılınan hayır ve şerden maksadın ne oldu-ğunun beyan edilmesidir.

            O halde bilmek gerekir ki maksat, halkın anladığı anlamda bizzat hayır ve şerrin kendisi değildir. Aksine bundan sonra işaret edeceğimiz apayrı bir anlamı vardır. Zira onun ne aklın vezaretiyle (yardımcılığı) ve ne de askerliği ile bir uyumu yoktur. O halde demek gerekir ki maksat şu ayet-i şerifenin işaret ettiği fıtratın hakikatidir:

            “Allah' ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına.”
            Nihai olarak denilebilir ki hayır, yoğrulmuş fıtrattan ve şer ise örtülü fıtrattan ibarettir.


            Bu özel bilginin detayları ise şudur: Hak Teala inayet ve rahmetiyle ve ilk Adem’in tinetini yoğurduğu kudret eliyle ona iki fıtrat ve cibiliyet, merhamet buyurmuştur. Birisi aslidir, diğeri ise bağımlı. Bu iki fıtrat seyrin burakı ve asıl hedefe doğru yükseldiği kanat çırpışıdır. O iki fıtrat insanda yoğrulmuş olan bütün fıtri şeylerin aslı ve temeli-dir. Diğer fıtri şeyler ise bunun dalları ve yaprakları konumundadır. O iki fıtrattan asıl makama sahip olan biri mutlak kemal, hayır ve mutlak saadete olan aşktır. Bu fıtrat mutlu ve mutsuz, alim ve cahil, yüce ve aşağılık her insanın içinde yoğrulmuş ve basılmış durumdadır. Eğer insan, bütün insanlarda araştıracak alemdeki bütün çeşitli taife ve ka-vimleri teftiş edecek olursa fıtrat ve cibiliyet hasebiyle kemale yönel-meyen, hayır ve saadete aşık olmayan bir tek kimseyi dahi bulamaz.

            Fıtri şeylerden maksat ise bu konumda olan şeylerdir. Bu açıdan da fıtrat hükümleri en açık ve belli şeylerden biridir. Eğer bir şey bu ko-numda değilse, fıtri sayılmaz.


            Fer’i ve bağımlılık makamına sahip olan o iki fıtrattan biri de nok-sanlık, şer ve şekavetten nefret etmektir. Bu manaya insanda ilineksel olarak mevcuttur. Yani kemale aşk fıtratına bağımlı olarak insanda noksanlıktan nefret fıtratı yoğrulmuş haldedir. Bu konuda ileride açık-lama yapmaya çalışacağız.

            Bu zikredilen iki fıtrat, tabiat hükümlerine mahkum olmayan ve ruhaniyet ve nuraniyet vechesi baki kalan örtülü olmayan yoğrulmuş fıtrattır. Ama eğer fıtrat tabiata yönelir, hükümlerine ahkum olur, asli aleminden ve ruhaniyetten örtülü olursa detayları açıklanacak olan bü-tün şekavet ve sefaletlerin kaynağı haline gelir.

            O halde, aklın veziri olan ve bütün akli askerlerin kendi tasarrufu altında yer alan hayırdan maksat, onun ruhaniyet ve asıl makamına te-veccüh eden yoğrulmuş fıtrattır. Hakeza cehaletin veziri olan ve bütün cehalet askerlerinin kaynağı bulunan şer de tabiata mahkum olan ve hükümlerinden örtülü bulunan fıtrattır.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #36
              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              2. Bölüm

              Bu Maksadın Açıklaması

              Bil ki fıtrat hakikatinin merkezi olan kalbin iki yönü vardır. Birincisi gayb ve ruhaniyet alemine ikincisi ise şehadet ve tabiat alemine yöne-liktir.
              “Onun anası (sığınacağı yer) Hâviye'dir” ayetinde de işaret edildiği gibi insan tabiat aleminin çcouğu ve dünya neşetinin evladı olduğu için yaratılışının ilk anından itibaren tabiat kılıfında terbiye olmaktadır. Ruhaniyet ve fıtratı bu hicaba bürünmekte ve yavaş yavaş tabiat hükümlerince ihata edilmektedir. Tabiat aleminde geliştikçe, ta-biat hükümleri ona daha fazla galebe çalmaktadır. Çocukluk aşamasına erişince üç kuvve ile tanışır. Bunlar vehim kuvvesinin çocuğu olan şeytanlık kuvvesi, gazab kuvvesi ve şehvet kuvvesidir.


              Hayvani gelişim gösterdikçe de bu üç kuvve onda kemale erer, ge-lişir, tabiat ve hayvanlık hükümleri ona üstün gelir.

              “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra da onu aşağıların en aşağısına döndürdük” ayeti de belki Hak Teala’nın kudret eliyle yoğrulmuş olan fıtratın asıl nuruna işaret etmektedir ve o da ahsen-i takvimd’dir. Zira mutlak kemal ve tam cemal şekli üzeredir. Esfel’es-Safilin’e indirilişi de belki Esfel’es-Safilin olan tabiat ile örtünmeye işarettir. Bu örtülmeler, zulmetler ve bulanıklıklar nefse üstün geldi-ğinden ve insanın kendi kendine bu örtülerden sıyrılması, asli fıtratıyla asli alemine doğru seyretmesi ve mutlak kemal, nur, cemal ve celala ulaşması çok az vaki olduğundan dolayı da Hak Teala ezeli inayeti ve geniş rahmetiyle büyük peygamberleri beşeri terbiye etmek için gön-dermiş ve kitaplar indirmiştir ki dışarıdan dahili fıtrata yardımcı olsun ve nefsi kalın kılıfından kurtarsın.

              Bu açıdan semavi hükümler, ilahi nurlu ayetler ve büyük Peygam-berler ile yüce velilerin emirleri fıtrat şekli ve cibiliyet yolu üzere bina edilmiştir. Bütün ilahi hükümler tümel anlamda iki maksada yöneliktir ki birisi asli ve bağımsız, diğeri ise fer’i ve direkt veya endirekt olarak bu iki hedefe dönüktür.


              Asli ve bağımsız olan ilk hedef, fıtratı mutlak kemale yönlendir-mektir ki bu mutlak kemal de Hak Teala ile zati, sıfati ve efali boyut-larıdır. Yaratılış ve ahiret ile ilgili konular; Allah’a, kitaplara, elçilere, meleklere ve ahiret gününe iman gibi. Rububi maksatlar, nefsani süluk mertebelerinin başlıcaları ve namaz ve haccın önemli hususları gibi fer’i hükümlerin tümü direkt veya endirekt olarak bu hedef ile ilgilidir.

              İlineksel ve bağımlı olan ikinci maksad ise fıtratı habis dünya ağa-cından ve noksanlıkların ve hastalıkların annesi sayılan tabiattan nefret ettirmektir. Bir çok rububi meseleler, Kur’an’i davetlerin başlıcaları; ilahi, nebevi ve velayeti öğütler, riyazet ve süluk dallarının başlıcaları ile oruç, farz ve müstahab sadakalar, takva, kötülükleri terk etme gibi şer’i detaylarından çoğu da bu hedefe yöneliktir.

              Bu iki hedef de fıtrat esasıyla uyum içindedir. Bildiğin gibi insanda iki fıtrat vardır. Kemale aşk ve noksanlıktan nefret fıtratı. O halde bü-tün şer’i hükümler fıtrat ile ilgilidir ve de fıtratın, tabiatın karanlık ör-tülerinden kurtuluşu içindir.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #37
                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                3. Bölüm

                Fıtratın Aklın VezirininÖrtüsüz Mayası, Hayırların Merkezi ve Bizzat Hayrın Kendisi Olduğu ve Tabiat ile Örtülü Fıtratın da Cehaletin Veziri, Kötülüklerin Merkezi ve Şerrin Kendisi Olduğu Beyanında

                Bilmek gerekir ki mutlak ilim, kudret, hayat ve irade vb. cemal ve celal sıfatlarının kaynağı sayılan mutlak kemale aşk, bütün beşer aile-sinin fıtratında mevcuttur. Hiçbir taife diğer taifeden bu fıtratın aslı hususunda ayrıcalığa sahip değildir. Elbette derece ve mertebeler açı-sından farklı konumda bulunmaktadırlar. Lakin tabiat ile örtülme, kes-ret, hicapların azlığı ve çokluğu, kesret ile az meşguliyet, dünyaya ve onun sayısız dallarına bağlılık sebebiyle insanlar, mutlak kemali teşhis hususunda farklı konumlarda yer aldılar ve ayrıldılar.


                Çevre farklılıkları, adetler, yollar, inançlar, vb. şeyler beşer silsilesini etkilemiş olduğundan fıtratın ait olduğu şeyi ve mertebelerini teşhis gücünü de etkilemiş ve bir çok büyük ihtilafların ortaya çıkışına neden olmuştur. Ama fıtratın aslını etkilememiştir.


                Örneğin felsefe dalına aşık olan, bütün ömrünü onun değişik dalla-rına ve çeşitli fenlerini öğrenmeye sarfeden yüce bir filozof, saltanatını genişletmeye çalışan, bu yolda bir çok sıkıntılara katlanan, kudret ve saltanatına aşık olan bir padişah ile bütün servet, mal ve çocuklarına aşk duyan bir tacir arasında kemale aşık olma hususunda hiçbir fark yoktur. Ama her biri kemali kendi hedefinde teşhis etmektedir.

                Bu ihtilaf ve teşhis, fıtratın örtülü oluşundandır. Zira bu gerçek sevgilinin kim olduğu hususunda yapılan bir hatadır. Bu da farklı adet ve hallerden, terbiyelerden, çeşitli inançlardan kaynaklanmaktadır. Her biri örtülü olduğu miktarınca kendi mutlak sevgilisinden örtülü bulunmaktadır.


                Aşık oldukları, ardından gittikleri ve peşin hayatlarını yolunda tü-kettikleri bu şeylerden hiç biri, onların sevdiği değildir. Zira bu işler-den her biri sınırlı ve noksandır. Fıtratın sevgilisi ise mutlak ve tam varlıktır. Bu yüzden bağlandıkları o şeye ulaştıklarında bile bu aşk ateşleri sönmemektedir. Örneğin eğer saltanata aşık olan ve saltanata erişmekle isteklerinin gerçekleşeceğine ve başka bir isteğinin olmadı-ğına inanan birine bir ülkenin saltanatını verecek olsalar, bu kimse ha-yali hedefine ulaşınca başka bir ülkenin saltanatını ister ve aşk pençesi başka bir hedefe asılır. Eğer o memleketi de ele geçirirse bu defa başka memlekete ihtiras duyar. Bütün yeryüzünü saltanat ve kudreti altına alacak olursa ve başka gezegenlerde buralardan daha geniş ve yüce bir yer olduğuna ihtimal verirse, bu defa oraya ulaşmayı arzular. Eğer bü-tün bir mülk alemini egemenliği altına geçirir ve melekut alemlerinden bir haber işitirse, her ne kadar iman etmese dahi, “keşke bu söyledikleri şeyler ve ifade ettikleri saltanat ve kudretler doğru olsaydı da ben de oraya erişseydim” diye arzular.


                O halde anlaşıldığı üzere aşk, sınırlı bir saltanat ile ilgili değildir. Aksine insanın içinde mutlak saltanat aşkı vardır. İnsan sınırlılıktan nefret etmekte ve kaçmaktadır. Ama bunu kendisi bile anlayamamak-tadır.

                Açık olduğu üzere mutlak saltanat ise mecazi dünyevi ve hatta uh-revi saltanat türünden bir saltanat değildir. Aksine sadece ilahi saltanat mutlak saltanattır ve insan ilahi saltanatı, ilahi ilim ve kudreti talep etmektedir. İnsan kendini yaratanı alıcıdır. Her zerrenin bağrı deşildiğinde içinde hakikat cemalinin güneşi görülür.

                O halde bu alemde bu zavallı insandan ortaya çıkan bütün kötülük-ler, fıtratın örtülü olmasından, hatta örtülü fıtrattandır. Fıtrat da bu hi-caplarla örtülü olduğu için ilineksel olarak kötülük elde etmiş ve iyi ve hatta salt iyilik olduktan sonra kötü hale gelmiş bulunmaktadır.


                Eğer bu zulmani ve hatta bu nurani hicaplar fıtratın değerli yüzün-den kaldırılacak olursa ve fıtratullah, ilahi kudret eliyle yoğrulduğu gibi ruhaniyeti ile karışacak olursa, o zaman onda mutlak kemal aşkı örtüsüz ve yanlışsız bir şekilde ortaya çıkar; mecazi sevgilileri ve kalp evinin putlarını yerle bir eder; kendini, bencilliği ve var olan her şeyi ayaklar altına alır. Böylece ister istemez bütün kalplerin teveccüh ettiği ve bütün fıtratların bilerek veya farkında olmadan talep ettikleri sevgiliye sarılır. Böyle bir fıtrat sahibi insandan ortaya çıkan her şey hak ve hakikat yolundadır. Hepsi mutlak hayra ve mutlak cemilin ce-maline erişme yoludur. Bu fıtrat bizzat hayır ve saadetlerin kaynağıdır. Bizzat hayır sahibi ve hatta hayrın kendisidir. Hamd Yüce Allah’a özgüdür.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #38
                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  4. Bölüm

                  Nefsi İslah Etmenin Zarureti

                  Bilindiği gibi ilahi fıtrat, tabiat hicapları ile örtülü olmadığı taktirde bütün hayırların kaynağı haline gelir. Bu fıtrat aynı zamanda nefsin karmaşık tuzaklarına esir ve İblis’in oyuncağı haline gelmemiş olma-lıdır. İnsani mutlak saadetin kefili de bu değerli fıtrattır. Aynı şekilde bütün kötülükler de tabiat zulmetleriyle kararmış, örtülü fıtrattandır. Bütün şekavet ve sefaletlerin kökü de bu örtülere bürünmektir. Bilmek gerekir ki eğer insan kendinden gaflet eder, kendini tezkiye etmeyi amaçlamaz, nefsi kendi başına buyruk bırakırsa her gün, hatta her saat bu örtülmesi katmerleşir. Her hicabın ardından bir hicaba, hatta hicap-lara bürünür. Sonunda fıtrat nuru tümüyle söner. Onda ilahi muhab-betten bir eser ve haber kalmaz. Hak Teala’dan, Kur’an’da O’nunla il-gili şeylerden, Allah’ın meleklerinden, büyük Peygamberlerden, yüce velilerden (a.s) hak dinden ve bütün erdemlerden nefret eder bir hale gelir. Hak Teala ve mukaddes dergahının yakınlarına karşı düşmanlık kökleri kalbinde kökleşir. Sonunda saadet kapıları tümüyle yüzüne kapanır; Hak Teala ve şefaatçiler ile barış yolu kapanır ve tabiat yerine çakılır kalır. Batını o dünyada tecelli eder ve o da ebedi cehennem azabında kalmaktır.

                  Bu örtü artışının doğal bir sebebi vardır. O da şudur ki bu üç kuvve; yani detayları kendini beğenme, kibir, riyaset düşkünlüğü, hile, düzen, nifak, yalan vb. şeyler olan şeytanlık kuvvesi; başına buyrukluk, böbürlenme, övünme, isyan, cinayet, fuhuş, insanlara eziyet vb. dalları olan gazap kuvvesi ile hırs, ihtiras, tamah, cimrilik vb. detayları olan şehvet kuvvesi, hiçbir sınır ile sınırlı değildir. Yani eğer insan şeytanlık dizginlerini salıverecek olursa, hiçbir sınırda durmaz, hiç bir aşamayla ikna olmaz ve hedefini gerçekleştirmek için bütün ilahi değerler ve hak şeraitlere muhalefet etmeyi göze alır, sıradan bir makama erişmek için peygamberleri, velileri, salihleri ve ilahi alimleri katledip yağmalamaya soyunur. Diğer iki kuvve de başına buyruk ve dizginlerini kopardığı zaman insanı aynı duruma düşürür.

                  Bilindiği gibi bu üç kuvve ile ilgili olarak nefsani lezzetlerden bir mertebe hasıl olunca kendi miktarınca insanı dünyaya bağlar; ruhani-yet, hak ve hakikatten gafil kılar.

                  Örneğin insanın bu alemden aldığı her lezzetle ilahi bir sınır göze-tilmediği taktirde o lezzet insanı dünyaya yakınlaştırır, kalbi ilgiyi art-tırır, aynı miktarda ruhaniyet ve hakka ilgi azalır, ilahi sevgi kalpten silinir. Zira her lezzetin ardından nefis başka bir lezzet, hatta lezzetler taleb eder, nefs-i emare o lezzeti de almak için o işle ilgili özel kuvveyi ihtirasa boğar. Dolayısıyla da her hicabın ardından, insan için karanlık hicaplar, ortaya çıkar. Nefsin kendilerinden tabiat ve dünya alemine tecelli ettiği bütün bu mecra ve duyusal kuvvelerin her birinden sürekli olarak kalp ve ruhun üzerine hicaplar örtülür. İnsanı Allah’a ve Hakk’ı talebe seyir yolundan alıkoyar.

                  Hüsran, hasret, hatta şaşılacak ve hayrete düşülecek şey de şudur ki veliler için Allah’a ulaşma miracının burağı ve mutlak kemale ulaşma sermayesi olan fıtrat, kendi başına buyruk insanı şekavete ve Allah’tan uzaklığa düşürür. Bu da hüsranların en büyüğüdür. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Asr'a andolsun ki muhakkak insan, hüsrandadır.”



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #39
                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    İnsanın ebedi saadet sermayesini, ebedi şekaveti elde etme yolunda harcamasından daha büyük hüsran ne olabilir ki! İnsanın kemalin do-ruğuna erişmek için Allah vergisi şeyleri, noksanlığın en dibine ulaşma vesilesi kılması ne de büyük kayıptır!

                    Ey zavallı insan! Tabiat perdesi gözlerden kaldırılacağı ve dünyada yaptığın tüm çabaların sefalet ve şekavetine neden olduğunu, artık te-lafi etme kapısının kapandığını ve elinden artık hiçbir şeyin gelmedi-ğini gördüğün gün ne büyük bir hasrete kapılacaksın. Artık ilahi ezici saltanattan bir kaçış yolu da bulamazsın. “Ey cin ve insan topluluk-ları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yeti-yorsa geçin.”


                    Ne eski eksiklerini telafi etme imkanı ve ne de Allah’a karşı işledi-ğin günahlardan özür dileme fırsatı! “Şimdi, öyle mi? Oysa sen önce-leri isyan etmiştin”

                    Ey Aziz! Henüz tabiatın kalın perdeleri fıtrat nurunu tümüyle sön-dürmemişken, günah karartıları kalbinin sefasını tümüyle yok etme-mişken, ahiretin tarlası olan dünya yurdundan çekilip gitmemişken ve insan henüz noksanlıkları giderip her türlü günahtan mağfiret dileme fırsatına sahipken himmet kemerini kuşan ve kendi yüzüne saadet kapısını aç.


                    Bil ki eğer saadet yolunda yürür, teşebbüste bulunur, Hak Teala ile barışır, geçmişinden dolayı özür dilersen yüzüne saadet kapıları açılır. Gayb aleminden yardım görür, tabiat örtüleri tek tek yırtılır, fıtrat nuru edinilmiş zulmetlere üstün gelir, kalp sefası ile batın cilası hasıl olur, Hak Teala’nın rahmet kapıları yüzüne açılır, ilahi cazibe seni ruhaniyet alemine cezp eder, yavaş yavaş Hakk sevgisi kalbinde tecelli eder, diğer sevgileri yakar. Allah-u Teala sende ihlas ve doğruluk görürse seni gerçek süluka erdirir, gözleri alemi görmez hale getirir ve kendi nuruyla aydınlatır. Kalbi kendinden başkasından arındırır ve kendine bağlar.


                    Ey Allah’ım! Bu örtülü kalbi ve tersyüz olmuş yüreği kendine geti-rir misin? Tabiat zulmetlerine dalmış bu gafili nur alemine çeker misin? Kalp putlarını kendi kudret elinle parçalayıp gözlerden beden tozunu alı mısın?

                    Ey Allah’ım! Biz senin emanetine ihanet ettik. Allah’ın fıtratını aşağılık şeytanın tasarrufuna verdik. İlahi fıtrattan örtülü kaldık. Kor-karım ki yavaş yavaş bu tabii seyir ve şeytani sülük ile ilahi fıtrattan tümüyle uzaklaşır ve evi tümüyle şeytanın, askerlerinin, cehaletin ve cehalet erlerinin boyunduruğu altına sokarız.

                    Ey Alalh’ım! Sen bizzat elimizden tut! Senin lütfün bizlere yardım etmezse bizim dayanma gücümüz yoktur. Şüphesiz sen büyük bir lütuf ve ihsan sahibisin.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #40
                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      İkinci Maksad

                      İman ve Küfrün Beyanında
                      Bu maksad’da birkaç bölüm vardır.


                      1. Bölüm

                      İmanın Anlamı

                      Bil ki iman ilim ve idrakten apayrı bir şeydir. Zira ilim ve idrak ak-lın; iman ise kalbin payıdır.
                      İnsan Allah, melekleri, elçileri ve kıyamet günü hakkında ilim elde eder etmez hemen mümin olarak adlandırılmaz. Nitekim İblis de bu şeyleri ilim ve idrak açısından biliyordu. Ama buna rağmen Allah onu kafir olarak adlandırdı.


                      Bazen bir filozof felsefi delillerle tevhidin aşamalarını ispat edebil-diği halde ilahi bir alim sayılmayabilir. Zira ilmi, akıl tümellik ve dü-şünmek mertebelerinden kalp, tikellik ve vicdan aşamasına henüz ulaşmamıştır.


                      Konunun daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim:
                      Biz akli delil ve idrak hasebiyle biliyoruz ki ölüler, insana asla zarar veremez. Alemdeki bütün ölüler bir sinek kadar dahi hareket edemez. Ayrıca karanlıkta ölülerin dirilmeyeceğini de biliyoruz. Buna rağmen karanlık bir gecede ölülerden korkuyoruz. Vehim aklımıza üstün gelmektedir. Zira bu akli hakikate kalp iman etmemiş ve bu akli idrak kalbe erişmemiştir. Ama amel tekrarı, fazla teşebbüs ve mezlıklarda karanlık gecelerde fazla gidip gelmelerle bazı kimseler bu ilmi gerçeği kalplerine ulaştırdıkları için asla ölülerden korkmazlar. Hatta mezarlıklarda yer edinir ve sessizlikler vadisiyle dost olurlar adeta.


                      Birinci ev ikinci grup, ölülerin kimseye zarar vermediği hususunda ortak olmakla birlikte konuya iman hususunda faklı idiler. Bu açıdan ilimleri onlara asla etki etmedi. Ama ikinci grubun imanı onları vehmi ve hayali dehşetten dışarı çıkardı.

                      O halde anlaşıldığı üzere ilim amelden ayrıdır. Bu husus lügat açı-sından da imanın manası ile uyum içindedir. Zira iman lugatte sağlam-lık, tasdik , itminan , boyun eğme ve huzu anlamındadır. Farsça’da ise yönelmek ve meyletmek anlamındadır. Açıkça da bilindiği üzere eğilim göstermek ve inanmak, ilim ve idrakten apayrı bir şeydir.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #41
                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        2. Bölüm

                        Bu konunun Açıklaması

                        Bil ki ilahi marifetlere ve hak inanç ilkelerine iman sadece şu tak-tirde gerçekleşir: Birinci olarak hakikatleri tefekkür adımı, akli riyazet, ayet, apaçık akli delillerle idrak etmelidir. Bu aşama imanın girişi konumundadır. Akıl nasibini aldıktan sonra bununla yetinmez. Zira bu ölçüde marifetlerin eseri oldukça azdır. Ondan çok az miktarda nuraniyet hasıl olur. Daha sonra Allah saliki insanın kalbi riyazetlerle meşgul olmalıdır. Bu hakikatleri her riyazet ile olursa olsun kalbe ulaştırmalıdır ki kalp onlara yönelsin.

                        O halde burada iman mertebeleri farklıdır. Belki de “ilim bir nurdur ki Allah onu dilediğinin kalbine koyar” hadisi de buna işaret et-mektedir. Zira Allah hakkındaki ilim akıl düzeyinde oldukça bir nur-dur. Kalbi riyazetler sonunda Hak Teala o nuru uygun kalplere koyar ve kalp de o nura yönelir. Örneğin marifet temellerinin temeli olan ve bir çok imani dalların, ilahi marifetlerin, ruhsal kamil sıfatların ve kalbi nur sıfatların çeşmesi olan tevhit hakikati akli idrakte olduğu müd-detçe bu saydığımız şeylerin hiç birine sahip değildir. İnsanı bu haki-katlerden hiç birine eriştirmez.

                        Örneğin Allah-u Teala’ya tevekkül de tevhit ve imanın dallarından biridir. Biz genellikle delil veya delile benzer şeylerle tevekkülümüzü tamamlamış oluruz. Ama tevekkül hakikati bizde hasıl olmamaktadır. Hepimizin de bildiği gibi Hak Teala’nın memleketinde hiç kimse o mukaddes zatın kayyumi izni ve işraki işareti olmaksızın hiçbir tasar-rufta bulunamaz. Hiç kimsenin iradesi, mukaddes zatın güçlü iradesine galip gelemez. Bununla birlikte biz dünya ehlinden, servet ve mal erbabından ihtiyaçlarımızı talep etmekte ve Hak Teala’dan gaflet gös-termekteyiz.

                        Tabiat durumlarına ve işlerine tevekkülümüz, Hak Tela’ya tevek-külden binlerce kat daha fazladır. Bunun sebebi de filler tevhidi haki-katinin kalbimizde yer etmemesidir. Hikmet sahibi bir filozof, “varlık aleminde Allah’tan başka bir etken yoktur.” diyor. Ama buna rağ-men ihtiyaçlarını Allah’tan gayrisinden diler. İbadet ehli abid kimse de “Allah’tan başka bir güç ve kuvvet yoktur” ve “Allah’tan başka ilah yoktur” virdine sarıldığı halde gözleri başkalarının elinde olur. Bunun sebebi de delillerinin akli idrak aşamasından çıkmayışı ve kalbe eriş-meyişidir. Onun zikri dil takırtısından öteye geçmemiş ve kalbi bu ha-kikati tatmamıştır.

                        Biz hepimiz tevhitten dem vuruyor ve Hak Teala’nın “Göz ve kalp-leri çevirici” olduğunu söylüyoruz.”Hayır tümüyle O’nun elindedir” ve “Şerler Allah’a isnad edilemez” diye haykırıyoruz. Ama yine de Allah’a kullarının kalbini elde etmeye çalışıyoruz. Sürekli hayırları başkalarının elinden temenni ediyoruz. Bunların sebebi de şudur ki bu bilgilerimiz ya kalbin haberdar olamadığı akli hakikatlerdir veya hakiki zikir mertebesine ulaşamayan dil lakırtısıdır.

                        Biz hepimiz de biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim, ilahi vahy kaynağından insanı kemale erdirmek ve dünya tabiatının karanlık zindanından kurtarmak için nazil olmuştur. Bütün müjde ve uyarıları apaçık hak ve sabit hakikatlerdir. Bütün marifetlerinde aksilik söz konusu değildir. Buna rağmen bu büyük ilahi kitap bizim katı kalplerimizde bir hikaye kitabı kadar etki yaratmamaktadır. Ne müjdelerine gönül bağlıyoruz ki kalbimizi bu aşağılık dünyadan ve fani alemden koparıp o baki aleme bağlanalım ve ne de o uyarılardan bir korkumuz var ki ilahi günahlar-dan ve velinimete muhalefetten sakınalım. Bunun sebebi de şudur ki Kur’an’ın hakkaniyeti henüz kalbimize erişmemiş, kalbimiz Kur’an’a yönelmemiş ve akli idrakin de tesiri oldukça azdır. Bu kıyas esasınca bizde olan bütün eksiklikler, bütün isyanlar, muhalefetler ve marifet-lerden mahrumiyet de bu yüzdendir. Bu özetten, detayları var kendin oku!



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #42
                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          3. Bölüm

                          Bu Maksadın Şahidi Olan Nakli Deliller

                          Allah-u Teala Kur’an-ı Şerifinde müminler için bir takım özellikler beyan etmiştir. Aynı şekilde ismet ve taharet Ehl-i Beytinden nakledi-len hadislerde de müminler için bizlerde hiç biri olmayan bir takım sı-fatlar zikredilmiştir. Oysa bildiğimiz gibi hepimiz delilli ve benzeri ilimler üzere Allah-u Teala’ya, mukaddes zatın tevhidine ve diğer esaslarına iman etmiş bulunmaktayız. Bunun sebebi ise dediğimiz gibi imanın, akli idrakten ayrı bir hakikat oluşudur.

                          Allah-u Teala Enfal suresi, ikinci ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendi-lerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” Sonunda ise şöyle bu-yurmaktadır: “İşte gerçek mü'minler onlardır!”


                          Özellikle vurgulayarak şöyle buyurmaktadır: “Müminler sadece şu birkaç sıfata sahip olanlardır. Bunlardan başkası mümin değildir.” Son olarak da şöyle demektedir: “Gerçek müminler sadece bunlardır.”

                          Müminler için beyan edilen sıfatlardan biri, Allah anılınca kalpleri-nin korkmasıdır. İkinci sıfatları ise kendilerine Allah’ın ayetleri oku-nunca o ayetlerin, imanlarını arttırmasıdır. Ayrı bir özellikle de sadece yaratıcılarına tevekkül edişleridir. Şimdi sizler ki iman iddiasında bu-lunuyorsunuz, her biri için bir delile sahipsiniz veya bir delil uydur-muşsunuz, o halde bir kendi halinize bakın. Bakınız bu özelliklerden hangisi, kalplerinizde mevcuttur. Allah’ı bu kadar çok zikrettiğiniz halde müminin alameti olan o korku nerede? Elbette Hakk Teala’nın celal ve azametini hissedemeyen ve Hakk’ın yücelik ve büyüklüğünü içinde bulamayan bir kalp Allah anıldığı zaman korkmaz.


                          Mümin; kalbi, Hakk’ın huzurunu ve o mukaddes zatın kayyumi ihatasını, celal ve azametini algılayabilen kimsedir.
                          Elbette insanın büyük sultanın huzurunda küçülmesi ve korkması da fıtri işlerdendir. Her ne kadar kendinde bir kusur görmese ve kendini hizmetçi bilse dahi bu böyledir. Zira bütün bir varlık alemi, Allah-u Teala’yı hakkıyla tanımaktan ve ibadet etmekten acizdir.

                          Nasıl böyle olmasın ki? Nitekim “mümkün” varlıkların eşrefi, Al-lah’ı en çok tanıyan ve Allah’a en çok yakın olan son Peygamber (s.a.a) bile, “Sana hakkıyla ibadet edemedik ve seni hakkıyla tanıya-madık” diye ilan etmiştir.


                          “Kartalın tüy döktüğü yerde
                          Zayıf sivrisinekten ne gelir ki”


                          O halde müminin alametlerinden olan özelliklerin hiç biri bizde yoktur.

                          Müminin özelliklerinden biri de ayet-i şerifeler okununca imanının artmasıdır. Oysa bizlere tedvini ve tekvini nice ayetler okunduğu ve gösterildiği halde, bunlar imanımızı arttıracağına, örtülerimizi arttır-maktadır.


                          Ömür günlerinde en büyük ilahi ayet olan Kur’an-ı Kerim’i ne ka-dar okumadık ve başkalarından işitmedik ki? Ama buna rağmen kal-bimizde iman nuru ortaya çıkmadı, ayetlerden bir uyanış ve hatırlayış hasıl olmadı.

                          Şimdi iyi düşün? Bir bak bakalım, Fussilet suresinin 44. ayeti bize ne kadar uymaktadır. Bu ayette şöyle buyurulmaktadır: De ki: O, ina-nanlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnan-mayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılı-yor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)”


                          Müminler için Kur’an-ı Kerim’den hasıl olan o hidayet ve batıni hastalıkların şifası nerede? Ne olmuş ki bu ayet-i şerifeler bir türlü ku-lağımıza girmiyor ve bizler için hicap üstüne hicap oluyor? Bunun tek sebebi şudur ki iman nuru kalbimize girmemiş, ilimlerimiz ilmi sınırda baki kalmış ve kalp sayfamıza girmemiştir. Bu hususta Kur’an-ı Şerif’te bir çok ayetler vardır. Halimizi bu ayetlerle kıyaslayacak ve o ayetleri sıfatlarımızla uyarlayacak olursak halimiz güzel bir şekilde ortaya çıkar.

                          Müminin üçüncü sıfatı ise, “Rablerine tevekkül ederler” ayetin-deki tevekküldür. Tevekkülün hakikati ise insanın her işini vekiline bı-rakması ve vekaletine itimat etmesidir. Başkalarından yüz çevirmektir. Başkalarına ümit gözüyle bakmamaktır. Bu da tevekkülün esası olan dört şeye dayalıdır:




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #43
                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Birincisi insanın, vekilinin kendi hacetini bildiğini bilmesidir. İkin-cisi vekilinin ihtiyaçlarını giderecek güçe sahip olduğunu bilmesidir. Üçüncüsü vekilinin kendisine rahmet ve şefkatinin olduğunu bilmesi-dir. Dördüncüsü ise vekilinin cimrilikten uzak olduğunu bilmesidir.

                            O halde şimdi kendi halimize bir müracaat edelim. Hak Teala’nın mukaddes zatı hakkında bu dört ilme sahib bulunmaktayız. Hepimiz Allah’ın kainattaki tüm zerreleri bildiğini ve ilminin bütün varlıkları kuşattığını biliyoruz. Allah’ın iradesinin yer ve göklerde etkili oldu-ğunu kabul etmekte ve geniş rahmetinin her şeyi sardığına inanmakta-yız. Allah’ın bütün noksanlıklardan –ki cimrilik de bunlardan biridir- beri olduğunu iman etmekteyiz. Tevekkülün tüm esaslarının ilmi açı-dan bizlere hasıl olduğuna ve bu dört hususta hiçbir şek içinde olma-dığımızı bilmemize rağmen bizlerde tevekkülden bir eser bulunma-maktadır.


                            İnsanlara itimadımız ve yaratıklara diktiğimiz ümit gözümüz yara-tıcıdan daha fazladır. İhtiyaçlarımızı zayıf yaratıklardan istiyor ve is-teklerimize aşağılık kimselere arzetmekteyiz. Sürekli olarak insanların kalbini elde etmeye çalışıyoruz. Oysa kalpleri çevirenin Hak Teala ol-duğunu da bilmekteyiz. Bunun sebebi de bu ilkeleri bilmenin imandan ayrı olduğu gerçeğidir. Kalbimiz bu ilimlerden boş olduğundan ve bu esaslar kalbimize girmediğinden dolayı da bu ilmimizden bir sonuç alamamaktayız. Bu yüzden de “Delilcilerin ayağı tahtadandır, tahta-dan ayak ise sağlam değildir.” diyenlerin sözünün doğruluğu ortaya çıkmaktadır.

                            Biz tartışma, delil ve sağlam burhanlara dayalı ilimle tevekkülün esaslarını derketmiş ve de bu konuda hiçbir şüphe içinde kalmamış ol-duğumuzu biliyoruz. Buna rağmen kalbimizde tevekkül nurundan bir ışık bulunmamaktadır. Yaratıklardan kopma sefasından ve Hakk’a bağlanmaktan bir eser görülmemektedir. O halde bu imani özellik de bizlerde mevcut değildir. Eğer imanın özellikleri yoksa, o halde iman da yok demektir.
                            Ayet-i şerifeler de bu özet çalışmaya sığmayacak ölçüde bu sözün şahidi konumundadır. Bu ayetler aynı zamanda diğer ayetler için de bir örnek teşkil etmektedir.


                            Bu konuda rivayet-i şerifeler de çoktur. Biz bu rivayetlerden bazı-sını zikrederek bu sayfaları süslemeye çalışalım. Olur ki ilahi kitabın bereketi ve velinimetlerin (a.s) kutsal nefesleri sebebiyle katı kalple-rimize bir nur hasıl olur ve tabiat aleminin zulmani örtülerinden bir kurtuluş ortaya çıkar.
                            Kafi-i Şerif’te imanın İslam ile olduğu ama İslam’ın iman ile ol-madığı babında Semae’den naklen şöyle yer almıştır: “Ebi Abdillah’a (a.s) şöyle arzettim: “Bana İslam ve imanın (ne olduğunu) haber ver. Bunlar farklı şeyler midir?” …İmam sonunda şöyle buyurdu: “İslam la ilahe illallah sözünü dillendirmek, Resulullah’ı tasdik etmektir. Bu-nunla kanlar korunur, nikah ve miras hakları uygulanır. Müslüman toplumu onun zahiriyle meydana gelir. İman ise hidayettir. İslam’ın sıfatlarından kalpte sabit olan ve amelin menşei olan şeydir.”


                            Bu hadisten de anlaşıldığı üzere Allah’ın birliğine şehadette bu-lunmak ve risalete inanmak İslam’dır. Ama iman kalpte tecelli eden hidayet nurudur. İslam’ın sıfatı olan şey kalpte sabitleşir ve kalbe ula-şırsa o imandır. İmanın gereği ise ameldir. Bir çok hadislerden de an-laşıldığı üzere imanın temel esaslarıyla amel etmek de imandandır. Bu temel esaslarla amel etmenin, imanın hakikatinde bir katkısı olduğu anlamında değildir. Aksine daha önce de beyan edildiği üzere temel esaslara imanın bir gereğidir.


                            Kafi’de yer alan bir hadiste ise şöyle buyurulmaktadır: “Kul aziz ve celil olan Allah’ın haram kıldığı küçük veya büyük günahlardan birini işleyince imandan çıkar, iman ismi düşer ve sadece üzerinde İslam ismi kalır. Ama eğer tövbe eder ve bağışlanma dilerse iman yurduna geri döner.”
                            Kafi’de “Vücub-u cem Beyne Havf ve Reca” babında İmam Sa-dık’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Babam şöyle buyurdu: “Her mümin kulun kalbinde iki nur vardır. Korku nuru ve ümit nuru. O tartılacak olursa bundan ağır gelmez ve bu tartılacak olursa, ondan ağır gelmez.”
                            Başka bir hadiste ise şöyle yer almıştır: “Mümin kimse korku ve ümit arasında yaşar. Korktuğu ve ümit ettiği şeylerle amel etmediği müddetçe de korkan ve ümit eden kimse olmaz.”

                            Hadis-i şeriflerde müminlerin sıfatları sayılmış ve müminler tevek-kül, teslim, rızayet, korku, ümit ve benzeri şeylerle nitelendirilmiş-tir.”
                            Şüphesiz bu sıfatlara sahip olmayan bir kimse iman ehli olamaz. Bunun nedeni de bizde var olan ilim ve idrakin iman olmayışıdır. Aksi taktirde bu sıfatlara ve salih amellere sahip olurduk. Yine de bilen Al-lah’tır.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #44
                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              4. Bölüm

                              İmanın Fıtrat Üzere Olmak ve Küfrün İse Fıtrat Yolundan Sapmak Olduğu Beyanında

                              Bil ki daha önceki bölümlerde de beyan edildiği üzere fıtri şeyler-den maksat, bütün insanların ittifak ettikleri, hiçbir adet, mezhep, çev-re ve ahlakın etkilemediği şeylerdir. Vahşilik, medeniyet, bedevilik, şehirlilik, ilim, cehalet, iman, küfür vb. beşeri sınıflandırmaların hiç biri fıtri şeyleri değiştiremez. Aralarında var olan ihtilaflı işler ise fıtri temeller ile ilgili değildir. Aksine örnek ve nesnel misallerde yapılan teşhis hatasıdır.
                              O halde şöyle diyoruz: Marifet, tevhit, resullere imandan ibaret olan velayete iman ve ahirete, meleklere ve ilahi kitaplara iman gibi imanın usul ve erkanları fıtri şeylerdendir. Elbette onlardan marifet ve tevhit gibi bazıları asıl fıtri şeylerdendir. Diğer bazıları ise detaylarıdır. Bütün boyutlarıyla bu konuyu irdelemek amacımızdan uzaktır ve bu uzun ön bilgileri gerektiren ilmi bir konudur. Bu kitapta bu tür detaylara girmemeye çalışacağız. Ama kısaca bir işaret etmek zorundayız.


                              Bilmek gerekir ki mutlak kemale teveccüh ve mutlak kemal aşkı, daha önce de beyan ettiğimiz üzere fıtri şeylerdendir. Şimdi de diyo-ruz ki bütün beşer silsilesinin aşık olduğu bu mutlak kemal ve cemal Hakk Teala’dır. Zira delille de ispat edildiği üzere o mukaddes zat ya-lın bir hakikattir. Yalın hakikat ise mutlak kemal ve cemal olmalıdır. Diğer varlıklar ise Allah’ın fiillerinin bir tecellisi ve mukaddes feyzinin bir yansımasıdır. O halde her birinin mutlak kemalden nazil olan bir sınırlılığı ve belirginliği vardır. Bu mukaddes zat olan gerçek sevili ise mutlak vahit (tek) olmalıdır. Aksi taktirde hakikat yalınlığından çıkar ve mutlak kemal olamaz. Hakeza bütün insanların sevgilisi olan bu zat, asıl fıtrat ile tüm kemallere sahip olmalıdır. Aksi taktirde mutlak kemal olmaktan uzaklaşır ve sevgili mutlak kemal olmaz.

                              Hakk’ın nisbetlerini beyan eden mübarek Tevhit (ihlas) suresinde mutlak hüviyet deliliyle sadece derinleşenlerin idrak edebileceği güzel bir dille Allah’ın ahadiyet, kapsamlılık ve her türlü eksiklikten mü-nezzeh oluşu ispat edilmiştir.


                              Velayetin hakikati de marifet ehli nezdinde mutlak genişleyen feyiz olduğundan ve o feyiz de bütün sınır mertebelerinin dışında kaldığından ve de “mutlak vücud” olarak ifade edildiğinden fıtrat bağımlı bir şekilde o hakikate bağlı bulunmaktadır. Nitekim o hakikat de “gölgelenen hakikattir ve de “Allah’ın gölgesi, mutlak meşiyet, Muhammedi ve Alevi hakikat” olarak ifade edilmektedir.

                              Fıtrat, mutlak kemalde fani olmayı istediğinden velayet hakikati olan o hakikatin hasıl oluşu da mutlak kemalde fani olmanın hasıl ol-masıdır. O halde velayet hakikati de fıtri şeylerdendir. Bu yüzden bazı rivayetlerde “Allah' ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratı-na.” ayeti bazen “marifet fıtratı” bazen “tevhit fıtratı” bazen “velayet fıtratı” bazen de “İslam” diye tefsir edilmiştir.

                              İmam Bakır’dan (a.s) nakledilen bir rivayette ise şöyle yer almıştır: “Allah' ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına.” ayetinden maksat, “La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah ve Ali Emir’ul-Müminin veliyullah” demektir. Buraya kadar da tevhittir. Bu hadis-i şerif velayetin tevhidin bir şubesi olduğunu beyan eden sözümüzün de delili konumundadır. Zira velayet hakikati mutlak feyizdir. Mutlak fe-yiz ise, mutlak vahdetin gölgesidir. Fıtrat bizzat asli olarak kemale ba-ğımlı olarak da gölgesel kemale yöneliktir. Bu konunun başka bir açıklaması da vardır, ama biz bu açıklamaya girmeyeceğiz. O halde anlaşıldığı üzere marifet, tevhit ve velayet fıtri şeylerdendir.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #45
                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Aynı şekilde bütün insanlık ailesinin fıtratında ebedi beka aşkı mevcuttur. Ama asıl fıtrattan örtülü olanlar teşhis ve tatbik hususunda yanlışlık etmektedirler; bu sevginin sonucu da dünyaya bağlılık, dünya sevgisi ve ölümden nefret etmek olmuştur.

                                Ölümden nefret etmenin başlıca sebebi ise örtülü kimselerin kalbine ölüm sonrası alemlere, hayata ve ebedi bekaya imanın girmeyişi ve ölümü fani olma saymalarıdır. Fıtrat fanilikten nefret edip bakiliğe aşık olduğu için de örtülü kimselerde ölümden nefret ortaya çıkmıştır. Asıl fıtrat ebedi bekaya aşık olduğundan bu aşk, ahirete ve ölüm sonrası alemlere bağlılıktır. Zira dünya hayatı ebedi olamaz. Fani olduğu için de fıtrat ondan nefret emektedir. Baki alem olan ikinci gayb alemi ise fıtratın sevdiği alemdir. O halde ahiret gününe, yani dünya sonrası aleme iman da fıtri şeylerdendir. Hakeza bütün insanların fıtratında rahatlık ve hürriyete aşık olmak vardır. Hürriyetten maksat ise, mutlak hürriyettir ve iradesini kullanmak da bunun özelliklerinden biridir. Dünya hayatında ise bu iki şeyin gerçekleşmesi mümkün değildir. Zira mutlak rahatlık bu dünyada hiçbir şekilde elde edilemez.

                                Dünyadaki bütün rahatlıklar, çile ve sıkıntılarla iç içedir. Rahatlığın ortaya çıkı-şında, ortaya çıkılması için gerekli şartların yerine getirilmesinde ra-hatlık ortaya çıktığında ve de rahatlıktan sonra bir çok sıkıntılar mev-cuttur. Örneğin, nefsin teveccüh ettiği ve istirahat yollarından biri gördüğü cismani lezzetlerden biri tat alma lezzetidir ve bu da yemek yemekten elde edilen bir lezzettir. Dünya ehli ve örtülü olan bizler, bu lezzete çok önem vermekteyiz. Şimdi eğer dikkat ile hesaplayacak olursak, dünyada lezzetli bir yemeyin ortaya çıkması için, dünya ehli kimseler, ne kadar büyük zorluklara katlanmaktadırlar. Uzak ön koşul-ları hesaba katılacak olursa, bu yemek elde edilinceye kadar bir çok büyük sıkıntılara katlanmak gerekir. Bütün bu sıkıntılara ve ortadan kaldırılan engellere rağmen onu pişirmede ve düzeltmede de bir çok sıkıntılara katlanmak gerekir. Hatta o yemeği yerken de bir çok şeylere riayet etmek gerekir ki bunlar da insan için büyük bir zahmet ve sıkıntı içermektedir. Ama insan bu tür şeyle ünsiyet kurabildiği için bu sıkıntıları görmemektedir. Yedikten sonra da her biri bir sıkıntı olan hazmetme ve defetme sıkıntılarına sıra gelmektedir. Eğer bu bela genel bir bela olmasaydı ve insan bununla ünsiyet kurmamış olsaydı, hiç kimse bu sıkıntıya katlanmaya razı olmazdı. İşte bu, bu alemdeki lez-zetlerin durumudur.

                                Şimdi de insanın bu alemde hergün yaşarken karşılaştığı musibetle-ri, sıkıntıları ve dertleri bir düşün. O halde insanın aşık olduğu mutlak rahatlık, bu alemde mümkün değildir. Ama şeriat ehlinin haber verdi-ğine göre, melekut aleminde bu mutlak rahatlık mevcuttur. O halde insan, fıtratı gereği hiçbir sıkıntının olmadığı bir rahatlığın ve hiçbir engel ve karmaşıklığın olmadığı bir lezzetin bulunduğu aleme fıtratı gereği teveccüh etmektedir. Aynı şekilde insan fıtratı hasebiyle hürri-yet ve özgürlüğe aşıktır. İnsan istediğini yapmak istemektedir. Hatta iradesinin etkili olmasını istemektedir. Öyle ki saltanatı ve gücü karşı-sında hiçbir engel olmasın istemektedir. Bilindiği gibi bu alemde de böyle bir güç ve irade kullanımı elde edilemez. En azından bu alemin tabiatı insanın iradesi altında olmayı reddetmektedir. Bu çok açıkça bilinen bir gerçektir. Bu tür bir saltanat, itaat ehlinin cenneti olan tabiat ötesi alemde elde edilebilir. O halde insan fıtratı gereği gaybi aleme iman etmektedir.

                                Hiç şüphesiz fiili aşk ve fiili aşık, bir de fili maşuku (sevgiliyi) ge-rektirmektedir. Zira mütezayif olan iki gerçek kuvve ve fiil halinde-dir. O halde, fıtratın maşukları (sevgilileri) bilfiil olmalıdır ki fıtrat on-lara teveccüh etmiş olsun.

                                Burada insanın hata ve yanlışlık içinde olduğu ve de hakikatinin olmadığı nefsin zihni suretlere ve vehmi hayallere teveccüh ettiği sa-nılmasın. Zira hayali suretlerin kendisi, nefsin maşuku olamaz. Zira o suretlerin tümü sınırlıdır ve nefis sınırlı olmayana aşıktır. Ayrıca bu fıtrat varlığın bir gereğidir. Onda hata ve yanlışlık olamaz. Nitekim bu konu burhan-i limmi ile de yüce ilimlerde ispat edilmiştir. Bu sayfalarda söz konusu delili aktarmak, uygun değildir. Bu kadarıyla bile konumuzdan ve görevimizden uzaklaşmış olduk. Aynı şekilde diğer fıtratlar hakkında açıklamadan vaz geçiyoruz. Bütün bu söylenenlerden de anlaşıldığı üzere küfür, fıtratın nefret ettiği bir şeydir ve de örtülü fıtrattandır; yoğrulmuş fıtrattan değil. Başta da sonda da Hamd Allah’a mahsustur.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X