Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    Biz şimdi hayvanlar, derecesinde ve menzilinde durmaktayız. Do-layısıyla imanın hakikatinden, hatta İslam’ın hakikatinden laf dışında bir nasibimiz yoktur. Dolayısıyla da imanın tatlılığını anlamamaktayız. Kalp bunu tatmadıkça da tatlılığını anlamak mümkün değildir. İnsan bu hayvanlık makamında olduğu müddetçe de bunu tadacak bir kalp yoktur.


    İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ali’nin (a.s) kitabında şöyle yer almıştır: “Şüphesiz dünyanın örneği yılanın örneği gibidir ki do-kununca oldukça yumuşaktır, oysa içini öldürücü bir zehir doldurmuş-tur. Akıllı insan ondan sakınır, ama cahil çocuk ona meyleder.”

    Ruhani makamları bilen, insanlık yurdunun kılavuzu olan ve kendi-sine eşyanın zahiri ve batını aşikar olan Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) da dünyayı herkesten daha iyi tanımaktadır. Hz. Ali dünyanın za-hirinin aldatıcı ve lezzetli olduğunu bilmektedir. Ama şüphesiz her lezzette bir saadetten mahrumiyet ve de tehlikeli şeylere giriş vardır ki cahil ve gafil kimse bunu bilemez ve buna inanamaz. Zahirden başka-sını ayırt edemeyen bir çocuk, güzel görünümlü bir yılanı görünce bü-yük bir aşk ve iştiyakla ona yönelir, her ne kadar sakındırılırsa da buna inanmaz.

    “Zavallı bedenini helak etmekte acele davranır.”
    Bütün bu tarikat pirleri, hidayet yolunun salikleri, insanlığın kıla-vuzları, semavi kitaplar, büyük peygamberlerin kitapları, yüce velilerin rivayetleri, marifet ehlinin ve kalp ashabının nasihatları, biz cahil ve gafil kimselerin kalbini hiç etkilememiş ve de etkilememektedir. Dünyanın güzel görünümü ve süsleri bizleri içindeki öldürücü zehirinden gafil kılmıştır. Bunun hakikatini keşfettiğimiz gün ise artık fesatlarından sakınmak mümkün olmayacaktır. Zira sureti batına işle-miş ve temiz fıtrat onunla kirlenmiştir. Tıpkı diğer maddelerle karışan altın gibidir ki onlar eritilmedikçe halis bir şekilde altın elde etmek mümkün değildir ve insani fıtrat da işte bu altın ve gümüş madeni gi-bidir.”İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi madenlerdir.”


    Halis fıtratta, mutlak kemal olan Allah sevgisinden başka bir şey yoktur. Allah’tan gayrisinin sevgisini elde edince de halis olmaktan çıkmaktadır. En büyük katışık ve kirlenme ise dünya ve tabiat sevgi-siyle kirlenmesidir. Zira bu şekilde kirlenince fıtrat hasebiyle saf ve temiz olan kalp sayfası paslanmakta ve dolayısıyla da hiçbir hakikat olduğu gibi tecelli etmemektedir. Ya hiçbir hakikat ona yansımamakta, veya yansıyınca da eğri-büğrü yansımaktadır. “Ama kalplerinde bir eğrilik bulunanlar fitne aramak ve keyiflerince yorumlamak için sadece anlamı benzeşiklerin ardına düşerler.”
    Nefsani istekler ve dünya sevgisiyle karışmış olan sapık bencil kalpler, ilahi kitabın tevilini ve Kur’an’daki ayetlerin tevilini, hatta ya-ratılış alemindeki ayetleri, kendi nefsani istekleri üzere tevil eder ve bu da kendi görüşünce tefsir etmektir ki bu durumda şeytanın ve nefsin tasarrufu söz konusudur ve bu tefsir, batıl ve haramdır.


    Suretin manaya ve kabuğun öze döndürülmesnden ibaret olan ilahi kitabın tevili de sadece sapmamış kimseler için kamil bir şekilde mümkündür. Onların kalbinde Hak Teala’nın nurundan başka hiçbir şey yoktur. Onlar, mutlak tevil makamı olan meşiyyet ve mutlak fena makamına erişmişlerdir. Bu makam sadece Resul-i Ekrem ve onun ilim ve marifette kökleşmiş halifeleri (a.s) için hasıl olabilir.
    Halbuki, onun gerçek yorumunu ancak Allah ve ilimde derin-leşmiş olanlar bilir.”

    Bu konu daha fazla bir açıklamayı gerektirmektedir ki şu anda bundan mazuruz. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.





    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Onaltıncı Maksat

      Yumuşaklık ve Zıddı olan Kabalık Hakkında

      Burada da dört bölüm vardır:

      Birinci Bölüm

      Yumuşaklık ve Kabalığın Anlamı Hususunda


      “Rıfk” kelimesi “anf” kelimesinin zıddı olup yumuşaklık ve idare etmek anlamındadır. “Refeke Rifken bihi, lehu ve aleyha” cümlesi, ona lütufta bulundu; “Refekehu” cümlesi, ona yardım etti ve “Refuke Refaketen” cümlesi, “dost oldu” anlamındadır.
      “Refik” kelimesi de yumuşaklık ve idare etme açısından, “dost” olarak kullanılmaktadır ve “rıfk” kelimesi yumuşaklık anlamındadır.


      Mecme’ul-Bahreyn’de ise şöyle yer almıştır: “Rıfk” kelimesi, “hurk” kelimesinin zıddıdır ve “rıfk” insanın güzel amel etmesi anla-mındadır. Nitekim hadiste şöyle yer almıştır: “Yumuşaklık kabalık olunca kabalık da yumuşaklık olur.” Söylenildiği üzere bu cümlenin anlamı şudur: “Bir işte yumuşaklık faydalı değilse, kabalıkta bulun ve kabalık da –yani acele davranmak- faydalı değilse, o halde yumuşak davran ve bundan maksat da yumuşaklık ve kabalığı kendi yerinde kullanmandır. Şüphesiz yumuşaklık yerinde kullanılmazsa kabalık olur ve kabalık da yerinde kullanılmazsa yumuşaklık olur. Hz. Ali’nin (a.s) şu sözü de bu anlama yakın bir anlam ifade etmektedir: “Bazen ilaç, hastalık ve hastalık da ilaç olur.”


      Hadisin anlamı çok kolay olmasına rağmen bu kadar karmaşık an-lam vermesi çok ilginçtir. Zira hadisin anlamı şudur ki yumuşaklık, kabalık ve zahmete sebep olursa, bu yumuşaklığı kenara itmek ve yu-muşaklığın kendisi olan kabalığa baş vurmak gerekir. Örneğin bir elin kesilmesi gerekiyorsa, yumuşaklıkla kesmet zahmete sebep olur ve kabalık sayılır. Dolayısıyla acele ve şiddetle işi yapmak gerekir ki bu kabalık ve şiddet yumuşaklığın bizzat kendisidir.

      “Harike hurken” ise idare etme ve yumuşaklığın karşıtıdır.”Hurk” aklın zayıflığı, ahmaklık, cehalet, eziyet ve acele anlamlarına da gel-miştir.
      Hadiste ise şöyle yer almıştır: “Kabalık uğursuzluktur, yumuşaklık ise uğurdur.” İmam Kazım’ın (a.s) Hişam b. Hakem’e yaptığı vasiye-tinde de aynı sözler zikredilmiştir. “Hurk-i Came” kelimesi de elbiseyi yırtmak anlamındadır. “ve hereke” ise dehşete kapıldı ve korktu anlamındadır.”ehreke” ise, dehşete düşürdü anlamını ifade etmektedir.

      Zahiren lugatlardaki çeşitli anlamlar birbirinden alınmıştır. Hepsinin temeli ise, kullanım alanlarına dikkat etmek hususunda bir tek anlama dönmektedir.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        İkinci Bölüm

        İnsanın İşlerinde Yumuşaklığın Rolünün Beyanında

        Bil ki yumuşaklık ve idare etme haletinin işleri yapmada tam bir rolü vardır. Zira insanlarla muaşeret ederken ve dünyevi işleri yerine getirirken bu halet, büyük bir etkinliğe sahiptir. Bu işler, ister dini, ister hidayet ve insanların irşadı, ister iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, ister nefsin riyazeti ve isterse de Allah’a doğru süluk ile ilgili olsun, fark etmez.


        Belki de hadis-i şerifte yer alan, “yumuşaklık uğur, kabalık ise uğursuzluktur” ifadesi de bu işlerden bazısına işaret etmektedir. Örne-ğin dünyevi işleri yapmak hususunda, yumuşak davranıldığı taktirde insanların kalbi ele geçirilebilir, onları kendine itaat ettirebilir. İnsan şiddet ile işlerinden hiçbirini yerine getiremez. Sulta ve şiddetle birisi insana itaat etse dahi kalp itaat etmediği için, insan ihanetinden gü-vende olamaz. Ama yumuşaklık ve dostluk kalpleri itaat ettirir ve kalp itaat edince de zahir ve batın tüm kuvveler itaat eder, kalpleri fethet-mek, ülkeleri fethetmekten daha yücedir.


        Sadakat ve fedakarlık üzere yapılan hizmetler de kalpleri fethetmek türündendir. Kalpler fethedilince ülkeler de fethedilir. İslami fetihler, İslam askerlerinin kalpleri fethetme neticesinde hasıl olmuştur. Aksi taktirde o sayı ve imkanlarla o ilerlemenin sağlanması mümkün değildi.
        Özetle yumuşaklığın, işlerin ilerlemesindeki rolü her şeyden daha çoktur. Nitekim dünyevi hedeflerde de bu böyledir. Halkı hidayet ve irşad etme gibi dini hedeflerde de yumuşaklık önemli hususlardan bi-ridir ve bu olmaksızın belirtilen değerli hedef hayata geçirilemez.


        Allah-u Teala Harun ve Musa’yı (a.s) Firavun’un yanına gidip onu irşad etmekle görevlendirdikten sonra onlara şöyle buyurmuştur: “Fi-ravun'a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.” Firavun’un katı kalbi –ki enaniyeti öyle bir yere varmıştı ki uluhiyet iddiasında bulunmuştu- yumuşaklıkla daha kolay elde edilebilir. Bu açıdan şöyle buyurmuştur: “Tuğyan eden Firavun’un yanına gidin, ona karşı yumuşak sözler söylesin. Şayet bu yumuşak sözlülük ona Allah’ı hatırlatır ve de kıyametten korkar.”

        Bu, kalpleri fethetme yolunu açan Hak yolunun hidayetçileri için tümel bir emirdir. Nitekim Allah-u Teala, Peygamberi (s.a.a) överek şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.” El-bette böylesine büyük bir hedef için büyük bir ahlak gerekir ki bütün aksiliklere karşı direniş gücüne sahip olsun ve hiçbir şey karşılığında insanları irşad etmekten el çekmesin.


        Hak yolunun hidayetçilerinin çektiği en büyük zahmet, sıkıntı ve zorluk, cahillerle muaşeret ve akılsızları davet etmek olmuştur ve de olmaktadır. Bu açıdan bunlar en üstün ahlaki sıfatlara sahip olmalıdır. Güzel muaşerette bulunmak, yumuşaklık ve idare etme kuvveleri öyle bir düzeyde olmalıdır ki cahillerin ve akılsızların bütün cehaletleri karşısında sabredebilsinler. Çabuk incinme, kırgınlık ve sinir hastalık-ları, tümüyle bu değerli işe aykırıdır. Şiddet, zorbalık ve acele dav-ranmak, Allah’a doğru hidayet edenlerin görevine aykırıdır. Nitekim rivayat-i şerifede de bu anlama çok işaret edilmiştir.”


        İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak babında önemli hususulardan biri de yumuşak olmak ve insanları idare etmektir. Eğer insan, bir günah işleyen veya bir farzı terk eden kimseyi şiddetle bundan alı koymaya çalışırsa o kimsenin işi küçük günahtan büyük günaha veya irtidat ve küfre varabilir. Zira insana, emretmek ve sa-kındırmak acı gelmektedir. Gazap ve sinirleri tahrik etmektedir. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, bu acılığı, söz yumuşaklığı, idare etme ve güzel ahlak ile telafi etmelidir ki söz de etkili olabilsin ve günahkar kimsenin katı kalbini yumuşatabilsin.
        Şeyh Seduk’un Hisal kitabında yer alan bir rivayete göre Hz. Hızır (a.s) Musa’dan (a.s) ayrılmak istediğinde son olarak şu sözü söylemiş-tir: “Hiç kimseyi günahından dolayı kınama ve bil ki Allah nezdinde en sevimli işler üç şeydir: İhtiyaçsızlık ve ihtiyaçlılık zamanında ölçülü hareket etmek, kudret anında bağışlamak ve Allah’ın kullarına karşı yumuşak davranmak. Dünyada birine karşı yumuşak davranan kimseye Allah-u Teala da ahirette yumuşak davranır ve hikmetin başı aziz ve celil olan Allah’tan korkmaktır.


        Nefsin riyazeti ve Hak yolunun süluku hakkında da nefsine karşı yumuşak davranmak önemli hususlardan biridir. Zira nefis sıkı tutu-lunca özellikle işin başında ve özellikle gençler için nefsin riyazetten ve süluktan nefret etmesine sebep olur ve hakka teslim olmaktan kaçınır.
        Bir çok defa görüldüğü gibi yeni yetişmiş gençler, uzun süre müstahaplara riayet ettiği halde sonradan tümüyle sapmışlar ve dine karşı laobali olmuşlardır. Rivayet-i şerife de bu işe, bir çok yerde işaret edilmiştir.” Bundan sonra da inşallah bu rivayetlerden bazısını zikredeceğiz.




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Üçüncü Bölüm

          Yumuşaklık ve İdare Etmek Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerinden Biridir, Kabalık ise Cehalet ve İblis’in Askerlerinden ve Örtülü Fıtratın Gereklerindendir


          Bu anlam da rıfk, yumuşaklık, birliktelik ve dostluğun rahmani rahmetin cilvelerinden ve işlerinden olduğu anlaşıldıktan sonra ger-çekleşir. Kalbine rahmet cilvesi yansıyan ve Allah’ın kullarına rahmet ve şefkat gözüyle bakan bir kimsenin kalbi önceki bölümlerde zikredi-len bütün aşamalarda, kendi türleriyle muaşerette yumuşaklık ile dav-ranır. Hatta süluk esnasında kendisi dışında, emri altındaki hayvanlara ve tasarrufta bulunduğu şeylere karşı, hizmetçilerine, kölelerine ve on-larla muaşeret hususuna, akrabalarına ve özellikle de komşularına karşı yumuşak davranır. Özetle bütün insanlara yumuşaklık, rahmet, şefkat ve dostlukla davranır. Aynı şekilde yaratıkları irşad ve eğitme ve de ilahi emir ve yasakları uygulama hususunda da rahmet ve şefkat onları bu değerli işle meşguliyete davet eder. Elbette rahmani rahmetin ışığından vücuda gelen bir şey, yumuşaklık ve idarecilik üzerine gerçekleşir. Şiddet ve kabalıktan uzak bulunur.


          Bu ön bilgiler ışığında anlaşılmaktadır ki yumuşaklık da yoğrulmuş fıtrattandır ve fıtratullahın gereklerinden biridir. Zira bütün insanlık ailesinin kalbi, fıtrat hasebiyle rahim ile yoğrulmuştur ve alem rahmani rahmetin bir suretidir. Bu açıdan marifet ehli kimseler şöyle demiş-lerdir: “Varlık alemi bismillahirrahmanirrahim ile zuhur etmiştir.” Rahmani ve rahimi rahmet, teşri kitabının anahtarı olduğu gibi varlık kapısının da anahtarıdır.
          Allah’ın kullarına karşı düşmanlık ve kin ile kirlenmiş ve onlara karşı kabaca davranan bir kalp, ilahi fıtrattan çıkmıştır. Dünyaya, süs-lerine, nefis sevgisine, bencilliğe ve kendini beğenmeye ulaştığı için de fıtratın aslından örtülü kalmıştır.


          Aynı şekilde asıl fıtrattan olan Hak Teala’ya muhabbetin gereği de daha önceden söylendiği gibi Allah’ın eserlerine ve yaratıklarına mu-habbettir. Muhabbetin bir gereği de yumuşak davranmak ve idare et-mektir. O halde yumuşaklık, yoğrulmuş fıtratın gereklerindendir. Bu-nun karşıtı olan kabalık ise örtülü olmaktan dolayıdır.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            Dördüncü Bölüm

            Bu Husustaki Rivayetlerin Kısaca Bir Açıklaması

            İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, Refik’tir ve rıfkı (yumuşaklığı) sever ve kabalığa karşı vermediğini yumuşaklığa karşı verir.”

            Bu anlama yakın anlamlar ifade eden bir çok rivayet nakledilmiş-tir.


            Hak Teala bütün işlerde yaratıklarına karşı yumuşaklıkla davranır. Hatta saadet ve kemal yolunun hidayeti olan şeriatların teşri edilmesi bile yumuşaklığın bizzat kendisidir. Nitekim, isyankarları terbiye et-mek ve ceza ve hudutları yasamak da yumuşaklık ve salahın kemalidir. Zira bunu terk etmek, kabalık ve fesada neden olmaktadır. Hatta bunu işleyen kimse için bile, bir fesat sebebidir: “Yumuşaklık kabalık olduğunda kabalık yumuşaklık olur.” Hedefleri ve temel ilkeleri bilen kimseler nezdinde, hatta uhrevi azap bile bir tür yumuşaklıktır. Allah-u Teala’nın kabalığa bağışlamadığı şeyleri yumuşaklığa bağışladığının beyanı da ikinci bölümde detaylıca zikrettiğimiz şeylerin kanıtı konumundadır. Kafi’de yer alan diğer bir rivayette ise ravi şöyle diyor: “İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: “İşlerinde yu-muşak davranan kimse, insanlardan istediği şeye erişir.”
            Nakledilidği üzere Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz yumuşaklıkta bir fazlalık ve bereket vardır. Yumuşaklıktan mahrum olan kimse hayırdan mahrum olur.”


            Ebu Cafer (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Her kime yumuşaklık kıs-met olursa, ona iman da kısmet olmuştur.”
            Ebi Cafer (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz her şeyin bir kilidi vardır. İmanın kilidi de yumuşaklıktır.”


            Bu iki hadis-i şerif de bizim önceden zikrettiğimiz sözlere delalet etmektedir ki nefis riyazeti ve Allah’a doğru süluk hususunda önemli işlerden biri, idare etmek ve yumuşak davranmaktır. Zira nefsine karşı yumuşak davrandın mı, nefis ibadetler ve itaatlere karşı bir ünsiyet ve sevgi elde eder. Bu sevgi ve ilgi vasıtasıyla da Hak Teala’ya karşı muhabbet ve ünsiyet ortaya çıkar ve bu da imanın kaynağı olan ilahi marifetlerin kapısını fethetmektir. Nitekim kabalık ise bazen, ruhun ibadetlerden ve kulluktan kaçınmasına sebep olur ve bu da kalbin hak-tan yüz çevirme nedenidir. Dolayısıyla anlaşıldığı üzere imanın anah-tarı yumuşaklıktır. Her kime yumuşaklık nasib olmuşsa iman da nasip olmuştur.

            Ebi Abdillah’tan (a.s) naklen, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Birbiriyle dost olan iki kişiden, arkadaşına daha yumuşak olan kim-senin ecri daha büyük ve Allah katında daha sevimlidir.”

            Ömer b. Hanzala’dan naklen, Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey Ömer! Şialarımıza bir şeyi zorla yüklemeyin ve onlara karşı yu-muşak davranın. Şüphesiz insanlar, sizin tahammül ettiklerinize ta-hammül etmezler.”



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              Bu hadis-i şerif de özel kimseler için genel bir emirdir. Zira halk, hem ilim ve marifetleri, hem de kalbi ve kalıbi amelleri tahammül noktasında farklılık içindedir. Her ilmi özellikle de marifetleri, herkesin yanında ifşa etmek doğru değildir. Hatta tevhit sırları ve marifet hakikatleri de, ehli nezdinde gizli kalması gereken sırlardan biridir. Sapıklık, dalalet ve tekfirlerin bir türü de bu açıdan ortaya çıkmıştır.

              Halk, hatta zahir alimleri bile, ilahi ilimlerden sakınmakta, marifetler ve hakikatlere uzanmamaktadırlar. Bu yüzden de, bazı ıstilah ve zevk erbabı veya irfani, resmi ilimler ashabı kimselere saygısızlıkta bulunmuş ve değerli hedefi çirkin kelimelerle beyan etmişlerdir. Onlar, Kur’an ve hadis kavramlarından uzaklaşmışlardır. Oysa bütün maksatlar en güzel şekilde, Allah’ın kitabında ve hidayet imamlarının (a.s) hadislerinde mevcuttur. Ama onlar, kötü bir şekilde onu ifade etmişlerdir. Bu açıdan da, sadece zahiri gören tabiatların nefretine sebep olmuştur. Bunlar, özü kabuktan, hakikati suretten ve manayı lafızdan ayırt edememişler ve dolayısıyla konunun aslına muhalefette bulun-muşlardır.

              İmanı yedi paya veya on dereceye veya kırk dokuz parçaya bölüştüren rivayetler de bu anlama işaret etmektedir ve orada buyrulduğu üzere bir paya sahip olan kimseye iki pay yüklenmemelidir. İki payı olan kimseye de üç pay yüklenmemelidir. Amellerin dayanma gücünün ve iştiyakın derecelerinin farklılığı genel olarak, iman derecelerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan da hadis-i şeriflerde zihne yakınlaştırmak için şu örnek zikredilmiştir: “Bir Müslüman, bir Hıristiyanı İslam’a davet etti ve sonunda o şahıs, İslam’ı kabul etti. Böylece Müslüman seher vakti geldi. O yeni Müslümanı uyandırdı, camiye götürdü, onu namaza zorladı. O zavallı her ne kadar gitmek istediyse de ona başka bir amel teklifinde bulundu. Böylece öğlen vakti geldi, birlikte öğle namazını kıldılar. Sonra o şahıs gitmek isteyince Müslüman ona şöyle dedi: “Öğlen ve ikindi namazları arasında fazla bir zaman yoktur.” İkindi vakti oldu, namazı kıldılar. O şahıs gitmek istedi. Ama yine bırakmadı ve böylece akşam ve yatsı namazını kıldılar ve gittiler. Ertesi sabah yine o şahsın evine gitti, onu uyandırdı ve önceki gün yaptıklarını tekrar etmeyi teklif etti. Sonunda Hıristiyan şahıs şöyle dedi: “Sen git bu dinin için işi olmayan bir kimseyi bul. Ben fakir ve ailesi olan bir kimseyim.”

              Bu rivayetlerin yanı sıra İmam (a.s) da şu tavsiyede bulunmuştur: “Allah’ın kullarına karşı yumuşak davrananı ve tahammüllerinin ol-madığı şeyi onlara zorla yüklemeyin ki bundan nefret eder ve yüklen-mekten kaçınırlar.”

              Rıfk ve yumuşaklığın övgüsü hakkında bir çok hadisler nakledil-miştir. Aynı şekilde kabalığın kınanması hususunda da bir çok rivayet-ler mevcuttur. Bunlardan biri de Kafi’de yer alan İmam Bakır’ın (a.s) şu sözüdür: “Herkime kabalık nasip olursa, iman kendisinden gizle-nir.”

              Hakeza İmam Bakır’dan (a.s) naklen Resulullah (s.a.a) şöyle bu-yurmuştur: “Eğer kabalık görülebilecek bir ahlak olsaydı, Allah’ın ya-ratıkları arasında ondan daha çirkin bir şey bulunmazdı.”



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                On Yedinci Bölüm

                Korku ve Zıddı Olan Cür’etkarlık (Küstahlık) Hakkında

                Burada üç bölüm vardır:

                Birinci Bölüm

                Rehbet’in (Korkunun) Anlamı Hakkında

                “Rehbet” kelimesi korku anlamındadır.”Rehban” kelimesi ise kor-kuda aşırı gitmektir.”Ruhban” ise “rahib”in çoğuludur.”Ruhban”ın çoğulu ise “rehabin” kelimesidir.”Rehbaniyyet” ise insanlardan uzak durmak ve ibadetlerine meşgul olmak için dünya lezzetlerinden kenara çekilmektir.” Bu haslet İslam’da yasaklanmıştır ve rivayette şöyle yer almıştır: “Ruhbaniyyet İslam’da yoktur.”

                Bir başka hadiste ise şöyle yer almıştır: “Bir şahıs, ben ruhbanlığa yönelmek istiyorum” deyince Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bunu yapma, şüphesiz ümmetimin ruhbanlığı camilerde oturmak-tır.”


                Toplumu terk etmek, kadınları terk etmek ve Allah-u Teala’nın in-sanlara merhamet ettiği kuvveleri amelden alıkoymak anlamındaki ruhbaniyet, cehaletin zirvesidir ve tür olarak da bir çok fesatlara sebep olmaktadır. Aklın askerlerinden ve nefsin maslahatlarından biri olan, Allah’tan korkmak ise cehaletin askerlerinden biri olan Allah’a karşı küstahlığın karşıtıdır ve de o anlamda bir ruhbanlığın gereği değildir. Aksine marifet ehlinin dilinde olan halvet, insanlardan uzaklaşmak değildir.” Kalbin Allah’tan gayrisiyle meşgul olmayı terk etmesin-den ibaret olan marifet ehli nezdindeki halvet, bazen sadece uzlete çekilmenin ve insanlara karışmayı terk etmenin bir mertebesi ile hasıl olmaktadır. Bu anlam da ruhbanlık değildir. Aksine akıl ve şeriat açı-sından daha üstün bir konudur.

                Özetle aklın askerlerinden biri olan rehbet, Hak Teala’dan kork-maktır ve bu da rahmeti ümit etmeye aykırı değildir. Bu yüzden ümit de karamsarlığın karşıtı olup aklın askerlerinden biridir. Bunu daha önce açıklamış olduk.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  İkinci Bölüm

                  Korkunun Derece Farklılıklarının Beyanı Hakkında

                  Genel oalrak bilmek gerekir ki korkunun derecelerinin farklılığı, ibadet edenlerin ve Allah’a doğru süluk edenlerin derece farklılığından ve marifet derecelerinin ihtilafından kaynaklanmaktadır.

                  O halde korkunun birinci derecesi, ceza ve azaptan korkmaktır ve bu genelin korkusudur. Genellikle korkanların korkusu bu türdendir.
                  Sevaptan mahrumiyet ve sevimli lezzetlere ulaşmama korkusu da bu dereceye girmektedir. Bu derecede bulunan bir korku, Allah’tan korku değildir. Nitekim eğer bu korku üzere yapılan ibadet de halis ibadet değildir. Hadis-i şeriflerde şöyle yer almıştır: “Bu ibadet, kölelerin veya işçilerin ibadetidir.”


                  İnsan nefsinin ve nefsani şehvetlerin esaretinde kaldıkça, bencillik içinde çırpındıkça ve özetle şeytani renk olan nefsani renk içinde ol-dukça, ne ibadet ve itaati Allah’a ibadet sayılır, ne de korku ve rağbeti Hak Teala’dan korku ve rağbet olarak kabul edilir. Aksine bu makam-daki bir insanın bütün şekilsel, manevi, kalbi ve kalıbi amelleri nefsa-nidir ve de şeytani nefis rengine bürünmüştür.


                  Korkunun ikinci derecesi ise, has (özel) kimselerin korkusudur. Bu da kınanmaktan korkudur. Bunlar, Allah-u Teala’nın mukaddes der-gahından uzak düşmekten, kınanmaktan ve inayetten mahrum kalmak-tan korkarlar. Bunlar, hayvani lezzetlerden ve doğal şehvetlerden uzaktırlar. Ama manevi lezzetler, ruhlarında mevcuttur. Makam ya-kınlığını dilerler, bu dilek olduğu müddetçe de nefsaniyet renginden ve şeytani renkten halis ve arınmış değillerdir. İbadetler ve itaatler, bu amaçla olursa her türlü renkten arınması gereken Allah’ın dini ola-maz.”Bilin ki halis din Allah içindir.”

                  Korkunun üçüncü derecesi ise, Ehes’ul-Havas’ın (hasların hassının) korkusudur. O da örtülü olmaktan korkudur. Bu kimseler de ihsan ve bağışa teveccüh etmez, huzur şevki ve lezzeti, bu kimseleri iki dünyadan koparmıştır. Ama işin içinde nefsaniyet oldukça, müşahade ve huzur iştiyaki bulundukça, hakiki ihlas ve Allah sevgisi olarak sa-yılamaz. Gerçi, bu da öyle yüce bir makamdır ki marifet ehlinden halis kılınmış kimseler dışında hiç kimse bu makama ulaşamaz. Bizim gibi örtülü olan kimselerin tamah eli bu makama ulaşmaktan uzaktır.


                  Korkunun dördüncü derecesi ise, velilerin korkusudur ki onlar, var-lık ve bencillik renginden temizlenmişlerdir ve Allah’ın rengine bü-rünmüşlerdir. “Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir?” Onlar, kalplerine yansıyan celal ve cemalin tecellilerinden dolayı korku için-dedirler.
                  Bilmek gerekir ki, her cemalde bir celal ve azamet gizlidir. Bu açı-dan cemalin cilvesinden korku hasıl olmaktadır. Bu azamet korkusu genel olarak, üç mertebeye ulaşmaktadır. Zira, ef’ali, esmai ve zati cilveden kaynaklanmaktadır. Bunun detaylarını anlatmak ise burada mümkün değildir. Hakiki korku, nefsaniyet ve bencilliğin olmadığı bu son dereceden ibarettir.


                  Korkunun bu derecelerinden her birinin karşıtında ise, cür’et ve küstahlıktan bir derece vardır. Nitekim birinci derecenin karşısında günahlar hususunda cür’et vardır. İkinci derecenin karşısında, sürçme-ler hususundaki cür’et vardır. Üçüncü derecenin karşısında ise irade-siyle hicaplara girme hakkında hicap vardır. Dördüncü derecenin kar-şısında ise bencillik hususunda zat, sıfat ve fiil olarak nefsani ve şey-tani renge bürünme cür’eti vardır.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    Üçüncü Bölüm

                    Korku Yoğrulmuş Fıtrattan ve Akıl ve Rahman’ın Askerlerin-den Biridir, Cür’et ise Fıtratın Örtülmesinden ve Cehalet ve Şey-tanın Askerlerinden Biridir

                    Bilmek gerekir ki bütün insanların üzerinde yoğrulduğu fıtratlardan biri de –eğer bütün kalpler teftiş edilecek olursa bunun aksi görülemez. Elbette örnekleri hususunda farklılık vardır, ama bu hakikatin aslı hususunda hiçbir farklılık söz konusu değildir- büyük bir varlıktan korkmak ve onu ulu saymaktır. Güçlü kimseler, sultanlar ve cabbarlar karşısında, hatta zarardan güvende olduğu zamanda dahi hasıl olan korku, büyük kimseyi ululama fıtratındandır. Bu yüzden adil sultanın huzurunda her hangi bir günah işlemeyen kimseler dahi, kendilerini küçük görmekte, korku içinde olmaktadır. Hatta bir alimin büyüklü-ğünü derk eden kimseler bile, fıtratları gereği zararlarından tümüyle güvende oldukları halde korku içinde bulunmaktadırlar.

                    Biz örtülülerin kalbinin Hak Teala’dan korkudan yoksun olması, Allah’ın azametini derk etmememizden kaynaklanmaktadır.. Bu fıtrat tabiatın, kalın perdeleri ile örtüldüğü için, Allah’a karşı küstahlığa yö-nelmektedir. Ama tabiat örtüsünden sıyrılan ve Allah’ın azametinin kalplerine tecelli ettiği kimselerin, hiçbir zarar ve yarara teveccüh et-meksizin cennet ve cehenneme itina göstermeksizin, kalpleri azamet ve celal tecellisinden dolayı titremektedir. Bu kimselerin Allah kor-kusundan kendinden geçiyordu. Bu kimseler evliyanın huzur zamanı ve yakınlık miracı olan namaz esnasında renkleri sararıyor , bedenleri titriyor ve kendilerinden geçiyorlardı.


                    Mirac gecesinde de Resulullah (s.a.a) azamet tecellilerini görünce de kendinden geçiyor, ondan sonra üns ve rahmet tecellisiyle kendine getiriliyordu. Orası azamet dışında herhangi bir şeyden korku maka-mı değildi. Azap ve cezadan bir eser yoktu. Orada aşk ve muhabbet fıtratı, bütün hakikatiyle ve rağbet ve korku fıtratı bütün anlamıyla ör-tülü olmaksızın vücuduna hükmediyordu ve fıtratın hükmü, Hakk’ın hükmünden ayrı değildi.


                    Buradan da bilmek gerekir ki hangi mertebede olursa olsun cür’et ve küstahlık, fıtrattan örtülü olmaksızın ortaya çıkamaz. Örtülü olma derecesi esasınca, Hak Teala’dan korku da, diğer korkulara dönüşür, korkuların en yücesi ise, azamet ve celal yurdundan ef’ali tecelliler hasebiyle ortaya çıkan korkudur. Bunun en üstün mertebesi ise sıfati tecellilerdir.

                    Son mertebenin sıfati tecelliler olduğunu söylememizin nedeni ise zati tecellilerin korkunun fena ve yokluk makamı olmasıdır. “İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” Belki buradaki delillerden maksat da tümel fenaya ulaşmış olan mutlak velilerdir. Onlar, kendilerinden ve korkunun bütün mertebelerinden kopmuşlardır.

                    Veya korku, örtülü olma anında hasıl olmaktadır. Bu makamda or-taya çıkan her korku, Hakk’a karşı küstahlaşmanın aynısı olan İblis ve nefsin tasarrufatından biridir. Zira, Hak’tan gayrisi için, Hak’tan gay-risinden korkmak, Hak için değildir. Kendisin gelme (sehv) halinden sonra büyük velilere ve kamil peygamberlere hasıl olan korkular ile örtülü olan diğerleri için ortaya çıkan korku arasında büyük bir fark vardır. Onların korku ve rağbetinin diğerlerinin korku ve rağbetinden büyük bir farkı olduğu açığa kavuşmaktadır.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      On Sekizinci Maksat

                      Tevazu ve Zıddı Olan Kibir Hakkında

                      Burada yedi bölüm vardır:

                      Birinci Bölüm

                      Tevazu ve Kibrin Anlamı

                      Tevazu tekebbürün değil de kibrin karşıtı olarak ifade edildiği için onu nefsani sıfatlardan biri olarak bilmek gerekir. Nitekim kibir de nefsani sıfatlardan biridir. Tekebbür, kibirlenmeyi izhar etmektir. Ama örf ve lugat açısından tevazu, küçüklüğünü izhar etmektir. Velhasıl insan, bencil olduğu için nefsine karşı beslediği bu aşırı bencillik ve sevgi de kendi eksiklik ve ayıplarından örtülü olmasına ve kötülükle-rini görmemesine neden olmaktadır. Hatta bazen, kendi kötülüklerini iyilik olarak görmekte veya sahip olduğu iyilik ve faziletleri kat kat fazla görmektedir. Aynı şekilde çoğu zaman da başkalarının iyilikle-rinden de örtülü kalmakta, onların kötülüklerini kat kat görmektedir.

                      O halde, kendi kemalini ve başkalarının noksanlığını görünce nef-sine karşı beslediği aşırı sevgi de yardım edince, nefsinde kendine karşı bir beğeni haleti ortaya çıkar. Bu haletten sonra, nefsin batınında kendisini diğerlerinden üstün görür, büyüklenme içine girer, kendilerini başkalarından büyük sayar, işte bu halet kibirdir. Bu kalbi halet, beden mülkünde zahir olunca da tuğyan eder, büyüklenir, başkalarına karşı zahiren üstünlük satar ve bu da tekebbürdür.

                      Bu örtülmeden dışarı çıkınca ve kendini olduğu gibi görünce, hatta kendine kınayıcı bir gözle bakınca ve kendine kötümser davranınca kendisini küçük ve alçak görür, zillet ve nefis yoksulluğunu derk eder. Bu bakış açısına sahip olduğu zaman da başkalarına karşı iyimser olma, Allah’ın kullarını ve Hak Teala’nın celal ve cemal mahzarlarını büyük görmeyle, yavaş yavaş nefiste kendini küçük görme haleti ortaya çıkar. İnsan böylece kendini diğerlerinden küçük görür. Bu halet de kalbi bir tevazudur. Bunun etkileri beden mülkünde zahir olunca, “tevazu gösterdi, alçak gönüllü davrandı” denmektedir.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        İkinci Bölüm

                        Tevazu ve Tekebbürün Derecelerinin Beyanında

                        Biz Kırk Hadis Şerhi kitabında kibrin mertebe ve derecelerini açık-lamaya çalıştık. Oradaki bilgilerden tevazunun dereceleri de kendili-ğinden anlaşılmaktadır. Her kim dilerse oraya müracaat etmesi, daha uygundur. Lakin burada, faydalı olması için kısaca bir bilgi vermeye çalışacağım. Bu tasnif ve bölümleme belirtilen kitapta yaptığımız tas-niften ve bölümlemeden ayrı bir şeydir. Bil ki tevazunun bir takım de-receleri vardır ki tekebbür de her derecede onun karşısında yer almak-tadır.

                        Birincisi kamil velilerin ve büyük peygamberlerin tevazusudur. Onlar, kalplerindeki zati, esmai, sıfati ve ef’ali tecelliler vasıtasıyla, Hak Teala ve de o mukaddes zatın celal ve cemal mahzarları karşısında alçak gönüllü davranır, rububiyetin kemali ve ubudiyetin zilleti, onların kalbinde nihayi derecede bir alçak gönüllülük haleti icad eder. Bu iki bakış ve müşahade de ne kadar kemale erecek olursa, tevazu hakikati de kemale erer. Nitekim Allah’ın yaratıklarının en arifi, Allah’ın kullarının en yücesi olan son Peygamber (s.a.a) de Allah-u Teala’nın huzurunda varlıkların en alçak gönüllüsüydü. Zira o, rububiyetin kema-lini ve ubudiyetin noksanlığını görmekte, varlıkların en kamil olanıdır.

                        Alçak gönüllü kimselerden bu taife Allah için alçak gönüllü olduğu gibi O’nun celal ve cemal mahzarları karşısında O’nun için alçak gö-nüllü olurlar. Bunlar için tevazu, Hak Teala için tevazunun bir gölge-sidir. Bunlar, tevazunun yanı sıra muhabbet makamına da sahiptirler ve Hak Teala’nın mahzarlarına muhabbet, Hakk’a muhabbet ile birliktedir ve bu muhabbet ile birlikte olan tevazu da, tevazu mertebelerinin en kamilidir.
                        İkincisi ise, marifet ehli kimselerin tevazusudur ki onlarda da veli-lerin tevazusu vardır. Ama daha eksik bir aşamada. Zira marifet ma-kamı, huzuri müşahade ile farklılık içindedir.


                        Alçak gönüllülüğün üçüncü mertebesi ise, rütbe açısından bunlar-dan sonra gelen hikmet sahiplerinin alçak gönüllüğüdür. Onlar da ilahi hikmet makamına ulaşmış ve kalpleri hikmet nuruyla aydınlanmış olursa, Hak Teala ve yaratıkları için tevazu içinde olurlar. Nitekim Lokmani hikmetlerde, bu konuda özel tavsiyelerde bulunulmuştur.

                        Tevazunun dördüncü mertebesi ise müminlerin tevazusudur. Mü-minler de iman nuru ile Allah hakkında ilim kazanmış ve kendilerini nurlarının aydınlattığı kadarıyla ıslah etmişlerdir. Dolayısıyla da Allah ve yaratıkları için tevazu gösterirler.

                        Bu mertebelerden her birinin karşısında da bir tekebbür mertebesi vardır. Zira her örtülmede nefis için bir büyüklük hasıl olur.
                        Bilmek gerekir ki tevazu, yaltaklanmaktan ve kibir izzeti nefisten farklıdır. Hem temel, hem de hedefler ve hem de neticeler açısından farklılık arzetmektedir.


                        Tevazunun kaynağı Allah ve nefis hakkında ilim sahibi olmaktır. Hedefi Allah’tır veya Allah’ın yüceliği, neticesi ve ürünü ise nefsani kemaldir.
                        Yaltaklanmanın ise, kaynağı şirk ve cehalettir, hedefi nefistir, neti-celeri ise küçülme, horluk, noksanlık ve utançtır.
                        Tekebbürün kaynağı ise bencillik, kendini sevmek, cehalet, Hak Teala’dan ve mazharlarından gaflet etmektir. Hedefi nefis ve gösteriş-tir, neticesi ise tuğyan ve isyandır.


                        İzzet-i nefsin kaynağı ise, Allah’a tevekkül etmek, Hak Teala’ya dayanmaktır, hedefi Allah’tır, neticesi ise Allah’tan gayrisini terk et-mektir.




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          Üçüncü Bölüm

                          Göğsün Genişliğinin ve Darlığının Açıklaması

                          Bilmek gerekir ki tevazu ve tekebbürün bir çok nedenleri vardır ki bunlardan biri de göğüs genişliği ve darlığıdır. Göğüs genişliğine sahip olan bir insan, kendisinde ne kadar kemal, cemal, mal, mülk, devlet ve azamet görse dahi ona önem vermez, bunları büyük görmez, böyle bir insanın varlık genişliği o kadar yücedir ki kalbe giren bütün duygulara galip gelir ve vücut kapasitesini hiçbir şey dolduramaz. Bu göğüs genişliği Hak Teala’nın marifetinden ortaya çıkmıştır ve de Allah ile ünsiyet liyakatine yardımcı olan hususlarda kalbi itminan ve güven makamına ulaştırmaktadır.


                          Ve Allah-u Teala’yı zikretmek de kalbi tabiat makamlarından geri çevirir, bütün dünyayı ve içindeki her şeyi gözünden düşürür, böylece kalp, Allah’tan başka hiç kimseye bağlanmaz, hiçbir şeye ısınmaz ve himmeti öyle bir makama ulaşır ki varlık alemindeki bütün alemler, onun gözüne küçük gelir. Dolayısıyla kalbine hangi duygular girerse girsin, onu esir edemez. Bunlar vasıtasıyla kendisini büyük ve değerli görmez, Hak Teala’dan ve celal ve cemal eserlerinden gayri her şey gözüne küçük gelir, bu da Hak Teala için tevazu göstermeye sebep olur. Bu tevazuya bağımlı olarak da insanlara karşı tevazu gösterir. Zira yaratıklar da Hak Teala’ya aittir. İşte bu halet, izzeti nefsin ve bü-yüklüğün menşei olur. Zira, bencillikten ve menfaatçilikten kaynakla-nan yaltaklanma ruhu, böyle bir insanda mevcut değildir.


                          Dolayısıyla Allah’ı istemek, insana göğüs genişliği verir, göğüs genişliği ise tevazu ve izzeti nefse sebep olur. Buna karşı bencillik ise göğsün dar olmasındandır ve hem de göğüs darlığına neden olmakta-dır. Bu da tekebbürün kaynağıdır. Zira, kabiliyet zayıflığına ve göğüs darlığına sahip olduğu için, kendisinde ne görürse büyük görür, onunla büyüklenir, aynı zamanda nefsine esir olduğu için de hedeflerine ulaşmak için, tamahlandığı dünya ehli nezdinde, zillet, horluk ve yal-taklanmaya sürüklenir.


                          Kemallerde, bütün temel ilkelerin kaynağı, marifetullahtır ve nefsi terk etmektir. Bütün kötülüklerin ve noksanlıkların kaynağı ise nefis sevgisi ve bencilliktir. Bütün fesatları ıslah etmenin yolu ise, Hakka yönelmek ve nefsani isteklerini terk etmektir. “Sana gelen iyilik Al-lah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”

                          “Putların annesi, sizin nefis putunuzdur.”


                          Allah’ı tanımak, Allah sevgisine neden olur ve bu sevgi kemale erince de insanı kendisinden koparır. İnsan kendisinden kopunca da bütün alemlerden kopar, tamah gözüle kendisine ve başkalarına bak-maz, şeytan ve tabiatın pisliğinden temizlenir, ezel nuru kalbinin batı-nında tecelli eder, batından zahire sirayet eder, böylece fiil ve sözleri nurani olur, bütün kuvveleri ve organları ilahi ve nurani hale bürünür, dolayısıyla da mütevazi olduğu halde, Allah’ın yaratıklarının hiçbirinin karşısında yaltaklanmaz, ümit ve tamah gözüyle hiç kimseye bakmaz ve asla gözlerini yaratıklara dikmez.
                          Aksine Hak Teala’dan örtülmek, nefsini görmek, bencillik ve nefis sevgisi ise insanı Allah’tan koparır, nefsine esir eder. İnsan nefsine esir olunca da her hangi bir yerde, nefis lezzetlerini görünce oraya bağlanır, dünya mal, mülk sahipleri karşısında hor ve hakir hale düşer, onlara tamah gözüyle bakar, aynı zamanda kendilerine ümit gözüyle bakmadığı elinin altındaki kimselere karşı ise, büyüklenir ve tekebbüre kapılır.





                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Dördüncü Bölüm

                            Bu Konuda Bir Öğüt

                            Bil ki, insanı nefsani isteklerden ve İblis’in sıfatlarından uzaklaştı-ran ve nefsin isyanlarını azaltan her ilim ve amel, ilahi faydalı ilim ve istenilen salih ameldir. Aynı zamanda bunun karşıtı olarak da, insanda kendini beğenmeyi ve isyanı icad eden veya en azından insanı nefsani sıfatlardan ve şeytani rezaletlerden arındırmayan her ilim ve amel ise, şeytanın ve nefsi emmarenin tasarrufu üzerine yapılan amel ve elde edilen ilimdir. Dolayısıyla terim olarak marifetler ilminden olsa dahi o ilim ilahi ve faydalı bir ilim değildir ve her ne kadar gerekli şartlara sahip olsa dahi o amel, salih ve ruh ile uyumlu bir amel değildir.

                            Hak ve batıl seyr-u sulukundaki ölçü, nefis ve hak adımlarıdır. Ni-şanelerini ise etkilerinden derk etmek gerekir.
                            Şimdi biz, bunun bütün etkilerini ve sonuçlarını inceleme niyetinde değiliz, aksine biz sadece tevazu ve tekebbürü ele almak istiyoruz.
                            Kafi’de yer alan bir rivayette muvahhitlerin önderi Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey ilim talibi! Şüphesiz ilim bir çok faziletlere sahiptir, ilmin başı tevazu, gözü ise hasetten uzak olmaktır…”

                            O halde ilim ve amel sahibi olan bir insan, kendisi, halleri ve nefsani melekeleri üzerinde düşünmeli ve kendisini göz altına alarak bü-tünüyle, teftiş etmelidir. Sahip olduğu herhangi bir ilmin kendisine ne gibi melekeler kazandırdığına bakmalıdır. Eğer marifet ehli biri ise, marifetullahın kalbini aydınlatıp aydınlatmadığına, Hak Teala ve celal ve cemal mazharlarına karşı, muhabbet ve alçak gönüllü olup olmadı-ğına bakmalıdır. Yoksa birkaç terim öğrendi diye bütün alimlere ve aleme İblis’in bakışı olan aşağılık gözüyle mi bakmaktadır. Hikmet sahiplerini “kabukçu” saymakta, diğer alim ve bilginleri hesaba kat-mamakta ve insanlara hayvanlar gibi muamele mi etmektedir?!


                            Eğer, böyle ise bilmelidir ki bu anlamsız kavramlar, marifetullahın hicabıdır ve cananın yüzüne gerilen bir örtü mesabesindedir. İnsanı nefsin esaretinden kurtarması, tabiat ilgilerinden koparması gereken şey, bizzat insanı tabiat zindanına hapsetmiş, şeytanın zincirleri altına karar kılmıştır. Böylece zavallı insan, aşk ve muhabbet makamlarından dem vurmakta, ilahi marifetlerini, insanların başına kakmakta ve alttan nefis ve bencillik putunu bulundurmakta, ilim sahibi Allah’tan ve yarattığı kullarından gafil kalmakta ve onlara karşı kibirlenmektedir.

                            İblis, Adem’e karşı tekebbür ettiği için yakınlık makamından uzak-laştı. Oysa sen, insanlara karşı bu tekebbürle marifetlere mi ulaşmak istiyorsun? Heyhat! Marifetullah nuru, kalpleri ilahi kılmalı ve insanı şeytani pisliklerden arındırmalıdır. O halde ne oldu ki sende bunun tam tersi görülmektedir. Senin kalbin şeytanın yuvası ve İblis’in işgali altındadır. Ey zavallı! Sen ehlullahtan ve marifet ehlinden olduğunu mu zannediyorsun? Öyle ise, bu da nefsin hileleri ve şeytanın hilele-rindendir. Onlar seni, kendinle meşgul etmiş, Allah’tan gafil kılmış, bir avuç kavramlara boğmuştur. İlim makamında zati, esmai ve efali tecel-lilerden söz ediyorsun. Alemin Allah’tan olduğunu kabulleniyor, bütün varlıkların Allah’ın cilveleri olduğunu iddia ediyor, ama amel makamında şeytan ile ortaklık ediyorsun, insanlara karşı kibirleniyor-sun, marifet ehli nezdinde bu Allah’a karşı kibirlenmektir.


                            Tevazu e alçak gönüllülük yerine insanda kibir ve büyüklenme ha-letini icad eden marifetler ilmi, İblis’in artıklarıdır. Bu kavramlar, eğer bu neticeyi bir insanda icad ediyorsa, bu ilimler bütün ilimlerden daha aşağılıktır. Zira, diğer ilimlerden insanı ilahi kılması beklenmemektedir. İnsanı nefsin zincirlerinden kurtarması, tabiatın zulmani hicaplarından özgürleştirmesi, umulmamaktadır. Nitekim o ilmin sahipleri de böyle bir iddiada bulunmamaktadır. O halde onlar esenliğe daha da yakındır. En azından İblis’in özelliklerinden biri olan bu helak edici büyüklenme haleti onlarda yoktur ve marifetullah vesilesi onları Hak Teala’nın mukaddes dergahından uzak kılmamıştır. Eğer onlar insanlara kibirli davranıyorlarsa, sadece yaratıklara karşı büyüklenmiş olurlar. Ama sen bizzat kendinin de ikrar ettiği gibi insanlara karşı tekebbür etmekle, Allah’a karşı tekebbürde bulunmaktasın. O halde eyvahlar olsun sana! Ey zavallı! Sen bir avuç kavramlara boğulmuşsun, değerli ömrünü tabiat kuyusunun karanlıklarına dalmakla geçirmektesin, hak ilim ve marifetler vasıtasıyla Hak Teala’dan uzak düşmüşsün, sen marifetlere ihanet etmişsin, sen Hak Teala ve hakkani ilimleri şeytani ameline vesile kılmışsın. Biraz olsun gaflet uykusundan uyan. Bu kavramlarla kendini avutma, lanetli İblis’in hilesine kanma. Aksi taktirde o seni helak edecek, insanlık ve Hak Teala’ya yakınlık makamından uzaklaştıracaktır.

                            Buradan diğer ilimlerin hali de kendiliğinden anlaşılmaktadır. Eğer bir bilge, bir fakih, bir muhaddis ve müfessir isen, bir bak bu ilimler, senin kalbine neler kazandırmıştır ve bu ilimlerden hangi meyveler varlık ağacında yetişmiştir. Ali b. Ebi Talib (a.s) şöyle buyurmaktadır: “İlmin başı tevazudur.”




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              Eğer sende tevazu ortaya çıkmışsa, Allah’a şükret ve bu haletin artması için çalış. Nefsani hilelerden gafil olma ki hem nefis, hem de şeytan sana pusu kurmuşlardır. İnsanı Hak Teala’nın yolundan saptır-mak için fırsat kollamaktadırlar.

                              Asla, kemallerin sebebiyle gururlanma ki gurur da şeytandandır. Sürekli kendine karşı kötümser ol ve kötü akıbete uğramaktan korku içinde ol.
                              Eğer, bu ilimlerden dolayı sende bir büyüklenme, kendini beğenme ve üstünlük haleti ortaya çıkmışsa bil ki İblis’e av olmuşsun ve saadet yolundan uzaklaşmışsın. O zaman, bir bak, gör ki bir avuç anlamsız kavramlar dışında neler kazanmışsın? Bu kavramlarla, Allah’ın güçlü meleklerinin cevabını verebilecek misin? Acaba harflerin anlamı, sureti ve basit maddesi ve benzeri şeyler ile ilim sahibi Allah’ı kandırabilecek misin? Farzedelim ki bu dünyada sırlar, ifşa edilmedi ve sen de insanlara karşı kibirlendin, büyüklendin ve onları aşağılayarak küçük gördün. Acaba kabirde ve kıyamette de bu tahtadan ayakla yürü-yebilecek misin ve bu tahtadan ayakla sırat köprüsünden geçebilecek misin?


                              Kur’an ve hadis ilmi seni halisi ıslah etmeli, Allah dostlarının ahla-kını sende icad etmelidir. Elli yıl ilim öğrendikten sonra, seni şeytani sıfatlara büründürmemelidir.

                              Sevgilinin canına andolsun ki eğer dini ve ilahi ilimler bizleri doğru yola hidayet etmez, batın ve zahirimizi tezkiye etmezse en aşağılık işler ondan daha üstündür. Zira dünyevi işlerin yakın bir sonucu vardır ve de fesatları çok azdır, ama dini ilimler eğer dünyayı imar etme serma-yesi kılınırsa bu bir din satıcılıktır. Bunun günahı ise her şeyden daha üstündür.

                              Hakikaten insanın birkaç değersiz ve şeytani sonuçları olan kav-ramlar vasıtasıyla övülmesi, kendini beğenmesi, Allah’ın kullarından üstün ve iyi görmesi, Allah’ın yaratıklarına karşı büyüklenmesi, ken-disini alim ve büyük görmesi, diğerlerini ise cahil ve değersiz sayması, ne kadar da kapasitesiz olduğunu göstermektedir.


                              Bunlar anlamsız kavramlar vasıtasıyla kendini Allah’ı bilenlerin makamına yükseltmesi, meleklerin kanatlarını ayaklarının altına ser-diğini sanması için ne kadar da cahil olması gerekir. İnsan bu hayallerle Allah’ın kullarından saygı beklemekte ve sokak ve meclislerde yolu Allah’ın kullarına dar kılmaktadır.

                              Bu yersiz bir gururdur. Bunlar, cehalet ve şeytanlıktır ve İblis’in mirasıdır. Bunlar kat kat karanlıklardır. Oysa ilim nurdur ve nur kalbi aydınlatır, göğse genişlik verir, hidayet ve süluk yolunu aydınlatır. Ne olmuş ki bu resmi ilimler, bizlerde karanlıklar, göğüs darlığı ve tekeb-bür icad etmiştir. Acaba bu kavramları ilim saymak ve onunla dünyada övünmek, mümkün müdür?


                              Ey aziz! Ağır uykudan uyan, bu çeşitli hastalıkları Kur’an ve hadis-le tedavi et, ellerinle Allah’ın sağlam ipine ve Allah’ın veli kullarının eteklerine sarıl! Allah Resulü bu iki nimeti bizlere bırakmıştır. Bizler bunlara (Kur’an ve Ehl-i Beyte) sarılarak tabiatın karanlık çukurundan kurtulabiliriz. Bu zincirlerden ve bukağılardan özgürlüğe kavuşabilir, evliya ve enbiyanın siretine sahip olabiliriz.

                              Ne olmuş ki peygamber ve velilerin ilimleri, hergün bizleri daha da bir Allah’tan uzaklaştırmakta ve aklın hizbinden uzak kılmakta, cehalet ve şeytanın hizbine yaklaştırmaktadır. O halde, kendimizi ıslah etmeyi ne zaman düşünmemiz gerekecek?.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                İlim talibi oldun, o makamı geçerek alim oldun, fıkıh felsefe ve ha-dis kürsüsüne oturdun, onlar gibi oturup kalktın, ama kendini ıslah etmedin, o halde ne zaman Allah için bir adım atman gerekecek? On-ların tümü dünyadır, seni dünyaya yakınlaştırmış, Allah ve ahiretten uzak düşürmüştür. Kalbinde dünya ve tabiat ilgisini artırmıştır. “İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalpleri-nin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?” Bu zikredilenler, alimle-rin halidir.

                                Amel, züht ve ibadet ehli olanlar da kendi nefis hallerini teftiş et-meli, incelemelidir. Dönüp bir bakmalıdır; elli yıllık ibadet ve zühtten sonra onların kalbinde hangi etkiler vücuda gelmiştir? Acaba elli yıllık namaz, onları Allah dostlarının ve peygambelerinin ahlakına yakın kılmış ve onlarda korku, haşyet ve tevazu mu icat etmiştir, yoksa bu elli yıllık namaz, kendini beğenmişlik ve kibre mi neden olmuştur? Yoksa Allah’ın kullarına karşı insanı kibre sürüklemiştir ve de insan böylece diğerlerinde bir saygı mı beklemektedir. Eğer böyle ise bilme-lidir ki şeytan kendisinden tasarruf etmektedir. Amelleri şeytani ve nefsanidir. Böyle bir amel, onu saadet ve ilahi marifetten uzak kılar, şeytana ve İblis’in askerlerine yakınlaştırır.


                                Müminin miracı ve takva sahiplerinin yakınlaştırıcı vesilesi olan namaz, kalpten dünya bilgilerini koparıp atmalı, tabiat zincirlerini par-çalamalı ve kalbi ilahi ve rabbani kılmalıdır. Elli yıllık toprağa secde, insanda tevazu ve zillet haletini icad etmelidir. Elbette, bu şeytanın ta-sarruf elinin işin içinde olmadığı durumda geçerlidir. Ama, şeytanın eliyle kılınan bir namaz, İblis’in macunu konumundadır; ilahi macun değil. Böyle bir macun, kalbi hastalıkları tedavi etmemekle birlikte, deruni hastalıkları artırır ve kalbi şeytan ve cehalet hizbine yakınlaştırır.


                                Elli yıl boyunca, kendi hayalince, namazı Allah için kıldığını sanan namaz kılıcı kimseye eyvahlar olsun. O insan, namazın başlangıcında “Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönele-rek çevirdim” diye söylemekte ve Hak Teala’nın huzurunda, “sade-ce sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz.” diye bildirdiği ve de bir çok iddialarda bulunduğu halde hergün bir çok defa, Hak Teala’ya yakınlık miracından uzak düşmekte, İblis’in makamına ve şeytanın hizbine yakınlaşmakta, Hak Teala’ya yakınlık ve aldanma yurdundan uzaklaşma meyvesi yerine, şeytani aldanma, kendini be-ğenme ve İblis’in mirası olan kibir meyvesi hasıl olmaktadır.

                                Acaba nefsimizi ıslah etmenin ve hastalıklarımızı tedavi etmenin zamanı gelmedi mi? Gençlik sermayesini boş yere kaybettik, nefis ve şeytan aldatmasıyla bu iki dünya mutluluğunu elde etmesi gereken bir gençliği kaybettik. Şu anda da kendimizi düzeltmek fikrinde değiliz ki böylece hayat sermayesi ortadan kalkmasın, tam bir hasret ve şekavetle bu dünyadan göçmemeliyiz.


                                Nefsi ıslah etmek için, gençlik günleri en uygun bir zamandır. Zira hem irade güçlüdür, hem de nefsin zulmeti ve bulanıklığı azdır. Fıtrata daha yakınız ve aynı zamanda günah yükü de ağırlaşmamıştır ki bunu telafi etmek zor olsun. Gençler, gençlik günlerinin değerini bilmelidir-ler ki bu büyük nimeti gaflet içinde geçirmesinler. Zira yaşlılık günle-rinde nefsi ıslah etmek çok zordur. Yaşlılık zamanlarında insanın bir çok sorunları ortaya çıkmaktadır ki bu sorunların hiç birisi gençlik günlerinde yok idi. Lakin şeytan ve nefs-i emmare insanı aldatmakta-dır. Bunlar o zaman insanın ıslah fikrine düşmesine izin vermemekte-dirler. Sonunda insan, yaşlılık gevşekliği ve zaafına kapılmakta, sayısız günahlar ve nefsani bulanıklıkları artmaktadır. O zaman da başından salma ve askıya almakla ömrünü geçirmektedir. Böylece de insan asıl sermayesini kaybetmekte ve yardımsız kılınarak hüsranla, intikam yurduna girmektedir. “Asra andolsun; gerçekten insan ziyanda-dır.”

                                İnsanın ebedi saadet sermayesini, ebedi şekavette harcamasından, hayat ve kurtuluş sermayesini kendi yokluk ve helak oluşunda kul-lanmasından ve ömrünün sonuna kadar gaflet ve sarhoşluktan ayıl-mamasından daha büyük bir hüsran ne olabilir?




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X