Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    5. Bölüm

    İmanı Elde Etmenin Yolu

    Buraya kadar yapılan açıklamalardan imanın, ilimden apayrı bir hakikat olduğu ortaya çıkmış oldu. Bizlerde marifetler, tevhit hakikat-leri, isim ve sıfatlar hususunda var olan bilgiler ilimdir ve kalbimizin onlardan hiçbir haberi yoktur ve bilindiği gibi bu tür şeyler, kalbe ulaşmadığı ve kalp onlara iman etmediği müddetçe de etkisi oldukça azdır. Dolayısıyla insan, iman elde etmeye çalışmalıdır. Eğer Allah korusun değişim yurdu olan ve de melekelerin sıfatların ve kalbi du-rumların değiştirilme imkanının bulunduğu bu alemden iman etmeden çıkacak olursak, bu bizlere çok büyük zararlar verecektir ve büyük bir hüsrana uğrayacağız. Sonsuz pişmanlıklara maruz kalacağız. Artık o alemde nefsin hiçbir haleti düzeltilemez. Eğer burada iman elde edi-lememişse, o alemde asla elde edilemez.

    O halde insan bu alemde bu birkaç sabahlık hayatı ganimet saymalı ve ne pahasına olursa olsun imanı elde etmeye çalışmalı, kalbini imanla tanıştırmalıdır. Bu gerçek de insani sülukun başında elde edilemez. Bunu elde etmek için evvela marifetler ve imani hakikatleri elde edil-meli, niyet halis kılınmalıdır. Kalp, tekrar ve tezekkür sayesinde ihlas ve sevgi ile aşina olmalıdır ki böylece ihlas kalbe yerleşsin. Zira eğer işin içinde ihlas olmazsa, İblis’in tasarruf eli işe karışacak ve de İblis ve bencillikten ile egoistlikten ibaret olan nefsin tasarrufuyla hiçbir marifet elde edilemez. Hatta bizzat tevhit ilmi, ihlas olmadığı taktirde insanı tevhit ve marifet hakikatinden uzak düşürür, ilahi yakınlık der-gahından uzaklaştırır.
    O halde İblis’in halini bir düşün, İblis bencillik ve kendini beğen-mişlik içinde olduğundan ilmi asla ameli olamadı ve de kendisine saa-det yolunu gösteremedi.


    İrfani ince bir yoruma göre, hak ve batıl rıyazetler arasındaki ölçü nefis ve bencillik adımı ve de hak ve hakkı talep etme adımıdır. Dün-yevi veya uhrevi şehvetler için olan bir namaz, müminin miracı ve takva sahiplerinin Allah’a yakınlaşma vesilesi olan namaz değildir. O namaz insanı sadece Hur’ul-Ayna yakınlaştırır ve ilahi yakın dergahtan uzak düşürür.

    Halk veya alimler huzurunda gösteriş yapmak için öğrenilen tevhit ilmi de nuraniyetten uzak bir ilimdir ve şeytanın eliyle nefs-i emare için hazırlanmış bir yemektir. Bu ilmin bizzat kendisi insanı tevhitten uzaklaştırır ve şirke yakınlaştırır. Biz, inşallah ileride ihlas babında bunun hakikat ve mertebelerini beyan etmeye çalışacağız.

    Özetle ihlas elde edildikten sonra hakikat yoluna girmek mümkün-dür. Nitekim Kur’an-ı Şerifte, Saffat suresi, 159 ve 160. ayetlerde şöy-le buyurulmaktadır: “Allah, onların isnat edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir. Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.”

    Şirkten arınmış olan ve tabiatın pisliklerinden halis kılınmış olan halis kullar dışındakilerin nitelendirdiği şeylerden Allah münezzehtir. Ayette geçen “muhlesin” olan kimselerin makamı, “muhlisin” olan kimselerin makamından daha yücedir ve inşallah yeri geldiği zaman bunu açıklamaya çalışacağız. Velhasıl tevhit ve tecrit makamını elde etmede ihlas sahibi olmak, süluk hakikatinin en önemli ilkelerinden biridir ve de bunu elde etmenin niteliğini yeri geldiğinde beyan etmeye çalışacağız. Ondan sonra da günahlardan ve muhalefetten tevbe ba-bında açıklanacak olan şartlarla birlikte halis bir tövbe gelir.

    Kalp, pisliklerden temizlenince, Allah’ı zikretmeye ve Allah’ın ki-tabını okumaya hazırlanır. Tabiat aleminin pislikleri kalpte olduğu müddetçe de zikir ve Kur’an-ı şerif’ten faydalanması mümkün değil-dir. Nitekim ilahi kitapta, Vakıa suresi, 77, 78 ve 79. ayetlerde bu ger-çeğe işaret edilmektedir. Hiç tartışmasız bu, Kur'an-ı Kerim'dir. Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır. Ona, temizlenip-arınmış o-lanlardan başkası dokunmaz.”
    Hakeza Mümin suresi, 13. ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Size mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yö-nelenden başkası ibret almaz.”


    Kalp, Allah’ı zikretmeye ve Kur’an-ı Kerim okumaya hazırlanınca da mübarek tevhit ilkeleri ve tenzihi kalp huzuru ve temizlik haleti üzere kalbe telkin eder. Yani kalbi, dili olmayan bir çocuk gibi farzeder ve onu konuşturmaya çalışır. Nitekim orada kelimeyi tekrar edip çocuğun söylemesini sağlamak için ifade ettiği gibi burada da tevhit kelimesini itminan ve kalp huzuru içinde insan kalbine telkin etmeli ve okumalıdır. Böylece bilini açmaya çalışmalıdır.



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #47
      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Eğer, akşamın sonunda veya iki şafak arasında sabah namazından sonra, bu işe koyulursa daha iyidir. O halde o zaman temizlik içinde Kur’an ve zikirlerini kalbine yönlendirmeli, tezekkür ve tevhit esasla-rına dayalı olan ilahi ayetleri, telkin ve hatırlatma olarak kalbine oku-malıdır.

      Eğer haşr suresinin son ayetlerini, örneğin 18. ayet olan, “Ey iman edenler! Allah’tan sakının.” ayetinden tezekkür, nefis muhasebesi, tevhit, isimler ve sıfatların mertebelerini ihtiva eden surenin sonuna kadarki ayetleri dünyevi meşguliyetlerden uzak olduğu bir zamanda, örneğin akşamın sonunda veya iki şafak arasında kalp huzuruyla okur ve tevekkül edecek olursa, inşallah güzel bir sonuç elde etmesi ümit edilir. Zikirleri de aynı şekilde örneğin zikirlerin en kapsamlısı ve üs-tünü olan “la ilahe illallah” zikrini kalp huzuru içinde okuyacak olursa, Allah’ın bu insana yardım etmesi umulur.

      Elbette her halette kendi noksanlığını acizliğini ve Hak Teala’nın kudret ve rahmetini hatırlamalıdır. İhtiyaç ellerini mukaddes zatın hu-zuruna uzatmalı ve dilemelidir. Eğer bir müddet bu iş ile meşgul olursa nefsin tevhide adet etmesi ve tevhit nurunun kalpte tecelli etmesi ümit edilir. Elbette zikrin bu genel şartlarından da gaflet edilmemelidir. Biz aynı zamanda zikrin şartları da olan Kur’an-ı Kerim’i okumanın şartlarını daha çok Adab’us-Salat kitabında açıklamaya çalıştık.” Ama ne yazık ki biz bunlardan hakkıyla istifade edemedik. Takva sa-hiplerinin mevlası olan Hz. Ali (a.s) bir yerde şöyle buyurmuştur: “Sen söylenene bak, söyleyene bakma.”

      Eğer gece veya gündüz, birkaç dakika kalbinin teveccüh ve yöneli-şini yani kalbin huzur içinde olduğu durum hasebince, nefsini iman nurunu elde etmede hesaba çekerse, ve ondan iman nurunu talep eder-se ve imanın eserlerini ondan isterse, inşallah daha çabuk sonuç elde edebilir.
      Ey aziz! Bu iş ilk etapta nefis için zor gelebilir, şeytan ve nefsani vesveseler de bu sorunu büyütebilir. İnsanı bu durumları elde etmekten ümitsiz kılabilir ve insana ahiret yolunu ve Allah’a doğru seyr-u suluk-u büyük ve zor göstererek şöyle diyebilir: “Bu anlamlar büyük insanlar içindir. Bizimle hiçbir irtibatı yoktur.” Hatta bazen gücü yettiği taktirde insanı bu anlamlardan nefret ettirir ve mümkün olan her yolla kendisini ondan saptırır. Ama hakkı talep eden insan, o aşağılık şeytanın hilelerinden dolayı Allah’a gerçek anlamda sığınmalı ve ves-veselere itina göstermemelidir. Hakk’ın yolunun ve bu yolu elde et-menin zor olduğunu düşünmemelidir. Aksine ilk önce biraz zor gö-rülmektedir. Ama eğer insan içeri girecek olursa Allah-u Teala orada insana saadet yollarını açar, insanı saadet yollarına yakın kılar.


      Şimdi beyan edilen bu cüz’i işin hiçbir problemi yoktur ve işlerden hiçbirine de aykırı değildir, herhangi bir işe zarar vermemektedir. Hakkı talep eden insan, bir müddet buna teşebbüs etmelidir. Eğer kal-binin sefa ve temizliğinde bir değişiklik görür ve batınının nuraniyetini elde edecek olursa daha fazla teşebbüs etmelidir. Bilindiği gibi bu işler tedrici bir şekilde ve zamanla yapılan şeylerdir. Çünkü bunun çok büyük bir önemi vardır. İnsan bu işi çok önemli saymalıdır. Bu dünyevi zararlar gibi bir zarar değildir. Dolayısıyla insan bugün olmazsa yarın yaparım, eğer o da olmazsa önemli değil deyip geçme-melidir. Bu saadet ve şekavet ebedidir. Bu şekavetin sonu yoktur ve sefalet için bir son düşünülemez.

      Ey gafil zavallı insan! Her gün dünya ehlinin dünyayı bırakarak büyük hasretler içinde gittiğini gördüğü halde bu dünyaya o kadar önem vermektedir. Büyük bir ciddiyet ve gayret içinde bu dünyayı el-de etmeye çalışmaktadır. Kendisini her türlü zillet, zahmet, sıkıntı ve meşakkate düşürmektedir. Hiçbir şeyden utanmamakta ve çekinme-mektedir. Ama ebedi saadetin kefili olan imanı elde etmek için ise bu kadar gevşek ve bitkin gözükmektedir. Peygamber ve velilerin bütün bu nasihatlarına, semavi kitaplara rağmen yine de gevşeklikten ve ihmaldan el çekmemektedir. Musibet, zillet ve zahmet gününü dü-şünmemekte, kayaları yumuşatan ve alemdeki dağlar teslim alan Kur’ani öğütler, nasihatlar ve uyarılar bu insanların kalbinde hiçbir eser yaratmamaktadır. Evet Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misal-leri insanlara düşünsünler diye veriyoruz”

      Ey katı kalpli insan! Bir düşün! Senin kalbinin nasıl bir hastalığın vardır ki kalbini sert taştan daha katı kılmış ve seni azap ve zulmetler-den kurtarmak için inmiş olan Allah’ın Kur’an’ı bile kalbin tarafından kabul edilmemelidir?!




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #48
        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        Evet dünya, altın ve gümüş süsleri gözünü almış, göz ve kulak yo-lunu kapatmış ve kalbini tersyüz etmiştir. O halde şimdi biraz şu ayet üzerinde düşün:

        “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; göz-leri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”

        Bak gör cehennem için yaratılan kimselerin ve cehennem ehlinin nişaneleri sende var mıdır?


        Düşünce nurundan, anlayıştan ve dünya zahirini batınına çevirmek-ten mahrum olan bir kalbin hayvani kalbi teşkil eden et parçasıyla hiçbir farklılığı yoktur. Bu alemin suretinden başkasını görmeyen, ibret ve hikmet açısından kör olan bir gözün ve bu alemdeki sesler dışında bir şey işitmeyen ve ilahi öğütlerden uzak olan ve hikmet ve nasihatleri kabullenmeyen bir kulağın, hayvanların kulak ve gözüyle hiçbir farklılığı yoktur. Bu üç insani özelliğe sahip olmayan kimseler, insan şeklindeki dört ayaklılar ve hayvanlardır. Hatta hayvanlardan daha sapıktırlar. Zira insan Hak Teala’nın kudret eliyle yoğrulmuş olan ilahi fıtrat nuruyla, Kur’an’la, semavi kitaplarla ve kendisine özgü olan Peygamberlerin hidayet ve irşadıyla hayvanlık mertebesinden hiçbir harekete girişmemiş ve de hayvanlık makamında öylece durakalmıştır.

        Hayvanın seyrinin nihayeti, budur ve yolu da hayvanlık makamına kadardır. Ama zavallı insan, menzil arasında yolunu kaybetmiş, insani süluka erişememiş, saadet sermayesini kaybetmiş, ömrünü hüsran ve iflas ile geçirmiş, insanlık yolundan sapmıştır. O halde bu insan hay-vandan daha sapıktır.

        Hakeza insan, eğer rahmani ve aklani tasarruflardan dışarı çıkar, şeytani ve cehlani tasarruflar altına girecek olursa, hayvani sıfatlar açısından bütün hayvanlardan daha aşağılık bir konuma düşer. İnsani şehvet ve gazap, alemi ateşe verir. Dünyanın temellerini yıkar, varlık zincirini yok eder, medeniyet ve din esaslarını ortadan kaldırır.


        Bazen bir tek kişinin gazap veya makam sevgisi sebebiyle yüzbinlerce aile perişan olur ve bir toplumun temelleri dağılır. Hay-vanların hiçbirinin gazap ateşi bu kadar yakıcı ve şehvet tandırı bu ka-dar sıcak değildir.

        İnsanın gazap ve şehvetinin bir sonu yoktur, hırs ve tamahını hiçbir şey dindiremez.

        İnsan hataları, şeytanlıkları, hile ve aldatmasıyla bir çok aileleri yokluk mezarına gönderir ve bir çoğunu da helak eder.


        Alem bütün gök ve yeriyle birlikte eğer bu canavarın azığı haline gelecek olursa, yine de hırs ve tamah ateşi asla sönmez. Bütün dünya, dünyayı ele geçirecek olursa, yine de nefsani istekleri azalmaz. Oysa diğer hayvanlar, kendi yemini elde ettiklerinde şehvet ateşleri sön-mektedir. Eğer onlarda, her ne kadar az da olsa, sonrayı düşünme hissi ve toplama hırsı ortaya çıksa da bu sınırlı bir histir ve zayıf bir hırstır. Örneğin karıncalar İlk bahar ve yaz aylarında yemek toplamakta ve zi-ra kışın yiyeyek toplayamadıkları günlerde, bu topladıkları yiyecekleri tüketmektedirler. Eğer kışın, tıpkı baharda olduğu gibi, evlerinden ve yuvalarından çıkıp rızıklanabilecek olsalardı, belki de asla rızık birik-tirme ile meşhur olmazlardı.


        Ama insanın bu mal toplamasının hangi esas ve temel üzere olduğu belli değildir. Eğer harcamak için ve geçimini temin için olsaydı, o halde bunu temin ettikten sonra neden daha fazlasının peşine düşmek-tedir ve topladıktan sonra da bu hırsı daha da artış kaydetmektedir? O halde kendi başına buyruk olan insan, hayvanlardan daha sapık ve da-ha aşağılıktır. Zira hayvanların bir hedefi vardır, bu zavallı insanların ise hiçbir hedefi bulunmamaktadır. Evet, elbette bir hedefi vardır, ama bu hedefini kaybetmiştir. Hedeflerin kabesi Hak Teala’dır ve insan da Hakkı talep etmektedir. Bu ilahi talebin –ki fıtratullahın nurundandır- hedeflerin hedefi dışında bir hedefi yoktur. Ama kendi yolunu dahi bilmemektedir. Delice batıl hedefler peşinde dönüp dolaşmaktadır. Talep ateşi asla sönmemektedir. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #49
          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Üçüncü Maksat

          Tasdik ve Zıddı Olan İnkarın Beyanında

          Burada da iki bölüm vardır:

          Birinci bölüm: Tasdik ve cuhuddan (inkar) maksat

          Bil ki bu makamda tasdik, hakkı kabullenmek ve hakka sağlam bir inançla bağlanmaktır. Nitekim, cuhud (inkar) da hakkı inkar etmek, reddetmek ve hak karşısında teslim olmamaktır.

          Tasdik, aklın askerlerinden biridir ve de yoğrulmuş fıtrat ile ilgilidir. Nitekim inkar da cehaletin askerlerinden biridir ve de örtülü fıtrat ile ilgilidir.
          Bu kısıtlı bilginin detayları ise, şudur ki insani fıtrat yüce ve olan Hak Teala’nın, celal ve cemal kudretinin eliyle yoğrulduğundan ve de temiz ve kutsal alemden indiğinden, ilk başlarda fıtrat ve yaratılış nu-rani ve parlaktır. Gayp alemine yöneldiği, hakkı talep ettiği ve önceden de işaret ettiğimiz gibi hakka aşık olduğu için nur, temizlik ve kutsal alemden olan hak işler ve imani hakikatler ile zati bir münasebeti taşır. Cehaletler, batıl şeyler, yanlışlar ve yalanlarla hiçbir uyumu yoktur. Kendi yerinde de ispat edildiği üzere ilim, alim ve malum (bilinen şey) birbiriyle uyum içinde olmalıdır. İlim, alimin yiyeceğidir. Nitekim yiyecek de yiyen kimse ile bir uyum içinde olmalıdır. Zira yiyen kimseyle birleşmektedir. Ruhani yiyecekler de yiyen kimseyle birleştiği için, onunla bir uyum içinde olmalıdır. Nitekim, bu konu, alim ve malumun (bilen ve bilinenin) birliği ve akil ve makul (düşünen ve düşünülen)in birliği hususu delillerle ispat edilmiştir. Nitekim Allah-u Teala, mübarek Abese suresi 24. ayette şöyle buyurmaktadır: “Bir de insan, yediğine bir bakıversin.”


          Kafi kitabında, bu ayetin anlamı hakkında İmam Sadık’ın (a.s) şöy-le buyurduğu yer almıştır: “İnsan aldığı ilmine ve bu ilmi kimden al-dığına iyi bakmalıdır.”

          Şeyh Mufid (r.a) ise, İmam Bakır’dan (a.s) bu anlamda bir rivayet nakletmiştir. O halde insan kendi asli fıtratı üzere olduğu müddetçe nur ve temizlik aleminden olduğu sebebiyle hakiki ilimler, ilahi mari-fetler, ruhani hakikatler ve gaybi alemlerle uyum içindedir. Nefsin yü-zü nurani, parlak, tozsuz, passız ve kirden arındırılmış olunca, tümü hak ilimler ve marifetler türünden olan gayb aleminin suretleri, bu ay-naya yansır ve ayna da onlarla uyumlu olarak onları çok güzel bir şe-kilde yansıtır. Batıllar, yalanlar ve yanlış kıyaslar ise şeytanın nefha-sından, zulmet, pislik ve karanlık alemlerden olduğu sebebiyle de fıtrat üzere yoğrulmuş olan nefsin yüzü, onlardan sarf-ı nazar etmektedir ve de onlarla hiçbir uyum ve tenasüb içinde değildir. Dolayısıyla da o suretlerin hiçbirini kabul etmemektedir. Onlardan etkilenmemektedir. Eğer bu fıtrat sonuna kadar korunur, İblis’in tasarruf elinden kurtulur-sa, Hakka aykırı olan hiçbir şeyi kabullenmez, hiçbir hakikatten yüz çevirmez, Kur’an-ı Kerim’in, büyük peygamberlerin ve yüce velilerin (a.s) buyurdukları ilahi vahiy madeninden ve hak ilimler kaynağından indiği şekliyle onda halis bir şekilde ve de kul ile Hak Teala arasında zulmani hicaplar olarak ifade edilen nefsin tasarrufları ve hayali mü-dahalelerden münezzeh bir şekilde tecelli eder.

          Ama bu fıtrat, eğer ruhaniyyetinden örtülü olursa, tabiat alemiyle uğraştığı için zulmani hale gelirse; şehvet, cehalet, gazap ve şeytanlık sultası ona üstün gelirse, dünyevi işlerle ve mülk aleminin kesretleriyle ünsiyet kuracak olursa, batın yüzü, ruhaniyet ve melekut aleminden döner, o nurani alemlerle olan uyumu kesilir, cin ve şeytan alemiyle uyum içine girer, kuruntuların ve küçük insanın şeytanı olan hayali müdahalelerin egemenliği insana hakim olur ve ilahi marifet ve haki-katler ve de nur, temizlik ve kutsal alemden olan şeyler, ona acı gelir, kulağına ağırlık yapar ve tatsız bir hale dönüşür.


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #50
            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            Zulmetler, pislikler, batıl inançlar, yalan kuruntular, safsata ve yan-lışlıklar ona tatlı gelir, ruhuna hoş gelir, paslanmış bir kirli ayna gibi nur ve latif suretleri kabullenmez. Pas ve pislik türünden olan her şey onda üst üste gelir, böylece nefiste cuhud ve inkar haleti ortaya çıkar. Kalp artık hiçbir hakkı, hakikati, hatta zaruri ve fıtri şeyleri kabullenmez ve teslim olmaz.

            Her insan fıtrat gereği bu güzel düzenden ve ilginç ince yaratılıştan, bunu düzenleyen ve yapan birine intikal eder ve bu düzeni yaratıcıyı aramaya koyulur. Bu ilginç düzenin bir düzenleyicisinin olmadığı dü-şüncesi aklına bile gelmez ve kalbinde bu hususta hiçbir şüphe oluş-maz. Elektrik gücü, radyo, telefon sanayisi, telsiz telgraf ve diğer bu-luşlar, insanı fıtratın aslına ve cibiliyete yöneltmekte, bunu yapan ve keşfeden karşısında teslim olmaya ve onu azamet ve büyüklükle ister istemez anmaya sevk eder. Eğer birisi şöyle derse, “Bunlar önemli şeyler değildir. Bunlar bir yapımcıya ve üstada ihtiyaç duymamaktadır. Onların kendi kendine oluşmuş olması mümkündür.” Bu yanlış ihtimal herkese ağır gelir ve ruh için çok acı olarak algılanır. Bu sözü söyleyen kimsenin cevabı ise kendisine hiçbir cevap vermemektir. Ama alemin ilginç düzeni ve kainatın akılları şaşırtan büyük yapımı insanı hayrete düşürmektedir. Elektrik gücünü ve beşeri ilginç teknikleri keşfetmek de bu alemin küçük bir örneğinden yani insani beyinden ortaya çıkmıştır.

            Alemdeki bütün büyük filozoflar, bu büyük alemin zayıf bir parçası olan bu beşerin yapısının her bir parçası hususunda büyük bir şaşkınlık izharında bulunmaktadırlar. Binlerce yıldır tıp ve anatomi alimleri, insanın zahiri yapımı hakkında bu kadar dikkat gösterdikleri ve incelemede bulundukları halde, henüz de bunun hakikatini tümüyle keşfedebilmiş değillerdir. Buna rağmen yine de insanlık arasında bu alemin yaratıcısının büyüklük ve azameti ve de Rab ve meydana getiricisi karşısında teslim olmayan cahil ve zalim insanlar bulunmaktadır. Bunların kalbinde şek ve şüphe tozları öylesine katmerleşmiştir ki, artık kendi fıtri özelliklerinden gaflet etmiş ve bu yüzden de aklın açık ve zaruri gördüğü şeyleri bile kabul etmemekte-dirler. “Kahrolası insan, ne kadar da nankördür.”


            Bunun sebebi de şudur ki insan tabiat alemi ile meşgul olduğundan, vehim ve şeytanlığın elinde esir hale geldiğinden fıtrat, nuraniyetini kaybetmekte, hak ve hakikatlerle ilişkisi kesilmektedir. Nitekim Allah-u Teala Ahkaf suresi, 20. ayette şöyle buyurmuştur: “İnkâr edenler ateşe arzolunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki ha-yatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sür-dünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız-dan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!”


            Belki de kafirlerin dünya hayatında, dünyadan istifade ederken ve şehvetlere dalırken alıp götürdükleri temiz şeylerden biri kutsal Haz-ret’ten temizlikle nazil olan ve de insan için semavi sofralardan biri olan bu ilahi fıtrat nurudur ve onlar dünyaya teveccüh ettikleri ve dünyadan faydalandıkları sebebiyle de bu ilahi fıtrat nurunu kaybet-mişlerdir.

            Özetle, burhan esasınca yiyecek ile yiyen kimse arasında bir uyum gerektiği için nuraniyetinden dışarı çıkmamış olan asıl fıtratların bir gereği de hakkı onaylamak ve hakikat karşısında boyun bükmektir. Cehalet ve şeytanlığın galip geldiği örtülü fıtratların gereği ise inkar ve reddetmektir. O halde tasdik ve onaylamak, aklın askerlerinden biridir, inkar ve reddetmek ise cehaletin askerlerinden biridir.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #51
              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              İkinci Bölüm

              Nefsi İnkar Hususunda İslah Etmek

              Bil ki insan, madde ve değişim alemi olan bu tabiat aleminde kal-dığı müddetçe nefsin en kötü hallerinden biri olan ve de nefsin ebedi hüsranına ve yardımsız kalmasına sebep olan bu inkar ve red haletini değiştirebilir. Cehalet ve şeytanın ordusunun tasarrufu altından çıkabi-lir. Böylece akıl ve rahmanın tasarrufu altına girebilir, bu da faydalı bir ilim ve salih bir amelle gerçekleşebilir.


              Faydalı ilim yaratıkların incelikleri ve varlık sırları hakkında dü-şünmektir. Bu tefekkür orta dereceli kimseler için bazı marifet kapıla-rını açar, ama kamil kimseler için bir örtüdür, iyilerin kalp güzelliği ilahi dergaha yakınların bir kötülüğü mesabesindedir.

              Yaratıkların incelikleri hakkında düşünmenin yolları, sayısızdır. Ama bize en yakın olanı bizzat kendimizi ve nefsimizi tanımaktır. Hatta beden yapısını ve bedenin fiillerini tanımak da Allah’ı tanımanın bir yoludur.”Nefsini tanıyan, şüphesiz rabbini tanır.”


              Biz şu anda bu ilginç fabrikanın, yani insan bedeninin sindirim ve hazmi ile ilgili düzene bir bakalım. Görüyoruz ki insanların da bir üyesi olduğu canlılarda, her birinin mizacsal yapısıyla uyumlu olarak belli bir yiyeceğe karşı iştahı vardır. Yani canlılardan her birisi bir tür yiyeceğe iştah duymaktadır ve o yiyecek de beden yapısının ihtiyaç duyduğu bir yiyecektir. Beden o yiyeceklerle beslenmekte ve de bedenin bir parçası olmayan veya beden için zararlı olan şeylerden tür olarak nefret etmektedir. Eğer yiyecek ihtiyaçlarının bir kısmı geciktirilecek olursa, mide ve sindirim organlarında bir takım reaksiyonlar ortaya çıkmaktadır ve bu reaksiyon açlık olarak adlandırılan bir tepkidir. Eğer bu doğal davet olmasaydı, hayvanlar açlıktan ölür, yiyecek bulmaya teşebbüste bulunmazlardı. Nitekim itidalden sapmış olan mizaçlarda bunun bir benzeri görülmektedir.

              Ayrıca canlıların dilinin üstünde belli bir kuvve yaratılmıştır ki tür hasebiyle faydalı maddeleri zararlı maddelerden ayırt etmektedir. Aynı zamanda faydalı yiyeceklerde bir takım lezzetler taktir edilmiştir. Bu dilin üstünde lezzeti anlama kuvvesi karar kılınmıştır ki adeta insanın bedenini ve sağlığını koruması için insana rüşvet vermektedir. Eğer bu rüşvet olmasaydı, bir çok faydalı maddelere yönelmez ve böylece de beden yapısı yavaş yavaş bozulmaya ve dağılmaya yüz tutardı.


              Hakeza, canlılardan her birinin ihtiyaç duyduğu besinlerle uyumlu olarak bir takım dişleri vardır. Bu canlının bedeninde, yani kendi mi-zacına daha çok etin faydalı olduğu canlılarda, etoburluluğu ile uyum-lu bir takım sivri dişler karar kılınmıştır. Otobur hayvanlarda, yani mi-zaç yapısıyla otun uyumlu olduğu varlıklarda otoburlulukla uyumlu bir şekilde geniş dişler karar kılmıştır. Her ikisiyle hayatını sürdüren bazı canlılarda ise, yani insan gibi hem etobur ve hem de otobur olan hayvanlarda ise bu mizaç halleriyle uyumlu olarak iki türlü diş karar kılınmıştır.


              Yiyecek ağızda vaki olunca ve canlı varlık dişleriyle onu çiğnemeye başlayınca dil altında olan bezelerden bir takım salgılar yapılmaktadır. Bu salgıların, hazimde tam bir etkinliği vardır. Dolayısıyla salgıya daha çok ihtiyaç duyan yiyeceklere daha çok salgı salı verilmektedir. Mideye doğru yuttuktan sonra da hazmetme işlemine başlamaktadır. O yiyeceği midede olan cazibe kuvvesi, midenin duvarına doğru çekmektedir. Emici kuvvet olan diğer bir kuvvet ise onu mide duva-rında tutmaktadır. Midede onlara bir takım salgılar salı verilmekte ve pişirmeye başlamaktadır. Midenin işlemleri tamamlanınca “masarika” denen ince damarlardan bedene katılmaya layık olan bölümü, karaci-ğere cezbolmaktadır. Bedenin ihtiyaç duymadığı ve yiyeceğin artığı olan diğer bölümünü ise midenin altında karar kılınan “ebvab” denen mecradan (zira ihtiyaç duymadığında kapalı durmaktadır) on iki par-mak bağırsağına girmekte, oradan da (detayları anatomi ilminde anla-tılmaktadır ) bağırsağa girmekte ve oradan def edilmektedir.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #52
                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                Bedenin bir parçası olmaya layık olan bölüm karaciğere girmektedir. Bu da Keylus denen bir maddedir ve de kurut suyuna benzemek-tedir. Daha sonra karaciğer, çalışmaya ve pişirmeye başlamaktadır. Karaciğerin işi sona erdikten sonra, Keylusat-i Erbea olarak adlandırı-lan dört karışık madde hasıl olmaktadır. Bu dört kısımdan beden için en gerekli ve sağlıklı kısmı olan kan, toplar damarlara girmekte, oradan da sevakil, cedavil, revazi ve uruk-i şe’riye (kılcal damarlar) denilen diğer damarlara girmektedir. Böylece bütün bedene yayılmaktadır. Üçüncü hazım olan hazım ameli oradayapılmış olmaktadır. Eriyiğin bedeli olma konumunda olan saf kısmı, kılcal damarlarda oldukça ince deliklerden salgı yapmaktadır. Orada da dördüncü ameli gerçekleş-mektedir. Bu hazimde, üretici kuvve vasıtasıyla bir artık hasıl olmak-tadır. Bu artık yiyeceklerin arıtılmışından temizlemektedir ve de yeni bir üretimin başlangıcı olmaktadır. Kalbe giren kanın bir kısmı da orada temizlenmekte ve düzene girmektedir.


                Kalbin sol tarafında yo-ğunlaşan buhardan, özel mecralardan, beyne doğru yükselmektedir ve orada idrak merkezi olan beyni teşkil etmektedir. Bütün bunların açık-laması, konumuz dışındadır. Hiç kimse, bu konuda bütün detayları keşfedebilmiş değildir. Şimdi biraz düşün! Tabiat alemindeki madde-leri hangi fabrikada bu türlü temizlemek, parçalamak, pişirmek ve do-kumak mümkündür. Öyle ki paçaları birbirine benzeyen ve nitelikleri uyumlu olan bir madde bir yerde öylesine sert kemik teşkil etmekte, başka bir yerde göz perdesi veya cilt veya öylesine incelikte beyin teşkil etmektedir. Bir yerde idraklerin merkezini, bir yerde uyarılar merkezini öylesine ince bir düzenle düzenlemektedir. Anatomi alimleri birkaç asırdır bütün ince araştırmalarına, bütün ömürlerini insan or-ganlarını incelemeye sarf ettikleri halde henüz onun bütün hakikatlerini keşfedebilmiş değildir. Dünyada bugün bütün bu ilerlemelere rağmen insanoğlu, bedenindeki organlar hususunda bir yere varamamış ve aklı yeterli bilgi elde edememiştir. Şimdi hangi fıtratı temiz insan, bütün bu düzenlerin kamil ve bütün maslahat ve fesatları bilen bir düzenleyici olmaksızın vücuda geldiğini düşünebilir.
                Bu kadar basit parçaları olan bir saat bile bilgi sahibi bir yapıcıyı gerektiriyorsa, her biri büyük bir dikkat ve maslahat üzere yaratılmış olan insanoğlunun bu azametli organları bilen hikmet sahibi bir yara-tıcıya ihtiyaç duymaz mı?


                Atmosferde yayılmış olan hissedilir dalgaları alan ve veren bir rad-yo bile hikmet sahibi kamil bir düşünürü ve her açıdan taktir edilmesi gereken bir yapıcısı var olduğu halde, akıl, his, mülk ve melekut ale-mindeki ince dalgaları alan ve veren insan ruhu kamil hikmet sahibi ve ilim ehli bir yaratıcıya gerek duymaz mı?

                Eğer Allah korusun örtülü bir insan, hayır belki insan suretindeki bir hayvan, bütün batıni hastalıkların kaynağı olan kalbi hastalıkları vasıtasıyla böyle bir ihtimal verecek olursa, insanlık fıtratından çıkmış olur ve dolayısıyla da bu batıni hastalığını mutlaka tedavi etmelidir. Bu kimse, canlı suretindeki bir ölüdür. Hak Teala onun hakkında Fatır suresi, 22. ayetinde resulüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sen, ka-birlerdekine işittirecek değilsin.”
                Bu şahıs, tabiat otlağında dönüp dolaşan ve otlayan bir hayvan gi-bidir. Hak Teala bu kimse hakkında şöyle buyurmuştur: “Onları bı-rak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun.” Ha-keza şöyle buyurmuştur: “Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar.”
                Nefsin hallerini, nefsin zulmet ve inkar haletini nuraniyete ve tasdik etmeye dönüştürmeye yarayan salih amel ise iki kısımdır. Biri kalbi ameldir, diğeri ise zahiri ve kalıpsal ameldir.


                Bu makamda kalbi amelden maksat, fıtratı ilk haline ve fıtri ruhani haletine döndüren amellerdir. Bu amellerin başlıcası ise batıni ve zahiri şartlarıyla tövbe etmektir. Tövbenin hakikatini, güçlendiricilerini ve şartlarını kendi yerinde inşallah beyan edeceğiz. Bu konuda bir takım açıklamaları da kırk hadis şerhinde yapmış bulunmaktayım.

                İnsan, daha sonra başlıcası dünya sevgisi, bencillik, egoistlik ve ba-şına buyrukluk olan tabii pisliklerden kalbi temizlemeye, halis kılmaya çalışır. Bu da mücahede ve süluk ehli olan kimselerin her şeyden çok önem verdikleri, Allah’a doğru seyretme kapısının en önemli unsurla-rından biridir. Bu sayfalarda inşallah kendi yerinde açıklamaları yap-maya çalışacağız.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #53
                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  Bu makamda kalıbi (zahiri) amelden maksat ise, nefse hallerini ha-tırlatan ve tabiatın uyuşturucu ağır uykusundan uyandıran amellerdir. Bu ameller de başlıcası kalp huzuru olan vahiy ve temizlik Ehl-i Beytinden nakledilmiş zikirlerle nefse hatırlatmada bulunma ve nefsin kesretlerle ve dünya ile az uğraştığı zamanda, örneğin gecenin son sa-atlerinde veya iki şafak arasında nefsi uyandırma amacıyla meşgul olmaktır.

                  Kafi’de yer aldığına göre Allah-u Teala İsa’ya şöyle buyurmuştur: “Ey İsa! Kalbini benim için yumuşak kıl ve halvetlerde beni çok an. Benim hoşnutluğum, duada “tebesbus” etmendir. Yani korku, ümit, zillet ve horlukla bana teveccüh etmendir. Ama bu dua ve zikirde canlı ol, ölü olma.”
                  Hadis-i şeriflerde de bir çok yerde zikredildiği üzere Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Ben, beni ananlarla birlikte otururum.”

                  Evet, hakiki bir zikirle kul ve Allah arasındaki örtüler yırtılır, huzura engel olan şeyler ortadan kalkar, kalbin kasvet ve katılığı yok olur, yüce melekut kapıları salik kimsenin yüzüne açılır, Hak Teala’nın rahmet ve lütuf kapıları kendisi için açılır, ama en önemli şey kalbin bu zikirlerde diri olması ve ölü olmamasıdır. Yani ölülerle ünsiyet et-memelidir. Haktan ve mukaddes yüzünden başka her şey ölülerdendir. Kalp, bu tür şeylerle ünsiyet kurunca ölmeye ve leş eti yemeye yakın-laşır. “O'nun zatından başka her şey helak olacaktır.”


                  Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Arabın söylediği en doğru şiir Ubeyd’in dediği şu şiirdir:

                  “Allah’tan başka her şey batıldır”
                  Diğer varlıklara –hangi varlık olursa olsun- gönül vermek, Allah’tan gaflet etmektir.


                  Evet, anılmaları Allah’ı anmak olan ve sevgileri Allah’ı sevmek olan kimseler, Hak Teala’nın has kulları ve de mutlak cemilin cemalinde fena olan kimselerdir. Onlar, ben ve benlikten geçmiş, kendisini aşmış, iki alemi atmış ve reddetmiş kimselerdir. Onlar Hak Teala’nın yüce isimleri ve tam ayetleridir. Özetle, kalbi ihya etmek için Allah’ı zikretmek ve özellikle de, “ya heyyu ya keyyum” mübarek ismi, kalp huzuruyla uyum içindedir. (söylenildiği üzere )

                  Bazı zikir ve marifet ehlinden nakledildiği üzere her gece ve gün-düz bir defa secdeye gidip, “la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin” zikrini çokça söylemek, ruhsal ilerleme için iyidir. Bazı ahiret yolunun saliklerinden nakledildiği üzere de üstadından bu amelin faydasını işittiği zaman, her gece ve gündüz bir defa secdeye gidiyor, bin defa bu zikr-i şerifi söylüyordu ve diğer bazısından da nakledildiği üzere üç bin defa bu zikri tekrar ediyordu.

                  İmam Zeyn’ul-Abidin ve Seyyid’us-Sacidin Ali b. Hüseyin’den (a.s) nakledildiği üzere ise, kaba ve düz olmayan bir taş görünce mü-barek başını üzerine koydu, secdeye kapandı, ağladı ve bin defa şöyle dedi: “La ilahe illallah-u hekken hekka, la ilahe illallah-u teabbuden ve rıkken, la ilahe illallah-u imanen ve tesdiken”

                  Mevlamız Musa b. Cafer’in (a.s) yaptığı uzun secdeler çok meş-hurdur. Nitekim değerli ve güvenilir bir kimse olan İbn-i Ebi Umeyr de secdelerinde Musa b. Cafer’e (a.s) uymuştur.

                  Fazl b. Şazan’dan ise şöyle nakledilmiştir: “Irak’a geldiğim za-man birinin kendi arkadaşına şöyle dediğini gördüm: “Sen çoluk çocuk sahibi birisin ve onların geçimini temin etmen gerekir. Ama secdelerini uzatmandan dolayı gözünün kör olmasından korkuyorum.” O şahıs şöyle dedi: “Eyvahlar olsun sana! Eğer birinin gözü uzun secde yap-maktan kör olsaydı, İbn-i Ebi Umeyr’in gözü kör olurdu. Sabah nama-zından sonra secdeye kapanıp güneşin zevalinden sonra başını secde-den kaldıran kimse hakkında ne düşünüyorsun.”



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    Nakledildiği üzere uzun secde, İmamların (a.s) dininden ve de çok ibadet eden kimselerin sünnetlerindendir.
                    Evet! Hakkı tanıyan, mukaddes Rab ile ünsiyet ve muhabbet kuran kimseler için bu tür ameller, zahmet ve meşakkat değildir, sevgili ile üns ve işret içinde olmak usandırıcı değildir. Özellikle de bütün mu-habbet ve sevimliliklerin O’nun muhabbetin bir parçası olan sevgili hakkında bu durum daha da geçerlidir. Onların dilinden ne de güzel ifade edilmiştir:


                    “Seni tanıyan kimse canı ne yapsın
                    Evlat, eş ve evi ne yapsın
                    Deli eder iki alemi verirsin
                    Senin delin olan iki alemi ne yapsın.”

                    Şiraz arifi (r.a) ise şöyle diyor: “İçimize dosttan başkası sığmaz
                    İki alemi düşmana ver ki bize dost yeter.”


                    Dostun muhabbet kadehinden içenler ve dosta ulaşmanın iksirinden ebedi hayatı elde edenler, her iki alemi düşmana layık görürler. Ha-lil’ur-Rahman’ın kalbi “yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevir-dim” makamında olduğundan vahiy ve ilim meleği Cebrail-i Emin kendisine, “bir hacetin var mıdır?” diye sorduğu zaman şöyle buyurdu: “Ama sana ihtiyacım yoktur.”


                    Onlar, hacet yükünü dostun sokağına attılar, ondan başkasına bir ihtiyaçları yoktur. Cemal aşıkları için hakiki kıbleden başka bir hedef yoktur.
                    “Aşk kıblesi bir geldi ve yeter”


                    Evet, biz körler, sağırlar ve örtülü kimseler bütün bu makamlardan sadece hayvani şehvetlere gönül bağladık, bütün saadetlerden sadece değersiz bir takım kavramlara gönül verdik ve kendimizi ikna ettik. Meğer ki, dostun rahmet ve lütfu elimizden tutsun, bizleri bu yoğun ve zulmetler dolu hicaplardan kurtarsın, kalbimizi muhabbetiyle ihya et-sin, diğerlerinden koparsın ve kendisine bağlasın.”



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #55
                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      Dördüncü Maksat

                      Reca (İmit)ve Zıddı Olan Kunut (Ümitsizlik) Hakkında

                      Burada da birkaç bölüm vardır:

                      Birinci Bölüm

                      Ümidi Aklın Askerlerinden ve Ümitsizliğin İse Cehaletin As-kerlerinden Biri Olduğu Beyanında


                      Bil ki akıl-fıtrat nuru ve tiynet sefasıyla, irfani ve manevi zevki üzere Hak Teala’nın mutlak kamil olduğunu, zat, sıfat, isim ve fiilerinde imkani noksanlıklardan olan bir sınırlamanın bulunmadığını ve o mukaddes zatın rahmet tecellisinin hiçbir sınırla sınırlanmadığını derkedince, bu marifetin gereği Hak Teala’ya ve rahmetine kamil ve sağlam bir ümitle bağlanmaktır. Fıtrat onu mutlak kamile ve mutlak rahmete davet edince, kamil iyimserlik ve ümide ulaştırır. Eğer fıtrat asıl nuraniyetinden örtülü olursa, Hak Teala ile zati ve sıfati kemalle-rinden ve o mukaddes zatın geniş rahmetinden de örtülü kalır. Bu ör-tünme, bazen insanı Hakk’ın rahmetinden bile ümitsiz hale getirir.

                      Bu ümitsizlik hakikatte rahmeti sınırlamaya döner ve bunun da gereği isim ve sıfatlarda, hatta zatta bir sınırlamaya gitmektir. Allah-u Teala zalimlerin dediklerinden çok daha yücedir.

                      Buradan da anlaşıldığı üzere ümit, fıtri şeylerdendir. Ümitsizlik ise yoğrulmuş fıtratın aksinedir ve örtülmeden sayılmaktadır. Ümidin vü-cuda geliş nedeni Hak Teala hakkında hüsn-ü zanda bulunma; Hak Teala’nın rahmetinden ümitsizliğin nedeni ise o mukaddes zat hakkın-da su-i zanda bulunmaktır. Hüsn-ü zan ve su-i zannın oluşum nedeni ise rahmet genişliğini bilmek ve isimsel, sıfati ve fiili kemale iman etmek veya aksine bu hususta cahil kalmaktır. Bu ikisinin dönüşü de o mukaddes zatı tanımak veya tanımamak haletinedir. Akıl zati yoğrul-muş fıtratı hasebiyle örtülü olmadığından ve hicab/örtü de pir ağaç olan tabiata dönüş olduğundan ve de tenezzül (nazil olmuş) alemde ise nehyedilmiş ağaç olduğundan kendi asil fıtratı hasebiyle Hak Teala hakkında fıtri marifet sahibidir.


                      Eğer kendini pis tabiat ağacına teveccüh ile Hakk’tan örtülü kıl-mazsa o batını sefayla, isimlerin resmi sınırsız bir şekilde onda tecelli eder. Bu tecelli ise bağlılık, ünsiyet ve ümit getirir. Bu da sağlam bir ümittir.

                      Ama nehyedilmiş pis ağaca teveccüh edilirse, teveccüh miktarınca isimler, sıfat ve fiillerde sınırlama hasıl olur ve rahmet genişliğine ümitsiz düşer. Sonunda tümüyle fıtrattan ayrılır, hicap hükümleri üstün gelir, kalp aynasını toz ve karanlık kaplar. Öyle ki isim ve fiillerin tecellisinden ve gayb aleminden mahrum düşer. Rahmani cilvenin yansımasından örtülü kalır. Kalpte ümitsizlik hükmü hakim olur. Öyle ki kendini Hakk’ın geniş rahmetinden mahrum kılar. Bu da mahrumi-yetin nihayetidir ve bundan Allah’a sığınırız.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        2. Bölüm

                        Ümit ve Aldanmanın Farkı Beyanında

                        Bil ki insan nefis sevgisi, bencillik ve egoistlik sebebiyle kendisin-den gafil olur. Kendinde olan noksanlık ve ayıpları kemal ve güzellik sayar. Nefsin sıfatları hususunda yapılan yanlışlıklar oldukça çoktur.

                        Bu sıfatları doğru bir şekilde ayırt edebilen kimseler oldukça azdır. Bu da nefsi unutmanın anlamlarından veya mertebelerinden biridir ve de insanın Hak Teala’yı unutmasından hasıl olmaktadır. Nitekim Haşr suresi 19. ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir: “Allah'ı unutup da, Al-lah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olma-yın; onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.”


                        İnsanın yanlışlık yaptığı ve örtülü olduğundan aldandığı hususlar-dan biri de kibir, kuruntu, ümit ve Hakk’a bağlanma haletlerini ayırt etmek hususundadır. Açıkça bilindiği üzere kibir İblis’in en büyük as-kerlerinden biridir. Tam tersine, ümitlenmek ise aklın rahman askerle-rinden biridir. Ayrıca bu iki sıfat temel ve etkiler hususunda da birbi-rinden ayrı ve farklı konumdadır. Ümitlenmenin temeli rahmet geniş-liğini bilmek, feyiz, kemal, isimler ve sıfatların kapsamlılığına iman etmektir. Kibrin temeli ise Allah’ın emrini küçümsemek ve gayb alemleri, fiilerin gaybi suretleri ve nefsin sıfatlarının melekuti gerekleri hususunda cahil olmaktır. Bu yüzden bu iki sıfatın etkileri de farklıdır. Zira bir kimse rahmet genişliğine, Hakk’ın nimet genişliğine bilerek iman edecek olursa onun için ümit hali meydana gelir, bu marifet onu amellerin tezkiyesine, ahlak tasfiyesine Mevla ve velinimetin emirlerine itaatte ciddiyete davet eder. Kibir içinde olan insan ise şeytan ve nefs-i emarenin tuzağında marifetler, yüce ahlak ve salih ameller elde etmekten geri kalır.

                        Ümit sahibi nefisler her türüyle işe koyuldukları halde güvendikleri nokta kendi amel ve halleri değildir.

                        Zira onlar Hakk’ın azametini derketmiş ve Hakk’ın azameti karşı-sında her şeyin küçük ve her kemalin değersiz olduğunu ve yüce der-gahı nezdinde bütün salih amellerinin hiçbir değer taşımadığını bilmiş oldukları için Hakk’ın rahmetine dayanır ve o mukaddes zatın geniş feyzine güvenirler.
                        Ama kibirli nefisler tüm kemallerden geri kalır, kendisini aşağılık hayvanlar derecesine düşürür, Hakk Teala’dan ve rahmetinden gafilce yüz çevirir. Bir dil lakırtısı olarak “Allah rahmet edenlerin en merha-metlisidir ve Allah büyüktür” der. Şeytan onları büyük günahlara ve büyük farzları terk etmeye sürükler. Onlara özür makamında “Allah büyüktür” demelerini telkin eder. Oysa zerre kadar dahi Allah-u Tea-la’nın azametini derketmiş olsalardı, Allah’ın hususunda nimetlerine karşı muhalefet içinde olmazlardı. Bunlar Allah’ı azametle anar, ken-disine ve diğerlerine karşı Hakk’ın geniş rahmetini savunur. Ama amel ve fiileri Hakk’ın azametinin kalplerine tecelli ettiği ve nefs lev-halarında Hakk Teala’nın geniş rahmetinden bir nurun bulunduğu, yansıdığı kimselerin amellerine benzememektedir.


                        Bunlar ahiret işlerinde tembellik eder ve bunu sağlam bir ümit ola-rak değerlendirirler. Hakk’ın azametine dayanma şekline sokarlar. Ama dünyevi işlerde büyük bir hırs ve aceleyle toplamaya ve ele geçirmeye çalışırlar. Adeta onlara göre Allah-u Teala sadece ahiret ile ilgili işlerde büyüklük sahibidir, dünyevi işlerde büyük değildir. Bunlar dünyevi işlerde tümüyle nefse ve insanlara dayanmakta ve Hakk Teala’dan gaflet etmektedirler. Hatta adını bile anmazlar. Uhrevi işlerde ise Allah’a güvendiklerini söylerler. Bu sadece aldanmadan ibarettir.

                        Özetle ümit sahipleri asla amelden geri kalmazlar. Hatta herkesten daha çok ciddiyet gösterirler. Ama onlar kendi amellerine güvenmez-ler. Onlar amel ettikleri halde Hakk Teala’ya güvenirler. Zira hem ku-surlarını görürler ve hem de rahmet genişliğini. Ama aldanmış kimseler, tohum ekme ve ziraat ile meşguliyet günlerinde oynaşan, tembellik eden ve “Allah büyüktür, tohum ekmeden de verme gücüne sahiptir” diyen kimselere benzer.
                        Ama ümitli kimseler ise yeri geldiğinde ekin işleriyle uğraşan, to-hum eken, ekinleri sulayan, ürünlerini Hakk’tan dileyen, meyve ve sonuç elde edişi Allah’ın gücüne bağlayan çiftçiye benzer. Dünya da ahiretin tarlasıdır. Bu konu delillerle de ispat edilmiştir. Aynı za-manda son Peygamber’den (s.a.a) de bu gerçek nakledilmiştir.


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #57
                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          Amel etmedikleri halde karşılık ve sonuç bekleyenler aldanmış kimselerdir.
                          Amel ettiklerinde bu amellerine güvenen ve dayanan kimseler ise kendilerini beğenmiş kimselerdir. Bunlar da kendilerini unutmuş ve Hakk’tan gafil kimselerdir.


                          Ama amel ettikleri halde kendini ve amellerini hiç sayan, Hakk’a ve rahmetinin genişliğine dayanan kimseler ise ümit sahibi olanlardır. Bunların alameti de dünyada Allah’tan başkasına itimat ve tevekkül etmemeleri, diğer varlıklara gözlerini kapayıp cemilin cemaline açma-ları ve görevlerini yerine getirme hususunda kusur etmemeliridir. On-ların marifeti kendilerini amele zorlar ve muhalefetten alıkoyar. Hadis-i şeriflerde de bu gerçeğe işaret edilmiştir. Nitekim Kafi’de İmam Sadık’a (a.s) ulaşan bir senetle ravi şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) insanlardan bir grubun ölünceye kadar Allah’a isyan ettikleri halde ümitli olduklarını söylediklerini bildirdim. İmam şöyle buyurdu: “Bunlar yersiz hayallere ve kuruntulara sapılmış kimselerdir. Bunlar yalan söylüyor. Bunlar ümitli kimseler değildir. Bir şeyi ümit eden kimseler o şeyi talep eder. Bir şeyden korkan kimse de ondan ka-çar.”
                          Bu anlamda başka bir rivayet daha vardır. Sadece orada şöyle buyurulmuştur: “Onlar bizim dostlarımız değildir.”


                          Hakeza Kafi’de İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Mümin, korkan ve ümitli olmadıkça mümin olamaz. Korktuğu ve ümit ettiği şeyler esasınca amel etmedikçe de korkan ve ümit eden bir kimse olamaz.”

                          Kafi’de İmam Bakır (a.s) Resulullah’tan naklen Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Benim için amel edenler, be-nim sevabım için yaptıkları amellere itimat etmezler. Zira onlar ömür-leri boyunca ciddi davranacak ve nefislerini bana ibadet hususunda zahmete düşürecek olsalar bile, kusur içindedirler ve bana ibadetin hakikatine erişemezler. Nezdimde olan –yücelikler, cennet nimetleri ve civarımda yüce derecelerden- taleb ettikleri şeylerde rahmetime güvensin, ihsanımı ümit etsin ve hüsn-ü zan ile itminan içinde olsunlar. Zira bu esnada rahmetim onlara erişir, ihsanım onları rızayetime ulaş-tırır ve mağfiretim onlara bağışlanma elbisemi giydirir. Şüphesiz ben rahman ve rahim olan Allah’ım ve bu isimle adlandırılmış bulunmak-tayım.”

                          Bu husustaki hadisler oldukça çoktur.”

                          Şimdi ey aziz! Nefsinin hallerini incele, nefsinin hallerinin etkilerini ve temellerini teşhis et. Hangi gruptan olduğumuza bir bak! Acaba Allah’ın büyüklüğü, rahmet azameti, mağfiret büyüklüğü, bağış ve mağfiret genişliği bizi mukaddes zata ümitli mi kılmış, yoksa bizleri şeytani gurura mı düçar kılmış; Hakk’tan celal sıfatlarından gafil mi etmiş ve bizleri ahiret işlerine karşı umursamaz mı kılmıştır?


                          Büyük birine, nimet sahibine ve herkese huzurunda saygın dav-ranmak insanının fıtri özelliğidir. Dünya erbabı kimseler, dünya ni-metlerinin sahibine, dünyevi kudret ve azamet sahiplerine onların hu-zurunda olduklarında saygı gösterirler. Zira onların büyük ve velinimet olduklarını teşhis etmişlerdir. Dolayısıyla örtülü fıtrat onları saygı gös-termeye davet etmiştir. Dolayısıyla eğer kalbinde Hakk’ın azameti, rahmet genişliği, nimet ve mağfiret enginliği, bağış ve ihsan kapsamlı-lığından bir tecelli var ise, yoğrulmuş fıtrat seni de saygı göstermeye davet etmeli ve tüm alemlerden ibaret olan huzurunda asla muhalefet göstermemelisin. O halde bu muhalefetler örtülmedendir ve bu örtülü olma haleti kibir ve gurur nedenidir.
                          Ey aziz! Ağır uykudan uyan. Bu şeytani gururdan sakın ki gurur in-sanı abadi helak olmaya sürükler. Salikler kervanından alıkoyar. Ehlullah’ın göz nuru olan ilahi marifetleri elde etmekten mahrum kılar.


                          Bil ki gurur olduğu takdirde ilahi öğütler, peygamberlerin davetleri ve velilerin nasihatı etkili olamaz. Zira gurur bütün bunları kökünden söküp atar. İnsanı kendini ve hastalıkları düşünmekten alıkoymak, unutma ve gaflete neden olmak ve doktorların tedaviden aciz olacağı dertlere düşmek de şeytanın ve nefsin büyük tuzaklarından ince hesap-larından biridir. İnsan bu durumda bir an kendine gelir ki artık islah zamanı geçmiş ve çözüm yolu tümüyle kapanmış olacaktır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Sen, onları hasret günü ile kor-kut. O gün, onlar gaflet içinde inanmamakta iken, iş bitirilmiş olur.”



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #58
                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Üçüncü Bölüm

                            Akıl ve Rahman’ın Askerlerinden Biri Olan Korku İle Şeytan Ve Cehalet Askerlerinden Biri Olan Ümitsizlik Arasındaki Farkın Beyanında
                            Bil ki Allah-u Teala’dan korkmak ile Allah’ın rahmetinden ümidini kesmenin temel ve esasları farklıdır. Zira Hak Teala’dan korkmak ya celal, azamet ve kibriya tecellisinden ya azap şiddetini, hesap inceliğini ve ceza büyüklüğünü düşünmekten ya da görevini eda etmek husu-sunda kusur ve acizliği göstermektendir. Bunlardan hiçbiri de Allah’ın rahmetine ümit bağlamak ve güvenle çelişki teşkil etmemektendir. Bunun da neticesi görevini yerine getirmeye koyulmak ve itaat husu-sunda dikkat göstermektir. Sadece fiillerin hedefi bu esaslar üzere farklılaşmaktadır. Örneğin hakkın celal ve azametinin kendisini amele davet ettiği bir kimsenin fiilinin nihayeti hak Teala’yı övmektir ve dili de “seni ibadete ehil gördüm ve sana ibadet ettim” hakikatidir.


                            Bunların hem korkuları diğerlerinin korkusundan ve hem de amel-leri diğerlerinin amelinden farklıdır. Bunlar, cennet ve cehennem ile ilgilenmezler. Bunlar amellerin cezası ve mükafatına itina göstermezler. Azap, ceza ve hesap korkusunun kendisini amele davet ettiği kimsenin nihayeti de bunu gerektiren şeylerden kurtulmak ve de karşıtlığı olan şeylere erişmektir. Kendi noksanlıklarını görmenin, korkmasına neden olduğu ve de kendisini amele davet ettiği kimsenin nihayeti de mümkün olduğu kadar bu noksanlıkları gidermek ve gücü yettiğince kemallere erişmektir. Ama Hakk’ın rahmetinden ümidini kesmek ise ilahi rahmeti sınırlamak, mağfireti kusurlu görmek ve Hakk’ın affını eksik kabul etmektir. Bu ümitsizlik, en büyük günahlardan biridir. Hatta Allah’ın isimleri hakkında inkara düşmektir ve hakikati de yüce Allah’ı inkar etmektir. Hak Teala’nın mukaddes makamını, değerli isim, sıfat ve fiillerini tanımamaktır.

                            Bu ümitsizliğin etkilerinden biri de amelden geri kalmak, ciddiyet-ten el çekmek, kulluk bağlarını koparmak ve de dizginlerini salı ver-mektir. Zavallı kulu Hak Teala’nın dergahından ve mukaddes maka-mından bu kadar uzak düşürebilen ve rahmetinden mahrum kılan baş-ka bir şey oldukça azdır.
                            İblis’in büyük tuzaklarından biri de başlangıçta kulu kibre sürük-lemesi, bu vesileyle istediğini söyler bir hale getirmesidir. İblis, böylece insanı küçük günahlardan, büyük günahlara ve büyük günahlardan da helak edici günahlara sürükler. Bu hal üzere bir müddet onunla oyun oynar, onu Allah’ın rahmetinden ümit etme hayaliyle, kibir vadisine sürükler. İşin sonunda onda tövbe ve dönüş yapacağı ihtimalini verdiği bir nuraniyet gördüğü taktirde ise onu Hak Teala’nın rahmetinden ümitsizliğe sürükler ve şöyle der: “Artık senin işin bitmiştir. Sen ıslah olacak değilsin.” Bu, kulu Allah’ın kapısından geri çeviren ve elini ilahi rahmetten koparıp atan büyük bir tuzaktır. Bu halet bir çok ilginç garipliklerin kaynağı ve sayısız fesatların çeşmesi konumundadır. Bu tür kimselerin kendisine ve diğerlerine verdiği zarar, herkesin verdiği zarardan çok daha fazladır ve bu cehalet ve şekavetin nihayetidir.


                            O halde insan, bu büyük helak edici günahtan kurtulmanın yolunu bulmalı, Hak Teala’nın geniş rahmetini ve mukaddes zatın gizli ve açık ihsanlarını düşünmelidir. Hak Teala, insan hakkında bir çok lütuf ve merhamette bulunmuştur. İnsan, bu özel rahmet ve lütufların yanı sıra hayvani veya bitkisel hayatında da diğer varlıklarla ortak kılındığı bir çok rahmetlere ve ihsanlara mahzar kılınmıştır. Hatta bu hayvani ve bitkisel makamlarda bile insan, diğer hayvanlardan farklı olarak bir çok yüceliklerle seçkin kılınmıştır.
                            Hayvani hatta bitkisel hayatın temeli olan su ve hava, bizim gafil olduğumuz büyük nimetlerden biridir. Bizler bu iki nimet içinde yüz-düğümüz için hesaba katmamaktayız.


                            İnsan henüz doğmadan önce, Allah-u Teala, kendisi için en uygun yiyeceklerden olan bir takım yiyecekler temin etmiştir. Allah-u Teala çocuğun sevgisini diğer hayvanlardan daha çok bir şekilde anne ve babasının kalbine yerleştirmektedir. Yani insan diğer hayvanlardan çok daha fazla evladını sevmekte, çocuğunu büyütme, koruma ve terbiye etme hususunda ciddiyet göstermektedir. Bu aşırı ilgi sebebiyle anne ve baba çocuğu hakkında yaptığı hizmetleri hiçbir minnet ve karşılık beklemeden isteyerek yapmaktadır.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #59
                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              Üçüncü Bölüm

                              Akıl ve Rahman’ın Askerlerinden Biri Olan Korku İle Şeytan Ve Cehalet Askerlerinden Biri Olan Ümitsizlik Arasındaki Farkın Beyanında

                              Bil ki Allah-u Teala’dan korkmak ile Allah’ın rahmetinden ümidini kesmenin temel ve esasları farklıdır. Zira Hak Teala’dan korkmak ya celal, azamet ve kibriya tecellisinden ya azap şiddetini, hesap inceliğini ve ceza büyüklüğünü düşünmekten ya da görevini eda etmek husu-sunda kusur ve acizliği göstermektendir. Bunlardan hiçbiri de Allah’ın rahmetine ümit bağlamak ve güvenle çelişki teşkil etmemektendir. Bunun da neticesi görevini yerine getirmeye koyulmak ve itaat husu-sunda dikkat göstermektir. Sadece fiillerin hedefi bu esaslar üzere farklılaşmaktadır. Örneğin hakkın celal ve azametinin kendisini amele davet ettiği bir kimsenin fiilinin nihayeti hak Teala’yı övmektir ve dili de “seni ibadete ehil gördüm ve sana ibadet ettim” hakikatidir.


                              Bunların hem korkuları diğerlerinin korkusundan ve hem de amel-leri diğerlerinin amelinden farklıdır. Bunlar, cennet ve cehennem ile ilgilenmezler. Bunlar amellerin cezası ve mükafatına itina göstermezler. Azap, ceza ve hesap korkusunun kendisini amele davet ettiği kimsenin nihayeti de bunu gerektiren şeylerden kurtulmak ve de karşıtlığı olan şeylere erişmektir. Kendi noksanlıklarını görmenin, korkmasına neden olduğu ve de kendisini amele davet ettiği kimsenin nihayeti de mümkün olduğu kadar bu noksanlıkları gidermek ve gücü yettiğince kemallere erişmektir. Ama Hakk’ın rahmetinden ümidini kesmek ise ilahi rahmeti sınırlamak, mağfireti kusurlu görmek ve Hakk’ın affını eksik kabul etmektir. Bu ümitsizlik, en büyük günahlardan biridir. Hatta Allah’ın isimleri hakkında inkara düşmektir ve hakikati de yüce Allah’ı inkar etmektir. Hak Teala’nın mukaddes makamını, değerli isim, sıfat ve fiillerini tanımamaktır.

                              Bu ümitsizliğin etkilerinden biri de amelden geri kalmak, ciddiyet-ten el çekmek, kulluk bağlarını koparmak ve de dizginlerini salı ver-mektir. Zavallı kulu Hak Teala’nın dergahından ve mukaddes maka-mından bu kadar uzak düşürebilen ve rahmetinden mahrum kılan baş-ka bir şey oldukça azdır.
                              İblis’in büyük tuzaklarından biri de başlangıçta kulu kibre sürük-lemesi, bu vesileyle istediğini söyler bir hale getirmesidir. İblis, böylece insanı küçük günahlardan, büyük günahlara ve büyük günahlardan da helak edici günahlara sürükler. Bu hal üzere bir müddet onunla oyun oynar, onu Allah’ın rahmetinden ümit etme hayaliyle, kibir vadisine sürükler. İşin sonunda onda tövbe ve dönüş yapacağı ihtimalini verdiği bir nuraniyet gördüğü taktirde ise onu Hak Teala’nın rahmetinden ümitsizliğe sürükler ve şöyle der: “Artık senin işin bitmiştir. Sen ıslah olacak değilsin.” Bu, kulu Allah’ın kapısından geri çeviren ve elini ilahi rahmetten koparıp atan büyük bir tuzaktır. Bu halet bir çok ilginç garipliklerin kaynağı ve sayısız fesatların çeşmesi konumundadır. Bu tür kimselerin kendisine ve diğerlerine verdiği zarar, herkesin verdiği zarardan çok daha fazladır ve bu cehalet ve şekavetin nihayetidir.


                              O halde insan, bu büyük helak edici günahtan kurtulmanın yolunu bulmalı, Hak Teala’nın geniş rahmetini ve mukaddes zatın gizli ve açık ihsanlarını düşünmelidir. Hak Teala, insan hakkında bir çok lütuf ve merhamette bulunmuştur. İnsan, bu özel rahmet ve lütufların yanı sıra hayvani veya bitkisel hayatında da diğer varlıklarla ortak kılındığı bir çok rahmetlere ve ihsanlara mahzar kılınmıştır. Hatta bu hayvani ve bitkisel makamlarda bile insan, diğer hayvanlardan farklı olarak bir çok yüceliklerle seçkin kılınmıştır.
                              Hayvani hatta bitkisel hayatın temeli olan su ve hava, bizim gafil olduğumuz büyük nimetlerden biridir. Bizler bu iki nimet içinde yüz-düğümüz için hesaba katmamaktayız.


                              İnsan henüz doğmadan önce, Allah-u Teala, kendisi için en uygun yiyeceklerden olan bir takım yiyecekler temin etmiştir. Allah-u Teala çocuğun sevgisini diğer hayvanlardan daha çok bir şekilde anne ve babasının kalbine yerleştirmektedir. Yani insan diğer hayvanlardan çok daha fazla evladını sevmekte, çocuğunu büyütme, koruma ve terbiye etme hususunda ciddiyet göstermektedir. Bu aşırı ilgi sebebiyle anne ve baba çocuğu hakkında yaptığı hizmetleri hiçbir minnet ve karşılık beklemeden isteyerek yapmaktadır.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #60
                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Örneğin anne birçok zahmetlere katlanarak geceleri çocuğuna bakmak için uyumamaktadır. Oysa bu iş için bile hiç kimseyi görev-lendirebilmek mümkün değildir. Ama anne bu zahmeti can-u gönülden kabul etmektedir. Çocuğunun istirahat etmesi için çalışmaktadır. Uzun geceler yatmayarak değerli çocuğunu uyutmaya çalışmaktadır. İşte bu Allah’ın insanoğluna yönelik ilahi sevgisinin, annenin kalbine yansıyan bir tecellisidir.


                                İnsana özgü olan yüceliklerden biri de annenin göğüslerinin, çocuğa süt verirken onu saygı ile kucağına alacağı bir şekilde karar kılınmış olmasıdır.
                                Bunlar ve verilebilecek binlerce örnek, sadece çocukluk dönemin-deki zahiri yüceliklerden bir kaçıdır. Ömrün her çağında insan için bir çok nimetler ve rahmetler taktir edilmiştir. Bunları aktarmak sözün uzamasına neden olacaktır. Bütün nimetlerden daha büyük, bütün rahmetlerden daha kamil olanı ise, insanoğluna özgü kılınan manevi terbiyeler nimetidir. Örneğin semavi kitaplar, Peygamberler ve de el-çiler göndermektir. Bu elçiler insanın ebedi rahatlığını ve saadetini temin etmektedir. İnsanlara ebedi saadet ve insani kemallere ulaşma yolunu göstermektedir.


                                Bu çeşitli nimetler, açık ve gizli lütuflar, hiçbir hizmet ve ibadet karşılığında taktir edilmemiştir. Allah’ın bütün nimetleri ibtidaidir.
                                Allah’ın bütün rahmetleri hiçbir karşılık düşünülmeden yapılan rahmetlerdir. Allah-u Teala 1400 yıl önce bizler için en son ilahi mari-fet mertebelerini ihtiva eden ve dini-dünyevi saadetleri garantileyen Kur’an-ı Kerim gibi bir kitabı, yaratıkların en yücesi, en büyüğü ve Allah’a en yakın olan son Peygamber vasıtasıyla indirmiştir. Allah-u Teala bu değerli kitabı, meleklerinin en üstünü olan Cebrail vesilesiyle indirmiştir. Onların tümü bu insanın yüceliği sayılmaktadır.


                                Bütün bu nimet ve rahmetler, hangi itaat ve ibadetin karşılığı ve hizmetin neticesidir? Bütün bu nimetleri bulan, gören ve buna rağmen ümitsizliğe kapılan kalp ve göz kör olsun.


                                Ey zavallı insan! Melekut ve kıyamet alemindeki çeşitli azaplar ve cehennem, senin amel ve ahlakının suretleridir. Sen kendi elinle ken-dini zillete ve zahmetlere düşürmüşsün ve de düşürmektesin. Sen ken-di ayaklarınla cehenneme gitmektesin. Kendi amellerinle cehennemi yaratmaktasın. Cehennem senin uygunsuz amellerinin batınından başka bir şey değildir. Berzah, kabir ve kıyamet zulmetleri ve dehşetleri, insan oğlunun batıl inançlarının ve bozuk ahlakının zulmani bir gölge-sinden başka bir şey değildir.

                                “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür ve kim zerre ağır-lığınca şer yapmışsa onu görür.”
                                Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bu ayeti şerife, en muhkem ayet-lerdendir.”

                                Bu ayet-i şerifenin zahirine göre de biz sadece kendi iyi ve kötü amellerimizin karşılığını göreceğiz.

                                Al-i İmran 30. ayette şöyle buyurulmaktadır: “Herkes ne hayır iş-lemişse ve ne kötülük yapmış ise önüne konmuş bulacağı gün.”


                                Eğer, insan oğlunun amelleri olmasaydı ve bizim çirkin amelleri-mizin gaybi suretleri olmasaydı, cehennem diye bir şey olmazdı ve bütün gayb alemi esenlik olurdu.

                                Aynı zamanda cehennemin batını, ilahi rahmet ve lütfün suretidir. Günahkar müminlerin kurtuluşu ve ebedi saadete ulaşma vesilesidir. Zira insanın saf yoğrulmuş fıtratı, yaşam günlerinde bakıra bulaşmış bir altın gibidir. Bu altını ocaklarda ve eritici ateşlerde halis kılmalı, bütün pisliklerden arıtmalıyız.”İnsanlar, altın ve gümüş gibi madenlerdir.”

                                O halde cehennem fıtratları tümüyle örtülmemiş, küfür, inkar ve ni-faka ulaşmamış kimseler için gazap suretinde bir rahmettir.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X