Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #61
    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    4. Bölüm

    Korku ve Ümidi Bir Araya Toplamanın Niteliği Hakkında

    Bu da iki türlü yapılabilir. Birincisi, kamil kimselere ve marifet er-babına özgüdür. Cemal isimleri olan rahmani ve lütfi tecellileri ve celal isimleri olan kibriyai ve kahri tecellileri bir araya toplamak veya rahmet tecellisini ve azamet tecellisini bir araya toplamak şeklindedir. Velilerin kalbi asıl fıtratları hasebiyle farklı ve muhteliftir. Kalplerden bir kısmı rahmet ufuklarına daha yakın ve daha uygundur. Bu kalpler, cemal ve rahmet isimlerinden ortaya çıkmıştır. Rahmet ve celal tecellisinin zu-hurudur. Tıpkı İsevi kalp gibi.

    Bu kalplerde ümit korkuya ve cemal tecellileri celal tecellilerine galip haldedir.


    Kalplerden bazısı da celal ve azamet ufkuna daha yakındır. Bu kalplerde celal tecellisinden ortaya çıkmış olup, celal tecellisinin zu-hurudur. Tıpkı Yahyevi (a.s) kalp gibi. Bu kalplerde de korku, ümide ve celali tecelliler, cemali tecellilere üstün haldedir.

    Bir kısım kalpler de her iki tecelliyi bir araya getirmiştir. Bu tür kalpler, itidal ufuklarına yakın oldukça daha kamil haldedir. Böylece cemal ve celal tecellileri hakiki itidal sınırlarında kalbe zahir olmakta-dır. Bu kalplerde ne celal cemale ve ne de cemal celale galip haldedir. Bu cemî, ahedi ve ahmedi kalp ise kemal dairesinin sonu, mutlak ve-layet ve nübuvvetin sahibidir. Bu da nübuvvetlerin sonu, velayetlerin dönüş noktasıdır.


    Bu esmai tecellilerden biri olan korku ve ümit, asla bitecek türden değildir. Tabiat yurdundan kopmak ve temiz nefislerinin bu alemden dönüşüyle de ortadan kalkmamaktadır. Her alemde bir şekilde zahir olmaktadır ve özel bir etkiye sahiptir. Usul-i Kafi’de değerli İslam fi-lozofu ve imanlı büyük hekim (r.a) bu hadis-i şerifin açıklamasında şöyle yazmıştır: “Korku ahiret aleminde baki kalan kemallerden de-ğildir ve bu alemden kopmakla sona ermektedir.”


    Bu sözün maksadı, celal tecellisinden olan korkudan ayrı bir şeydir. Zira bu tecelliler, tabiatla uğraşmaktan el çektikten sonra daha da yü-celmekte ve kemale ermektedir. Ruhlar ve nefisler, tabiat kılıfında kaldıkça bu tecellilerden mahrum haldedir.

    Bu korku, azap ve ceza türünden bir şey de değildir. Dolayısıyla da o alemle aykırılık içinde bulunmamaktadır. Şayet o alemde de bütün kamil nefis ve ruhlara oranla lütuf ve rahmet ile tecelli, celal ve azamet ile tecelliden üstündür. O halde korku, sona ermektedir.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #62
      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Ama gerçek şudur ki, kalp ashabı ve marifet erbabının nezdinde sabit olduğu üzere, her cemali ismin batında bir celali ve her celali is-min de bir cemali vardır. Celali tecellilerden sonra ünsiyet hasıl olunca azametten hasıl olan korku, itminana ve sükunete erer. O halde celal isimlerinin ibtidai tecellilerinden olan korku, sona erer. Üns, it-minan ve muhabbet hasıl olur. Şüphesiz doğruyu bilen Allah’tır.

      Bilmek gerekir ki korkunun sona ereceği hakkındaki sözümüz ile adını zikrettiğimiz filozofun, bazı değerli muhaddis ve şarihlerin sö-zünü ettiği sona eriş arasında farklılık vardır.


      Zira zikredilen şey, hakikaten sona ermediğidir. Aksine zahirin ba-tına ve suretin manaya dönüşüdür. Bu hakikatin detaylarının zikredil-mesi ise buraya uygun değildir. Korku ve ümidi bir araya toplamanın, başka bir türü de –rivayet-i şerife ve menkul dualarda da daha çok bu kastedilmiştir- şudur ki insan, sürekli iki görüşün arasını toplamak zo-rundadır. Bunlardan biri, kendi noksanlık, kusur, fakirlik ve yoksullu-ğuna bakmaktır. Bu bakışta insan, kendisinin salt noksan ve kusurlu olduğunu görür. Kendisinin hiçbir kudrete, güce, kemale ve izzete sa-hip olmadığını anlar. Aksine bütün kemal, cemal ve güzellikler Hak Teala’ya aittir. Bütün övgü ve senalar, Hak Teala’nın zatı ile ilgilidir. Mümkün varlığın aynasında, ezeli kemal ve güzellik, kusur ve nok-sanlık içine girmiştir. Tıpkı güneş nurunu sınırlayan ve bulandıran bu-lanık ve sınırlı bir ayna gibi olmuştur. Bu görüş ile de bırakın hata ve günahları, ibadet ve itaatlerde de korku hasıl olur. Hatta marifet ehli nezdinde bizim ibadetlerimizin çoğu bencillik, şehvetine düşkünlük ve nefsani amaçlar içermektedir ve bundan da bulanıklık ve zulmet hasıl olmaktadır. O halde bu görüşte korkunun nihayeti hasıl olmaktadır.


      Başka bir bakışla ise, insan, hakkın rahmetine, rahimiyyet ve rahmaniyyet nurunun genişliğine, sonsuz nimetlerin büyüklüğüne ve daimi yüceliklere bakmalıdır. Bu bakış sayesinde de ümit hasıl olmak-tadır.

      İnsan sürekli bu iki bakışa sahip olmalıdır. Yani hem imkani fakirlik ve zillete ve hem de vâcib-i nimet ve rahmetlere bakış. Böylece kamil ümit ve korkunun arası bulunmuş olur. Nitekim, Kafi’de yer alan hadis-i şerifte de İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Lokman’ın vasiyetinde çok ilginç şeyler vardı. Orada olan şeylerin en ilginci ise çocuğuna şöyle demesi idi: “Allah’ın dergahına, insanların ve cinlerin iyiliğini getirsen dahi sana azap getirecekmiş gibi kork ve de insanların ve cinlerin yaptığı günahlarla dahi gelecek olursan, Allah sana rahmet edecekmiş gibi ümitli ol.”
      İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Her mümin kulun kal-binde iki nur vardır: Korku nuru ve ümit nuru. Eğer bunlardan birini diğeriyle tartacak olursan, hiçbiri diğerine üstün gelmez.”


      İmam Zeyn’ül-Abidin’in (a.s) dualarında ise bu anlama bir çok işa-retler yapılmıştır. Nitekim, Ebu Hazma-i Sumali duasında –ki ubudi-yetin en yüce mazharlarındandır ve de ubudiyet ve Allah karşısında edep dilinde insanlar arasında böyle bir sözün örneği yoktur- şöyle arzetmektedir: “Allah’ım! Seni meyil, rağbet, korku ve ümit ile çağı-rıyorum. Ey mevlam! Ben günahlarımı görünce feryat ediyorum, ama senin yüceliğini görünce ümitleniyorum. O halde eğer affedip bağış-larsan, sen merhamet edenlerin en iyisisin ve eğer azap edecek olursan zalim değilsin.”



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #63
        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        Beşinci Maksat

        Adalet ve de Zıddı Olan Zulmün Beyanı Hakkında

        Burada da birkaç bölüm vardır.

        1. Bölüm

        Adalet ve Zulmün Anlamı

        Bilki adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta sınırdır ve adalet, ahlaki faziletlerin en önemlilerinden biridir. Hatta mutlak adalet, bütün batıni, zahiri, ruhi, kalbi, nefsi ve cismi faziletlerin tümüdür. Zira mutlak ada-let, bütün bu anlamlarla ayakta durmaktadır.

        Hem isim ve sıfatların mazharı oluşta, hem mutlak istikamet olan ve kamil insana özgü olan bu isim ve sıfatlarla vücuda gelişte adalet anlamı gizlidir. Aynı zamanda esmai doğru yol üzere olan Allah’ın en büyük ismi Hz. Peygamber’in rabbi de, bu doğru yol üzeredir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Hiçbir hareket sahibi hayvan yoktur ki, illâ onun alnından tutan O'dur. Muhakkak ki, benim Rabbim dos-doğru bir yol üzerinedir.”
        Resullerin sonuncusu olan kamil insanın (s.a.a) rabbi de doğru yol ve tam itidal çizgisi üzeredir. Dolayısıyla o rabbin terbiye ettiği varlık da doğru yol ve tam itidal üzeredir. Sadece şu farkla ki, yüce rab ba-ğımsız bir şekilde, ama onun terbiye ettiği (s.a.a) ise gölge oluş esa-sınca.
        Bu makamda zulüm ise, kahrın lütfe veya lütfün kahre üstün gelişi-dir. Başka bir ifadeyle celal veya cemal isimlerinin mazhariyetidir. İhtimalen kamil veliler, “bizleri doğru yola hidayet et” ayetinde bu makamı istemişlerdir.


        İlahi marifetlerin tecellisinde ve tevhidin marifet ehlinin kalbine yaptığı tecellilerde de adalet halk ile haktan örtünmenin yok oluşu ve de hak ile halktan örtünüşün olmayışıdır. Başka bir ifadeyle, vahdeti kesrette ve kesreti vahdette görmektir. Bu da ehlullahtan olan kamil insanlara özgü bir makamdır. Bu makamda ifrat ve tefrit ise hak veya halk vesilesiyle diğerinden örtünmedir. İhtimalen ehlullahın bu ayet-ten maksadı da bu makamın vücuda gelmesidir.

        İmani hakikatler ve inançlar makamında ise adalet, esmai kemalin nihayetinden ahiret hakikatine olan mazharların, zahire dönüşünün ni-hayetine kadar, varlıksal hakikatleri olduğu gibi idrak etmektir.


        Nefsani ahlakta adalet, üç kuvvenin itidalidir. Yani şehevi, gazabi ve şeytani kuvvelerin itidalinden ibarettir. Zahir hasebiyle de hadis-i şerifin maksadı , bu son kısımdır ve bu açıdan aklın askerlerinden biri olarak sayılmıştır. Dolayısıyla biz de sadece bu kısmı ele almaya çalı-şacağız.
        Bil ki doğal büyümenin ilk anından itibaren akıl kuvvesinden sonra insanın üç kuvvesi vardır. Birincisi, şeytanlık kuvvesi dediğimiz va-hime kuvvesidir. Bu kuvve, küçük çocukta da ilk andan itibaren mev-cuttur. Çocuk bu kuvve sayesinde yalan söylemekte, hile yapmakta, düzen kurmaktadır.
        İkinci kuvve ise, yırtıcılık nefsi dediğimiz gazabi kuvvedir. Bu kuvve zararları defetmek ve istifadelere engel şeyleri ortadan kaldır-maktır.
        Üçüncü kuvve ise hayvani nefis dediğimiz şehevi kuvvettir. Bu kuvve de şehvetlerin, menfaat elde etmenin, yiyecek, içecek ve nikah-lardan elde edilen lezzetlerin menşei olan kuvvedir. Bu üç kuvve, yaş-lar hasebiyle farklılık içindedir. İnsan doğal olarak geliştikçe bu kuv-veler onda kemale ermekte, gün gittikçe ilerleme kaydetmektedir. Do-layısıyla insanda, bu üç kuvveden her birinin kemal sınırında olması da mümkündür. Öyle ki, hiç biri diğerine üstün gelmez. Aynı zamanda bu kuvvelerden birinin, diğerine üstün gelmesi veya ikisinin diğer bir kuvveye üstün gelmesi de mümkündür. Bu açıdan melekuti dejenere ilkeleri yedi surete ulaşmaktadır:


        Birincisi behimi (hayvansal) surettir. Eğer, nefsin batıni sureti, hayvani suretlerden biri haline gelirse ve hayvansal nefis galip olursa, insan uhrevi, gaybi ve melekuti surette, uyumlu hayvanlardan biri şek-line bürünür. Tıpkı inek, eşek ve benzeri hayvanlardan biri gibi. Aynı şekilde insanın potansiyelinin nihayeti, yırtıcı olursa, yani yırtıcı nefis gelip gelirse, melekuti, gaybi sureti de yırtıcı hayvanların birinin şekline bürünür. Tıpkı, kaplan, kurt ve benzeri hayvanlar gibi. Aynı şekilde şeytani kuvvesi de diğer kuvvelere galip gelir ve şeytanlık potansiyeli son potansiyel haline gelirse, melekuti batını da şeytanlardan birinin haleti haline dönüşür ve bu gerçek, melekuti dejenerenin temellerinden biridir.

        Bu üç kuvveden ikisinin birleşimiyle de üç suret ortaya çıkar: İnek kaplan, inek şeytan ve kaplan şeytan. Üç kuvvenin birleşmesinden ise, karmaşık bir suret ortaya çıkar, tıpkı inek şeytan kaplan gibi. Resulullah’tan (s.a.a) nakledilen şu hadis de bu anlama işaret etmek-tedir: “İnsanlardan bazısı, öyle bir surette haşrolur ki maymunlar ve domuzlar onların yanında güzel kalırlar.”

        Bil ki, bu üç kuvvenin, ifrat tarafları, insanlık makamını bozmakta, bazen insanı insanlık hakikatinden, bazen de insanlık faziletinden uzak düşürmektedir. Aynı şekilde tefrit ve kusur boyutu da insanlık makamının fesatlarından biridir ve de melekelerin rezaletinden sayıl-maktadır.
        Eğer, tefrit ve kusur yaratışsal ve tabii olursa, sahibinin iradesi ol-maksızın, yaratılışın aslında noksanlıktır. Genellikle bu makamda olan doğal noksanlıkları, riyazetler, mücahedeler, kalbi ve kalıbi amellerle değiştirmek mümkündür. Değişmeyen anlamda, nefsin tabii sıfatları oldukça azdır. Eğer değişmeyen sıfatın olmadığını söylemesek de de-ğişmeyen anlamda nefsin doğal sıfatları çok azdır.


        O halde, ifrat ve tefrit ve de aşırılık ve ihmal arasında, bir orta yol olan adalet, insanlığın büyük faziletlerinden biridir. Hatta, büyük filo-zof Aristo’dan da şöyle nakledilmiştir: “Adalet, faziletin bir parçası değil, hatta bütün faziletlerdir. Bunun zıddı olan zulüm ise, rezaletlerin bir parçası değil, hatta bütün rezaletlerin kendisidir.”




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #64
          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          İkinci Bölüm

          Ahlaki Kitaplarda Adalet ve Zulüm

          Filozoflar, bütün fazilet türlerini dört fazilet olarak kabul etmekte-dirler: Hikmet, cesaret, iffet ve adalet.
          Zira nefsin iki kuvvesi vardır. İdrak ve tahrik kuvvesi. Bu iki kuv-veyi de ikiye ayırmışlardır. İdrak kuvvesi, teorik akıl ve pratik akıl diye ikiye ayrılmıştır. Tahrik kuvvesi ise, gazab şubesi olan zararları defetme kuvvesi ve de şehvet kuvvesi olan menfaatleri cezp etme kuvvesi diye ikiye ayrılmıştır.


          Bu dört kuvveyi dengede tutmak ve de ifrat ve tefrit sınırından uzak tutmak bir fazilettir.
          O halde hikmet, teorik kuvveyi dengede tutmak ve temizlemekten ibarettir. Adalet ise, pratik kuvveyi dengede tutmak ve temiz kılmak-tan ibarettir. Cesaret ise, gazabiyye kuvvesini dengede tutmak ve te-mizlemektir. İffet ise, şehevi kuvveyi dengede tutmak ve temizlemek-tir. Adaletin başka bir anlamı da vardır ve o da bundan ibarettir: Bütün batıni, zahiri, ruhi ve nefsi kuvveleri dengede tutmaktır. Bu anlamda eski filozoflar şöyle demiştir: “Adalet, faziletin bir parçası değil, bütün faziletlerdir. Bu ölçü üzere zulmün de iki anlamı vardır. Birincisi özel anlamda adaletin karşıtıdır, diğeri de genel anlamda adaletin karşıtıdır ve o da eski filozofların ifadesinde bütün rezaletler olarak yo-rumlanmıştır.


          Bilmek gerekir ki, adalet, ifrat ve tefritin orta çizgisi olduğu hase-biyle, eğer ubudiyet noktasından rububiyet yakınlığı makamına kadar hissedilir bir örnek vermek istersek, doğru bir çizgiye ulaşır. O halde, kamil insanın seyir yolu, ubudiyet noksanlığı noktasından, uluhiyet iz-zeti kemaline kadar, doğru bir çizgi ve itidalli bir seyir olan adalettir. Kitap ve sünnette bu anlama işaret eden bir çok ifadeler mevcuttur. Nitekim insanın namazda talep ettiği doğru yol da bu itidale dayalı se-yirdir.

          Hadis-i şeriflerde yer aldığı üzere kıldan ince ve kılıçtan keskindir. Bu yüzden itidal çizgisi, gerçek aracılığa sahiptir. Bu açıdan da hakikatlerin zuhur ettiği alemde, aynı şekilde tecessüm etmelidir.


          Nakledildiği üzere Allah Resulü (s.a.a) ortada düz bir çizgi çizmiş ve onun etrafına da bir takım çizgiler çizerek şöyle buyurmuştur: “Bu orta çizgi benim çizgimdir.” Seyrinin başlangıcından sonuna kadar hiçbir eğrilik içinde olmayan kamil insan dışında hiç kimse için hakiki bir itidal vücuda gelemez ve bu itidal çizgisi, bütün anlamıyla Ahmedi ve Muhammedi çizgidir. Diğer kimseler ise ona bağımlı olarak seyre-derler, asaleten değil! İki noktayı birleştiren düz çizgi ise birden fazla değildir. Bu açıdan mutlak anlamda fazilet, adalet yolunda seyretmek ve itidal üzere yürümek, birden fazla değildir. Ama rezalet türleri çok-tur, hatta sonsuzdur. Ama genel anlamda sekiz kızma ayrılmışlardır. Zira bu dört faziletlerden her birinin iki tarafı vardır. Birisi ifrat çizgisi, diğeri ise tefrit. Bu açıdan rezalet türleri sekiz kısımdır.

          Bu ifade filozofların kitaplarında ve ahlak kitaplarında bu türlerin altında değerlendirilen şekliyle zikredilmiştir. Bunları sayma, sınır-landırma ve hesaplama yolunda ömrünü tüketmenin insani seyre ve kemallere hiçbir faydası yoktur.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #65
            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            Üçüncü Bölüm

            Adalet Faziletini Elde Etmek

            Bil ki insani kemalin nihayeti, kemali seyrin sonunun kendisine bağlı ve hatta bir anlamda kendisi olan nefsani kuvveleri dengede tut-mak en önemli işlerden biridir. Bundan gaflet etmek büyük bir zarara, hüsrana ve telafisi mümkün olmayan bir şekavete sebep olur. İnsan tabiat aleminde olduğu müddetçe isyankar kuvvelerini dengeli kılabi-lir, inatçı nefsini akıl ve şeriat ile dizginleyebilir. Bu iş, gençliğin ilk yıllarında oldukça kolaydır. Zira henüz fıtrat mağlub düşmemiş, nefsin sefası ortadan kalkmamış ve de bozuk ahlak ve sıfatlar, nefiste kök-leşmemiştir.

            Çocuğun nefsi ilk etapta resimsiz ve yazısız bir kağıt gibidir. Üze-rine her türlü resim çok kolay bir şekilde çizmek mümkündür, ama re-sim çizildikten sonra onu giderebilmek kolay değildir. Nitekim görül-düğü gibi çocukların henüz küçük yaşlarda öğrendiği ahlak ve bilgiler, yaşlılık dönemine kadar öylece kalmaktadır. Çocukluk zamanının bil-gilerini unutmak oldukça azdır. Bu açıdan çocukları terbiye etmek ve riyazete alıştırmak, çok önemli bir iştir. Bunu üstlenmek anne ve ba-banın görevidir. Eğer bu aşamada ihmalkarlık eder ve gevşeklik yapı-lırsa, zavallı çocuk bir çok rezalete sürüklenebilir, ebedi şekavete ve sefalete düşebilir.


            Bilmek gerekir ki bir çocuğun terbiyesini sadece birini terbiye etmek olarak algılamamak gerekir. Aynı şekilde bir çocuğun kötü terbiye etmeyi ve hakkında ihmalkarlık yapmayı da sadece birini kötü terbiye etmek olarak düşünmemek gerekir. Zira bir çok defasında bir çocuk terbiye etmek, kalabalık bir cemiyeti, hatta bir milleti ve bir ülkeyi ıslah etmektir. Bir kişiyi fesada sürüklemek de bir kişiyi veya bir milleti fesada sürüklemektir.
            Büyük İslam filozofu Hace Nesiruddin, Allame Hilli ve benzeri kimselerin nuraniyeti bir memleket ve ülkeyi nurlandırmış, ebedi olarak da nurda bırakmış haldedir. Muaviye b. Ebi Süfyan ve onun gibi zulüm önderlerinin yarattığı zulmet ve şekavetler ise, binlerce yıldır milletlerin ve ülkelerin şekavet ve hüsran tohumu haline gelmiştir. Bu gerçeği bugün de görmekteyiz.


            Çocuklar, sürekli veya genelde anne ve babasıyla birlikte olduğu için, onların terbiyesi pratik olmalıdır. Yani eğer, anne ve baba güzel ahlak ve salih amellere sahip biri değilse de, çocuğun huzurunda zorla kendilerini iyi kimseler olarak göstermelidirler ki çocuğu pratik olarak terbiye edebilsinler. Bu da sonunda anne ve babanın düzelmesine ne-den olabilir. Zira, mecaz, hakikatin köprüsü ve zorla bir işi yapmak ve zorlanmak, güzel ahlakla ahlaklanmanın yoludur.

            Anne ve babanın ameli fesatları her şeyden çok çocuğa sirayet et-mektedir. Zira bir çok defasında bir çocuk ameli olarak anne ve baba-sının huzurunda terbiye olabilir. Ama ömrünün sonuna kadar, terbiye edicilerin mücahede ve zahmetiyle düzelemez.

            Anne ve babanın doğruluğu ve terbiye güzelliği çocuğa nasip olan zorunlu başarılardan ve iradi olmayan saadetlerden biridir. Aynı şekil-de anne ve babanın kötü terbiyesi ve bozukluğu da insana nasip olan zorunlu kötü olaylardan ve şekavetlerden biridir. Nitekim, bu aşama-dan önce bir takım aşamaların varlığı da mümkündür ve bu aşamalarda insanın saadet ve şekavet tohumları ekilebilir. Tıpkı mutlu ve güzel ah-laklı iyi bir kadınla evliliği seçmek, helal uygun yiyecekler seçmek, hamilelikten önce, hamilelik zamanında, süt emme zamanında ve ben-zeri zamanlarda helal şeylere riayet etmek gibi. Bunların detayları ayrı bir çalıştırmayı gerektirmektedir. Allah başarı verirse bu konuda ayrı bir çalışma yapmak ve Allah’ın izniyle detaylı bir çalışmada bulunmak istiyorum. Bu aşamadan sonra da anne ve babanın dışında terbiye ediciler ve öğretmenler gibi dış etkenler söz konusudur. Bu aşamada da şüphesiz öncelikle baba kefil konumundadır. Bu aşamada var olan sıhhat ve fesat da babanın zimmetindedir. Şüphesiz güzel inanç, ahlak ve din sahibi bir öğretmen, okul, uygun dini ve ahlaki bir eğitim mer-kezi seçmek de çocuğun ilk terbiyesinde büyük bir etkiye sahiptir. Hatta çocuğun saadet ve şakavet yapısı bu aşamada belirlenebilir. Öğ-retmenlerin aşıladığı şeyler, hastalıklara şifa veya öldürücü bir zehir konumundadır ki bunun sorumlusu da babadır.


            Bu aşamadan geçtikten sonra yavaş yavaş buluğa erme ve gelişme dönemi başlamaktadır. Fikir ve görüş bağımsızlığı ve de gençlik gün-leri gelip çatmaktadır. İnsan bu aşamada kendi saadetinin kefili ve se-faletinin garantörü konumundadır. Gençlik dönemine en yakın olan adımlarda, saadet elde etmek daha kolaydır ve bu haletin nefiste yer etme ihtimali daha fazladır. Zira bu aşamada nefis sayfası, bütün re-simlerden arınmış ve de sade bir haldedir. Eğer ömrün bu aşamasına gelinceye kadar çirkin ahlak, adet veya amellere sahip olursa, bu ha-letler henüz ruhunda kökleşmediği için bir miktar dikkat ve gözetimle temizlenebilir ve tezkiye edilebilir. Böylece kötü ahlak kökünden sö-küp atılabilir. Tıpkı toprağa henüz kök salmamış bir fidan gibi az bir baskı ve zahmetle yerinden koparılıp atılması mümkündür. Ama bir müddet ihmalkarlık edilir ve insan fesat köklerini söküp atma niyetin-de olmazsa, yavaş yavaş fesat ağacı kökleşir, yerleşik hale gelir, top-rağın dibine kök salarsa, bu durumda artık bir çok riyazetler ve zah-metler çekmek gerekir. Bu durumda artık kendisini tezkiye edebilen ve başarılı olan insan çok azdır. Hatta ömür yetmeyebilir ve insanın kendisini islah etmesine zaman fırsat vermeyebilir. Tıpkı toprağa kök salmış, güçlü bir ağaç haline dönüşür, bu ağacı artık kökünden söküp atabilmek, çok büyük zahmetleri ve meşakkatleri gerektirir:



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #66
              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              “Henüz yeni dikilen bir ağaç
              Bir şahsın gücüyle yerinden sökülür
              Ama eğer bir müddet böylece salıverirsen
              Evirip çevirsen de kökünden sökülmez.”


              Gençte var olması mümkün olan cimrilik ve haset gibi çirkin bir ahlak, az bir dikkat ve zahmetle ıslah edilebilir, hatta bunların mukabi-linde yer alan salih bir ahlaka dönüştürülebilir. Ama bir müddet gaflet edilir, ihmalkarlık yapılırsa, bir çok şiddetli ve uzun riyazetleri ve mücahadeleri gerektirir. Dolayısıyla zamanın kısıtlılığı ve de insanın ecelinin gelip çatması sebebiyle artık ıslah ve tezkiye mühleti de bu-lamayabilir ve artık kabir, berzah ve kıyamet aleminin zulmet ve bas-kılarının kökeni olan karanlık ahlak ve manevi bulanıklıklarla insan öbür aleme göç edebilir.

              O halde gençlerin henüz gençlik fırsatı, batın sefası ve asli fıtratı baki ve dokunulmamış bir halde dururken, bu haletlerini tasfiye ve tezkiye etmesi gerekir. Bu basit ahlakın köklerini ve zulmani sıfatları kalplerinden söküp atmalıdırlar. Zira, çirkin ve uygun olmayan bir ah-lakın varlığıyla, insanın saadeti, büyük bir tehlikeye maruz kalır.


              Ayrıca gençlik döneminde insanın iradesi ve kararları henüz genç ve sağlam temellere dayanmaktadır. Bu açıdan da insanın ıslahı oldukça kolaydır. Ama yaşlılık döneminde insanın iradesi gevşemekte ve yaşlanmaktadır. Bu yüzden de kuvvelere galip gelmek oldukça zor olmaktadır. Ama yaşlılar da nefsini ıslah etmekten ve tezkiyede bu-lunmaktan gaflet etmemeli ve ümitsizliğe kapılmamalıdırlar. Zira insan bu değişim ve kabiliyet aleminde olduğu müddetçe ne kadar zor olsa da kendisini ıslah edebilir, nefsani müzmin hastalıklarını hangi aşamada olursa olsun ve ne kadar kökleşirse kökleşsin, yine de kö-künden söküp atabilir. İnsan bu alemde olduğu müddetçe ıslah ede-meyeceği hiçbir nefsani haleti yoktur. Her ne kadar nefiste kökleşmiş, melekeleşmiş ve sağlamlaşmış da olsa bunu ıslah edebilir. Sadece nef-sani riyazetlerin şiddeti ve kesreti açısından farklılık arzeder. Ama bu-na rağmen her ne kadar zor da olsa bedensel meşakkatleri ve ruhi ri-yazetleri gerektirse de buna teşebbüste bulunması değer.


              Zira, insan bu alemde olduğu müddetçe her şey insanın kendi iradesi altındadır ve de insanın ibadi ve benzeri amelleriyle ortaya çıkmaktadır. Ama Allah korusun eğer insan, bozuk melekeler ve pis sıfatlarla bu alemden başka aleme göçecek olursa, her ne kadar fıtrat ve iman nuru zatının batı-nından korunmuş olsa bile, ıslah, tezkiye ve nefsini tasfiye etmesi artık kendi elinde değildir. Hatta ruh bedenden ayrılmadan önce de insanın iradesi elinden alınmaktadır. Böylece onun ıslahı için başka yollara başvurulur.


              Örneğin, ölüm halindeki zorluklar ve baskılar, ruhun alınması, Hak Teala’nın şiddetli ve güçlü memurları olan müvekkel meleklerini görme dehşeti, kabir baskıları ve zulmetleri, hatta gayb alemlerinden olan kabrin çeşitli azapları bu türden yollardır. Nitekim rivayette yer aldığı üzere Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veya cehennem çukurlarından bir çukur-dur.”

              Bir rivayette de İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kabirde ka-fire doksan dokuz ejderha musallat olur ki eğer onlardan birisi yeryü-züne üfürecek olursa artık yeryüzünde hiçbir ağaç yeşermez olur.”

              Marifet ehlinin dediğine göre de kabirde insana musallat olan bu eziyet edici şeyler, insanın kınanmış ahlak melekutunun zuhurudur ve bu kınanmış ahlak, insana bu dünyada da baskı yapar, eziyet eder. Lakin insan tabiat kılıfında olduğu sebebiyle, tabiatın uyuşturuculuğu altında, kendi melekutundan gafildir ve tam melekuti kudreti de henüz zahir değildir. Bu açıdan nefsin batınında var olan eziyet edici türler-den tümüyle gafildir ve de hissetmemektedir.

              Ama mülk alemi kabir ve berzah aleminin melekutuna dönüşünce zahiri sistem ortadan kalkar, batın sayfası zahir olur, nefis gaybi şaha-dete dönüşür ve batıni melekeler hissedilir ve zahir olur. Uygun suret-leriyle tecelli eder, insan da kendisini bu tür çeşitli bela ve eziyet edi-cilerle çevrilmiş halde görür. Türlü zulmetlerin, bulanıklıkların ve dehşetlerin kendisini ihata ettiğini müşahede eder.


              Eğer bu baskılar, zahmetler, zilletler ve berzahi ve kabre ait azaplar ile nefsani pislikler giderilir, fıtratın yabancı bulutları ortadan kaldırı-lırsa, insan kıyamette saadete erer ve şefaatçilerin (a.s) inayeti gölge-sinde kendisine vaad edilmiş yüce makama erişir. Ama eğer Allah ko-rusun, bozuk ahlak, zulmetler ve nefsani bulanıklıklar, tümüyle ortadan kalkmazsa kıyamet gününün azaplarına, dehşetlerine ve elli çeşit duraklarına ulaşır. Böylece bir çok baskılara ve azaplara maruz kalır. Ümit edilir ki burada nefis temizlenir de iş şiddetli cehennem azabına ulaşmaz. Eğer bu korkunç duraklarda da fıtrat nuru galebe çalmazsa insanın işi cehenneme varır. Nitekim şöyle buyurmuşlardır: “Son ilaç, dağlamaktır.”

              Cehennemin çeşitli azaplarını gördükten sonra da bu insan cehen-nem katlarına hapsedilir ki nefsin batınında ve temiz fıtrat üzerindeki pislikler giderilmiş olsun. Hak Teala’nın yücelik diyarına layık olan fıtratullahın halis altını ortaya çıksın ve yabancı maddelerden arındı-rılsın. “Onlara: "Selametle güven içinde oraya girin" denir.” Bu te-mizlenmenin niteliği, melekelerin kemal ve noksanlığı hasebiyle şa-hıslara göre farklılık göstermektedir.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #67
                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                Altıncı Maksat

                Hoşnutluk ve Zıddı olan Öfke Hakkında

                Burada da altı bölüm vardır:

                Birinci Bölüm

                Hoşnutluk ve Öfkenin Manası

                Bil ki hoşnutluk (rıza) kulun Allah-u Teala’dan, iradesinden ve tak-tir ettiği şeylerden hoşnut olması anlamındadır. Hoşnutluğun en yüce mertebesi, en yüce insani kemal mertebelerinden ve de cezbe ve mu-habbet ehlinin en büyük makamlarından biridir. İnşallah bu konuda ileride açıklama yapılacaktır. Hoşnutluk makamı teslim olmak maka-mının üstünde ve fena makamının altında bir makamdır.


                Arif ve salik bir insan olan Ensari (r.a) rızanın (hoşnutluğun) an-lamı hakkında yaklaşık olarak şöyle buyurmuştur: “Rıza, kulun ilahi irade karşısında gerçek teslimiyetidir. Böyle bir kul, kendi iradesini kullanmaz, hiçbir işte öncelik ve sonralığı talep etmez, bir fazlalık is-temez ve bir halin değişimini talep etmez. Başka bir ifadeyle kul, ken-dinden bir iradeye sahip olmaz. Onun irade ve istekleri, Hak Teala’nın iradesinde fanidir. Bu yüzden bu makam, has kimselerin mertebeleri-nin ilkidir ve de normal insanlara göre en zor mertebelerden biridir.

                Yazara göre bu tanım doğru değildir. Zira eğer, kulun iradesinin Hak Teala’nın iradesi karşısında durmasından maksat iradesinin fena olması ise bu durum fena makamının ilklerindendir ve de rızayet ma-kamıyla ilgili değildir. Ama eğer maksat, kulun Hak Teala’nın iradesi karşısında iradesinin yok olması ise bu makam teslimiyet makamıdır ve de rıza makamının altındadır.

                Özetle rıza makamı, kulun Allah’tan, irade ettiği şeylerden, kaza ve kaderinden hoşnut olmasıdır. Bu hoşnutluğun bir gereği de Allah’ın yaratıklarından hoşnut olması ve de genel bir hoşnutluk içinde bulun-masıdır. Belki de Şey’ur-Reisin İşarat kitabında ariflerin makamını sayarken kastettiği şey budur: “Nitekim, meşhur araştırmacı, Hace Nasıruddin Tusi (r.a) Şeyh’in ifadelerini, rıza makamının gerek-lerine uyarlamış ve şöyle demiştir: “Arif kimse sevinçli, mutlu ve güleçtir. Tevazusundan dolayı büyüğe saygı gösterdiği gibi, küçüğe de saygı gösterir. Şöhrete sevindiği gibi, tanınmazlığa da sevinir. Hak ve her şeyden dolayı sevinçli olduğu halde nasıl mutlu olmasın ki? O her şeyde Hakk’ı görür.Herkes nezdinde eşit olduğu halde nasıl kendisi de itidal içinde olmasın ki? Rahmete aldananlar ise batıl şeylerle meşgul olmuşlardır.”

                Muhakkık Tusi ise şöyle buyurmuştur: “Bu iki sıfat, yani genel mutluluk ve insanları eşit görme haletleri, rıza olarak adlandırılan bir ahlakın eserleridir.”

                Gerçi Şeyh’in sözünün başka bir anlamı da vardır ve o da rıza ma-kamının üstünde bir makama işaret etmektedir ve o makam da fiili ve-ya zati tevhit makamıdır. Bu konuyu daha fazla uzatmak uygun değil-dir. Zira bu tür tartışmalara girmek, yolcuyu yolundan alıkoyar.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #68
                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  İkinci Bölüm

                  Öfke Cehaletin Askerlerinden ve de Örtülü Fıtratın Gerekle-rinden Olduğu Gibi Hoşnutluk da Aklın Askerlerinden Biridir ve Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerinden Biridir

                  Daha önce de ispat edildiği üzere insan, fıtratı gereği Hakk’a aşıktır ve Hak da mutlak kemaldir. Her ne kadar insan fıtrat nurunun örtün-mesi vasıtasıyla bu gerçeği bilmese de hakka aşıktır. O halde mutlak kemali Hak Teala bilen ve mutlak kamilin mukaddes makamını huzuri bir marifetle derk eden insan, Allah’tan zuhur eden her şeyi kamil gö-rür, Hak Teala’nın cemal ve kemalini bütün varlıklarda apaçık bir şe-kilde müşahede eder. Hak Teala’nın mukaddes zatını kamil görünce de celal ve cemal sıfatlarını da kamil görür. Aynı şekilde Hak Teala’nın fiillerini de cemil ve kamil olarak müşahade eder.”Mutlak cemilden, mutlak cemilden başkası çıkmaz.” hakikatini apaçık bir gözle ve huzuri bir müşahadeyle derk eder.

                  O halde Hak Teala’nın mukaddes zatı hakkında elde ettiği bu riya-zet ve aşkı, mutlak kemalinin bir gereği olan varlık düzeni hakkında da elde eder. O halde varlıksal nuraniyet ve zati kemal miktarınca, bütün varlıksal nurlardan razı ve hoşnut olur. Nitekim bu makam sahibinin diliyle şöyle denmiştir:


                  “Şen alem ondan olduğu için ben de alemle şenim
                  Bütün alem ondan olduğu için ben aleme aşığım.”


                  Bu zati aşk ve fıtri rizayetin bir gereği de noksanlık, zulmet ve yok-luk cihetleri olan Allah’tan gayri boyutlara öfkeli ve hoşnutsuz olmak-tır.
                  O halde böyle bir kul, Hak Teala’dan ne görürse ve Hak Teala’nın mukaddes zatından kendisiyle ilgili ne ortaya çıkarsa hoşnutluk ve rizayet gözüyle bakar, Hak Teala’dan ve fiillerinden hoşnut olur, Hak Teala’dan gayrisinden ve o gayrisine ait her şeyden nefret edip öfke duyar.


                  Ama örtülü fıtrat sahibi, kemali diğer işlerde teşhis ettiğinden dola-yı, o işlere karşı hoşnut, sevinçli ve ferahlık içinde olur. Hak Teala’dan örtülü olduğu miktarınca da Allah’tan ve fiillerinden hoşnutsuz ve öfkeli olur. Sevdiği dünya ve aşağılık nefsani arzular olduğu için onlara bir zarar geldiği taktirde fıtrat hasebiyle bu zararı veren kimseye karşı, her ne kadar dille ifade etmese de öfkeli ve karamsar olur.

                  Büyük şeyhimiz arif billah Şeyh Muhammed Ali Şahabadi , -Allah gölgesini müritlerinin başından eksik etmesin- şöyle buyuruyordu: “İnsan dünyaya karşı fazla bir sevgi beslediği taktirde, dünyadan ayrıldığı zaman açık bir şekilde Hak Teala’nın, meleklerinin ve hizmetçilerinin kendi sevgilisini elinden aldığını ve kendisini sevgilisinden uzak düşürdüğünü görünce, fıtratı gereği onlara karşı öfkelenir ve Allah-u Teala ve mukaddes meleklerine karşı öfkeli bir şekilde dünyadan ayrılır.”

                  Bu anlama yakın ifadeler, Kafi’de yer alan hadis-i şerifte de mev-cuttur.
                  Biz, “Kırk Hadis Şerhi” kitabında, yirmi sekizinci hadiste gerekli açıklamalarda bulunduk.

                  Özetle, Hak Teala’ya ve fiillerine karşı öfkelenmek, İblis’in ve ce-haletinin askerlerinden biridir ve de örtülü fıtratın bir gereğidir. Bun-dan Allah’a sığınırız.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #69
                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    Üçüncü Bölüm

                    Hoşnutluğun Mertebelerinin Beyanında

                    Bilmek gerekir ki, Allah’tan hoşnut olmanın ve diğer nefsani ke-mallerin bir çok mertebeleri ve farklı dereceleri vardır. Biz bu merte-belerden bazısını zikredeceğiz.

                    İlk derecesi, Allah’tan rab olarak hoşnut olmaktır. Yani Hak Tea-la’nın rububiyet makamından hoşnutluk duymaktır. Bu da salik olan kulun, kendini Hak Teala’nın rububiyeti altında karar kılması ve ken-disini şeytanın sultasından çıkarmasıdır. Aynı şekilde Allah-u Tea-la’nın rububiyetinden hoşnut olmasıdır. Bilindiği gibi şeytan, kul üze-rinde tasarruf ettiği müddetçe, bu tasarruf ister kalbinde, ister nefsinde ve isterse de beden mülkünde olsun hiç fark etmez, bu kimse ilahi ter-biye ve rububiyetin altından dışarı çıkmış sayılır. Dolayısıyla, “Al-lah’tan rab olarak hoşnutum” diyemez.


                    O halde Allah’ın rububiyetinin altına girdikten sonra hoşnutluğun ilk mertebesi bu ilahi terbiyeden razı olmasıdır. Bunun alameti de tek-liflerin meşakkatinin kalkmasının yanı sıra, ilahi emirlerden hoşnut ve şen olmasıdır. Bu ilahi teklifleri can-u gönülden karşılaması ve şer’i yasaklardan şiddetle sakınmasıdır ve de kendisinin kulluk makamına ve Allah-u Teala’nın mevla makamına razı olmasıdır.

                    Eğer bir kimse, bu dünyada Allah-u Teala’nın terbiyesi altına gir-mez, kendisini rububiyet makamına teslim etmez ve de kalp ve diğer organlarına ilahi saltanatı hakim kılmaz ve kendisini şeytanın tasarruf-larından temizlemezse, kabir ve berzah aleminde, “Allah benim rab-bimdir” diyebileceği konusu, kesin değildir.


                    Belki de tekvinen olduğu gibi bu ismin, diğer isimler arasında öz-gün kılınması, kemal açısından alemlerin rabbinin terbiyesi altına girmek içindir. Nitekim, “İslam’dan din olarak, Muhammed’den (s.a.a) nebi ve resul olarak, Kur’an’dan kitap olarak, Müminlerin Emiri Ali’den ve masum evlatlarından (a.s) imam olarak hoşnut oldum.” iddiaları, eğer Allah korusun gerçek ile birlikte olmazsa nifak ve yalan sayılır.

                    Her ne kadar zararı kendisine ve ailesine olsa da İslam dininin ilke-lerini kabul etmeyen ve bu ilkelerden hoşnut olmayıp İslam hükümle-rine sevinmeyen bir kimse, böyle bir iddiada bulunamaz.


                    Allah korusun, kalp batınında bu İslami hükümlerden birine itiraz eden veya İslami hükümlerden biri hakkında şek içinde bulunan veya mevcut hükümlerin ayrı bir şekilde olmasını isteyen veya, “keşke bu hüküm öyle değil de böyle olsaydı” diyen bir kimse, İslam dininden hoşnut değildir ve dolayısıyla da böyle bir yalan iddiada bulunamaz. Diğer merhaleler de bu kıyas üzeredir.

                    O halde, nübuvvet ve imametten hoşnut olmak, bizim sadece saadet yolunun hidayetçilerinden ve önderlerinden hoşnut olmamızla, oluşa-cak bir durum değildir. Eğer, bizleri hidayet ettikleri insani kemal ve saadet yolu gereğince amel etmezsek bu hoşnutluk iddiasının ruhu bir alay sayılır.
                    Ey aziz! Makam ve derece iddiasında bulunmak kolaydır, bazen bu durumu insan da anlayamaz ve bu meydanın eri olmadığının farkına varamaz. Ama bu hakikatlerle nitelenmek ve bu makamlara erişmek bu iddialarla olacak şey değildir. Özellikle de rıza ve hoşnutluk makamı, makamların en zor olanıdır.


                    İkinci derece ise, Hak Teala’nın kaza ve kaderinden hoşnut olmak-tır. Yani tatlı veya tatsız olaylardan hoşnut olmak, Allah-u Teala’nın ister bela, hastalık ve sevdiklerini kaybetme türünden ve isterse de bu-nun karşıtlarından biri olsun kendisine merhamet buyurduğu şeylere sevinmek ve de insanın nezdinde belalar, hastalıklar ve benzeri şeylerin karşıtlarıyla aynı düzlemde olmasıdır. Böyle bir insan her iki hususu da Allah-u Teala’nın bir ihsanı olarak görür ve bundan hoşnut olur. Nitekim rivayette yer aldığına göre İmam Bakır (a.s) çocuk yaşların-dayken Cabir b. Abdullah Ensari’ye şöyle sordu: “Senin halin nasıl-dır?” O şöyle arzetti: “Ben, hastalığımı sıhhatimden, fakirliğimi zen-ginlikten daha üstün görüyorum.” İmam Bakır (a.s) şöyle buyurdu: “Ama biz, Allah’ın ihsanda bulunduğu her şeyi isteriz. Eğer hastalık bağışlarsa onu isteriz, eğer sıhhat bağışlarsa sıhhati severiz.”

                    Bu makam da, Hak Teala’nın kuluna merhameti ve şefkatini tanı-mak, Hak Teala’nın bu dünyada bağışladığı her şeyin kulların terbiyesi ve nefsani kemallerin ortaya çıkması için olduğuna ve de içlerindeki yoğrulmuş fıtrat ile ilgili hususların, pratize olması amacını taşıdığına iman etmek ile hasıl olur. İnsan, çoğu defa fakirliği sebebiyle kendi zati kemaline erişir ve nice defa da hastalığı ve zayıflığı sebebiyle ebedi saadete erişir. Bunlar da kulun süluk makamlarının başlarında olduğu taktirde geçerlidir. Aksi taktirde, eğer muhabbet ve cezbe ma-kamını elde etmiş ve aşk kadehinden bir yudum içmişse, mahbubun-dan gördüğü her şey onun nezdinde sevimlidir.

                    “Senden taraf var olan her şey afiyet veren ilaçtır
                    Senin ağzından gelen sövgü bile temizliklerdir.”


                    Ve bu makam yani muhabbet ve cezbe makamını da hoşnut olmanın üçüncü makamının ilk aşamaları olarak kabul etmek gerekir. O da Allah’ın hoşnutluğuyla hoşnut olmak diye ifade edilmiştir.”

                    Öyle ki kul, kendinden hoşnut değildir ve kulun hoşnutluğu Hak Teala’nın hoşnutluğuna tabidir. Nitekim onun iradesi de Allah’ın ira-desiyledir. Hadis-i şerifte şöyle yer almıştır: “Allah’ın rızayeti biz Ehl-i Beyt’in rızayetidir.”


                    Gerçi bu daha üstün bir makama işaret olabilir ve o da fenadan son-ra beka olan, farzların yakınlığından ibarettir.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #70
                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      Dördüncü Bölüm


                      Rıza Makamının Temel Esasları

                      Bil ki rızayet makamı, özel kimselerin diğer makamları gibi ilahi marifetlerle ilgili bir husus olduğundan, bazı temel ilkelerine işaret etmek, uygun olur düşüncesindeyiz. O halde diyoruz ki Hak Teala’dan hoşnut olmanın temeli kulun Hak Teala’nın fiillerinin cemil olduğu hususundaki marifetidir. Bu açıdan biz Hak Teala’nın zat, sıfat ve fiil olarak cemal makamını beyan etmeye ve bu makamda kulun marifet mertebelerini açıklamaya çalışacağız.
                      Bil ki kul için ortaya çıkan ilk mertebe, Hak Teala’nın zat, sıfat ve fiil açısından cemil olduğunu, felsefi ve ilmi bürhanlar hasebiyle bil-mesidir ve bu makam, marifetler kapısının anahtarı konumundadır. Tür ve yaygın olduğu kadarıyla irfanın yüce makamına bu yollar dışında ulaşan kimseler çok azdır ve de türsel olarak ölçü konumunda değildir. Ama bu makamda durmak, büyük bir hicaptır. Öyle ki bu konuda şöyle denmiştir: “İlim en büyük hicaptır.”


                      Aklın nasibi olan bu burhani ilimden marifetlere tabi olan nefsani ahlak ortaya çıkmaz. Bu yüzden cedelsel ilimlerde büyük bir mertebesi olan, ama rızayet, teslimiyet ve diğer ruhi makamlar, nefsani ahlak ve ilahi marifetlere sahip olmayan büyük filozof kimseler, ebedi olarak bu ilim hicabında çakılıp kalırlar.


                      İkinci mertebe ise hakkın cemali ve de fiil ve sıfatlarının cemil ol-ması mertebesini kalbine eriştirmesidir. Öyle ki kalp, Hak Teala’nın cemil olduğuna iman etmelidir. Bu da ilahi nimetleri çok anmak ve cemal etkilerini zikretmektir. Bunlar kalbi teslimiyet içine sürükler ve böylece kalp yavaş yavaş Hakk’ın cemal sıfatlarını kabul eder ve bu makam iman makamıdır. Kul bu makama erişince ve kalbi bu hakikate iman edince, kalbinde rızayetin, hoş görünün ve hoşnutluğun nursal hakikati tecelli eder ve bu da rıza ve hoşnutluğun ilk mertebesidir. Bundan önce bu makamdan herhangi bir eser yoktur. Dolayısıyla da rivayetlerde, rızayet makamı imanın temel esaslarından biri sayılmıştır. Nitekim Kafi-i Şerifte Mü’minlerin Emiri’nin (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “İmanın dört temel esası vardır: Allah’ın kazasından hoşnut olmak, Allah’a tevekkül etmek, işi Allah’a tefviz (havale) et-mek ve Allah’ın emrine teslim olmak.”

                      Üçüncü mertebe ise, salik kulun itminan derecesine ulaşmasıdır. Hakk’ın cemiliyet makamına yönelik nefsin itminanı hasıl olursa, rı-zanın mertebesi daha kamilleşir. Bu da kemalin itminanıdır. Belki de fecr suresindeki mubarek ayet bu manaya işaret etmektedir: “Ey mut-main (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut olarak dön.”

                      İhlas ehlinin kamil makamlarından biri olan rabbe dönüş, hoşnut olan ve de hoşnut olunan güvene ermiş nefis sahipleri için karar kı-lınmış ve böylece öfkeli kimsenin ihtirası kesilip atılmıştır.


                      Dördüncü mertebe ise müşahade makamıdır. Bu makam da marifet ehli ve kalp ashabı için söz konusudur. Bu kimseler, kalbini kesret ve zulmet aleminden çevirmiş, kalp evini yabancıların tozundan temiz-lemiş ve kesret tozlarını gidermişlerdir. O halde Hak Teala, onların kalpleriyle uyumlu olarak kendilerine tecelli etmiş, kalplerini kendisiyle hoş kılmış ve diğerlerinden çevirmiştir.

                      Bu makam için de genel olarak üç derece vardır. Birinci derece, fiili tecelli müşahadesidir ve bu makamda Allah’ın kazasından hoşnut olmak, kemal mertebesiyle hasıl olmaktadır. İkinci mertebesi de sıfati ve esmai tecelli müşahadesidir. Üçüncü derece ise zati tecelli müşahadesidir. Bu iki makam, rızayet ve benzeri şeylerden daha yüce bir makamdır. Elbette muhabbet ve cezbenin hakikati olan rızayet ruhu bu makamda da kemal şekliyle mevcuttur. Hadis-i Şeriflerde de rızayetin kemal makamına işaret edilmiştir. Nitekim Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz insanlardan Allah’ı en çok bilen, aziz ve celil olan Allah’ın kazasından razı olan kimsedir.”



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #71
                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        Beşinci Bölüm

                        Mü’minlerin İmtihana Tabi Tutulmasının Beyanında

                        Rızayet, akıl ve rahmanın askerlerinden biri ve yoğrulmuş fıtratın gereklerinden biri olduğu gibi, öfke de cehalet ve iblis’in askerlerinden biridir ve de cahili örtülmüş fıtratın gereklerindendir. Bu da rububiyet makamı hakkındaki marifet eksikliğinden ve Hak Teala’nın yüce izzeti hakkındaki cehaletten kaynaklanmaktadır. Bu da insanın gözünü ve kulağını dünyevi istekler ve arzular dışında her şeye karşı kör kılan nefsi ve dünya sevgisinin pis sonuçlarından biridir. Ruhani makamlardan, marifet ehlinin derecelerinden ve kalp ashabının yüce-lişlerinden örtülü olduğu sebebiyle de nefisleri ıslah eden ve kalpleri terbiye eden belalardan kalpleri gafil olur ve de bela ve fitnelerin en kötüsü olan dünyaya yönelişten hoşnut ve mutlu olur.

                        Biz şu anda bu bölümde bazı rivayeti şerifeleri zikredeceğiz. Böy-lece belki vahiy ashabının kelimelerinin bereketiyle katı kalpler yu-muşar, gafil nefisler uyanır. Biz kırk hadis şerhinde de müminin imti-hanı babında detaylı açıklamalarda bulunduk. Ama burada da daha fazla faydalandırmak ve oraya havale etmekten sakınmak için özet bir şekilde zikretmeye çalışacağız.


                        Kafi, kendi senediyle Ebi Abdillah’dan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Şüphesiz insanların bela açısından en şiddetlisi pey-gamberler, sonra peygambere yakın olanlar ve onlardan sonra da yük-sek mertebede olanlardır.”

                        Ebi Abdillah (a.s) hakeza şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz büyük se-vap, büyük bela ile birliktedir ve Allah sadece belalarla imtihan ettiği topluluğu sever.”

                        Hakeza Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah’ın, yeryüzünde öylesine halis kulları vardır ki, gökten yere indirdiği her hediyeyi onlardan geri çevirir ve indirdiği her belayı ise onlara yönlendirir.”

                        Bu konuda bir çok hadisler vardır. Allah Tebareke ve Teala evliya ve mümin kullarına muhabbet ve inayet gösterdiği için onları dünyada belaya maruz kılmaktadır.


                        Bunun temel sebebi de eğer, kendilerini nimet ve refah içinde karar kılacak olursa, insan tür olarak dünyaya bağlanmakta ve dünyanın is-tek ve lezzetleri, kalp melekutlarını etkilemektedir. Dünyaya olan sev-gilerini artırmaktadır. Tabiatıyla insan, ister istemez Hak Teala’dan, onun yücelik dergahından, nefsin melekutundan ve hastalıklarını teda-vi etmekten gafil kalır ve nefsani faziletleri elde etmekten mahrum dü-şer.


                        Özetle eğer, insan zenginlerin haline bakacak olursa, anlar ki zen-ginlik, servet, sıhhat, esenlik, güvenlik ve refah bir insanda toplanacak olursa, kendisini bu fesatlardan ve nefsani hastalıklardan koruyabile-cek ve nefsin isyanından sakınabilecek kalpler çok azdır. Belki de bu yüzden Cabir b. Abdullah, İmam Bakır’a (a.s) şöyle arzetmiştir: “Ben fakirliği zenginlikten ve hastalığı sağlıktan daha çok seviyorum.” Zira o, kendisini refah ve esenlik içinde bulduğu taktirde koruyabileceğin-den emin değildi ve bu yüzden de nefsin isyanlarına güvenemiyordu. Ama İmam Bakır (a.s) insan akıllarından daha yüce bir makama sahip olduğundan Cabir’in ufku, eğitimi ve de Allah’a doğru seyr-u sulukta yardımıyla uyumlu olarak, kendisine rızayet makamını izhar etmiş ve ilahi muhabbetten bir ateş kıvılcım icad ederek şöyle buyurmuştur: “Biz, bize gelip çatan her şeyden hoşnutuz. Aşıklar sünneti ve sevenler mezhebinde, bela, hastalıklar ve bunların karşılıkları eşittir.

                        Evet, Hak Teala’nın velileri belaları semavi bir hediye görmekte, şiddet ve darlığı rabbani inayetlerden saymaktadırlar. Onlar Hak’tan hoşnuttur, Hak’tan başkasını istemez ve de O mukaddes zata yönel-mişlerdir, O’ndan başkasını görmezler. Eğer Hak Teala’nın yücelik diyarlarını isterlerse, Hak’tan olduğu için isterler; nefsani isteklerden olduğu için değil. Onlar Allah’ın kaza ve kaderinden hoşnutturlar. Bunun da sebebi Hak ile ilişkide olmasıdır. İlahi muhabbet, Allah’ın fiil, eser, sıfat ve isimlerine muhabbetin kaynağıdır.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #72
                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          Altıncı Bölüm

                          Rivayetlerde Rızayet Makamının Fazileti ve Öfkeyi Kınamanın Beyanında

                          Kafi, kendi isnadıyla, Ebi Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nak-letmiştir: “Allah’a itaatin başı sabır ve sevsin veya sevmesin kulun Al-lah’tan hoşnut olmasıdır ve şüphesiz kul sevdiği veya sevmediği şey-lerde sadece kendisi için bir hayır olduğu zaman Hak Teala’dan hoşnut olur.”
                          Hakeza Eba Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz insanlar-dan Allah’ı en çok bilen, Hak Teala’dan kaza açısından en çok hoşnut olan kimsedir.”


                          Hakeza Eba Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Mümin kulumu, kendisine bir hayır kılmadıkça bir şeyden çevirmem. O halde kul, benim kazamdan razı olsun, belama sabretsin ve nimetlerime şükretsin ki, ben de ey Muhammed onları nezdimde doğrulardan yazayım.”

                          Buradan da anlaşıldığı üzere insanlık makamının en yüce mertebe-lerinden biri olan doğruların makamı, rızayet, sabır ve şükür ile hasıl olmaktadır ve bilindiği gibi rızayet makamı, o iki makamdan daha yüce bir makamdır.

                          Hakeza Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) geçmiş bir şey hakkında, “keşke başka bir şekilde olsaydı” diye bu-yurmazdı.”

                          Ammar’dan (r.a) Siffin’de şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ey Al-lah’ım! Sen de biliyorsun ki eğer ben senin rızayetinin kendimi denize atmamda olduğunu bilecek olursam, bu işi yaparım. Ey Allah’ım! Sen de biliyorsun ki eğer ben senin rızayetinin kılıcı karnıma saplayıp sır-tımdan çıkarmada olduğunu bilecek olursam, bunu yaparım. Ey Al-lah’ım! Şüphesiz ben, bana öğrettiklerinden bildim ki bugün bu fasık grupla cihat etmekten senin nezdinde daha sevimli olan bir amel yap-madım.” Bu rivayetin metninde, “fasıklar grubuyla cihat” cümlesinden sonra şöyle yer almıştır: “Bugün bundan senin için daha sevimli bir amel bilseydim, onu yapardım.” ifadesi yer almıştır.


                          Bu makam, Hak Teala’nın rızayetini elde etme makamıdır ve rızayet makamından başka bir makam olması da mümkündür. Dolayısıyla belki de kulun rızayet makamı veya kulun rızayetinin Hak Teala’nın rızayetinde fani olma makamıdır.


                          Hadiste yer aldığı üzere Musa (a.s) Allah-u Teala’ya şöyle arzetti: “Bana, kullarından en sevimlisini ve en çok ibadet edenini göster.” Al-lah, ona deniz sahilinde bulunan bir köye doğru gitmesini ve bu şahsı söz konusu mekanda bulabileceğini bildirdi. Musa (a.s) o mekana va-rınca Allah-u Teala’yı tesbih eden cüzam ve avraş hastalığına yaka-lanmış kötürüm birisiyle karşılaştı. Hz. Musa Cebrail’e şöyle buyurdu: “Allah-u Teala’dan sorduğum şahsın nerede olduğunu bana göster.” Cebrail şöyle buyurdu: “Ey Kelimullah! O adam budur.” Musa (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Cebrail! Ben bu şahsı çok oruç tutar ve çok namaz kılar bir halde görmeyi isterdim.” Cebrail şöyle buyurdu: “Bu şahıs Allah nezdinde bir çok oruç tutan ve namaz kılan kimseden daha abit ve sevimlidir. Şimdi onun gözlerinin kör olmasını emredeceğim. Onun ne dediğini dinle.” Daha sonra Cebrail o şahsın gözlerine emretti. Böylece o şahsın gözleri yüzüne doğru aktı.


                          Böyle olunca o şahıs şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Beni istediğin za-mana kadar gözlerimden faydalandırdın ve istediğin zaman da onları benden geri aldın ve bana sadece kendin hakkında uzun emelleri bı-raktın. Ey barr ve ey vusul!”

                          Musa (a.s) ona şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın kulu! Ben duası icabet olan bir kimseyim, eğer istersen sana dua edeyim, Allah sana organla-rını geri versin ve hastalıklarına şifa buyursun.” O şahıs şöyle dedi: “Ben, senin dediklerinden hiçbir şey istemiyorum. Allah’ın benim hakkında istediği şey, benim nezdimde, benim istediğim şeylerden çok daha sevimlidir.”

                          Böylece Musa (a.s) şöyle buyurdu: “Ben senin Allah-u Teala’ya, “ey barr ve ey vusul!” dediğini işittim. Bu “birr ve vuslat” kelimeleri-nin anlamı nedir?” O şahıs şöyle dedi: “Bu şehirde benden başka O’nu tanıyan veya ibadet eden bir kimse yoktur.” Musa şaşırarak şöyle bu-yurdu: “Bu şahıs, dünya ehlinin en çok ibadet eden kuludur.”


                          Evet, ilahi muhabbet ateşinden nasibi olan ve kalbi marifet nurla-rıyla aydınlanan bir kimse, her zaman Allah ile mutludur ve onun rızayetiyle ünsiyet kurmuştur. Onlar bizler gibi dünyanın karanlıklarına dalmamış, fani diyarın şehvet ve lezzetlerinden etkilenmemiştir. Onların kalbi Hak Teala’ya, isimlerine ve sıfatlarına açılmış, başkala-rına gönül kapılarını ve gözlerini kapamışlardır.”

                          Ey aziz! Allah-u Teala kendi kazasını icra edecektir. Biz ister bu kazaya öfkelenelim ve isterse de hoşnut olalım. İlahi taktirler, bizim hoşnutluğumuza ve öfkemize bağlı değildir. Bize geri kalan sadece öfke, gazap, makam eksikliği, derece yokluğu, velilerin ve melekutilerin gözünde çöküş ve kalplerimizden imanın gitmesidir. Ni-tekim rivayetlerde de yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle bu-yurmuştur: “Nasibine öfkelenen ve Allah kendisine hakim olduğu hal-de mevkisini küçümseyen bir mümin, nasıl mümin olabilir?”


                          Bir rivayette de yer aldığına göre İmam Sadık’a (a.s) şöyle arzedildi. Müminin mümin olduğu hangi şeyle anlaşılır?” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Hoşnutluk veya gazap olarak kendisine inen her şeye teslim ve hoşnut olmakla.”


                          Ebi Cafer (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kullarının en layık olanı, Allah’ın kazasına teslim olan kimsedir. Allah’ı tanıyan ve kaza-sından hoşnut olan kimseye, Allah’ın kazası icra olur ve Allah ona büyük bir mükafat verir. Allah’ın kazasından hoşnut olmayan kimseye de Allah’ın kazası icra olur ve Allah onun sevabını yok eder.”



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #73
                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Yedinci Makam

                            Şükür ve Zıddı Olan Nankörlük Hakkında

                            Burada da birkaç bölüm vardır:

                            Birinci Bölüm

                            Şükrün Anlamı Hakkında

                            Bil ki şükür, kullanıldığı yerler hasebiyle velinimetin nimetini izhar etmek veya nimet izharında bulunmayı ifade eden bir işi yapmaktan ibarettir. Nitekim Rağib-i İsfahani’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Şükür, nimeti düşünmek ve izhar etmektir. Söylenildiği üzere “keşf” manasına gelen “keşr”in ters çevrilmişidir. Bunun karşıtı ise, nimeti örtmek ve unutmak anlamına gelen küfrandır. Şükreden hayvan kendi semizliği ile sahibinin nimetlerini izhar eden hayvan demektir. Denil-diği üzere bunun aslı da “ayn’un-şukra”dandır ve de “mümteiletun” (dolu) anlamındadır. O halde şükür, kendisine nimet verilen kimseyi, zikretmekle dolmak anlamındadır.” t ile karşılık vermektir.”

                            Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Şükür, nimete söz, fiil veya niye
                            ve bunun da üç temel esası vardır: “Birincisi nimet sahibini tanımak, nimet sahibine layık sıfatları ve nimeti tanımak ikincisi ise bu marifetin semeresi olan hale sahip olmak ve o da huzu, tevazu ve nimetlerle sevinmektir ve bu sevinç nimet sahibinin inayetine delalet etmektedir. Üçüncüsü ise, bu haletin ürünü olan ameldir.


                            Amel üç kısımdır: Birincisi kalbi ameldir ve o da nimet sahibini övmek, yüceltmek ve ululamaktır. İkinci kısım amel ise lisani (dilsel) ameldir ve o da hamd, tesbih ve zikir ile bu amacı izhar etmektir. Üçüncü kısım amel ise, cevarihi (organik) amellerdir ve o da Hak Tea-la’nın zahir ve batın nimetlerini Allah’a itaat yolunda kullanmaktır.

                            Yazar ise şöyle diyor: “Şükür, nimet sahibinin nimetlerinin değerini bilmektir ve bu anlam, kalp memleketinde, bir şekilde, dilde başka bir şekilde, diğer organlarda ise, apayrı bir şekilde tecelli etmektedir. Bu değer bilme ve taktir etmek ise, bilindiği gibi nimet sahibini ve nimetlerini tanımaya dayalıdır.”



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #74
                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              İkinci Bölüm

                              Şükrün Mertebeleri Hakkında

                              Bil ki şükrün mertebeleri nimet sahibi ve nimetleri tanıma mertebe-leri hasebiyle farklıdır. Hakeza, insani kemal mertebelerinin farklılığı hasebiyle de farklılık arzetmektedir. O halde hayvanlık sınırları ve de-recelerinde yürüyen, şehvetlerini tatmin etmek ve hayvani isteklerine ulaşmak dışında, hayvani nimetlerden başka hiçbir şey tanımayan hayvani nikah, giyinme ve yiyeceklerden ibaret olan hayvani istekler ve makamlara sevinen, tabiat ve dünya ufkundan başka vücudun diğer mertebelerinden, makamlarından ve kemal derecelerinden haberi ol-mayan, soyut ve gayb alemleriyle irtibat kuramayan bir kimse ile bu hicaplardan dışarı çıkan, başka makamlara ayak basan ve gayb ale-minden kalbine nurlar tecelli eden kimse arasında çok büyük farklılık-lar vardır.

                              Aynı şekilde zahiri ve batıni nedenleri bağımsız kabul eden ve ne-denlere, sonuçlara ve araçlara bağımsız gözüyle bakan bir kimseyle Hak Teala ve yaratıklar arasındaki ilişkiden haberdar olan, vücud mer-tebelerinin başını ve sonunu Hak Teala’ya döndüren ve nedenlerin ne-deninin cilvesini nurani ve zulmani örtülerin ötesinde kalbi nurlarıyla derk eden kimse arasında da çok büyük farklılıklar vardır.

                              Bütün mertebeleriyle ilahi nimetlerin şükrü yerine getirilince, vü-cudun ilk tecellisinden ve vücut rahmetinin genişlemesinden malikiyet ve kahhariyet tecellisiyle ortadan toplanan toplanma cilvesiyle son te-celliye kadar salikin kalbinde huzuri bir müşahadeyle hasıl olur. Hatta salik kimsenin kalbi, bizzat rahmani, rahimi, maliki ve kahhari cilvenin mazharı haline gelir ve bu hakikat, sadece velilerden kamil olan kimseler için ortaya çıkar ve hatta Resulullah (s.a.a) için asaleten ve diğer veliler için ise (a.s) buna bağımlı olarak hakikatiyle hasıl olur. Bu açıdan Hak Teala şöyle buyurmuştur: “Kullarımdan çok azı şükre-der”

                              Evet, ahadi ve zati tecellilerden habersiz olan, varlıkların asil zatları olduğuna inanan kimseler, bir şekilde ilahi nimetlere küfranda bu-lunmaktadırlar. Esmai ve sıfatı tecellileri müşahade etmeyen ve kalbi isimlerin aynası haline gelmeyen kimseler de ayrı bir şekilde küfran içinde bulunmaktadır. Efali tecellilerden ve fiili tevhitten gafil olan kimseler ise, başka bir şekilde nimetlere küfranda bulunmaktadırlar ve kendileri de bundan gafildirler. “Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın.” Ama ilahi beş makamı bir araya toplayan, insani gizli hakikatlerle tecelli eden, berzahiyet-i kübra makamında oturan ve zahiri ve batıni nimetlerle donanan kimseler, Hak Teala’ya bütün dil-leriyle şükreder ve övgüde bulunur. Zira şükür, nimet sahibinin inayet buyurduğu nimet sebebiyle (velinimeti) övmektir.


                              O halde, eğer o nimet zahiri nimetlerden biri olursa, bir şükrü vardır ve eğer batıni nimetlerden biri olursa ayrı bir şükrü vardır. Eğer marifetler ve hakiki ilimler türünden bir nimet olursa, ayrı bir şükrü vardır. Eğer efali tecellilerden bir nimet olursa, ayrı bir şükrü vardır ve eğer sıfati ve esmai tecellilerden biri olursa ayrı bir şükrü vardır ve eğer zati tecellilerden bir nimet olursa, apayrı bir şükrü vardır.

                              Bu tür bir nimet, halis kullardan çok azı için hasıl olduğundan, halis evliyalardan çok azı için mabuda şükretme ve övme görevini yerine getirme çok az nasib olmaktadır.”Kullarımdan çok azı şükreder.”


                              Bilmek gerekir ki, marifet ehlinden bazı araştırmacılar şöyle demiş-lerdir: “Şükür, halkın geneline ait bir makamdır. Zira, nimet elde ettiği için nimet sahibine karşılık verme iddiası ile iç içedir ve bu da bir tür edebsizliktir. Eğer salik kul, Hak Teala’nın kendi memleketinde iste-diği gibi tasarrufta bulunduğunu ve kendisi için de bir tasarrufun ol-duğunu müşahade ederse, kendisini şükreden bir kul olarak görmez. Zira kul ve tasarrufları da ilahi memleketlerden biridir. O halde şükür karşılık vermekle birlikte olduğu için edepsizlik sayılmaktadır, meğer ki kul şükretmekle görevlendirilmiş olsun. Dolayısıyla burada şükrü eda etmek, ilahi emri eda etmek sayılmaktadır. O halde evliyanın şük-rü, itaat etmek içindir, hakikatiyla şükretmek için değil.”

                              Ama bilindiği gibi velinimete karşılık verme iddiası, bütün makam-ların sahibi, vahdet ve kesret makamını koruyan ve berzahiyet-i kübra rutbesine sahip olan velilerden gayrisi içindir. Bu açıdan araştırmacı büyük arif Hace Ensari, “Şükür, halkın geneline ait makamlardan biri-dir” demiş olmasına rağmen bunun üçüncü derecesini şöyle beyan et-miştir: “Üçüncü derecesi kulun sadece nimet sahibini müşahade etme-sidir. Kul, ubudiyet olarak sadece velinimetini müşahade edince, on-dan olan nimeti de büyük görür, sevgi olarak müşahede edince de on-dan gelen şiddetleri tatlı sayar ve onu tek olarak müşahade ettiğinde de artık ondan bir nimet ve şiddeti görmez.”

                              Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere bu makam, yani şükür makamı, diğer süluk makamları gibi ilk etapta halkın genelinin veya haslarının ortak olduğu, veya halkın geneline ait makamlardan biridir. Ama so-nunda haslara özgü olmakta ve diğerlerinin bundan bir nasibi bulun-mamaktadır.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #75
                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Üçüncü Bölüm

                                Şükrün Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Gerekle-rinden Olduğu ve de Nankörlüğün ise Cehaletin Askerlerinden ve Örtülü Fıtratın Gereklerinden Olduğunun Beyanında

                                Bil ki Hak Teala’nın kudret kalemiyle bütün beşer aleminin fıtratına yazılmış olduğu ve de bütün insanların ortak olduğu fıtri işlerden biri de nimet sahibini yüceltmek ve övmektir. Her kim kendi fıtratına müracaat edecek olursa, zat kitabında nimet sahibine karşı bir muhab-bet ve ululama haletinin sabit olduğunu görür.

                                Dünya ehlinin nimet sahiplerine ve dünyevi sahiplerine karşı yapmış olduğu bütün övgü ve yüceltmeler, bu ilahi fıtrat esasıncadır. Öğ-rencilerin bilginlere ve öğretmenlere karşı yapmış olduğu bütün ulu-lama ve övgüler de bu fıtrat türündendir.


                                Eğer bir kimse bir nimete küfranda bulunur veya bir nimet sahibini övmeyi terk ederse, ilahi fıtratının aksine ve ters istikamette bir iş görmüş olur. Bu insanlık tabiatından ve iç güdülerinden dışarı çıkmak-tır. Bu yüzden fıtrat hasebiyle nimete karşı nankör olanları beşer türü yalanlar ve ayıplar. İnsani zati iç güdülerden çıkmış kabul eder.

                                Bütün bu zikredilenler, hakiki ve mecazi mutlak nimet sahiplerine şükretmek ile ilgilidir. Ama bilmek gerekir ki, selim fıtrattan ve de ör-tülü olmayan yoğrulmuş fıtratın gereklerinden biri, rahmeti bütün var-lık alemini kapsayan ve bütün kainatın nimet sofrasından yediği ve mukaddes zatının rızıklandırıcı gölgesinden istifade ettiği mutlak veli-nimetin mukaddes zatına şükretmek ve övmektir. Çünkü Hak Tea-la’nın mukaddes zatı mutlak kamil ve kemaldir. Mutlak kemalin gereği de rahmetinin ve rızık vermesinin mutlak oluşudur. Diğer varlıklar ve nimetleri, Allah’ın rahmetinin bir gölgesi ve rızık verişinin cilvesidir. Hiçbir varlığın ezeli ve ebedi olarak kendiliğinden bir kemali, cemali, nimeti ve rızık verişi yoktur.


                                Herkes, zahirde bir nimet ve kemal sahibidir. Hakikatte ise, mu-kaddes zatın kemalinin ve rızık verişinin bir aynasıdır. Nitekim “Şüp-hesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır.” ayeti de rızık vermeyi Allah-u Teala’ya has kılmıştır. Ayetten bu an-lam, en kamil şekilde istifade edilmektedir. Bundan daha incelikli ola-nı ise, Fatiha suresindeki “Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsus-tur” ayetinden istifade edilen inceliktir. Bu ayette bütün övgüler ve senalar, Hak Teala’ya özgü kılınmıştır. Özellikle de “bismillah” keli-mesinin, “elhamdulillah” cümlesine ait oluşundan da bu anlam istifade edilmektedir. Nitekim irfan ve yakin sahipleri de bunu ifade etmişler-dir. Bu incelik, keşfedilmesi tehlikeden uzak olmayan bir sır konu-mundadır.

                                Özetle, yaratışsal tecelliler örtüsüne bürünmeyen ve emaneti olduğu gibi sahibine geri çeviren selim bir fıtrat, her nimette Hak Teala’ya şükürde bulunur. Hatta örtülü olmayan fıtrat nezdinde şükreden herke-sin şükrü hangi ünvanda, kimin için ve hangi nimet sebebiyle olursa olsun mutlak anlamda Hak Teala’nın mukaddes zatı için gerçekleş-mektedir. Her ne kadar örtülü kimseler, başkasını övdüğünü zannetse bile bu gerçek geçerlidir. Dolayısıyla da şöyle demek mümkündür: “Peygamberlerin gönderilişi de bu örtüleri kaldırmak ve azameti yüce olan ezeli cemalin cilvesinden hicapları kenara çekmek içindir. Belki de “O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.” ayeti ile diğer ayetler de bu inceliğe işaret etmektedir. Lakin ilahi ve selim fıt-ratı yaratışsal tecellilerin zulmet perdeleri altında örtülü kalan ve Allah vergisi yaratışsal nurunu yaratışsal kesret zulmetleriyle söndüren zavallı insan, ilahi nimetlere karşı küfranda bulunmakta ve her nimeti bir varlığa isnat etmektedir. Ümit gözlerini sürekli dünya ehline karşı açmakta, ihtiras ellerini alnına fakirlik damgası vurulmuş olan kendisi gibi fakirlere doğru uzatmaktadır.

                                Ey bir ömür Hak Teala’nın sınırsız nimetleri içinde yüzen ve sonsuz rahmetlerinden istifadeden zavallı insan! Böyle bir insan kendi ve-linimetini tanımamış, sen kendi velinimetini tanımamış, körü körüne diğerlerini övmektesin. Liyakatsiz insanlara karşı eğilmektesin, evet, yaratığa şükretmek, teşekkür etmek de kesin görevlerden biridir. Nite-kim şöyle buyurmuştur: “Yaratığa teşekkür etmeyen kimse, yaratıcıya şükretmez.” Ama Allah’ın onları nimet ve rahmetini yayma vesilesi kıldığı için teşekkür etmelisin; onlara teşekkür ederek gerçek yaratıcı-dan ve rızık verenden gafil olmamalısın. Zira bu da velinimetin nime-tine küfranda bulunmaktır.

                                Özetle anlaşıldığı üzere şükür yoğrulmuş fıtratın gereklerinden bi-ridir. Küfranda bulunmak ise örtülü fıtrattandır ve de İblis ve cehaletin askerlerinden biridir. Bu beyan üzere marifet kapıları fethedilir. Elbette yoğrulmuş fıtrata dönmek ve de hicap ve örtünmeden çıkmak şartıyla.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X