Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    Beşinci Bölüm

    Bu Konudaki Hadis-i Şerifler

    Kafi’de yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala’nın Davud’a vahyettiği şeylerden biri de şuydu: “Ey Davud! Şüphesiz insanlardan, Allah’a en yakın olanları, tevazu sahip-leri ve aynı şekilde Allah’tan uzak olanları ise Allah’a karşı tekebbürde bulunanlardır.”
    Bu hadis-i şerif, uyanıklık ehli ve marifet ashabı için yeterli ko-numdadır. Allah-u Teala’ya yakınlaşmak, bütün saadetlerin kaynağı ve o mukaddes dergahından uzaklık ise bütün şekavetlerin nedenidir. Allah’ı isteyen, Allah’ı taleb eden, kendilerini Allah’ın askerlerinden sayan, ilim ehli olduğunu kabullenen, ve Allah-u Teala’ya yakınlaşmak için ibadetlere koyulan kimseler, kendilerini tam bir şekilde kontrol etmelidir ve insan tevazu sahibi olmadıkça ve tekebbürden sakın-madıkça da istenilen sonucu elde edemez.


    Biz, ilim ve ameli dünyayı talep için isteyenler hakkında şu anda konuşmak istemiyoruz. Zira onların hesabı cebbar olan Allah’a kal-mıştır, ama Allah’ı talep ettiğini ve Hakk’ı istediklerini iddia eden kimseler, bu hadisle kendilerini hesaba çekmelidirler. Bu hadis nefs-i emmarelerini imtihana çekmek için bir mihenk taşı olmalıdır. Eğer yine de kalplerinde kibir var ise ve amellerin de tekebbüre kapılıyorlarsa, anlamalıdırlar ki amelleri ve ilimleri Allah için değildir, aksine nefs-i emmare içindir. Zira eğer bu Allah’a yakınlaşmak için olsaydı, tevazu sahibi olmaları gerekirdi ki her şeyden daha çok insanı Allah’a yaklaştırmaktadır.

    Kafi’de şöyle yer almıştır: “İsa b. Meryem, Havarilere şöyle dedi: “Benim size bir ihtiyacım vardır, bu ihtiyacımı giderin.” Onlar şöyle dediler: “Hacetin giderilmiştir, ey Ruhullah!” Bunun üzerine Hz. İsa ayağa kalktı, onların ayağını yıkadı, onlar şöyle dediler: “Biz bu işe senden daha layıkız.” Hz. İsa şöyle buyurdu: “Yaratıklara hizmet hu-susunda insanların en layık olanı alim kimsedir. Ben sizler için böyle tevazu ettim ki sizler de insanlar için benden sonra bu şekilde alçak gönüllü olasınız.” İsa (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Hikmet, tevazu ile imar olur; tekebbür ile değil, nitekim sizler, yumuşak toprakta ekin ekmektesiniz, dağlarda değil.”

    Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde zikredilen enbiya, evliya ve büyük insanların hallerini anmak, sadece tarihi bir bilgi edinmek için değildir. Aksine insanın kemale erdirilmesi içindir. Zira insanın alem-deki büyük insanların haletlerinden ibret alması ve onların yüce sıfat-ları ve üstün ahlakı ile nitelenmesi amaçlanmıştır.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Bu hadis-i şerifi özellikle alimler ve büyük şahsiyetler, daha çok göz önünde bulundurmalıdır. Allah’ı bilen alimlerden ve din adamlarından ahlaki ve dini ilkeler edinmeli, büyüklerin öğrencilere ve emrinin al-tındaki kimselere karşı uyguladıkları metotları öğrenmelidirler. Kendilerini bu büyük ilahi ahlak ile, nitelendirmeli ve Hz. İsa Mesih’in havarilerin ayağını yıkamasını kendi haceti olarak kabullenmesini ve kendini buna muhtaç görmesini düşünmelidirler. Bu şüphesiz tevazu ve alçak gönüllülüğün nihayetidir.

      Hz. İsa’nın, “insanlara hizmete en layık olanı alimlerdir” sözü de şunun içindir ki tevazu Allah ve nefis hakkındaki ilmin bir meyvesidir ve bu alimlerde ortaya çıkmalıdır.

      Tevazu sıfatına sahip olmayan ve insanlardan tevazu bekleyen bir alim, alim değildir. O kavramlar deposu şeytani bir pisliktir. Eğer bu kavramlarla saadet ve esenlik elde edilecek olsaydı, İblis de mutlu bir kimse olurdu. Özelliğini kaybeden bir ilim, kalın bir örtüdür ki ondan kurtulabilmek, her şeyden daha zordur.


      Hz. İsa’nın, “tevazu hikmet ile imar olur.” sözünden maksat da şu-dur ki, kalpte tevazu olmadıkça hikmet tohumu yeşermez ve gelişmez. Nitekim toprak da yumuşak ve uygun şartlara sahip olmazsa, o toprağa ekilen tohumlar da yeşermez veya bu ifadeden maksat şudur ki alimlerde tevazu olmadıkça, hikmet tohumlarını insanların kalbine ekemez ve bu tohum yeşertip büyütemezler. O halde tevazu katı kalp-leri yumuşatmalı, daha sonra tohum ekilmeli ve ürün alınmalıdır. Bu her iki yorum da doğrudur. Burada hem insanın kendisini hem de di-ğerlerini ıslah etmesi emredilmektedir.
      O halde, halkı irşad etme koltuğuna oturanlar ve kendilerini saadet yolunun hidayetçileri olarak tanıtanlar, bu değerli sıfat ile insanları davet etmeli ve peygamberler ile velilerin siretini göz önünde bulun-durmalıdırlar. Zira onlar, sahip oldukları bütün makamlarla birlikte in-sanlara karşı nasıl davranıyor ve onların kalplerini nasıl bir yüce ahlak ile yumuşak kılıyordu! Alim ve mürşidin kalbinde tevazu, sevgi, sefa ve nuraniyet olmadıkça insanları irşad etmeye ve eğitmeye koyulamaz, marifetler ve hikmetler tohumunu insanların kalbine ekemezler. Kafi’de yer aldığına göre, İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İlim taleb ediniz ve ilimle birlikte sabır ve vakar ile süsleniniz, ilim öğret-tiğiniz ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kimseye karşı tevazu içinde olunuz, batılları, haklarını ortadan kaldıran cabbar alimlerden olmayı-nız.


      Uygunsuz ahlak ve kınanmış sıfatlarla hak olan şeyler de ortadan kalkar, eğer alim, cabbar ve mütekebbir bir insan olursa, ilminin özel-likleri batıl olur ve bu, ilim ve öğretilere en büyük bir ihanettir. Zira insanları haktan ve hakikatten yüz çevirtir. Alim, güzel ahlak olan ilim görevini yerine getirmezse, insanların gözünde din ve ilmin değeri dü-şer, insanların inançları zayıflar, kalpleri alimlerden yüz çevirir ve bu görevini bilmeyen alimlerin din ve hakikate indirdiği en büyük darbe-lerden biridir ki, hiçbir şey bu kadar etkili olamaz.


      Bir alimin ortaya koyduğu uygunsuz bir ahlak veya dini ilimler okuyan bir öğrencinin sergilediği aykırı bir amel, insanların amel ve ahlakını bozmak hususunda her şeyden daha etkili konumdadır. O halde bu kimseler, çok dikkatli olmalıdırlar. Onlar kendi saadetini te-min etmek ile sorumlu oldukları gibi insanların saadetini de üstlenmiş-lerdir. Onların fesat ve çirkinlikleri başkalarının fesat ve çirkinlikle-rinden çok farklıdır ve onların hiçbir özrü ve bahanesi yoktur.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        Altıncı Bölüm

        Tekebbür Hakkındaki Hadisler

        Kafi’de yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mütekebbir kimseler, zayıf karıncalar haline dönecek ve insanlar Al-lah hesaplarını görünceye kadar onları ayakları altında çiğneyecek-tir.”

        Tekebbürün gaybi sureti, zayıf karınca suretidir. Belki de bu kıya-meti berzahi suret, mütekebbirin nefsinin küçüklüğü sebebiyledir. Ni-tekim bilindiği gibi tekebbür kapasite küçüklüğünden, nefis zayıflı-ğından ve göğüs darlığındandır. Çünkü mütekebbirin özü ve hakikati küçüktür. Melekuti gaybi suretler ise nefsani melekelere tabidir ve be-den melekut aleminde ruhun gölgesidir. Ona uymaktan başka yolu yoktur. Dolayısıyla ruhun küçüklüğü, bedene sirayet etmektedir ve böylece insanların hesabı görülünceye kadar ayakları altında çiğnenen küçük bir karınca suretine bürünmektedir.
        Muhtemelen o melekuti gaybi suret, dünyevi ve mülki tavırların bir yansımasıdır. Burada kendini büyük gördüğü için Hak Teala o dünya-da onu küçümseyecektir.”Amel ettiğin gibi mükafat göreceksin.”


        Hakeza Kafi’de yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyur-muştur: “Cehennemde, mütekebbir kimseler için hazırlanmış olan sakar adında bir vadi vardır. Bu vadi şiddetli hararetinden dolayı Allah’a şikayette bulundu ve bir nefes alması için izin istedi. Böylece bir nefes çekti ve ondan cehennem alevlendi.”

        Ey aziz! İnsan eğer bu tür hadislerin doğru olduğuna ihtimal vere-cek olursa, bizden daha çok nefsini ıslah etmeye koyulmalıdır. Azap ve ateş yeri bile ısısından dolayı inliyor ve nefesinden cehennem alev-leniyorsa, biz bu azaba karşı nasıl dayanacağız? Birkaç günlük üstün-lük taslamak ve Allah’a itaat ve ibadet sebebiyle Allah’ın kullarına karşı büyüklenmek için, nasıl olur da kendimizi cehennemi inleten bir azaba atabiliriz. Yazıklar olsun bizim gafletimize ve sarhoşluğumuza! Bu akılsızlıktan ve daldığımız ağır uykudan dolayı Allah’a sığınırız.


        Ey Allah’ım! Biz zayıf kulların hiçbir şeye gücü yetmemekte ve senin dergahından başka sığınacak hiçbir yerimiz bulunmamaktadır. Bu ateşle mi bize azap etmek istiyorsun? Ey Allah’ım! Sen zayıflığımı ve çaresizliğimizi biliyorsun. Sen derimizin ve etimizin inceliğini gö-rüyorsun. Biz, o azaba karşı ne yapabiliriz ki?


        Ey Allah’ım! Senin kulların, senin malındır ve sana bağlıdır. Hepsi senin kullarındır ve sen onların ilahısın. Sen ilahlığın ile onlara davran; onların kötülüğü esasınca değil. Sen bizleri yarattın, bizlere hiçbir hizmetimiz olmadığı halde sonsuz nimetler bağışladın. Senin nimetlerin layık olmaya bağlı değildir, senin nimetlerin ibtidaidir.

        Ey Allah’ım! Sen kendini rahmet ve rahmaniyet ile bizlere tanıttın. Biz seni fazlın ve rahmetinle tanıdık. Sen kendi kitabında şöyle bu-yurdun: “Şüphesiz Allah bütün günahları affeder.” Biz senin rah-metine göz diktik, kendimizden ve yaptıklarımızdan ümitsiziz. Biz neyiz ki amel ile senin dergahına gelelim.


        “Azık yüklenmek en çirkin şeydir
        İnsan kerim olanın huzuruna varınca”


        Bizim azap ve ceza görmemiz senin büyüklük ve azametini artırmaz ve senin kullarına karşı merhamet ve şefkat göstermen, senin rahmet genişliğinde bir eksiklik icad etmez. Senin yöntemin ihsan ve adeletin ise keremdir. Diyelim ki biz cehalet ve hayasızlıktan dolayı, isyana kalkıştık, böylesine şefkatli bir ilaha itaatsizlik gösterdik, lakin senin rahmetin, yaratığın isyan ve rahmetine bağlı değildir.
        Ey Allah’ım! Bizlere fazlın ve rahmetinle davran, bizleri amellerin kötülüğü ve ahlak çirkinlikleriyle hesaba çekme, şüphesiz ki sen mer-hamet edenlerin en merhametlisisin.


        Kafi’de İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “İzzet, Allah’ın örtü-südür ve kibir ise Allah’ın elbisesidir. Herkim ondan bir şeye el uza-tırsa Allah onu yüz üstü cehenneme atar.”

        İmam Bakır ve İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuşlardır: “Kal-binde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremez.”
        İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kibir, ateşin bineğidir.”


        Allah Resulü (s.a.a) ise şöyle buyurmuştur: “Cehennem ehlinin çoğu mütekebbirlerdir.”




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Yedinci Bölüm

          Tevazu Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Gerekle-rindendir, Kibir ise Cehaletin Askerlerinden ve Örtülü Fıtratın Gereklerindendir

          Bütün insanlık ailesinin üzerinde yoğrulduğu ve de hiç kimsenin mahrum kalmadığı fıtratlardan biri de, büyük bir varlığın karşısında tevazu, alçak gönüllülük ve ululama haletine bürünmesidir. Eğer bir insanın kalbi, herhangi bir kimsenin azamet ve büyüklüğünü derk ede-cek olursa, fıtratı gereği, onu ulular, onun huzurunda boyun eğer, mü-tevazi ve alçak gönüllü davranır. Bu büyük şahsa tevazuya bağlı olarak onun yakınlarına da bağımlı olarak tevazu gösterir.


          Fıtrat bütün anlamı ve hakikatiyle mutlak büyük ve azim varlığın karşısında mütevazi olduğu için tabiata gömülmediği ve tabiat hüküm-lerine esir olmadığı müddetçe Hak Teala’ya karşı da tevazu ve ululama haleti içinde olur. Zira Allah-u Teala mutlak azim ve büyüktür. Bütün büyüklükler, azametler, celal ve cemaller, Allah-u Teala’nın cemal, celal ve azametinin sadece bir gölgesidir.

          O halde insan, tabiat hükümleriyle örtülü olmayan asil fıtratı hase-biyle Hak Teala için bizzat ve Hak Teala’nın celal ve cemal mazharları için ise, ilineksel olarak tevazu gösterir. Allah’ın kullarına tevazu da Allah’a karşı tevazu göstermektir. Asil fıtrat üzere zuhur eden bu te-vazuda nefis ve şeytanın tasarruf eli bulunmamaktadır. Bu açıdan bu tevazu kendisi için gösterdiği bir tevazu değildir. İstifade etmek için tamahlanmak ve göz dikmekten münezzehtir.

          Örtülü olmayan bu fıtratın sahibi, bütün varlıklar için tevazu gös-terdiği halde, Allah-u Teala’dan başka hiç kimseye boyun eğmez, kalbi sadece Allah-u Teala’ya yönelmiş durumdadır. Bu kesret, tevhidin aynısıdır. Bu yaratıklara teveccüh, Hak Teala’ya teveccühün aynısıdır. Bu ahlak, marifet ve muhabbet çeşmesinden kaynaklandığı için marifetullah ve muhabbetullahın aynısıdır.


          Bu fıtratın sahibi olan bir kimse, varlıklardan hiç kimseye yaltak-lanmaz. Zira bütün yaltaklanmaların kaynağı bencillik ve haktan örtülü olmaktır. O halde açıkça anlaşıldığı üzere Allah’a ve yaratıklarına karşı tevazu yoğrulmuş fıtratın gereklerindendir. Buradan da anlaşıldığı üzere tekebbür ve yaltaklanma örtülü fıtrattandır. Zira, nefsani hi-caplarla örtülü olan ve de kendisine bencillik egemen olan bir insan, bu bencillik üzere kendisi için bir çok kemaller ispat etmeye çalışır. Ama kemallerin kaynağından gafil davranır. Eğer onlara karşı maddi bir tamahı yoksa, Allah’ın kullarını küçümser, ama eğer onlara bir tamah gözüyle bakıyorsa, onları ulular, böylece de elinin altındaki kimselere tekebbüre kapılır. Dünya ehline ve tamahlandığı kimselere karşı yaltaklanır. Dolayısıyla Allah’a doğru seyrettiği ve kendisiyle Allah’a ve yaratıklarına tevazu gösterdiği merkebi, perdeye büründüğü için seyir merkebi onu şeytana ve tabiata doğru götürür. Bu vasıtayla in-sanlara tekebbürde bulunur ve bazen de onlara yaltaklanır.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            On Dokuzuncu Maksat

            Teenni ve Zıddı Olan Acelecilik Hakkında

            Burada üç bölüm vardır:

            Birinci Bölüm

            Tüede (Teenni) ve Aceleciliğin Zahir ve Batın Sıfatlarından Olduğu Beyanında

            “Hümeze” kipinde olan “tüede” bir işte sabit kalmak ve teenni an-lamlarına gelmektedir. Aynı zamanda itminan içinde hareket etmek anlamını da ifade etmektedir. Tasarru’ ise bütün bunların karşıtıdır.”

            Teenni, nefsani sıfatlardan biridir ve zahirdeki etkileri ise harekette ağırlık ve itminan içinde olmaktır.

            Teenni ve vakar, kalpte ortaya çıkınca, görüş ve inançlar hususunda da teenni hasıl olur ve ondan da söz ve davranışlarda teenni meydana gelir. Nitekim, kalpte acelecilik ortaya çıkınca bu zahire de yansır.

            Hadis-i şerif incelendiğinde de anlaşıldığı üzere akıl ve cehalet as-kerleri, batıni sıfatlara özgü bir şey değildir. Aksine zahir ve batın, ilk ve son bütün hayırlar, aklın askerlerindendir. Batıni ve zahiri hayırlar aynıdır. Aynı zamanda bütün kötülükler de cehaletin ordusundadır. Zahiri ve batıni kötülükler aynı konumdadır. Yüce hikmet ilminde de ispat edildiği üzere zahirin batına isnadı birbirine zıt iki gerçek arasın-daki isnat gibi değildir. Aksine kemal ve noksanlık, kesrette vahdet ve vahdette kesret türünden bir isnattır. Hatta zahir ve batın tabiri bile belki bütün tabirlerden daha iyidir.

            Nefsani ahlak, hakikatlerin ve ruhsal batıni sırların zuhurudur. Ni-tekim zahiri ameller de melekelerin ve nefsani ahlakın zuhurudur. Şiddetli birlikten ve nefsani makamların vahdetinden dolayı bütün ba-tın hükümleri zahire ve zahir hükümleri de batına sirayet etmektedir. Bu açıdan temiz şeriatta zahir ve suretin korunmasına büyük önem ve-rilmiştir. Hatta oturmak, kalkmak, yürümek ve konuşmak hakkında bi-le bir çok emirler verilmiştir. Zira bütün zahiri amellerin nefis ve ruhta bir takım etkileri vardır ki ruh onlar vasıtasıyla tümel değişimler ge-çirmektedir. Eğer insan yol yürürken acele yürürse bu onun ruhunda da acelecilik icat etmektedir. Nitekim acele eden ruh da zahiri acele etmeye sevk etmektedir. Aynı şekilde, eğer insan zahiri amellerde va-kar, sükunet ve güven üzere davranacak olursa bu her ne kadar zorluk-la yapılsa dahi yavaş yavaş ruh batınında bu değerli meleke, itminan ve sebat vücuda getirir ve bu değerli meleke bir çok hayır ve kemallerin kaynağı haline gelir.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              İkinci Bölüm

              Tuede ve Tasarru’ (Teenni ve Acelecilik) Kelimelerinin Anlamı


              Zahire bakıldığında hadis-i şerifte yer alan tuede kelimesinden maksat, karşıtı tasarrru’ olduğu hasebiyle teennidir ve teenni ise ifratı acelecilik olan gazap kuvvesinin itidalidir. Nitekim bazı araştırmacılar, bunu bu şekilde beyan etmişlerdir ve nefis sükunetini, cesaretin kollarından biri saymışlardır.
              Belki de bundan maksat, sebat içinde olmaktır ve o da gazap kuv-vesinin itidalinden kaynaklanmaktadır ve cesaretin dallarından biridir. Bu da nefsin bir çok zorluklara ve alemdeki acı olaylara tahammül etmesi, hemen meydandan kaçmaması, ihmalkarlık ve lakaytlığa yö-nelmemesi, düşüklük ve sertliğe başvurmamasıdır. Bu ahlaki ve ruhi olaylardan, veya doğal ve cismani olaylardan daha genel bir anlam ifade etmektedir.


              Sebat haletine sahip olan bir nefis, ruhsal tatsızlıklar karşısında tes-lim olmaz, acı olaylar karşısında diz çökmez, itminan ve sebatı azal-maz, belki de “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” ayeti de bu nefis makamına işaret etmektedir.

              Elbette toplum içinde böyle bir ruhu elde etmek, en önemli işlerden biridir ve aynı zamanda da en zor işlerden biri sayılmaktadır. Bu açı-dan rivayette de yer aldığı üzere Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Hud suresi, bu ayeti sebebiyle beni ihtiyarlattır.”


              Bu ayet, Şura suresinde de olduğu halde, Hud suresine özgü kılınışı belki de altındaki “ve seninle birlikte tövbe edenler” ifadesinin yer almasıdır. Zira Şura suresinin devamında bu kayıt yoktur. Zira ümette dosdoğru oluşun vücuda gelmesi, oldukça zor bir iştir, dolayısıyla da Hud suresi zikredilmiştir.

              Özetle, işlerde sebat göstermek, insanın savaş meydanlarındaki zor-luklarda tahammül göstermesine neden olur ki insan zorluklar karşı-sında savaştan yüz çevirmez ve ilahi değerleri savunmada sürçmez. Böylece ruhsal zorluklar karşısında da sürçmez, nefsin sebat ve güve-nini kaybetmez.

              Ama tam tersine acelecilik, uyumsuz melekelerden biridir ki insan bu sıfat sebebiyle, hiçbir şeyde sebat gösteremez, sorumluluk kabul-lenmekten kaçınır ve işleri idare edemez. Ne ruhsal sorunlardan sakı-nabilir ne de bedensel zorluklarda direnebilir. Bu uyumsuz ahlaktan dolayı erdem şehrinde bir çok bireysel ve toplumsal bozukluklar vü-cuda gelir. İnsan eğer böyle ruhsal bir halete sahip olursa en küçük zorluklar karşısında kendini kaybeder, ilahi ve ruhani görevlerinden yüz çevirir, bazen nefis ve şeytan ona galebe çalar, onu hak yoldan saptırır, imanı lekelenir, dini, mezhebi ve değerlerine ait ilkelerini tü-müyle kaybeder.

              Nefis güveni ve ayakları sabit kalmak, insanı şeytanın ordusu kar-şısında korur, cehalet ve şeytanlık askerlerine üstün kılar.
              Nefis itminanı ve sebat, insanı gazap ve şehvet kuvvesine üstün kı-lar. Böylece insan, bu kuvveler karşısında teslim olmaz. Hatta bütün batıni ve zahiri kuvvelerini ruhun itaati altına sokar.

              Sebat ve direniş insanı, alemdeki tatsız olaylar, ruhsal ve bendesel baskılar karşısında çelikten bir sed gibi ayakta tutar ve insanda sürç-melerin ve gevşekliklerin ortaya çıkmasına izin vermez. İman ve din kuvvesini korumak, nefis itminanı ve ruh sükuneti olduğu taktirde da-ha kolay gerçekleşir ve son nefesine kadar insanı alemdeki sert rüzgar-lar karşısında korur.


              Nefis güveni ve ayakları üzerinde sabit kalmak, yabancıların ve münafıkların ahlakının insana sızmasını engeller ve insanın olaylara kapılmasını önler. İnsan nefis güvenliği ve sebatıyla tek bir millet teşkil eder ki eğer çirkin ahlaklar ve dinsizlikler seli tüm insanları alıp götürse dahi o çelikten bir dağ gibi bütün her şeyin karşısında durur ve yalnızlıktan dolayı asla dehşete kapılmaz.

              İtminan ve sebat sahibi bir insan, bütün ferdi ve toplumsal görevle-rini yerine getirebilir ve hayatının maddi ve ruhani hiçbir aşamasında sürçme ve hataya kapılmaz.


              Din büyükleri, bu ruhsal büyük kuvve sayesinde kötü huylu mil-yonluk topluluklar karşısında kıyam ediyor ve asla hatasal fikre dahi düşmüyorlardı. Bu büyük ruh, büyük peygamberlerde mevcuttur. Zira onlar, tek başına bir dünyanın cahilce düşüncelerine karşı durmuş, yeni bir hareket başlatmışlardır. Onlar, kendilerinin azlığından ve düş-manların çokluğundan dolayı hiçbir korkuya kapılmamış ve bütün akılsızca düşüncelere galip gelmişlerdir. Bütün insanların adet ve ta-vırlarını ayakları altına almış, onları kendi renglerine büründürmüşler-dir. Bu sebat ve itminan içindeki bu ruh, kalabalık topluluklar karşı-sında sayıları az olan toplulukları korumuş ve az bir techizat ve sayı ile alemdeki bütün ülkelere musallat kılmıştır. Allah-u Teala Kur’an-ı Şerif’te bu itminan ve sebat kuvvesine büyük önem vererek şöyle bu-yurmuştur: “Eğer içinizde sabreden yirmi kişi olursa ikiyüze galip gelirler.” ve gerçekten de bu şekilde olmuştur.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                Üçüncü Bölüm

                Teenni ve Sebat Yoğrulmuş Fıtrattan ve Aklın Askerlerinden Biridir, Acele ve Sebatsızlık ise Cehalet ve İblis’in Askerlerinden Biridir ve Örtülmüş Fıtrattan Sayılmaktadır.


                Daha önce de zikrettiğimiz gibi Hak Teala’nın insanı üzerinde ya-rattığı ilk fıtrat hasebiyle insanoğlu, mutlak kemale aşıktır ve noksan-lıktan nefret etmektedir. Eğer noksanlığa teveccüh eder ve mutlak ol-mayan kemale sevgi duyarsa, fıtratı örtülü olmasındandır. Bu açıdan insanın kendine teveccüh etmesi, hayvani hedef ve şehvetlerine uyma-sı, dahili vehm edici şeytana ve harici büyük şeytana uyması, ilk fıtra-tına aykırıdır. Şüphesiz bütün aceleler, sebatsızlık ve kararsızlıklar, nefsani isteklere, hayvani şehvetlere bulaşmama korkusundan veya hayvani hedefleri kaybetme endişesinden kaynaklanmaktadır.


                İçinde tevhit nuru ve mutlak kemal marifeti bulunan bir kalp, itmi-nan, sebat, teenni ve istikrar sahibidir. Hak Teala’nın marifet nuruyla aydınlanan bir gönül, işlerin Allah’ın kudretiyle yürütüldüğünü bilir, kendisini, ciddiyetini, hareket ve sükunetini ve bütün varlıkları Al-lah’tan görür, varlıkların dizginlerinin kendi ellerinde olmadığını anlar. İşte böyle bir kalp ise ıstırap, acelecilik ve kararsızlıktan uzaktır.

                Tam aksine marifetlerden örtülü ve bencillik, şehvetler ve hayvani lezzetler örtüsüne bürünen bir kalp, hayvani lezzetleri kaybetme kor-kusu içindedir. Böyle bir şahıs, kalp güvenini yitirmiştir ve işlerine acele ile koyulmaktadır.


                Marifet ehli kimseler şöyle demektedirler: “Dua üç kısımdır: Birin-cisi acele üzere yapılan duadır ve bu insanların genelinin yaptığı dua-dır. Bunlar, nefsani hedeflere esir olduğu için dualarda da acele dav-ranmaktadırlar ve böylece dünyevi veya hayvani hedeflerinin kaybol-masından korkmaktadırlar.”

                İkinci dua ise ihtimal üzere yapılan duadır. Bu dua ise hikmet erba-bının yaptığı duadır. Bunlar, kendi hedeflerine bağlıdır ve duanın işle-rin yürütülmesinde rolü olduğunu bilmektedirler ve ilahi kaza ve ka-derin duaya bağlı olduğunu derk ederler. Bu açıdan da duaya koyulur-lar.
                Üçüncü dua ise, itaat üzere yapılan duadır. Bu dua da marifet asha-bının duasıdır. Onlar nefsin esaretinden dışarı çıkmışlardır ve de nef-sani arzular ve lezzetler için dua etmezler.


                “Ben bir grup tanıyorum evliyadan
                Ki dua etmekten dilleri tutuk.”


                Bunlar duayı Allah’ın emrine bağlanmak için yaparlar. Çünkü Hak Teala’ya halvette dua etmek ve mutlak sevgiliyle muhatap olmak ma-kamında olduğu için duaya koyulurlar.

                Gerçekten de insan eğer kalbi marifet nuruyla aydınlanır ve bizim gibi tabiat zindanı ve şehvetler zincirinde esir olmazsa, asla Hak Teala ile muhatap olmayı ve Hak Teala’yı zikretmeyi başka bir şeye vesile kılmaz.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  Allah’ın velileri, Allah’a bağlanmak için dua ederler ve Allah ile halvette bulunmayı ve Allah’ı zikretmeyi kendi bencilliklerine vesile kılmazlar. Onlar ne isterlerse, Hak Teala ile konuşma kapısını açmak içindir.

                  “Dostun gönlüne girmek için çare bulmak gerek”

                  Biz nefis ve şehvet esirleri, Allah’ı hurma için (kendi isteklerimiz için) istiyoruz ve mutlak dostu nefsani lezzetlere feda ediyoruz. Bu hataların en büyüğüdür ki eğer, kalbimiz marifetten nasiplenmiş ve içinde muhabbetten bir tecelli var ise utançtan ölmemiz ve kıyamete kadar başımızı utançtan önümüze eğmemiz gerekir. Onlar eğer bir şey isterlerse, dostun kerameti olduğu için isterler.

                  Bir bak, gerçek seven ve mutlak meczup Ali b. Ebi Talib (a.s) Kumeyl duasında ne diyor: “Ey mabudum, ey seyidim, mevlam ve rabbim! Farzen, azabına tahammül etsem bile, senin ayrılığına nasıl dayanabilirim! Diyelim ki ateşinin hararetine dayandım, ama keremine nazar etmekten mahrum olmama nasıl sabredeyim!”

                  Bu hakiki dost, ayrılmaktan korkmaktadır. Vuslat günlerini iste-mekte ve aramaktadır:

                  “Ney’i dinle, dile geldiği zaman
                  Şikayette bulunur ayrılıklardan”
                  Sonunda ise şöyle demektedir:
                  “Her kim uzak kalırsa kökünden
                  Kavuşur vuslat günlerine yeniden”


                  Bu büyük kitabın girişi fıtrat dilindendir ve de Allah’ın nimetlerine bakışı Hak Teala’nın keramet yurdu olduğundandır. Allah aşıklarının başı Ali b. Ebi Talib (a.s), cenneti cennet için istememektedir, keramet yurdu olduğu için istemektedir. Biz zavallılar ise ne istersek kendimiz için istemekteyiz. Allah’ı da kendimiz için istiyoruz, ezel cemalinin aşıkları ne isterlerse dost için isterler. Cenneti bile keramet yurdu ol-duğu için isterler, hayvani yiyecek ve içecek yeri olduğu için değil. Biz hayvanlar, cennetin otlağını ve yaylasını istemekteyiz. Cennette de ondan fazla bir makama sahip değiliz. Onlar ise, cenneti ve her şeyi dost için isterler ve her şeyi dost marifeti ve Allah’a bağlılık için bir vesile edinirler.

                  Ey Allah’ım! Bizi bu gaflet ve bencillikten kurtar, kalbimizi bu şehvetlere esaretten ve lezzetlere dalmaktan dışarı çıkar. Ey Allah’ım! Bencillik örtüsü bizleri senin mukaddes dergahına ulaşmaktan alı koymuş, kalbimizi mutlak sevgiliden çevirmiştir. Sen bizzat bu örtüleri kudret elinle ortadan kaldır.”Benimle senin aranda, benim varlığım çatışmaktadır.
                  O halde lütfünle varlığımı ortadan kaldır.”



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    Yirminci Maksat

                    Hilim ve Zıddı Olan Beyinsizlik Hakkında

                    Burada yedi bölüm vardır:

                    Birinci Bölüm

                    Hilim ve Beyinsizliğin Anlamının Beyanında

                    Hilim, gazap kuvvesinin itidal şubesinden biridir ve de nefsin itmi-nana erme aracı olan bir melekeden ibarettir. Böylece hemen ve yersiz olarak gazap kuvvesi heyecana kapılmaz. Eğer nefsani isteklerine ay-kırı bir iş ortaya çıkar ve tatsız olayla karşılaşırsa, tahammülden uzak-laşmaz ve dizginlerini koparmaz.

                    Bunun karşısında ise, “sefeh” sıfatı yer almaktadır.”Sefih’er-Recul” yani hilmi olmayan kimse demektir. Hafif tiynetli ve ağır olmayan kimse anlamını ifade etmektedir. Bunun karşısında ise sükunet ve sabır vardır. Bu hafiflik sıfatı vasıtasıyla nefis, tahammülden çıkar, tatsız olaylara karşı koyamaz, ölçüsüzce ve cehalet üzere dizginlerini koparır, gazaplanır ve sakınmaz. Bu da gazap kuvvesinin ifrat şubelerinden bi-ridir.

                    Belki de sefahet, aslında zihni hafif olma, cehalet ve akıl hafifliği anlamındadır. Zira gazap kuvvesini korumaya gücü yetmeyen bir kimse, cahil, zihni ve aklı hafif kimsedir. Hilmin aksi, sefahet olarak adlandırılmıştır. Yoksa cevher olarak “sefeh” kelimesinin anlamı, hilmin karşıtı değildir ve bu gerçi lugat alimlerinin sözlerinin zahirine muhaliftir. Lakin itibar ve kelimenin kökleriyle uyum içindedir. Vel-hasıl bizim maksadımızda herhangi bir rolü yoktur. Bu konuda bir araştırmaya girmek uygun değildir ve fazla bir önemi de yoktur.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      İkinci Bölüm

                      Gazap Kuvvesinin Meyveleri

                      Bil ki gazap kuvvesi, eğer aklın tasarrufu ve şeriatın terbiyesi altın-da olursa, büyük ilahi nimetlerden ve de saadet yolunun en yüce yar-dımcılarından biridir. Gazap kuvvesiyle dünya sisteminin korunması, şahıs ve türün bekası temin edilmektedir. Erdem şehrinin teşkilinde de büyük bir etkinliği vardır. Bu değerli kuvve sebebiyle insan ve hayvan, kendisini ve türünü korumakta, tabiatın uyumsuzluklarına karşı kendini savunmakta ve yok olmaktan kurtarmaktadır. Eğer bu kuvve insanda olmasaydı, insan bir çok kemallerden ve ilerlemelerden geri kalır, aile düzenini koruyamaz, erdem şehrini savunamazdı.


                      Hikmet sahibi ve bilgin kimseler, gazabın noksanlık ve tefrit had-dinden çıkmak için, bir takım emirler vermişlerdir ve de bizzat kendi-leri bu kuvveyi heyecanlandırmak için fevkalade işlere başvurmuşlar-dır. Nitekim bazılarından nakledildiği üzere onun tefrit haddinden çıkmak için, korkunç yerlere gidiyor, nefsi tehlikelere atıyor, dalgalı anda gemiye biniyor, böylece nefisten gevşeklik ve korkuyu uzaklaş-tırmaya çalışıyorlardı. Gerçi bu tür tedaviler de ifrattır. Lakin gev-şeklik anında gazap kuvvesini uyandırmak için bir tedavi yolu bulmak gerekir. Zira bu kuvve gevşediği taktirde, toplum ve erdem şehrinin egemenliğinde büyük bir zarar ortaya çıkmakta, bireysel ve toplumsal hayatta bir çok tehlikeli durumlar yüz göstermektedir. Bir çok ayıplar, bu kuvvenin yatışmasından vücuda gelmektedir. Örneğin zayıflık, gevşeklik, tembellik, tamah, sabırsızlık, sebatsızlık, savaştan kaçmak, zaruret anlarında teşebbüsten geri kalmak, iyiliği emretmeyi ve kötü-lükten sakındırmayı terk etmek, utanç içinde yaşamak, zillet ve rezale-te boyun eğmek gibi haletler bundan kaynaklanmaktadır.


                      İlim sahibi olan Allah bu değerli kuvveyi insanda boş yere yarat-mamıştır. Allah-u Teala bu kuvveyi dünya saadetinin ve yüceliğin sermayesi karar kılmış ve o alemdeki mutlulukların kaynağı karar kılmıştır. Teşebbüsten geri kalmak, iyiliği emretme ve kötülükten sa-kındırmada gevşek davranmak, zalimlerin zulmünü engellememek hilim değildir. Aksine bu, bir tür sönüş ve çöküştür ki rezil melekeler-den ve uyumsuz sıfatlardan biridir.

                      Allah-u Teala, Kur’an’daki ayeti şerifelerde de müminleri “Kâfir-lere karşı pek şiddetlidirler, kendi aralarında ise pek merhametli-dirler.” olarak ifade buyurmuştur. Allah-u Teala savaş meydanında cesaretle savaşanları, oturanlardan üstün kılmış ve derecelerini kendi azamet dergahında büyük saymıştır. Savaş meydanlarında sebat gösterenleri taktir etmiş ve onları tehlikelere atlamaya ve savaşlarda ilerlemeye teşvik etmiştir. Bütün bunlar ise değerli gazap kuvvesi sayesinde gerçekleşmektedir. Bunun gevşemesiyle de insan bütün faziletlerden mahrum kalmakta; zillet, horluk, aşağılık ve esarete boyun eğmektedir. İnsani ve dini görevlerini yerine getirmekten mahrum kal-maktadır. Bu açıdan eğer bir kimse de bu kuvve sönmüş halde olursa hemen tedaviye yönelmeli, ameli ve ilmi olarak tedaviye koyulmalıdır ki nefsini itidal halinde tutabilsin.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        Üçüncü Bölüm

                        Gazap Kuvvesinin Sapmasının Tehlikeleri Hakkında

                        İnsanların çoğunun düçar olduğu gazapta ifrat hali bu hadis-i şerifte de “sefeh” olarak ifade edilmiş olup, ahlaki rezaletlerden ve kınanmış sıfatlardan biridir. Bu sıfat insanı helak olmaya sürüklemektedir. Dün-ya ve ahirette insanın şekavetine neden olmaktadır.
                        Bu kuvve herkimde itidal haddinden dışarı çıkar, ifrat ve galebe haddine yönelirse, bizzat o kimsenin helak olmasına neden olur. Böy-lece insan din ve dünyasını yok eder.


                        Kafi’de yer aldığına göre İmam Sadık’tan (a.s) naklen, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sirke, balı bozduğu gibi gazap da imanı bozar.”
                        Bir çok defa bu kuvve ısırgan köpek olduğundan şiddet anında in-sanın iradesini elinden almakta, isyana yöneltmekte, insanı saygın hürmetleri çiğnemeye ve müminlerin nefsini katletmeye zorlamaktadır. Nitekim bazen zulmeti iman nurunu söndürmekte ve bu yanmış ateş bütün hak inançları, marifet nurlarını ve imanı yakmaktadır. Binlerce cehalet ve akılsızlığa kaynak olmaktadır ki insan ömrü boyunca bunları asla telafi edemez.
                        Bu kuvvenin tehlikesi, diğer kuvvelerden daha büyüktür. Zira bu kuvve, yıldırım hızıyla bazen, bir çok büyük işleri yapmakta ve bir dakika içinde insanı bütün varlığından dünya ve ahiret saadetinden düşürmektedir.


                        Hikmet sahipleri şöyle demişlerdir: “Gazabı şiddetlenen insanın örneği, içinde ateş yakılan bir mağara örneğidir. Onda ateş alevleri ve dumanlar boğulmakta, birbirine karışmakta, şiddetle yükseldiği için, ses çıkarmaktadır. Böylesine karmaşık ve yakıcı bir ateşi söndürmek çok zordur. Zira, onu söndürmek için üzerine ne atarlarsa onu da yut-makta ve kendine katmaktadır. Nitekim suları da ateşe dönüştürmekte ve bu su vasıtasıyla alevlenmesi artmaktadır.

                        Bu açıdan insan bu halde sefahet, cehalet ve yırtıcılık durumunda olduğundan rüşd ve hidayet karşısında kör ve sağır kesilir, öğütler, mizacında ters tepki yaratır, gazap ateşlerini alevlendirir. Nitekim Bokrat hekim şöyle demiştir: “Ben, rüzgarlara ve fırtınalara yakalanıp, denizin dalgaları arasında çırpınan ve deniz karalıklarına takılıp kalan geminin kurtulabileceğini ümit ederim der. Şiddetli gazaba kapılan in-sanın kurtuluşundan o kadar ümit etmem. Zira bu durumdaki gemiyi kaptan, çeşitli çözümlerle yok olmaktan kurtarabilir. Lakin, nefis için bu durumda çözüm ümidi bile mevcut değildir. Zira ne kadar çö-züm bulsan, öğüt ve nasihatlarda bulunsan ve karşısında tevazu gös-tersen, yine de alevlenmesi daha da artmaktadır.
                        Hadis-i şerifte yer aldığına göre İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuş-tur: “Bu gazap, şeytandan bir ateş parçasıdır ve Ademoğlunun kalbin-de alevlenir.”


                        Belki de bir insanın kalbinde şeytanın eliyle yakılan bu ateşin sırla-rın ortaya çıktığı ve hakikatlerin keşfedildiği o alemdeki sureti “Al-lah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Öyle ki, yüreklerin üzerine yük-lenecektir.” ayetindeki hakikatin suretidir ve batını ise ilahi gazap ateşinin hakikatidir ki bu da ateşlerin en yakıcısıdır, kalbin batınından ortaya çıkmakta, bedenin zahir mülküne doğru hareket etmektedir. Ni-tekim amel cehenneminden olan ameller ateşi de zahirden batına doğru hareket eder.

                        İnsan bu batıni ve zahiri iki ateş arasında bir çok baskılara maruzdur ki bu alemin dağları onu bir an olsun işitmeye dayanamaz.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          Cehennem ateşinin insanı ihata etmesi, bu alemde gördüğümüz ör-nekler gibi değildir. Zira burada ihata etmek yüzeyseldir. Yani zahiri ihata söz konusudur. Ama batınlar arasında bir irtibat yoktur. İlahi ateş, zahiri ve batını, derinliği ve yüzeyi kapsamaktadır, ihatası da kayyumi ihatanın zuhurudur ki bütün varlıkları aynı şekilde ihata et-miştir. İlahi ateş öylesine cismi zahir ve batınıyla yakmaktadır ki ruh ve kalbi de yakmaktadır. Böyle bir ateş bu dünyada düşünülemez. Bu alemde olan ateşler, zahiri aşmamakta, batına ulaşmamaktadır. Lakin orada batını daha şiddetli bir şekilde yakmakta ve de zahiri ihata et-mekten daha çok batını ihata etmektedir.

                          Eğer gazap sureti nefiste yer eder, insanın batın melekesi olur, memleketin hükmü yırtıcı nefsin tasarrufu altına girer ve insanın son sureti yırtıcı suret haline gelirse, berzah ve kıyamet aleminde insan, yırtıcı bir hayvan suretinde haşrolur, şüphesiz berzahi ve melekuti yır-tıcılık, mülki ve dünyevi yırtıcılıktan farklıdır. Nitekim insanın yırtıcı-lığı da diğer hayvanların yırtıcılığından çok daha farklıdır.


                          Bir hadiste yer aldığına göre Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bazı insanlar öyle surette haşrolur ki maymunlar ve domuzlar onların yanında daha güzel durur.” Nitekim insan, kemal ve cemal ufkunda varlığın en üst saflarında yer almaktadır. Varlıklardan hiç birisi ona denk değildir. Noksanlık, çirkinlik ve rezil sıfatlarla nitelenme husu-sunda da varlıklardan hiç birisi ona denk değildir. Nitekim Allah-u Teala onun hakkında şöyle buyurmuştur: “İşte bunlar hayvanlar gi-bidirler. Hatta daha da aşağıdırlar.”


                          Bu kimselerin kalpleri hakkında da şöyle buyurmuştur: “Taş gibi, ya da taştan da beter hale geldi.” Bu rezil ve pis melekeden bazen diğer bir takım fesatlar da ortaya çıkar. Bir çok pis ahlak ve ameller, hatta inançlar bundan ortaya çıkar.


                          Dolayısıyla ahirete iman eden uyanık bir insan, her çözüm ve riya-zetle kendisini tedavi etmeli ve kalbini bu pis rezaletten temizlemelidir. Allah korusun eğer bu melekeyle bu dünyadan göçecek olursa, şe-faatçilerin şefaatine uğrayıncaya kadar, zorluklar, baskılar, ateşler ve cezalar altında kalacaktır. Bunlar şefaate vaki olması için dünya ömrü miktarınca uzun sürebilir. Zira o alemde şefaat boş bir şey değildir. Şefaat eden ve şefaat edilen kimse arasında uyumu gerektirir.

                          Bu açıdan tevhit ve velayet nurundan mahrum olanlar, şefaat nuru-na nasil olamaz. Günah ehli olan kimseler de, fazla zulmete bulaşmış-larsa, ancak uzun süre azap gördükten sonra şefaate nail olabilirler.

                          Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ben, bu şefaati büyük günahların ehli için stok ettim.”

                          Kamil arif, Şeyh Şahabadi şöyle buyuruyordu: “Bu hadiste şefaatin stok edildiğinin beyanı, şefaatin son vesile oluşudur. Dolayısıyla uzun bir zaman sonra bu vesileye tevessül etmek mümkündür. Nitekim stok edilen bir şey de çaresizlik ve işin sonunda istifade edilmektedir.”

                          Eğer buna ihtimal bile verecek olursak, bu gaflet uykusundan ve şeytani gururdan ayılmamız için yeterli konumdadır. Bu esas üzere nefsimizi ıslah etmeli ve velilerin (a.s) sevgi ve itaat nurlarıyla kendi-mizi uyumlu kılmalıyız ki onların şefaatine nail olalım. Onların şefaati bizim itaat şefaatimizle çiftleşsin ve onların ruhaniyet cezbesi, bizleri cezp etsin. Doğru yola ulaştıran şüphesiz Allah’tır.



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Dördüncü Bölüm

                            Ateş Alevlendiği Sırada Gazap Kuvvesini Tedavi Etmek

                            Bilmek gerekir ki insan, gazap ateşlerinin insanın göz ve kulaklarını kapatmadığı ve akıl nurlarını söndürmediği nefsin sükunet halinde, insan kendini ıslah etmeye çalışmalıdır. Zira, gazap ateşi alevlendiği zaman onu tedavi etmek mümkün değildir. Lakin alevlendiği zaman da bu yakıcı ateşi söndürmenin geçici bir takım ilaçları vardır ki eğer insan, tümüyle deli ve idraksiz hale gelmemişse bu çözümlere baş vurmalıdır ki, daha fazla şiddetlenmesine ve alevlenmesine engel ol-sun.

                            Bu esnada çözüm, nefsin vazgeçme nedenlerini temin etmesi ve kendi haline teveccüh etmesidir. Böylece işin başında haleti değişebil-sin ve henüz dizginlerini tam koparmadan, kendini tedavi edebilsin. Eğer yapabiliyorsa insan o gazaplandığı yerden dışarı çıkmalı ve ken-disini farklı işlere yönlendirmelidir. Eğer çıkamıyorsa, orada haletini değiştirmelidir. Örneğin, ayakta ise oturmalı ve oturuyorsa uzanmalı, nefsini gazap sebeplerine aykırı işlerle meşgul etmelidir.

                            Kafi’de yer alan bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Eğer şeytanın közü olan gazaptan korkarsanız, yere sarılınız.” (Yani yerinizden ha-reket etmeyiniz). Zira bu esnada şeytanın pisliği ortadan kalkar.

                            Hakeza İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Eğer bir kimse bir topluluğa gazaplanırsa, ayakta durduğu taktirde hemen oturmalıdır ki şeytanın pisliği ondan uzaklaşsın, eğer akrabalarına ga-zaplandıysa, ileri gitmeli ve ona dokunmalıdır. Zira rahim (akrabalık duygusu) dokununca sakinleşir.

                            Ehl-i Sünnet yoluyla da Resulullah’ın (s.a.a) gazap anında şöyle davrandığı nakledilmiştir: “Eğer ayakta duruyorduysa oturuyor ve eğer oturuyorduysa sırt üstü uzanıyordu ki gazabı sakinleşsin.”


                            Eğer insanın gazabı alevlenir, dizginlerini koparır ve şiddetlenirse, başkaları onu tedavi etmelidir. Bu esnada tedavi etmek elbette çok zordur. Bu durumda nasihat fazla etkili değildir. Dolayısıyla korkut-mak veya gazaplanan şahsın çekindiği kimseleri, hazır bulundurmak yoluyla tedavi koyulmalıdır. Zira, insan büyük gördüğü kimsenin önünde zahiren gazaplanmaz ve gazap ateşi sinesinde söner, sadece batında hüzünlenmesine yol açar.

                            Bazen de bu gazap ateşi, insanın içinde boğulunca ister istemez he-lak edici bir takım hastalıklara maruz kalır. Bu açıdan bu esnada ga-zaplanan kimseyi kendi haline bırakmak ve onları pratik çözümlerle geri çevirmek daha uygundur. Aynı zamanda bu çok zor bir iştir.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              Beşinci Bölüm

                              Beyinsizliğin ve Gazabın İfratının Heyecanlandırıcı Sebeplerle Çözümü Hakkında

                              Bunun da bir çok yolları vardır. Biz burada esas teşkil eden önemli çözümlerden birine işaret edeceğiz.

                              Gazabı heyecanlandırıcı sebeplerin en önemlilerinden biri nefsin is-teklerinden biriyle çatışmasıdır. Köpekler, bir leşin etrafına toplandı-ğında çatışma ortaya çıktığı için gazaplanır birbirine saldırırlar. Hz. Ali’den (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Dünya bir leştir, talipleri ise köpeklerdir.” Bu en güzel benzetmelerden biridir. Zira dünya talipleri bu kokmuş leş üzerinde köpekler gibi birbirine saldırmaktadır. Bu açıdan asıl hastalığın bütün hataların başı olan dünya sevgisi olduğunu bilmek gerekir. Dünya sevgisi kalpte yer ettiği müddetçe dünyevi isteklerden birisine karşı konulunca hemen gazap kuvvesi alevlenir, insanın dizginlerini elinden alır, nefse hakim olur, insanı şe-riat ve akıl caddesinden saptırır.

                              O halde, bu kuvveyi temelden çözmek, bu maddeyi kökten söküp atmakla mümkündür. Bu madde ise dünya sevgisidir. Eğer insan, nef-sini bu sevgiden temizlerse, dünya işlerine karşı rahat davranır, mal ve makamını kaybetmekle nefis itminanını kaybetmez, insanda hilim, sa-bır ve itminanın hakikati yer eder, nefsin sebat ve kararlılığı gün git-tikçe artmaya başlar.


                              Bütün fesatların başı olan bu maddeyi nefisten söküp atmak için in-san ne kadar riyazet çekerse çeksin, yerinde ve gerekli bir çabadır ve gerçekten bunun çok büyük bir değeri vardır. Bu maddeyi söküp at-mak için geçmiştekilerin haletini düşünmek ve Kur’an kıssaları üze-rinde tefekkür etmek en iyi çözümdür. Saltanat, azamet, mal ve ma-kam sahibi kimselerin hallerinden ibret almak, onların sınırlı birkaç gün zarfında bu saltanattan istifade ettiğini, sonunda sonsuz pişmanlıklar içinde bu arzularını mezara götürdüklerini ve bir çok günahlara düştüklerini düşünmek, uyanık olan insan için en iyi ders konumunda-dır.

                              Akıllı insan, dünyada yaşacağı zamanı, ve ahiret hayatında bu dün-yevi süslere duyacağı ihtiyaç miktarını, ahiret alemindeki nimetlere olan ihtiyacıyla mukayese etmeli ve dünyevi ve uhrevi hayat için ge-rekli şeyleri elde etme yolunda ciddiyetini bölüştürmeli, farzen yüz yıllık hayatı için ne miktarda çalışması gerektiğini ve sonu olmayan ebedi hayat için ne ölçüde azık temin etmesi gerektiğini göz önüne almalı, ne tür hasletler ve pişmanlıklarla karşılaşacağına dikkatle bakmalıdır.”Asra andolsun ki şüphesiz insan hüsran içindedir.”

                              Allah’a yemin olsun ki, insanın hasarları o kadar büyüktür ki eğer hakikaten bunu bilecek olursa asla yerinde duramaz, zira insan bütün saadet sermayesini kaybetmekle kalmamış, bunları şekavet elde etme yolunda harcamış, ter dökerek ve emek vererek, kendisi için cehen-nemi ve ateşini temin etmiş bulunmaktadır. Dünya hayatında birkaç yıllık ihtiyacı için ebedi hayatı elde etmesi yolunda harcaması gereken tüm vakitlerini kaybetmiş ve birkaç gün sonra kaybedeceği bir yere bağlanmıştır. Dolayısıyla da hasret ve pişmanlık dışında bir nasibi ol-mayacaktır.

                              “Halil gibi ilm’ul-yakine koyul
                              Ben batanları sevmem nidasını yükselt.”


                              İnsan eğer, insanlığın pratik öğretmenleri olan velilerin (a.s) haline dikkatle bakacak olursa, kendi hüsranlarını açıkça görür.

                              Ey Allah’ım! Biz uykudayız, ömrümüzü tümüyle boş yollarda har-cadık, sen bizleri ağır uykudan uyandır, gözümüze doğru yolu göster, kalbimizi bu aldanma yolundan soyutla, bizleri kendinden başkasından kör kıl, kalbimizi cemil cemalinle aydınlat, şüphesiz sen büyük bir ihsan sahibisin.”



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Altıncı Bölüm

                                Hilim Melekesini Elde Etmenin Beyanında

                                Bilmek gerekir ki insan bu dünyada olduğu müddetçe, değişimler ve tasarruflar altında olduğundan her bir melekeyi bir diğeriyle değiş-tirme imkanına sahiptir.”Falan ahlak, fıtridir ve değiştirmek mümkün değildir” sözü temelsiz ve ilmi dayanaktan yoksun bir sözdür.

                                Bu konu felsefe ilminde delille ispat edildiği üzere insanın vicdanla da derkettiği bir husustur. Bunun en büyük şahidi ise, temiz şeriatte bütün bozuk huyların nehyedilmiş olması ve çözümü için yollarının gösterilmiş olmasıdır. Aynı zamanda bütün güzel ahlak da emredilmiş ve bu ahlaka erişmek için bir takım yollar önerilmiştir. Dolayısıyla insan, dünyevi hayatını kaybetmedikçe bunun değerini bilmeli ve saadetin temelleri konumunda olan üstün melekeleri bütün gücüyle ve her türlü riyazetle elde etmeye çalışmalıdır. Nefisten pis melekeleri söktükten sonra da akıl ve rahmanın askerlerinden olan karşıtlarını elde etmek hususunda fedakarlık göstermeli, bundan çekinmemelidir. Sadece kötü ahlaka sahip olmamakla yetinilmemelidir. Zira fesadı söküp atmak, nefsi kemale erdirmek ve ıslah etmek için bir ön şarttır.

                                Zaten amaçlanan, insani saadetin sermayesi ve tevhidi tam kemalin ön hazırlığı olan ruhani kemalleri elde etmektir. Nitekim takva da ba-ğımsız bir şekilde göz önünde bulundurulmamalıdır. Nefsin pis mele-kelerden arınma örneği, eğer takvanın ameli mertebesi göz önünde bu-lundurulacak olursa, takva örneği gibidir. Takva insanın pisliklerden arınması için olduğundan ve bu arınma da amelin kemale ermesine bir ön hazırlık teşkil ettiğinden genel anlamı göz önünde bulunduruldu-ğunda takvanın bir mertebesi olan pis sıfatlardan temizlenmek de üs-tün güzel melekeler olan ruhani melekelere bir ön hazırlıktır. Aynı şe-kilde hakkı terk etmek ve bütün anlamıyla şirkten temizlenmek olan takvanın kamil mertebesi de tevhidin ve hakka yönelmenin hasıl olması için bir ön şarttır. Yaratılıştan amaçlanan hedef de zaten budur. Nitekim kutsi bir hadiste buna şöyle işaret edilmiştir: “Ben gizli bir hazine idim, tanınmayı istedim. Böylece tanınmak için yaratıkları ya-rattım.”


                                Biz daha önce de zikrettiğimiz gibi hak şeriatların esası iki ilahi fıt-rat üzeredir. Onlardan biri, bağımsız ve asildir ve o da Allah’ı isteme-nin esası olan mutlak kemale aşk fıtratıdır, diğeri ise bağımlı ve gölge-seldir. O da genel anlamda takva ve temizlenmenin esası olan noksan-lıklardan nefret etme sıfatıdır. Şeriatın bütün hükümleri –hem kalıbi ve hem de kalbi hükümleri- bu iki sağlam ilahi esas üzere bina edilmiştir.

                                Şimdi de hilim melekesini elde etme yolu olan asıl konumuza dö-nelim.
                                Bilmek gerekir ki beden ve ruh arasında şiddetli bir irtibat söz ko-nusudur. Nitekim yüce felsefe ilminde de ispat edildiği üzere nefis, gayb ve şehadet alemlerine sahiptir. Bu da düşük olduğu halde yüceli-ği ve yüce olduğu halde düşüklüğü ifade etmektedir ve vahdet ile bü-tün kuvveleri ifade etmektedir.


                                O halde bütün zahiri etkiler, ruha ve manevi etkiler de beden mül-küne sirayet etmektedir. Eğer bir kimse hareket ve duruşlarında süku-net içinde olursa ve zahiri amellerinde hilim sahibi kimse gibi davra-nırsa, yavaş yavaş bu zahiri şekil, ruha sirayet eder, ruh ondan etkilenir, aynı şekilde bir müddet öfkesini yener, hilim sahibi olmaya çalışırsa, bu hilim olmaya çalışması, hilim sahibi olmasıyla sonuçlanır ve bu zorla yapılan iş, sonunda nefis için sıradan bir iş haline gelir. Eğer bir müddet insan kendisini bu işe zorlar, tümüyle kendine dikkat eder ve teftişte bulunursa, elbette olumlu sonuçlar elde eder. Nitekim vahiy ehli beytinin (a.s) rivayetlerinde de bu tedavi yolu zikredilmiştir.

                                Nehc’ül-Belağa’dan naklen, Vesail’de Hz. Ali’nin (a.s) şöyle bu-yurduğu yer almıştır: “Eğer hilim sahibi değilsen, hilim sahibi olmaya çalış. Zira kendini bir topluluğa benzeten insanın onlardan olması ümit edilir.” İmam Sadık’tan (a.s) ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Eğer hilim sahibi değilsen de ilim sahibi olmaya çalış.”


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X