Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #76
    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    Dördüncü Bölüm

    Bu Konuda Bazı Hadis-i Şeriflerin Nakli

    Muhammed b. Yakub kendi isnadıyla Eba Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şükreden yiyicinin sevabı ecrini Allah’tan isteyen oruçlu kimsenin sevabı gibidir. Şükreden sağlıklı kimsenin sevabı da musibete sabreden kimsenin sevabı gibidir. Şükreden ihsan sahibinin sevabı da kanaat eden mahrumun sevabı gibidir.”

    Aynı isnatla şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyur-muştur: “Allah, kula açtığı her şükür kapsında artış kapısını da açık tutmuştur.”
    Aynısı Nehc’ül-Belağa’da ise şöyle yer almıştır: “Allah, kuluna şü-kür kapısını açınca, yüzüne artış kapısını asla kapatmaz.”


    Yani Allah-u Teala, yüzüne şükür kapısını açtığı kula nimetlerin ar-tış kapısını da kapatmaz. Allah herkimin yüzüne şükür kapısını açarsa, nimetlerin artış kapısını da açar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle bu-yurmuştur: “Eğer şükrederseniz şüphesiz sizlere (nimetleri) arttırı-rım.”


    Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere şükür kapısını da Allah-u Teala kullarının yüzüne açmaktadır. O halde bu şükür kapısının açılması için ayrı bir şükür gerekir ve o şükür de bir nimettir. Hatta önceki bölümde de söylendiği ve marifet ehli nezdinde bilindiği gibi bizzat şükür, dil, kalp, akıl ve şükreden kimsenin varlığı da ilahi nimetlerden biridir. Dolayısıyla hiç kimse Allah-u Teala’yı hakkıyla şükredemez.

    “Kimin eli ve dili yapabilir ki
    Şükrünü hakkıyla eda edebilsin.”


    Şeyh Muhammed b. Hasan el-Hurr’ul-Amili , Vesail’de Muham-med b. İdris’den , o da Uyun’dan ve Şeyh Mufid’in (r.a) el-Mehasin kitabından naklen şöyle buyurmaktadır: “İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah kula bir nimet bağışlar ve kul da kalbiyle bu nimete şükrederse, şüphesiz şükrünü diliyle izhar etmeden önce o nimet artmasına müstahak olur.”

    Bu hadisten de anlaşıldığı üzere şükür, dilde cari olmadan önce kalbin görevlerinden biridir. Nitekim buna daha önce de işaret edil-miştir. Hadislerde de buna bir çok işaretlerde bulunulmuştur. Nitekim Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim eliyle nimete karşılık ve-remiyorsa (şükredemiyorsa) dili şükretmelidir.” Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hak Teala’ya şükretmenin haklarından biri de nimetin kendisinin eliyle cari olduğu kimseye teşekkür etmektir.”

    Bu hadisten önceki bölümde işaret edilen hakikat anlaşılmaktadır ve o hakikat de yaratığa yapılan teşekkürün, ilahi nimetin mecrası olu-şudur. Aksi taktirde eğer, herkim velinimetinden gaflet eder ve bağım-sız bir şekilde yaratığa şükrederse, ilahi nimetlere küfranda bulunmuş olur. Bu konu açıklamaya ve kanıtlamaya da gerek duymamaktadır. Bizzat apaçık ve delillendirilmiş konulardan biridir.

    Vesail’de Mecalis’uş-Şeyh’den naklen kendi senediyle Peygam-ber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Kıyamet günü kul getirilir ve Allah katında ayakta tutulur. Daha sonra Allah o kulun ateşe götü-rülmesini emreder ve o kul şöyle der: “Ey Allah’ım! Beni ateşe gö-türmelerini emrediyorsun. Oysa ben Kur’an okudum!” Allah şöyle buyurur: “Ey Kulum! Ben sana nimet verdim ve sen nimetime şük-retmedin.” O kul şöyle der: “Ey Allah’ım! Sen bana falan nimeti ver-din, ben de o nimete şükrettim.” Böylece kul, nimetleri ve yaptığı şü-kürleri sayar. Allah-u Teala şöyle buyurur: “Benim kulum! Doğru söylüyorsun, ama sen nimeti eliyle cari kıldığım kimseye teşekkürde bulunmadın. Ben de kendi kendime kul nimeti kendisine ulaştıran kimseye şükretmedikçe, teşekkür etmedikçe, kendisine nimet verdiğim kulun şükrünü kabul etmemeyi ahdettim.”
    Bu konudaki hadisler burada sayılamayacak kadar çoktur.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #77
      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Sekizinci Maksat

      Arzu ve Zıddı Olan İsteksizlik Hakkında

      Burada da iki bölüm vardır:

      Birinci Bölüm

      Arzu ve Zıddı Olan İsteksizliğin Anlamı

      Daha önce ümit ve karamsarlık konusu zikredilmiştir. Dolayısıyla ravinin bu cümleyi doğru kaydetmemesi de mümkündür. Belki hadis-teki bazı karmaşıklıklar da bu yüzdendir.

      Elbette ümit, reca ve tamah (ümit ve tamah) arasında bir fark da olabilir. O fark da şudur ki, reca amel ile rahmeti ümit etmek, tamah ile amel olmaksızın veya ameli görmeksizin ümit etmektir.

      Gerçi amel olmaksızın ümit etmenin aklın askerlerinden biri olması da uzak bir ihtimaldir. Zira rivayet-i şerifelerde bu yalanlanmış ve kı-nanmış bir durumdur.


      O halde ameli görmeksizin ümit, belki de ameli görmeksizin yapılan ümittir ve bu da arif-i billah kimselerin makamlarından biridir. Onlar, kendisini ve amelini terk etmiş, kendi varlık kaynağından, vücudundan ve benliğinden hicret etmiş, varlık alemini ayaklar altına almış kimselerdir. Onlar, her iki alemden özgür olup, gözlerini sadece Allah’a açmışlardır. Kendilerine ve amellerine gözlerini kapamışlardır. Bu nitelik esasınca Hak Teala’nın rahmet tecellisi, kalplerine hayat bağışlamıştır. Ümit elleri, seyr-u suluk ayaklarını kırarak, hakka ve rahmetine doğru uzatılmış ve diğerlerinden kesilmiştir. Sadece Hakk’a bağlanmışlardır.

      O halde, bu arzu ve ümidin karşısında olan isteksizlik ise ümitsiz-likten daha genel bir anlam ifade etmektedir. Zira daha özel olanın karşısında daha genel bir anlam ifade etmektedir ve o da şudur ki rahmetten ümidini kesmek, itaat ehli olup olmamasından veya itaat ehli olup itaatini görmesinden ve ameline ümit etmesinden daha genel bir anlam ifade etmektedir. Aslında bu da marifet ehlinin mektebinde ve irfan ekolünde rahmetten ümidini kesmek ve rahmet genişliğini sı-nırlamaktır. Açıklandığı anlam üzere arzu ve ümit sahibi olmak, aklın askerlerinden biridir ve de fıtratın gerekleriyle uyum içindedir. Karşıtı olan isteksizlik ve ümitsizlik ise, cehaletin askerlerinden biridir ve de açık bir şekilde fıtratın gereklerine karşıdır. Zira, amelini görmeyi terk etmek ve rahmet genişliğine teveccühte bulunmak, kemale aşkın ve de noksandan nefret etme fıtratının bizzat kendisi veya bir gereğidir ve bu da bütün beşer ailesinin zat kitabında kaydedilmiştir.”Allah’ın in-sanları üzerinde yarattığı fıtrat” ın kudret eliyle yazılmıştır. Nite-kim kendi varlığını ifade etmek, enaniyetine yönelmek ve bunun dal-ları da –ki amelini görmek de ondan biridir- kendini gören, kendini is-teyen, kendini beğenen ve başına buyruk örtülü fıtratın cahilce hatala-rından biridir. Reca ve kunut (ümit ve ümitsizlik) babına müracaat edildiği taktirde bu bab ile ilgili konular da kendiliğinden açıklığa ka-vuşacaktır.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #78
        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        İkinci Bölüm

        Arzu ve İsteksizliğin Etkilerinin Beyanında

        Reca ve tamah (ümit ve arzu) arasındaki farklardan birinin de şu olması mümkündür ki tamahtan maksat, günahların bağışlanmasını veya eksikliklerin mutlak mağfiretini ümit etmek anlamındadır. Nite-kim Allah-u Teala Halil’ur-Rahman’dan naklen şöyle buyurmuştur: “Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur.”

        Reca (ümit) ise Allah’ın sevabını ümit etmek ve Allah’ın geniş rahmetine göz dikmektir. Bunun tam tersi olması da mümkündür. O halde, bunların karşıtı da mukabele esasınca farklılık arzetmektedir.

        Velhasıl mukaddes zata ümit bağlamak, O’na arzu duymak yaratık-lardan kopmak ve Hak Teala’ya bağlanmak, yoğrulmuş fıtratın bir ge-reğidir ve de Hak Teala’nın mukaddes zatının ve masumların (a.s) öv-düğü bir iştir.


        Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “ve O'na korkarak ve umarak dua edin. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ'nın rahmeti iyilik edenlere pek yakındır.”
        Müminlerin sıfatı hakkında şöyle buyurmuştur: “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”


        Hak Teala’dan ümit etmek, geniş rahmetini arzulamak ve o mu-kaddes zatın feyiz kaynağına ümit bağlamak, tevhidin şubelerinden ve ilahi yoğrulmuş fıtratın gereklerinden biri olduğu ve diğer varlıklardan ümidini kesmek ve halkın eline göz dikmemek fıtratullahın gerekle-rinden biri sayıldığı gibi Hak’tan gayrisini ümit etmek ve yaratıklara ümidini bağlamak da şirkin şubelerinden ve İblis’in vesveselerinden biridir. Aynı zamanda fıtrata aykırıdır ve örtünmenin gereklerinden biri konumundadır.

        Kafi-i Şerifte İmam Seccad (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bütün hayır, insanların elinde olan şeylerden ümidini kesmekte toplanmıştır.”
        Vesail’de yer aldığına göre ise, Hz. Ali (a.s) Muhammed b. Hanefiyye’ye yaptığı vasiyetlerinin birinde şöyle buyurmuştur: “Eğer dünya ve ahiret hayrını bir araya toplamak istiyorsan, insanların elinde olana göz dikme.”


        Hakeza Vesail’de yer aldığına göre Ebi Cafer (a.s) şöyle buyurmuş-tur: “Bir şahıs Resulullah’a gelerek şöyle arzetti: “Bana bir şey öğret ey Allah’ın Resulü!” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “İnsanların elinde olan şeylerden ümidini kes. Şüphesiz bu hazır zenginliktir.” O şahıs şöyle arzetti: “Daha fazla söyle ey Allah’ın Resulü!” Peygamber şöyle buyurdu: “Tamahtan sakın. Şüphesiz tamah ise hazır fakirliktir.”

        İmam Sadık (a.s) ise babalarından şöyle buyurduklarını nakletmiştir: “Müminlerin Emirine (a.s) şöyle soruldu: “İmanın sebat ve kalıcılığı nedir?” İmam şöyle buyurdu: “Sakınmaktır.” Bunun üzerine, “İmanın zevali nedir?” diye sorulunca da, “tamaha kapılmaktır” diye buyurdu.
        Nehc’ül-Belağa’da ise şöyle yer almıştır: “Akılların düştüğü yerlerin çoğu, tamahların parlaklığı altındadır.”


        Vesail’de ise, Ahmet b. Fahd’dan naklen Eba Abdillah (a.s) Allah-u Teala’nın “Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.” ayeti hakkında şöyle buyurduğu yer almıştır: “O, şöyle diyen şahıstır: Falan kimse, olmasaydı helak olurdum ve eğer falan kimse olmasaydı, şöyle böyle musibetlere maruz kalırdım. Eğer şöyle böyle olmasaydı ailemi kaybederdim.” Bu şahıs, Allah’a mülkünde kendisine rızık veren ve kötülüğü kendisinden uzaklaştıran bir ortak koştuğunu görmüyor mu?” İmam’a şöyle arzedildi: “O ne desin?” İmam şöyle buyurdu: “Doğru olanı şöyle demesidir: “Eğer Allah falan kimse vasıtasıyla bana ihsanda bulunmasaydı ben helak olurdum.” İmam daha sonra şöyle buyurdu: “Evet bu şekilde ve benzeri bir şekilde söylerse bunun sakıncası yoktur.”


        Bu hadis-i şerif, ilahi marifetlerin özü ve tevhit hakikatinin esasla-rıdır. İlahi vahiy madeninden ve rabbani ilim kaynağından ortaya çık-mıştır. Özel tevhidi ve de velilerin göz nuru olan kesrette vahdeti be-yan etmektedir.

        Bu hadis-i şerifler, nefisleri terbiye etmekte ve kalplerin riyazet yo-lunu göstermektedir. Zira yaratığa bağlanmak ve azameti yüce Hak’tan gaflet etmek, marifet nurunu söndüren, kalbi bulandırıp karartan kalın perdelerden biridir ve bu şekavet sahibi İblis’in en büyük tu-zaklarından ve de insanı Hak Teala’nın dergahından uzak kılıp Hak marifetlerden mahrum kılan nefsin büyük hilelerinden biridir.

        Hadis-i Şeriflerde bütün hayırların insanlardan ümidini kesmekte olduğu beyan edilmiştir. Zira insanlardan ümidini kesmek, Hakk’a bağlanmanın ve Allah’ın kapısına ulaşmanın yoludur ve bu da bütün hayırların toplandığı yer ve bütün bereketlerin merkezi konumundadır. İnsani fıtrat da bu esas üzere yaratılmıştır.




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #79
          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Dokuzuncu Maksat

          Tevekkül ve Zıddı Olan Hırsın Beyanında

          Burada da birkaç bölüm vardır:

          Birinci Bölüm

          Tevekkülün Anlamının Beyanında

          Bil ki, lügat, rivayet, eserler ve büyüklerin sözlerinde tevekkül hakkında bir birine yakın anlamlar beyan edilmiştir. Bütün bunları açıklamaya çalışmak gerekmez. Bu açıdan onlardan sadece bazısına işaret edeceğiz.

          Zahiren türevlerinin de ifade ettiği gibi tevekkül insanın bir işi yapmaktan kendisini aciz gördüğünde o işi güvenilir birisine havale etmesidir. Vekalet ve tevkil de bu babdandır.


          Lügat ehlinden olan Cevheri –Sihah adlı kitabında- ve diğerleri şöyle demişlerdir: “Tevekkül, acizliğini izhar etmek ve gayrisine gü-venmektir.”
          Bu yorum da aslında bir şeyi gerekleriyle açıklamak türünden bir beyandır. Asıl anlamının acizlik olması mümkündür. Nitekim şöyle denmektedir: “Reculun vekelun ve vukeletun” bu ifade, “aciz adam işini başkasına havale etti” anlamındadır. Burada havale etmek, aciz-liğin bir gereğidir.


          Bazı marifet ehli kimseler ise şöyle demiştir: “Te-vekkül, işi tümüyle malikine havale etmek ve onun vekaletine güven-mektir.” Bazıları ise şöyle demiştir: “Allah’a tevekkül kulun yaratık-lardan ümit ettiği her şeyde Allah’a bağlanmasıdır.” Bazı arifler ise şöyle demişlerdir: “Tevekkül bedeni ubudiyete atmak ve kalbi rububiyete bağlamaktır.” Rivayeti şerifelerde de tevekkül hakkında çeşitli açıklamalar vardır. Daha sonra bunlara işaret edilecektir.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #80
            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            İkinci Bölüm

            Tevekkülün Esasları Hakkında

            Tevekkül, şu dört şeye iman etmedikçe hasıl olmaz ve bu dört şey, tevekkülün esasları makamındadır.
            Birincisi, müvekkilin ihtiyaç duyduğu şeylerde alemin vekiline iman etmesidir. İkincisi, O’nun müvekkilin tüm ihtiyaçlarını giderecek güce sahip olduğuna iman etmesidir. Üçüncüsü vekilin cimri olmadığına iman etmesidir. Dördüncüsü ise, vekilin müvekkiline muhabbet ve rahmetinin olduğuna inanmasıdır.

            Bu dört esas olmadıkça tevekkül hasıl olmaz ve vekile güven ortaya çıkmaz. Zira eğer vekilin işler hususunda cahil olduğuna ve ihtiyacını bilmediğine ihtimal verecek olursa, asla ona güvenemez. Eğer ilmini bilir, fakat tam bir ilimle ihtiyaçlarını gidermekten aciz olduğuna ihtimal verirse, yine ona güvenemez. Eğer kudretine de inanır ama cimri olduğuna ihtimal verirse yine ona itimat edemez. Eğer bu üçü gerçekleşir, ama vekilin rahmet, muhabbet ve şefkatine ihtimal ver-mezse, yine ona güvenemez. Dolayısıyla tevekkül bunların tümü ol-maksızın hasıl olmaz.
            O halde tevekkülün temelleri bu dört esas üzere kuruludur.


            Bu şeylerin tevekkül babının temel esasları olduğunu söylememiz ise, bu konuda salt ilim ve inancın etkili olmadığı hasebiyledir.
            Bu kısıtlı bilginin detayları ise şudur: “İnsan bazen, bürhani ve tar-tışmaya dayalı ilim esasınca bu dört esası ispat edebilir ve bütün mer-tebelerini akıl esasınca ortaya koyabilir. Ama, bu burhani ilim, bu hu-susta asla etkili değildir.”


            Nice defa delilleri güçlü olan bir filozof, Hak Teala’nın ilminin bü-tün varlık alemini kuşattığını, gayb ve şehadet alemlerinin Allah’ın huzurunda var olduğunu ve Hak Teala’nın tüm soyutluluk türleriyle kamil bir soyutluluğa sahip olduğunu, Hak Teala’nın mukaddes zatının kayyumi bir ihatası bulunduğunu kesin delillerle ispat edebilir, ama bu kesin ilim, onda bazen etki etmeyebilir. Dolayısıyla da halvet bir yerde herhangi bir günahla meşgul iken iyi-kötüyü ayırt eden bir çocuğun gelmesiyle haya edip o çirkin işten el çekebilir. Burada, Hak Teala’nın, ve Allah’ın meleklerinin hazır olduğunu ve kamil velilerinin –ki hepsi de ilmi ve burhani ölçüler esasıncadır- ihatası hakkındaki ilmi, bu mukaddes varlıkların huzurunda kendisi için hiçbir haya ve utanma icad etmemiş ve onu çirkin işlerden alı koymamıştır. Oysa huzuru korumak, hazır olana saygı göstermek, büyüğe ihtiram göstermek, nimet sahibine saygı göstermek ve kamil olana ihtiramda bulunmak, insanlık ailesinin fıtri işlerindendir. Dolayısıyla bu sapmanın sebebi, burhani resmi ilimlerin, aklın nasibi olmasından ve onlardan hiçbir nitelik ve halin ortaya çıkmamasındandır.


            Aynı şekilde nice defa büyük bir hikmet sahibi kimse ömrünü ilahi kudretin ihata genişliğini ispat etmekle geçirdiği halde, “varlık ale-minde Allah’tan başka bir etkili yoktur” hakikatini kesin ilmi delillerle sabit kıldığı ve yüce ve aşağılık varlıkların tasarruf elini, gayp ve şehadet güçlerini varlık memleketinden –ki malikinin mukaddes zatına hastır- uzak kıldığı halde ve bütün alemi aciz ve Hak Teala’nın mukaddes dergahına muhtaç görerek, “Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız, Allah ise müstağnidir, övülmeye layık olandır.” ha-kikatini Meşai filozofların tartışmaya dayalı delilleriyle derk ettiği ve efali tevhidi ilmi ölçüler esasınca ispat ettiği halde kendisi ihtiyaçlarını zayıf ve fakir yaratıklardan talep edebilir, hacet elini başkalarının huzuruna uzatabilir. Bunun sebebi de, akli idrakin ve burhani ilmin kalp haletlerinde hiçbir etkisinin olmamasındandır. Bu, beldenin öte-sinde başka beldeler ve bu şehrin ötesinde başka bir takım aşk şehirleri vardır. Oysa biz bir sokağa bağlanıp kalmış durumdayız.


            Bu zikredilenler, sadece bir filozof ve hikmet sahibi kimseye özgü bir şey değildir. Tecrid, tefrid, tevhid ve vahdetten söz eden zevk sa-hibi arif bir kimse de bu derde düçar olabilir.

            Nice fakih, muhaddis ve ibadet ehli büyük kimseler de, masumların (a.s) rivayetleriyle ünsiyet kurduğu ve Allah’a tevekkül, Allah’a tef-vizde bulunmak, Allah’a güvenmek ve Allah’ın kazasından razı olmak rivayetlerini ezberlediği halde, bu hadislerin vahiy madeninden geldi-ğini kabul ettiği halde ve içeriğine inandığı halde ve burhani ilimlerle ibadet ehli olduğu halde, bu büyük belaya düçardır. Bunun sebebi de ilimlerinin akıl ve nefisten öteye geçmemesidir. Bu ilimlerinin, iman nurunun yeri olan kalp mertebesine ulaşmamasıdır. İlim burada kaldığı müddetçe de onlardan kalbi haller ve ruhi haletler hasıl olmaz. O halde herkim tevekkül, tefviz, güvenme, teslimiyet ve marifet ehlinin ıstilahınca muamelatın diğer kısımlarından birine ulaşırsa, ilim merte-besinden, iman mertebesine geçmeli ve resmi salt ilimlerle kanaat et-memelidir. Bu hakikatlerin, ortaya çıkış şartlarını ve esaslarını kalbine iletmelidir ki bu haller hasıl olsun. Bu marifetlerin ortaya çıkış yolunu ve kalp levhasına iletilişini biz daha önce kısaca bir açıklamaya çalıştık. Şimdi de kısaca zikretmeye çalışacağız.




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #81
              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              Bilmek gerekir ki, örneğin akıl, burhani bir ilimle tevekkül babının esaslarını elde edince, salik kimse, aklın idrak ettiği o hakikatleri kal-bine ulaştırmalıdır. Bu da mücahit bir kimsenin her gece veya gündüz nefsin tabiat alemiyle ve kesretle uğraşmasının az olduğu ve kalbinin feragat içinde olduğu bir saati seçmesiyle hasıl olur. O halde bu nefsin feragat saatinde, kalp huzuruyla hakkı zikretmeli ve zikirler üzerinde düşünmelidir. Örneğin zikirlerin en büyüğü ve en değerlisi olan la ilahe illallah zikri şerifini bu kalbin feragat vaktinde tam bir yöneliş ile kalbine okumalı, kalbi eğitme niyetinde bulunmalı, bu zikri şerifi tekrarlamalı ve kalbine güven ve tefekkür içinde okumalıdır. Kalbini bu zikri şerif ile uyandırmalı ve böylece kalp, tezekkür ve incelik elde etmelidir. Daha sonra gaybi yardım vasıtasıyla kalp gaybi zikri şerifi feragat vakitlerinde söylemeli ve dil kalbe tabi olmalıdır. Eğer bir müddet bu değerli ameli, zahiri ve batıni adabı ve şartlarıyla yerine getirecek olursa, kalbi zikreder ve dil de kalbe uyar. Nitekim bazen in-san uykuda olduğu halde dili zikri şerifi söyler. Sonunda nefis, kesret ve tabiat ile uğraştığı halde tevhit ve tekliği zikreder.


              Çoğu zaman eğer nefis temizliği ve niyet halisliği ile birlikte olursa, hiçbir uğraşı onu zikirden alıkoyamaz ve böylece tevhit nuraniyeti onun bütün işlerine üstün gelir.

              Aynı şekilde, Hak Teala’nın rahmet, lütuf ve şefkat genişliğini şid-detli bir tezekkür ve Hak Teala’nın vücuda gelmesinden ebede dek kendisine yönelik rahmetleri üzerinde tefekkür ile kalbine ulaştıracak olursa yavaş yavaş kalbi ilahi muhabbet örneğini derk eder ve bu te-zekkür şiddetlendikçe –özellikle de kalbin feragat vakitlerinde- mu-habbet artış kaydeder. Sonunda Hak Teala’yı kendisine bütün varlık-lardan daha merhametli ve şefkatli görür.”Merhamet edenlerin en merhametlisi” hakikatini kalbi basiret nuruyla görür.

              Aynı şekilde, tevekkülün temel esaslarını da şiddetli bir zikir ve kalp riyazeti ile, kalbine ulaştıracak olursa, sonunda kalbi o hakikatlerle ünsiyet kurar. Böylece bu durumda bu marifetin gerekleri, kalp batınına tecelli eder. Tevekkül, tefviz, güven ve benzeri şeylerin nuru nefis melekutunda ortaya çıkar. Böylece kalbin bu yeni çocuğu, süt annesi olan tabiatın memelerinden kopar. Tabii olmayan ruhsal yiye-ceklere layık hale gelir. Böylece muamele makamından –ki tevekkül de ondan biridir- başka bir makama yükselir. Tabiattan ve dünya ma-kamından kopuş gittikçe artış kaydeder. Hakikate, ünsiyet makamına, kuds ve ahiret makamına bağlılığı artar. İlk önce fiili tevhit nuru ve ondan sonra da esmai ve sıfati tevhidin bir örneği kalbinde tecelli eder. Bu nurun tecellisi arttıkça bencillik ve enaniyet tabiatı ortadan kalkar. Sonunda insanın rabbinin tam tecellisiyle, tabiat tümüyle yok olur ve tümel fena makamı ortaya çıkar. “Rabbi dağa tecelli edince onu parça parça etti. Mûsa da baygın bir halde düşüp kaldı.”
              Ne yazık ki, yazar bu pis ağacın dal ve yapraklarına sarıldığından ve tabiatın zulmani kuyusunda kaldığından dolayı, bütün bu manevi makamlardan ve insani kemal derecelerinden sadece birkaç kavram ile kanaat etmiş, boş kavramlar karmaşasında değerli ömrünü zayi etmiş ve kaybetmiştir.


              Oysa uyanık kimseler, bu dünyadan ve dünyada olan her şeyden hızla uzaklaşmış, insani hayata, hatta ilahi hayata nail ol-muştur. Tabiatın zincirlerinden kurtulmuştur.”Şüphesiz müminler kurtuluşa ermiştir” Bu mutlak kurtuluştur. Tabiat zindanından kurtuluş da bu kurtuluşun mertebelerinden biridir. Bu yüzden, onların bir sıfatını zikrederek şöyle buyurmuştur: “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.” Dünya hayatı bir oyalanmadan ibarettir.” Dünya hayatı; ancak oyun ve eğlenceden ibarettir.” Biz zavallılar ise tıpkı ipek böceği gibi etrafımızı istek, arzu, hırs, tamah, dünya ve süslerinin sevgisiyle kendi etrafımızı örmekteyiz ve bu ördüğümüz ağın içinde helak olmaktayız.


              Ey Allah’ım! Meğer ki senin feyzin elimizden tutsun, mukaddes zatının geniş rahmeti biz düşmüşlerin haline şamil olsun. Senin verdi-ğin başarıyla hidayet ve kurtuluş yolları bizlere açılmış olsun. “Ger-çekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #82
                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                Üçüncü Bölüm

                Bu Babın Devamı ve Akıl Sahiplerine Öğüt Hakkında

                Ey aziz! Eğer sen delil ve felsefe ehli isen, “bütün soyut varlıklar, akıl sahibidir” ve “hakikati yalın olan varlıklar tüm kemaldir” bur-hanıyla, gaybi alemlerin maverasından his ve şehadet aleminin sonuna kadar, bütün varlık zerrelerini ezeli kuşatıcı yalın bir ilimle kesret, sı-nırlama, örtü ve kayıt altına almaksızın ezelden ebede kadar Allah’ın ilminde keşif ve tespit edilmiş olarak kabul edersin. Nitekim Allah-u Teala’nın “Yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, haberdardır.” sö-zü de, “bütün soyut varlıklar akıl sahibidir” veya bir yoruma göre, “yalın hakikate sahip olan bütün varlıklar, tüm kemaldir” burhanına işaret etmiş olabilir. Nitekim, sağlam felsefi delillerle, ezeli ve ebedi olarak bütün zerrelerin Hak Teala’nın aynı huzuru olduğunu, alemin bütünüyle Hak Teala’nın mukaddes huzurunda var olduğunu ve bütün alemin salt ihtiyaç ve Hak Teala’ya bağlılık içinde bulunduğunu ispat eden bir beyanla, algılayacak olursan, Hak Teala’nın fiili ilmini de ispat etmiş olursun. Nitekim, şu ayet-i şerifede Allah’ın fiili ilminin mertebelerine işaret etmektedir: “Gaybın anahtarları O'nun yanın-dadır. Onları ancak O bilir.”


                Eğer marifet ehliysen, yüce ariflerin yolunda yürüyorsan, Ahadi, vahidi, zati ve fiili tecellilerle, Allah-u Teala’nın bütün varlıklar hak-kındaki, fiili ve zati ilmini ispat etmiş olursun.

                Eğer semavi kitaplara inanıyor ve de vahiy ashabının sözlerine iman ediyorsan, bütün dinler zaruretiyle ezeli kuşatıcı ilmi ispat edilmiş bilirsin. Allah’ın gayb ve hazırdaki bütün kainat zerrelerini bildiğini onaylamış olursun ve Allah-u Teala’nın geniş ve kuşatıcı ilmini bizzat Kur’an-ı Kerim’den derk etmiş olursun.

                Hakeza, ilim, irfan, ibadet ve imanın hangi mertebesinde olursan ol, Allah’ın kudretini, saltanat ihatasını, malikiyet kemalini ve mukaddes zatının Kahhar ve Kayyum oluşunu ya ilim ve burhanla ya suhud ve irfanla veya hakikat ve yakinle veyahut teslimiyet ve imanla derk edersin. Allah-u Teala’yı noksanlık ve sınırlardan tenzih eder, ayıp ve kayıtlardan münezzeh kabul eder, noksanlık ve yokluk cihetlerinden arındırır, cimrilik, haset, hırs ve benzeri çirkin ve uyumsuz sıfatlardan uzak kabul edersin. Zira bu sıfatlar, noksanlığın zirvesinden ve ayıpla-rın bütününden ortaya çıkmaktadır. Allah-u Teala’nın mutlak kemal ve sınırsız cemal olan mukaddes zatı da bundan uzak ve beridir. Nitekim Allah-u Teala’nın rahmet genişliğini, rahmaniyyet kuşatıcılığını, cömertlik kemalini ve nimet bütünlüğünü, bütün varlıklar hakkında müşahade eder ve açıkça görürsün.
                Allah’ın nimetleri, hizmet geçmişi olmaksızın ibtidai olarak verilmiş nimetlerdir.


                Allah-u Teala’nın mukaddes zatının rahmaniyyet ve rahimiyyet cilvesi, bütün mümkün varlıkları –hizmetkar veya isyankar, mutlu veya mutsuz mümin veya kafir- her şeyi kuşatmıştır.

                Allah-u Teala’nın mutlak rahmaniyyeti, insanoğlu yaratılmadan önce, onun mülki ve melekuti, dünyevi ve uhrevi hayatında gerekli olan tüm araçları temin etmiş ve tabiat aleminin maddelerini, mülki ve melekuti kuvveleri, bu isyankar insana boyun eğdirmiştir.
                Kamil ve tam rahimiyyet, Allah-u Teala’nın mukaddes zatına öz-güdür. Allah-u Teala bu insanı, tabiatın en düşük varlıklarından ya-ratmış, vücut tohumunu bu alemin pis maddesine -ki alemlerin ayak-kabısı safında yer almıştır- ekmiş ve de insanı, sonsuz kemalin zirve-sine yükselme ve mutlak fena mertebesine ulaşmaya layık kılmıştır.


                Ey çaresiz zayıf insan! Yokluk, sırrında ve kuyusunda saklı bulun-duğun zaman ve ne senden ve ne de babandan bir eser olmadığı za-man, “ne şaraptan haber vardı, ne de şarap içenlerden” “İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz, uzun bir za-man geçmemiş midir?” Hangi kamil kudret ve geniş rahmet seni o sonsuz zulmetten kurtardı? Hangi güçlü el sana varlık giysisini kemal ve cemal nimetini inayet buyurdu!?

                Sen, bir takım mertebeleri aştıktan sonra babalarının sülbüne geti-rildiğin gün ve pis bir zerre olduğun zaman, hangi kudret eli seni an-nelerin rahminde karar kıldı? Bu yalın ve tek maddeye kim bu ilginç şekilleri merhamet buyurdu. Hangi hizmet ve ibadetle insani surete la-yık oldun ve bütün zahiri ve batıni nimetleri hangi ciddiyetle elde et-tin?! Hangi ciddiyet ve isteğinle, rahim alemindeki terbiye ve yetiş-tirme tamlandı ve bu alemin sahnesine sevk edildin?!



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #83
                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  Hangi kabiliyet ve amel ile kendi türdeşini parçalayan bu insanın katı ve ağır kalbini senin için öylesine rahmetli ve şefkatli kıldı ki, bü-tün nimetleriyle doğumun zorluklarından, zahmetlerinden ve sıkıntıla-rından sonra seni can kucağıyla terbiye etmektedir?! Bu rahmet ve rahmaniyyet kimdendir ve hangi istek ve çaba ile ortaya çıkmıştır!? O pis kanı, kim senin için dünyaya gelmeden önce, latif bir süte çevir-miştir? Bu süt, senin zayıf miden için en uygun yiyeceklerden biridir. Yaratığın hangi ciddiyet ve çabasıyla bütün bu şeyler temin edilmiş-tir?!

                  Ey aziz! Hangi liyakat, ciddiyet ve çabayla ilahi vahyin indirilme-sine layık oldun?! İlahi rahmetlerin en büyüğü ve rabbani nimetlerin en yücesi, doğru yola hidayet olma ve saadet yoluna kılavuzluk nimetidir. Acaba hangi kazanç ve amel veya hangi liyakat ve ibadet bizler için bu büyük nimeti temin etmiştir? Acaba biz, önceden hangi hizmeti yaptık da büyük peygamberlerin ve ilahi yüce elçilerin varlığına layık olduk?
                  Sayılamayacak kadar çok olan ve sınırlandırılması mümkün olma-yan bütün bu ilahi batıni ve zahiri nimetlerden hangisinde kullardan bir kul veya yaratıklardan bir yaratığın katkısı olmuş ve olmaktadır?


                  Ey ilahi eşsiz nimetlere boğulmuş, rahmani ve rahimi rahmetlere dalmış, ama kendi nimetini kaybetmiş örtülü insan! Şu anda gelişme ve ayırt etme çağına geldiğin halde her soysuza sarılıyor ve aşağılık kimseye güveniyor musun?


                  Oysa bugün nimetleri düşünerek ve ilahi rahmetler üzerinde tefek-kürde bulunarak istek elini, zayıf yaratıklardan geri çekmeli, yüce Hak Teala’nın özel ve genel lütuflarına bakarak, Hak’tan gayrisinin kapısına gitmekten vazgeçmeli ve Allah’ın rahmetinin sağlam esaslarından başka bir şeye sarılmamalısın. Sana ne olmuş ki velinimetinden gaflet ediyor, kendine, ameline, yaratıklara ve onların ameline güveniyor, dolayısıyla da böylesine gizli veya açık şirke maruz kalıyorsun?

                  Hak Teala’nın memleketinde, o mukaddes zattan başka bir tasarruf sahibini mi buldun veya ihtiyaçları gideren başka birini mi biliyorsun veya Hak Teala’nın rahmet elinin bağlandığını mı iddia ediyorsun veya Allah’ın rahmetinin sana ulaşmadığını mı görüyorsun veya Allah’ın senden ve ihtiyaçlarından gafil olduğunu mu düşünüyorsun? Veya Allah’ın saltanatının sınırlı olduğunu mu zannediyorsun veya onun cimri ve kıskanç olduğunu mu iddiada ediyorsun?!

                  Ey kalbi ölü yazar! Ey nefsani isteklere esir ve su ile toprağa çakılıp kalmış zavallı! Daha ne zamana kadar, batının kör olacak ve kalbin görmeyecektir? Daha ne zamana kadar veli nimetinden nefret edecek, cemal ve celalini tanınmaktan örtülü kalacaksın?!
                  Daha ne zamana kadar İblis’in tuzaklarında ve nefsani hileler içinde çırpınıp kalacaksın?!


                  Kendine gel! Bir an olsun ağır uykudan uyan. Şirk ve Allah’tan gayrisini görmeyi bir kenara it. Tevhit nurunu kalbine ulaştır.”La hevle vela kuvvete illa billah” hakikatini ruh batınına oku. İnsan ve cinlerden şeytanların elini Hak Teala’nın memleketinde tasarruftan çekip kopar ve çaresiz zayıf yaratıklara tamah gözüyle bakma. “Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! Onlar, (Bu âciz putları Allah'a ortak koşmak suretiyle) Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür.”

                  Ey Allah’ım! Kuvvet ve izzet sana özgüdür. Kudret ve saltanat, se-nin mukaddes zatına hastır. Biz zayıf çaresizler, dünyaya çok bağlan-dığımız için ne yapacağını bilmez bir hale geldik. Fıtrat nurundan ör-tülü ve uzak düştük. Fıtri esaslarımızı unuttuk. Bir sineğin dahi alıp götürdüğünü bile geri çeviremeyecek kadar zayıf olan ve de sırt sırta verseler dahi bütün insanların bir karınca üzerinde hakimiyet kurama-yacağı güçsüz yaratıklara gönül bağladık ve güvendik. Senin mukad-des dergahından ve mukaddes zatına tevekkülden uzak düştük.


                  Ey Allah’ım! Bu her yöne yönelen kalplerimizi bir tek yöne yön-lendir. Bu şirk gözümüzü tevhide çevir. Kalbimizde tevhit, tefrid ve tecrid nurunu tecelli ettir. Varlık ve bencillik dağımızı, parçalayıp fani kıl. Bizi fena makamına ulaştır ki, tevekkülü görmekten bile el çekelim. Şüphesiz ki sen, koruyan ve çok merhamet edensin.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #84
                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    Dördüncü Bölüm

                    Tevekkülün Bazı Mertebe ve Derecelerini Tanıma Hakkında

                    Bil ki tevekkül derecelerinin farklılığı, tevekkülün esaslarını tanıma farklılığına bağlıdır.
                    Nitekim eğer insan ilim yoluyla o esasları derk ederse ilim ve delil açısından tevekkülün gerekliliğine hükmeder. Bundan önce de açık-landığı üzere bu mertebeye tevekkül demek doğru değildir.


                    Eğer insan bu zikredilen temellere iman edecek olursa, tevekkül makamına sahip olur ve bu da tevekkül mertebesinin ilkidir.
                    Dolayısıyla mümin, bütün varlıkların kendisi için yaratıldığını ve kendisinin de, Hak Teala için yaratıldığını bildiği için –nitekim insanın kapsamlılık makamı da bu konuya delalet etmektedir. Allah’ın “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık.” ve hakeza “Ve Adem'e bütün isimleri öğretti” ayeti ile Hz. Ali’nin “Büyük alem sende olduğu halde küçük bir varlık ol-duğunu mu sanıyorsun?” sözü de buna delalet etmektedir- dolayısıyla gayb ve şehadet alemlerindeki tüm varlıklar, bu değerli varlığı kendi makamına ulaştırmak ve kutsal varlıklar arasına katmak için yaratılmıştır: “Ey Ademoğlu! Her şeyi, senin için yarattım ve seni ise kendim için yarattım.”


                    O halde, mümin, her şeyin kendisi için yaratıldığını görünce ve varlıkların yaratılış niteliğinin kendi lehine ve kendisini layık kemaline ulaştırmak üzere olduğunu derk edince, Hak Teala’yı bilerek bütün varlıkları, kendi lehine hareket ettirdiğini görünce ve tevekkülün diğer esaslarını iman nuruyla algılayınca Hak Teala’ya tevekkül eder ve de bu büyük hedef için Allah’ın mukaddes zatını kendine vekil edinir.


                    İman mertebesi itminan ve güven derecesine erişince, ıstırap ve sarsıntılar tümüyle ortadan kalkar, kalp, Hak Teala’da ve tasarrufla-rında güvene erer, insan bu mertebede olduğu müddetçe kesret maka-mında bulunmaktadır ve de Hak Teala’dan gayrisi için bir tasarruf ol-duğuna inanmaktadır.

                    Ama bu makamdan geçince, artık marifet nuruyla fiili tevhidin te-cellilerinden bir tecelli edinir, diğer varlıkların tasarrufunu reddeder, kalp gözü diğer varlıklardan tümüyle körelir ve yüce Hak Teala’nın vekaletiyle aydınlanır.


                    İnsan bu makamdan da geçince, huzuri müşahade ile tevhit cilvesini müşahade eder ve tevekkül sebeplerini derk eder. Zira tevekkül, işleri kendisi için ispat etmek ve de kendisiyle ilgili işlerde Hak Teala’yı vekil kılmaktır. Dolayısıyla bu makamda, tevekkülü terk eder, işleri Hak Teala’ya döndürür, tevkil, tevekkül ve vekaleti noksanlık ve şirk olarak sayar ki şöyle denmiştir: “İyilerin iyiliği Allah’a yakın kı-lınmışların kötülükleridir.”


                    Bilmek gerekir ki tevekkül, çalışmaya aykırı değildir. Dolayısıyla tevekkül sebebiyle çalışmadan ve tasarruftan el çekmek, noksanlık ve cehaletten kaynaklanmaktadır. Zira tevekkül, sebeplere itimat etmeyi terk etmektir ve de sebeplerin, sebeplerin sebebine dönmesidir. O hal-de, sebeplerde vaki olmakla bir aykırılığı yoktur. Bazıları şöyle demiş-tir: “Hasların tevekkülü olan tevekkülün derecelerinden biri de tevek-kül eden kimsenin, azıksız çöllerde gezinmesi ve de tevekkül makamını doğrulamak için Allah’a itimat etmesidir.


                    Nitekim, İbrahim’ul-Havas’tan naklediliği üzere Hüseyin b. Mansur onunla çölde gezinti yaparken görüşünce halini sordu. İbrahim şöyle dedi: “Susuz ve bitkisiz çöllerde Allah’a tevekkül edip etmediğimi im-tihan etmek için geziniyorum.” Hüseyin şöyle dedi: “Sen, bir ömür, batınını bayındır kılmak için harcıyorsun. O halde, tevhitte fena makamına ne zaman erişeceksin?”

                    Bu iki şahsın, her ikisi de tevhit ve tevekkül makamını bilmiyorlar-dı. Zira çöllerde gezinti yapmayı ve kalender olmayı yanlışlıkla tevek-kül makamı sanmışlardır. Onlar, çalışmayı terk etmeyi ve de Allah’ın ihsan buyurduğu kuvveleri çalıştırmamayı, tevhit ve tevekkül zannet-mişlerdir. Bu tevhit ve tevekkül makamını bilmemekten kaynaklan-maktadır. Zira tevhidin hakikati bütün yaratışsal tasarrufları Hakka ait görmek ve Hak Teala’nın cemil cemalini kesret aynasında müşahade etmektir. Evet, kesret hicabına bürünmek, tevhide aykırıdır. Bunun çöl olup olmamasının bir farklılığı yoktur.
                    O halde, Allah’a doğru seyreden bir kimse, tevekkül makamını doğrulamak için marifet nuruyla zahiri sebeplerden kesilmeli ve zahiri sebeplerden hacetini istememelidir. Tevekkül insanın ameli terk etmesi değildir.


                    Şöyle denilebilir: “Hace Arif Ensari’nin, “ikinci makam, tevekkül makamını doğrulamak için çalışarak, başkalarından istemeyi terk etmek ve nedenlerden yüz çevirerek Allah’a tevekkülden alınmaktır.” sözü de bu zikredilen anlama işaret etmektedir. Ama Şarih-i Kasani , bundan başka anlam çıkarmış ve bu anlam esasınca şerh etmiştir. Özetle, isteklerini azaltmak, kendisinin ve müminlerin hacetlerini gi-dermeye çalışmak, açıkça bilindiği gibi tevekküle aykırı değildir.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #85
                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      Beşinci Bölüm

                      Tevekkülün Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Ge-reklerinden Biri Olduğunun Beyanında

                      Hırsın Anlamına, Cehalet ve İblis’in Askerlerinden ve Örtülü Fıtratın Gereklerinden Biri Olduğuna İşaret
                      Bil ki, bütün beşer ailesinin fıtratında ezeli kudret kalemiyle yazıl-mış olup yoğrulmuş fıtratın hükümlerinden biri olan hakikat ve lütuf-lardan biri de ihtiyaç ve fakir olduğunu kabullenmek fıtratıdır.


                      Öyle ki, istisnasız bütün insanlar, hiçbir görüş farklılığına düşmek-sizin, zati kimliği, varlık ilkesi ve kemali hasebiyle muhtaç, fakir ve hakikatini bir şeye bağlı görür. Farzen eğer, onlar sonsuz bir zincir teşkil etseler dahi, bu sonsuz zincirin bütün bireyleri tek bir dille fakir-lik ve ihtiyacını izhar eder. Şüphesiz bu hüküm alemdeki bütün varlık-lar hakkında geçerlidir.

                      Eğer hayvan, bitki, cansız şeyler, maden ve alemdeki elementlerden bir zincir oluşturulur ve onlara, “sizler, varlık kemali ve varlık etkileri hakkında bağımsız ve ihtiyaçsız mısınız?” diye biri soracak olursa hepsi fıtri ve zati bir dille şöyle der: “Biz muhtaç, yoksul ve bağımlı varlıklarız.” Daha sonra eğer bir kimse, bu varlıklardan teşkil edilen sonsuz zincirin tümüne farz edelim ki kapsayıcı ve kuşatıcı bir şekilde, “Ey mutlu kimselerden oluşan sonsuz zincir! Ey kötülerden oluşan sonsuz zincir! Ey hayvanlardan oluşan sonsuz zincir! Ey bitkilerden, madenlerden, elementlerden, cin, melek ve benzeri şeylerden oluşan sonsuz zincir! Ey vehim, hayal ve akla gelebilen mümkün varlıklar zinciri! Sizler hangi varlığa muhtaçsınız?.” diye soracak olursa, onların tümü fıtrat dili ve zati tek bir ifadeyle şöyle der: “Bizler, bizim gibi muhtaç ve fakir olmayan bir varlığa muhtacız. Biz, mümkün varlıklar gibi gayrisinin gölgesi olmayan bir varlığın gölgesiyiz! Öyle ki o varlık bağımsız, tam ve kamil bir varlıktır. Kendiliğinden bir şeye sahip olmayan; zat, sıfat ve fillerinde bağımsız bulunmayan, varlığın tüm boyutlarında ihtiyaç içinde çırpınan bir varlık, bizim ihtiyaçlarımızı gideremez, eksiklik ve yokluğumuzu ortadan kaldıramaz.” Dolayısıyla da hepsi fıtrat diliyle söylenmiş olan şu şiiri; hal, zat ve fıtrat diliyle okur:


                      “Varlıktan bir nasibi olmayan zat
                      Nasıl olur da varlık bağışında bulunabilir.”


                      Eğer bu fıtratı bir miktar genişletecek ve hükümlerini izah edecek olursak, varlık aleminde bulunan ve mutlak kemalden olan bütün isim ve sıfatlar, mutlak gani olan mukaddes zat için sabit olur. Dolayısıyla da o fıtratın gereklerinden de ümit, korku, tevekkül, teslimiyet, güven ve benzeri haletler ortaya çıkmaktadır.


                      O halde açıklandığı üzere nakıs bir varlığın ihtiyaçlarını gidermesi için mutlak kemale yönelmesi, fıtri ve yaratışsal bir özelliktir. Tevek-kül, aklın askerlerinden biri ve de yoğrulmuş fıtratın gereklerinden sa-yılmaktadır.


                      Hırsın hakikati, nefsin şiddetle dünyaya ve dünyadaki şeylere bağ-lanması, sebeplere çok sarılması ve kalbin dünya ehline ve gerekleri olan kesretlere teveccüh etmesidir. Bu da Hak Teala’nın mukaddes makamını, kamil kudretini, merhametini ve rahmetini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu insan Hak’tan örtülü olduğundan, sıradan varlıklara yöneldiğinden ve varlıklara bağımsız bir gözle bak-tığından dolayı amelen ve kalben onlara sarılmakta ve haktan kop-maktadır. Böylece güven ve itimat, nefisten ayrılmakta, yerini ıstırap ve sarsıntı almaktadır. İhtiyaçları sıradan nedenler tarafından temin edilmediğinden ve yanmış olan ateşi sönmediğinden dolayı da ıstırap haleti ortaya çıkar, dünyaya ve ehline yakınlaşması ve sarılması gün gittikçe artar. Sonunda bu insanı, tüm gücüyle dünyaya çakılı kılar ve boğar.

                      Bilindiği gibi, hırs, gerekleri ve gerektirdiği şeyler de fıtratın ör-tünmesinden, cehalet ve İblis’in askerlerindendir. Kendisi de bir kötü-lüktür, kötülüğün gereklerinden biridir ve de kötülükle sonuçlanmak-tadır. İnsanı dünyaya bu kadar yaklaştıran Hak Teala’dan ve mukad-des zatına sarılmaktan uzak kılan çok az şey vardır.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #86
                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        Altıncı Bölüm

                        Nakli Deliller Yoluyla Tevekkülü Övmek ve Hırsı Kınamak Hakkında

                        Allah-u Teala Enfal suresinde müminlerin sıfatı hakkında şöyle buyurmaktadır: “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını ar-tıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir…İşte ger-çekten mümin olanlar onlardır”
                        Hak Teala özgün bir ifadeyle şöyle buyurmuştur: “Mü’minler, bu birkaç sıfata sahip olan kimselerdir. Bunların dışındaki kimseler, mü-min değillerdir.
                        Bu sıfatlardan bir tanesi, insanın rabbine itimat ve tevekkül etmesi, işlerini Allah’a havale etmesi ve mukaddes zata bağlanmasıdır. O hal-de, kalbiyle başkalarına bağlananlar, Hak Teala’dan başka diğer var-lıklara itimat edenler, işlerinde başkalarına ümit gözüyle bakanlar ve işlerinin kolaylaşmasını Hak’tan başkasından dileyen kimseler, iman-dan uzak ve iman nurundan mahrumdurlar. Bu ayeti şerife ve bu an-lamdaki diğer ayeti şerifeler bizim daha önce zikrettiğimiz hakikatin bir şahidi konumundadır ve o hakikat da şuydu ki insan, iman merte-besine ulaşmadıkça asla tevekkül makamına erişemez.


                        Mübarek Teğabün suresinde şöyle buyrulmuştur: “Allah; O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güven-sinler.”
                        Allah-u Teala’nın bu ayette tevhit kelimesini ön hazırlık kılması ve ardından da müminlere önemle tevekkül etmelerini hatırlatması, belki de birinci makamdan daha üstün bir makama işarettir. Bu yüzden, ön-ceki ayetlerde, Mü’minlerin bir özelliğinin de Allah’a tevekkül etme-lerini beyan ettikten sonra bu ayeti şerifede müminlere tevekkül etme-lerini emretmiştir. Belki de bu tevhit kelimesini zikretmesi, daha önce işaret edilen bir hakikate işarettir ve o hakikat de şudur ki iman ve imanın kemali makamından sonra, salik kimsenin kalbinde fiili tevhit tecelli eder ve mümin bu tecelli sayesinde, Hak Teala’nın memleke-tinde hiçbir varlığın tasarruf sahibi olmadığını ve tüm işlerde Allah’ın tasarrufta bulunduğunu derk eder. Hakeza varlık aleminde Allah’tan başka bir zarar veya fayda verebilecek kimsenin olmadığına inanır, böylece tevekkülden daha üstün bir makama erişir.


                        Al-i İmran suresinde Allah Resulüne hitaben şöyle buyrulmuştur: “Sonra bir kere karar verdin mi artık Allah'a dayan, çünkü Allah, kendisine güvenenleri sever.” ve bu bizim daha önceden zikretme-diğimiz tevekkül makamının en yüce mertebesine işaret olabilir. Bu tevekkül makamı salik kimse için “tümel fena”, kendi memleketine dönüş ve Allah ile baki kalış haletinden sonra ortaya çıkan bir ma-kamdır. Bu makamda salik, kesret içinde olduğu halde, “tevhid-i cem” (toplu birlik) içinde yüzer. Varlıkların tasarrufunu detaylı olarak gör-düğü halde, Allah’tan gayri hiçbir varlığı tasarruf sahibi olarak görmez. Bu yüzden Allah-u Teala Resulüne bu makamda şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever ve böylece Allah tevekkül sahipleri için mahbubiyyet (sevgi) mertebesini de sabit kılmıştır.


                        İsmet ve taharet Ehl-i Beyti’nden nakledilen hadislere gelince…


                        Örneğin Şeyh Kuleyni (r.a) kendi isnadıyla İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Şüphesiz zenginlik ve izzet, sürekli gezinti halindedir. Tevekkül makamına erişince orada yer edinirler.”

                        Evet, zenginlik, ihtiyaçsızlık, izzeti nefis ve nefis kemali Hak Tea-la’ya güvenmek ve tevekkül iledir. Mutlak zengin olan Allah’ın der-gahına yönelen ve Hak Teala’nın mukaddesatına bağlanan yaratıklara ümit gözüyle bakmayan bir kimsenin kalbinde yaratıklar karşısında zenginlik ve ihtiyaçsızlık haleti yer eder, izzet ve yücelik tecelli eder.




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #87
                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          Zira bütün fakirlik, zillet, acizlik ve minnet, hırstan, tamahtan ve zayıf yaratıklara ümit bağlamaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter.” Allah-u Teala kendisine tevekkül eden kimseye yeterlidir.

                          Allah-u Teala tevekkül eden kimseyi yaratıklardan uzak kılmıştır ve bu da izzetin, nefis azametinin ve başkalarına muhtaç olmamanın zirvesidir. Hakeza İmam Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğunu naklet-miştir: “Herkime üç şey bağışlanırsa, üç şeyden mahrum olmaz: Kime dua bağışlanırsa icabet de bağışlanır, her kime şükür bağışlanırsa, artış da bağışlanır, her kime tevekkül bağışlanırsa, kendisine yeterlilik de bağışlanır.” İmam daha sonra şöyle buyurdu: “Aziz ve celil olan Al-lah’ın kitabını okudun mu ki şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’a te-vekkül ederse O kendisine yeter.” Hakeza Allah-u Teala şöyle bu-yurmuştur: “Eğer şükrederseniz, şüphesiz size arttırırım.” Hakeza şöyle buyurmuştur: “Bana dua edin, size icabet edeyim.”

                          Musa b. Cafer’in (a.s) ise şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ravi şöyle diyor: “Musa b. Cafer’e (a.s), “ve kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter” ayetini sordum. İmam şöyle buyurdu: “Allah’a tevekkül etmenin dereceleri vardır. Bunlardan biri de tüm işlerinde Al-lah’a tevekkül etmendir. Onun sana yaptığı her şeyden razı olman, seni hayır ve faziletten mahrum kılmadığına inanman, o işlerde hükmün Allah’a ait olduğunu bilmen, tüm işlerini Allah’a bırakmandır. O halde, itimat ve tevekkül et, Allah’ın senin hakkında yaptığı tüm işlerde ve diğer şeylerde, Allah’a itimat et ve güven.”
                          Bu hadis-i şerifte inanılması daha zor olan tevekkül esaslarından iki tanesi zikredilmiştir. Birincisi, Allah’ın kendisini hayır ve fazilete ulaştıracağını bilmesi, diğeri ise tüm işlerde hükmün sadece Allah-u Teala’ya ait olduğunun kabullenilmesidir. Şüphesiz kuşatıcı kamil kudret sahibi sadece Allah’tır ve bütün işler Allah’ın eliyle yürütül-mektedir. Hatta belki de açıkça ve işaret yoluyla tevekkülün bütün esaslarına böylece işaret edilmiştir. Zira bütün işlerin Hak Teala’nın elinde olmasının bir gereği de Allah’ın bütün işleri bilmesidir ve Al-lah’ın kul hakkında esirgememesi de cimrilik ve hayırdan engelleme-nin, Allah hakkında söz konusu olmamasıdır.


                          Müstedrek’ül-Vesail’de Caferiyat bölümünde yer aldığına göre Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “İmanın dört esası vardır: Allah’a tevekkül etmek, işleri Allah’a tefviz etmek, Allah-u Teala’nın emrine teslim olmak ve Allah’ın kazasına rızayet göster-mek.”



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #88
                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Bilmek gerekir ki iman bir derecesiyle bu tür nefsani melekelerin ve erdemli kalbi hallerin esasıdır. Nitekim buna daha önce de işaret edildi. Bu işler, imanın esaslarıdır ve de bu maneviyata sahip olmakla, hakikat hasebiyle iman korunmaktadır. Yani imanın bir mertebesi bu melekeleri oluşturmaktadır. Bu melekeler ve faziletler nefiste ortaya çıkıp kökleşince de insanı imanın daha üstün bir derecesine ulaştırmaktadır. İmanın daha üstün derecesi ise bu faziletlerin daha kamil bir mertebesini getirir. Aynı şekilde bu mertebelerin her biri diğer bir mertebeye dayanmaktadır. Bu beyan üzere bir çok ayetlerin ve hadis-lerin ortak bir anlamı ortaya çıkmaktadır.


                            Müstedrek kitabında Ebi Basir’den naklen İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her şeyin bir haddi vardır.” Ebu Basir, “tevekkülün haddi nedir?” diye sorunca da İmam, “yakin” diye buyurmuştur: “Ebu Basir, “Yakin’in haddi nedir?” diye sorunca da İmam şöyle buyurmuş-tur: “Allah’ın varlığı sayesinde hiçbir şeyden korkmamaktır.”

                            Had (sınır), bir şeyin son bulduğu çizgidir. Burada maksat belki de tevekkülün yakin ile son bulması ve tevekkül sahibinin yakin maka-mına sahip olmasıdır. Nitekim yakin de fiili tevhitle sonuçlanmaktadır. Fiili tevhit ise insanın Allah’tan başka hiç kimsenin hayır ve zarar vermeye gücünün yetmediğini ve etkili olmadığını kabullenmektir veya maksat tevekkülün yakin ile sınırlandırılmış ve çevrilmiş olmasıdır. Yakin olmaksızın tevekkül hakikate erişemez. Nitekim hakikate yakin etmek de tevhidin meyvesidir ve onunla sınırlıdır. Belki de mertebeler farklılığı hasebiyle bu iki anlam da doğrudur.

                            Müstedrek’ül-Vesail’de Ebu Zer’den (r.a) naklen Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ey Ebuzer! Eğer insanların en güçlüsü olmak seni sevindiriyorsa, o halde Allah’a tevekkül et.”


                            Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Herkim insanların en takvalısı olmayı seviyorsa Allah’a tevekkül etmelidir.”

                            Hakeza Müstedrek’te şöyle yer almıştır: “Peygamber (s.a.a) Cebra-il’e tevekkülün anlamını sorunca Cebrail (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yaratıklardan ümidini kesmek ve yaratıkların zarar, fayda ve verme-ye, bağışlamaya ve esirgemeye gücünün yetmediğini bilmektir.


                            Bu açıklama da tevekkülün zihni gereklerinden biridir ve aynı za-manda dışarıda ortaya çıkışını sağlayan etkenlerden biridir. Yani insan yaratıklardan yüz çevirip tabiat ve kesret aleminden göçmedikçe, kal-binde Allah-u Teala’ya teveccüh kökleşmez ve de ruhaniyet ve vahdet makamına ulaşamaz.

                            İrşad’da yer aldığına göre Müminlerin Emiri Hz. Ali’den (a.s) nak-len Resulullah (s.a.a) mirac hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ey Al-lah’ım! Amellerin hangisi daha üstündür?” Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmuştur: “Ey Ahmet! Benim nezdimde en üstün şey, tevek-kül ve de taktirimden razı olmaktır.”


                            Bu konuda hadisler oldukça fazladır. Biz bu bölümü burada biti-riyoruz ve Allah-u Teala’dan bu özel makama erişme başarısını ver-mesini diliyoruz ve sadece bu sonsuz aşamaları katetmede Allah’a te-vekkül ediyoruz. “Her kim Allah'a tevekkül ederse artık O, ona kâfîdir. Şüphe yok ki Allah emrini yerine getirendir, muhakkak ki (Allah) her şey için bir miktar tayin buyurmuştur.”




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #89
                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              SONUÇ

                              Bu bilgiler ışığında tevekkülün hakikati ve övgüleri açıklanmış oldu. Dolayısıyla tevekkülün zıddı olan hırs ve kınanmış özellikleri de anlaşılmış oldu. Şüphesiz hırs, cehalet ve İblis’in büyük askerlerinden biridir. İblis’in insan için kurduğu en etkili tuzaklardan biri de budur. Bu da Allah-u Teala, tevhit, Allah’ın isim ve sıfatları ve ilahi kader ve kazanın yürütülme yollarını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Bu çirkin ahlaka ve helak edici özelliğe sahip olan bir insan, Hak Teala’dan, kudretinden ve nimetlerinden gaflet eder, marifet ehli görüşünde ise, şirk ve küfür haddine girmiş sayılır. Zira bütün mertebeleri ve temelleri cehalet üzerine kurulmuştur ve cehalet de önceden zikredildiği gibi fıtratın örtülmesindendir. Bu açıdan örtülü fıtratın gereklerinden ve de cehaletin askerlerinden biri sayılmıştır.

                              Bu bozuk ahlak, insanı dünyaya yöneltmekte, dünya sevgisini insa-nın kalbinde kökleştirmekte, dünya süslerini kalpte süslemekte ve cimrilik, tamah, gazap, ilahi farz hakları esirgeme, sıla-i rahimi terk etmek, mümin kardeşleri ziyaret etmekten uzak kılmak ve benzeri bir çok uygunsuz amel ve ahlaklara neden olmaktadır. Bunların her biri ise insanı tek başına helak edici boyutlardadır.


                              Biz şimdi de bu konuda var olan bazı ayetleri ve rivayetleri zikret-meye çalışacağız. Böylece dünyaya ihtiras duyan bir nefsin uyanması ümit edilir. Allah-u Teala mübarek Mearif suresinde kıyametin korkunç hallerini belirttikten sonra, insanın kalbini parçalayan ve müminlerin kalbini eriten bir beyanla şöyle buyurmaktadır: “Hayır, olmaz. Orada sırtını çevirip yüz geri edeni, malını toplayıp kimseye hakkını vermeden saklayanı çağıran, deriyi soyup kavuran, alevli ateş vardır. İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır: Başına bir fena-lık gelince feryat eder, bir iyiliğe uğrarsa onu herkesten men eder;”

                              Allah münezzeh ve yücedir. Bu ifadeleri beyan edebilmek ve ter-cümeye aktarabilmek mümkün değildir. Zira hangi kelimelerle ifade edilirse edilsin, nefisteki etkisi ve inceliği ortadan kalkmaktadır.

                              Ayette geçen, “kella” ifadesi önceki ayetler ile ilgilidir. Yani insanı ne eşi, ne çocukları ve ne de dünyada olan herhangi bir şey fidye ola-rak verilse dahi o korkunç günde azaptan kurtaramaz.


                              Şüphesiz cehennem ateşi, alevlidir ve bu alevleriyle sürekli olarak et, deri, sinir, damar ve kemikleri eritmektedir ve eridikçe de yerine yenisi bitmektedir.

                              Bu cehennem ateşi, Hak’tan yüz ve sırt çeviren, mal ve servet top-layan kimseleri kendisine çağırmaktadır.
                              Şüphesiz insan çok hırslı ve ihtiraslı yaratılmıştır. İnsana bir kötülük çatınca hemen sızlanır, bir iyilik gelip çatınca da bu iyiliği esirger, ilahi ve insanlar ile ilgili hakları ödemez.


                              Bilmek gerekir ki örtülü fıtrat insan için ikinci bir tabiat haline gel-diğinden şöyle buyurmuştur: “Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabır-sız) yaratılmıştır.” Şüphesiz bu da fıtratın esenlik üzere yaratılmasıyla çelişki teşkil etmemektedir ve bu apaçıkça bilinen bir husustur. Bu konuda da bir çok hadisler mevcuttur ve biz bu rivayetlerden bir kaçını zikretmekle kanaat edeceğiz.

                              Kafi kendi senediyle Ebi Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nak-letmektedir: “Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünyaya ihtiras duyan kimsenin örneği, ipek böceği örneğidir. Kendi etrafını ördükçe çıkıştan uzak düşmektedir ve sonunda da bu hal üzere ölmektedir.” Hakeza şöyle buyurmuştur: “Eba Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz zenginlerin en zengini, hırs ve ihtirasa esir olmayandır.” Vesail’de yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hırs ve ihtirasa bürünen bir kimse, iki hasletten mahrum kalır ve iki hasretle birlikte kalır: Kanaatten mahrum kalır. Dolayısıyla da rahatlığı ortadan kalkar ve rızayetten mahrum kalır, dolayısıyla da yakini ortadan kalkar.”

                              Müstedrek’ül-Vesail’de yer aldığıne göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanoğlu yaşlandığı halde onda iki haslet gençleşir: Mal hakkındaki hırs ve ömür hakkındaki ihtiras.”

                              Hz. Ali’den (a.s) nakledildiğine göre ise, kendisine, “hangi zillet bütün zilletlerden daha büyüktür?” diye sorulunca şöyle buyurmuştur: “Dünya hakkındaki hırs ve ihtiras”

                              Tuhef’ul-Ukul’da yer aldığına göre ise Müminlerin Emiri Ali (a.s) Hüseyin’e yaptığı vasiyetinde şöyle buyurmuştur: “Ey oğulcağızım! Hırs, sıkıntıların anahtarı ve zorlukların bineğidir. İnsanı günahlara sü-rükler, aç gözlülük ise bütün kötülük ve ayıpları barındıran bir haslet-tir.”



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #90
                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Onuncu ve On birinci Maksat

                                Rahmet ve Merhamet ile Zıtları olan Katılık ve Gazab Hak-kında

                                Burada da birkaç bölüm vardır:

                                Birinci Bölüm

                                Merhamet ve Katılığın Anlamı

                                Lügat ve edebiyat ehli kimseler “re’fet”in merhametin kemali ol-duğunu kabul etmekte ve rahmetten daha bir inceliğe sahip olduğunu söylemektedirler. Nitekim Cevheri şöyle diyor: “Re’fet” en şiddetli merhamettir.”

                                Mecme’ul-Behreyn’de ise şöyle yer almıştır: “er-Reuf, rahmeti çok olan kimsedir. Re’fet ise merhametten daha ince bir duygudur.”
                                Bazı araştırma ve felsefe ehli kimseler ise şöyle demişlerdir: “Rahmet ve re’fet birbirine yakın anlamları olan iki kelimedir. Onların zıtları olan kasvet (katılık) ve gazap da aynı şekildedir. Rahmet ve re’fet kalp inceliği olarak kabul edilmiştir.


                                Adeta rahmet, manevi kalbin, yani nefsin haletidir. Re’fet ise cis-mani kalbin halidir. Yani akıl olan ruh için bir takım mazharlar ve mertebeler vardır. Örneğin nefis ve beden gibi. Aynı şekilde gazap da nefsin haletidir. Kasvet ise bu organik kalbin halidir.”

                                Re’fet ve kasvetin organik ve cismani kalbin haleti olduğu gerçeği zahirde doğru değildir. Zira bu ikisi cismani olmayan manevi işler-dendir. İdrak ile birlikte veya idrake dayanmaktadır. Dolayısıyla da ci-sim ve cismani ufuklardan çok uzak ve münezzehtir. Lakin maksat şudur ki re’fet, cismaniyet ufkuna rahmetten daha yakındır. Başka bir tabirle rahmet nefsin melekuti ve gaybi boyutunda bir sıfatıdır. Re’fet ise, zahiri boyutunda nefsin sıfatlarından biridir ve de, “göğüs” ma-kamı olarak adlandırmak mümkündür.

                                Dolayısıyla bilmek gerekir ki rahmet ve re’fet, hakikatte etkilen-meyle birlikte olan incelik anlamında değildir. Dolayısıyla bu hakikat de diğer varlıksal hakikatler gibi alemler, mertebeler ve menziller farklılığı hasebiyle hükümleri de ilineksel olarak fark etmektedir. Ni-tekim, varlıksal kemalin temel sıfatlarından olan ilim, kudret ve hayat gibi hakikatler, iniş ve çıkış mertebeleri hasebiyle farklı hükümlere sahiptir. Kayyumi, kadimi, vacip ve zati ilim, kudret ve hayat merte-besinden düşük, etkilenen, yenilenen, ortaya çıkan ve başkasına daya-nan mertebesine kadar farklılık içindedir.
                                Ve bu farklılık, bu hakikatte bulunan vücut hakikatinin farklılığın-dan ve geniş ilinekten kaynaklanmaktadır. Bu kendi yerinde de ispat edilmiştir.”
                                O halde , rahmet, re’fet ve utufet gibi kelimelerin hakikati, vücut alemleri ve iniş ve çıkış dereceleri hasebiyle farklı etki ve hükümlere sahiptir. Nitekim, düşük tabiat aleminde etkilenme ve infial ile birlik-tedir.


                                Bu bütün alemlerde aynı hükme sahip olmasını gerektirmez. Dola-yısıyla da Hak Teala’nın mukaddes zatı hakkında icra edilen bu tür isimleri, eserlerin tertibi olarak tevil etmemize gerek yoktur, veya, “Hak Teala’nın re’fet ve utufetinin anlamı, mukaddes zatın müminlere karşı re’fet ve utufetle davranması anlamındadır” demememize de hiçbir lüzum görülmemektedir. Aynı şekilde cemali isimlerin karşıtları da bu şekildedir.

                                Bu teviller oldukça soğul teviller olmasıyla birlikte burhan ve delile de aykırıdır. İlginç olanı da büyük araştırmacı filozof, Molla Sadra bu konuda bu soğuk tevile baş vurmuştur. Nitekim Şerh-u Usul-i Kafi’de şöyle demiştir: “Allah, reuf ve rahim isimlerine sahip olduğu için re’fet ve rahmet sıfatlarıyla nitelendirildiği zaman en yüce ve en üstün vechiyle nitelendirilmektedir. Dolayısıyla da mazharlar ve eserler iti-bariyledir. Aynı şekilde gazap ile nitelendirilmesi de Allah’tan düş-manları hakkında ortaya çıkan şey itibariyledir.

                                Gerçi Molla Sadra’nın, “Allah’ın mukaddes zatının bu sıfatlarla ni-telendirilmesi, en yüce ve en üstün vechiyledir” sözünden maksat, bi-zim bu dediğimiz anlama işaret de olabilir ve dolayısıyla, “mazharlar itibariyledir” ifadesi de, diğer görüş sahipleriyle aynı ifadeleri kullana-rak başka bir işaret sayılabilir.

                                Bu esas üzere, “ev kane” yerine, “ve kane” diye buyurması daha iyi olurdu. Elbette bu da pek önemli değildir.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X