Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    Yedinci Bölüm

    Rivayetler Yoluyla Hilim Sıfatının Faziletlerinin Beyanında

    Akıl hasebiyle hilmin faziletleri, belli ve sabittir. Şüphesiz selim akıl sahibi için, bu sıfatın değerli etkileri, apaçık ortadadır. Allah-u Teala’nın Beni İsrail (İsra) suresi, 44. ayette “O, gerçekten halim ve çok bağışlayandır.” buyurması ve Ahzab suresi, 51. ayette de “Allah, herşeyi bilir, halimdir” diye buyurması, bu sıfatın faziletini beyan etmek hususunda yeterlidir. Bu da hilim sıfatının mutlak kemallerden ve varlığın varlık olduğu hasebiyle nitelendiği sıfatlardan biri olan kemali sıfatlardan biridir. Zira felsefede de ispat edildiği üzere Hak Teala’nın sıfatları, mutlak kemallerden ve varlığın varlık hasebiyle ni-telendiği sıfatlardan biridir ve vücudun bu sıfatlarla nitelendirilmesi için riyazi ve tabii bir kabiliyet özgünlüğü söz konusu değildir.
    Bütün kemal sıfatları, rahmanın askerlerindendir. Zira rahman ve hakkın askerleri O’nun gölgesidir. Bir şeyin gölgesi de, gölge sahibine aykırı olamaz. Sadece kemal ve noksanlık farklılığı olan niteliksel bir farklılık içindedir. Kur’an-ı Kerim’de bu irfani ince anlam ve burhani sabit hakikat, “ayet ve nişane” olarak ifade edilmiştir.


    Hakeza Allah-u Teala varlık yurdunun kamil büyüklerinden olan Halil’ur-Rahman İbrahim’i (a.s) da, Hud Suresi, 75. ayette hilim sahibi olarak nitelendirmiştir. “Doğrusu İbrahim; yumuşak huylu, çok içli ve kendisini Allah'a vermiş bir kimseydi.” Allah-u Teala İsmail Zebihullah’ı da hilim sahibi olarak nitelendirmiş ve Saffat suresi, 101. ayette Hz. İbrahim’e müjde makamında şöyle buyurmuştur: “Biz de ona, hilim sahibi bir oğul müjdeledik.” Bütün kemal sıfatları arasın-da Allah-u Teala bu sıfatı seçmiştir ve bu da Hz. İbrahim’in bu sıfata ilgisinin nihayetini veya Hak Teala’nın ilgisinin nihayetini veya her ikisinin tam inayetini göstermektedir. Velhasıl bu da bu değerli mele-kenin seçkinliğini ispat etmektedir.
    Rivayetlerde de bu değerli sıfat, hakkıyla taktir edilmiştir. Kafi’de yer aldığına göre ise İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, hilim ve haya sahibi kimseyi sever.”


    Bir başka rivayette ise Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüp-hesiz Allah, haya, hilim, iffet ve namuslu kimseyi sever.” Muhabbet ve marifet ehli nezdinde bu övgü, övgülerin en yücesidir. Zira, onlar nezdinde ilahi muhabbet hiçbir şeyle mukayese edilemez ve hiçbir şeye denk düşemez. Şeyh Bahai’nin (r.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Allah sevdiği kimseyi, kendisiyle görüşmekten mahrum etmez, onu vuslatına eriştirir ve bu da bu güzel sıfat için yeterli bir özelliktir. Bunlar marifet ehli ve uyanık bir gönül sahibi kimseler için, yeterli bir özelliktir.”

    Vesail’de Şeyh Seduk’tan (r.a), onun da kendi senediyle İmam Sa-dık’tan, onun da Resulullah’tan, Hz. Ali’ye vasiyet ederken şöyle bu-yurduğu yer almıştır: “Ey Ali! Sizlere ahlak hususunda bana en çok benziyeninizi haber vereyim mi?” Hz. Ali, “evet, ey Resulullah” diye arzedince Peygamber şöyle buyurdu: “Ahlak hususunda en güzeliniz, hilim hakkında en büyüğünüz, akrabalarına en iyi davrananlarınız ve kendisine karşı en çok insaflı olanlarınızdır.”


    Şeyh Seduk Hisal adlı kitabında kendi senediyle İmam Sadık’tan, o da babasından, o da ceddinden ve o da Ali b. Ebi Talib’den naklettiği-ne göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Hiçbir şey, hilim ile ilmin birleşmesinden daha üstün bir şekilde başka bir şeyle bir araya gel-memiştir.”
    Bu konuda muteber kitaplarda bir çok rivayetler mevcuttur ve o ki-taplara müracaat etmek gerekir.

    Bilmek gerekir ki yirminci maksadın üçüncü bölümünde hilmin fıtri oluşu, akıl ve rahmanın askerlerinden biri oluşu, beyinsizliğin yoğ-rulmuş fıtrata aykırı oluşu ve beyinsizliğin İblis ve cehaletin askerle-rinden biri olduğu konusu açıklığa kavuştuğu için biz burada ayrıca bir bilgi vermeye ihtiyaç duymadık.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Yirmi Birinci Maksat

      Susma ve Zıddı Olan Gevezelik Hakkında

      Burada da dört bölüm vardır:

      Birinci Bölüm

      Susmanın Faydalarının Beyanı Hakkında

      “Semt” kelimesi sükut ve sessizlikten ibarettir. Lakin burada maksat, mutlak sükut ve sessizlik değildir. Zira mutlak sükut aklın as-kerlerinden biri değildir ve sözden daha üstün sayılmamaktadır. Aksi-ne söz kendi yerinde sükuttan daha üstündür. Zira söz ve konuşmak ile marifetler ve dini hakikatler yayılmakta, şeriatın adap ve öğretileri ge-nişlemektedir. Allah-u Teala da tekellüm ile nitelendirilmiştir. (Müte-kellim sıfatına sahiptir. ) Allah-u Teala’nın güzel sıfatlarından biri de mütekellimdir. Bu açıdan bu rivayette sükutun karşılığı olarak tekellüm karar kılınmamıştır. Aksine “hezer” karşıt kılınmıştır ki hezer de hezeyandan ve anlamsız ve faydasız şeyden konuşmaktan ibarettir.


      O halde aklın askerlerinden biri olan ve şeriat ile akılda övülmüş olan şey, boş konuşmaktan ve hezeyanlardan sükut etmektir. Elbette bu sükut dili batıl şeyler konuşmaktan korumaktır ve bu sükut, insani kemallerden ve faziletlerden biridir. Hatta dilini korumak, bu isyankar yılanı iradesi altına almak, sanatkarlıkların en büyüğüdür ve bu hususta başarılı olan çok az insan vardır. Eğer bir kimse bu kudreti elde edecek olursa, bir çok zarar ve tehlikelerden korunmuş olur. Zira dilin bir çok afetleri ve tehlikeleri vardır. Bazıları bunun için yaklaşık yirmi afet zikretmiştir. Belki de dilin tehlikeleri ondan daha fazladır.

      Özetle, söz ve kelam vücudun kemallerinden biridir ve bir çok ke-mallerin kökeni konumundadır. Bu söz ve kelam olmadığı taktirde marifetler kapısı kapanmaktadır. Allah-u Teala da Rahman suresinde söz ve beyanı överek şöyle buyurmuştur: “Rahmân Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” Bu ayette beyan ve ko-nuşmayı öğretmek, insan türüne verilen ihsanlar makamında diğer ni-metlerden öncelikli zikredilmiştir. Dolayısıyla dilin afetlerinden gü-vende olmak, mümkün olmadığından ve de dili kontrol altına almanın, en zor işlerden sayılmasından dolayı sükut, söz ve konuşmaya tercih edilmektedir.


      Riyazet ehli kimseler, sükutu kendilerine kesin bir görev saymak-tadırlar. Nitekim halvet etmeye de bu yüzden önem vermektedirler. Elbette marifet ehli kimseler, bilginler, hal ve riyazet ehli olanlar ile muaşerette bulunmanın bir çok faydaları vardır. Uzlette ise bir çok ilim ve marifetlerden mahrumiyet vardır. Özellikle de en üstün itaatlerden ve yakınlıklardan biri olan Allah’ın yaratıklarına hizmet de tür olarak muaşeretle elde edilmektedir. Lakin muaşeretin bir çok afetleri vardır ve insan tür olarak kendini bu afetlerden koruyamamaktadır. Riyazet ehlinin büyükleri de bu yüzden uzlete çekilmeyi, muaşerette bulunmaya tercih etmişlerdir.

      Hak şudur ki insan, işin başında öğrenme ve istifade etme maka-mındayken, alimler ve fazilet sahibi kimselerle muaşerette bulunmalı-dır. Ama, muaşret şartlarına riayet etmeli ve muaşerette bulunduğu kimselerin ahlak ve hallerini incelemelidir. Seyr-u sulukun başlarında, ortalarında ve nihayetlerinin ilk anlarında da hal ehlinden büyüklerden istifade etmelidir. Dolayısıyla da muaşerette bulunmaya mecburdur. Ama nihayete erişince bir müddet kendi haline bakmalı, Hak Teala ile meşgul olmalı ve Hak Teala’yı zikretmelidir. Eğer bu zamanlarda Hak ile halvet, muaşeret ile bir araya gelemiyorsa o zaman uzlete çekilme-lidir ki yüce melekut aleminden kendine layık kemaller kendisine ine-bilsin. Ama kendinde itminan, istikrar ve istikamet haletini görünce ve nefsani haletler ile İblisi vesveselerden güvende olunca, insanları irşad etmek, talim ve terbiyede bulunmak, kendi türlerine hizmette bulun-mak için muaşerette bulunmalı, kendisini hazırlamalı ve mümkün ol-duğu kadar, Allah’ın kullarına hizmetten geri kalmamalıdır.

      Aynı şekilde bu sessizlik, sükut, konuşma ve irşad hakkında genel bir emirdir ki henüz öğrenci olduğu ilk anlarda inceleme, ders okuma ve öğrenmekle meşgul olmalıdır. Ama boş ve batıl konuşmalardan sa-kınmalıdır, kemale erdiği zaman da tefekkür ve tedebbür ile meşgul olmalıdır. Dilini Hak Teala’dan gayrisini zikretmekten alı koymalıdır ki melekuti feyizler kalbine aksın, vücudu hakkani olunca ve böylece sözlerinden güvende olunca da konuşmalı, insanların terbiye, eğitim ve yardımıyla meşgul olmalıdır. Bir an olsun insanlara hizmetten geri kalmamalıdır ki Allah-u Teala da ondan razı olsun, onu terbiye edici kulları arasında karar kılsın, irşad ve eğitim elbisesini bedenine giydir-sin, eğer bu arada bir noksanlık olursa da bu hizmet vasıtasıyla Allah-u Teala bunu telafi etsin.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        İkinci Bölüm

        Boş Konuşma, Hezeyan ve Batıl, Faydasız Sözlerle Meşguliyetin Zararlarının Beyanında


        Defalarca zikredildiği gibi ruh ve melekuti batının zahir ve nefsin mülki kuvveleriyle ilişkisi o kadar sıkıdır ki zahir ve batından her biri diğerinden etkilenmektedir. Her birinin kemal, noksanlık, sıhhat ve fe-sadı diğerine sirayet etmektedir.

        Nitekim kamil ve salim ruh, selamet ve kemalini mülki kuvveler penceresinden ortaya koymaktadır. Tıpkı zahir ve batın arasındaki ilişkilerden ibaret olan çatlaklarından tatlı suyu dışarıya akıtan bir tes-tiye benzemektedir. “De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar.” Aynı şekilde yüzünde çaresizliğin okunduğu şeytanın ta-sarrufu altında fıtri kemal ve saadetini kaybeden ve üstü örtülerle örtü-len nakıs ve hasta ruh da melekut ve mülk ilişkileri olan kuvvelerinin aralarından Allah’ın renginin karşıtı olan şeytani rengini ortaya çıkarır. Mülkü kuvvelerin zahirini kendi şekline büründürür ve tıpkı bir testi gibi acı, tuzlu ve tatsız sularını, batınından, ilişkilerden ibaret olan bu yarıklar vasıtasıyla zahir kılar.


        Bir nefsin, ruhaniyetinin tutucu kuvvesinin güçlü ve sakınma bün-yesinin baskın olması, ruhunun sırlarından haberdar olunmaya izin vermemesi, oldukça nadir görülmektedir. Bu korunma, tabiata aykırı olduğu için mecburen bir gün dünyada veya nefsin tabii haletinden çıktığı saatlerde ya daha çok görüldüğü gibi şiddetli gazap vasıtasıyla yada bu tutuculuğu daha az bozan şehvet galebesiyle ortadan kalk-maktadır.
        Eğer dünyada bir takım olaylar veya nefsin tutucu kuvvetinin şid-deti vasıtasıyla ruhi özellikler ortaya çıkmasa bile hakikatlerin ve sır-ların ortaya çıktığı ahiret gününde nefsin kudreti, tabiata aykırı olan tutucu gücüne galebe eder ve böylece batında olan şey zahir ve gizlide olan şey açığa çıkar. Bu artık dünyadaki gibi sızma şeklinde değildir. Aksine neden ve sonuç esasına ve de birine bağlanan ruhun iradesi esasına dayalıdır. “O gün işler son derece zorlaşır. Hakeza: “O gün, sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır .”


        Artık orada sakınmak ve izhar etmekten çekinmek mümkün değil-dir. Orada bütün ruhi haletler ortaya çıkar, bütün sırlar ifşa olur, hem iyilikler zahir olur, hem de kötülükler ortaya çıkar, suretler ve melekuti şekiller, melekuti türler için şekillenir, dünyada vaki olan ve tabiatın uyum göstermediği ve tabiatın isyan ettiği melekuti dejenere, orada hakikatiyle zahir olur.

        Bu zikredilenler batın ve sırrın zahir ve açığa sirayetinin hükümle-riydi.


        Aynı şekilde bu ruh ve zahiri kuvveler, ameller ve zahiri haller ara-sındaki ilişki vasıtasıyla ruhta bir çok açık etkiler ortaya çıkmaktadır. İyi ve kötü, güzel ve çirkin ameller vasıtasıyla da güzel ve üstün me-lekeler, veya kötü ve çirkin melekeler ortaya çıkmaktadır. Batılın teş-kili ve melekuti yenilenme ortamı hasıl olmaktadır. Zikir ve amellerin sürekli tekrarlanması da bütün melekelerin ruh ve melekutta ortaya çıkması içindir ki, bu halet amel, zikir ve fikrin tekrarıyla hasıl olmak-tadır.

        Çirkin ve kötü ameller, nefiste çok şiddetli etkiler bıraktığı için –tür olarak lezzet ve şehvetle mutabık olduğundan ve de kalp huzuru ve nefis teveccühü üzere yerine getirildiğinden dolayı- ilahi şeriatlerde şiddetle kınanmış ve bütün herkesin bunu terk etmesi istenmiştir. La-kin güzel amellerde, zikir ve amelin güzelliklerinde tür olarak bir veya birkaç kişinin yerine getirilmesiyle iktifa edilmemiş ve tekrarı isten-miştir. Zira onların ruhtaki etkisi oldukça yavaş ve azdır. Şehvet ve nefsani lezzetlere aykırı olduğundan tür olarak rağbetsizlik ve nefsin yüz çevirmesi esasınca yerine getirilmektedir ve onlarda kalp huzuru ve ruh yönelişi yoktur. Dolayısıyla da ruh ve batındaki etkisi çok azdır. Nefsin melekutu onlardan çok az etkilenmektedir. Onların ruhu etki-lemesi için, bir çok adap ve şartlar taktir edilmiştir ki biz onlardan ba-zısını Adab’us-Salat kitabında açıklamış bulunmaktayız.


        Buraya kadar yaptığımız açıklamalar, güzel ve kötü fiillerin iyi veya kötü etkilerinin genel boyutu ile ilgiliydi.
        Ama boş sözler ve çirkin kelimeler hakkında da bilmek gerekir ki bunların ruh haletine büyük zararı vardır. Nefsi sefa ve salahtan, esen-lik, vakar, itminan ve sükunetten ayrı düşürmektedir. Kalbin bulanık-lığına, katılaşmasına, gafletine ve yüz çevirişine neden olmaktadır. Al-lah’ın zikrini gözden düşürmekte, ibadet ve zikrullahın tadını damak-tan almakta, imanı zayıf kılmakta, kalbi öldürmekte, bir çok hata ve sürçmelere neden olmakta, pişmanlıklar oluşturmakta, dostlar arasında kırgınlık, insanlık arasında düşmanlık icad etmekte, insanları birbirine kötümser kılmakta ve birbirinin gözünden düşürmekte, itminan ve gü-veni ortadan kaldırmakta ve adamı insanların gözünde değersiz kıl-maktadır. Elbette bunlar da sözünden dolayı çeşitli dilsel günahların ortaya çıkmadığı taktirdedir. İnsanın boş ve batıl şeylerle uğraştığı ve dillerini sahih ölçüler altına almadığı müddetçe günahlardan korunması ve sonuna kadar da bu boş konuşmayı sürdürmesi çok az görülmek-tedir. Bu açıdan sükut hakkında bir çok tavsiyelerde bulunulmuştur.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Üçüncü Bölüm

          Rivayetlerde Susmanın Faziletleri ve Hezeyanın Ayıpları Hak-kında

          Bu konuda da bir çok hadis-i şerifler vardır. Bu konuda rivayet-i şerifeler buraya sığmayacak kadar oldukça çoktur ve biz bunlardan bir kaçını zikretmekle yetiniyoruz.

          Vesail’de Şeyh Tusi’nin Mecalis kitabından naklen Resulullah’ın Ebuzer’e yaptığı vasiyetlerinde şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ey Ebuzer! Güzel söz, sükuttan daha iyidir ve sükut ise kötü sözden daha iyidir. Ey Ebuzer! Fazla konuşmayı terk et, ihtiyacın olduğu kadar ko-nuşmak sana yater. Ey Ebuzer! İnsana her işittiğini nakletmesi yalan olarak yeter. Ey Ebuzer! Hiçbir şey dilden daha çok uzun süre hapse-dilmeye layık değildir. Ey Ebuzer! Allah her konuşanın dilinin yanın-dadır. O halde, insan Allah’tan korkmalı ve ne söylediğini bilmeli-dir.”


          Hz. Ali (a.s) ise Nehc’ül-Belağa’da şöyle buyurmuştur: “Hikmetli sözler söylemekten sessiz kalmakta hayır yoktur. Aynı şekilde cehalet üzere konuşmakta da hayır yoktur.”

          Hakeza şöyle buyurmuştur: “Çok konuşanın, hatası çok olur; hatası çok olanın, hayâsı azalır; hayâsı az olanın takvası (günahlardan çekinmesi) azalır; takvası azalanın, kalbi ölür; kalbi ölen ise ateşe gi-rer.”

          Hakeza şöyle buyurmuştur: “Dil yırtıcıdır; serbest bırakılırsa ısı-rır.”
          Hakeza şöyle buyurmuştur: Akıl kamil olduğunda söz azalır.


          Hz. Ali (a.s) oğlu Muhammed b. Hanefiye’ye yaptığı vasiyetinde ise şöyle buyurmuştur: “Allah sözden daha güzel ve aynı zamanda da-ha çirkin bir şey yaratmamıştır. Yüzler sözle aklanır ve sözle kararır Bil ki konuşmadıkça söz senin esirindir. Ama konuşunca sen sözünün esiri olursun. O halde altın ve paranı sakladığın gibi dilini koru ve gizle. Şüphesiz dil kuduz köpek gibidir. Salıverirsen ısırır. Nice kelime vardır ki nimeti ortadan kaldırır.Kim dilini salıverirse, dili kendisini her türlü rezalete ve istenmeyen şeye doğru sürükler. Böyle olunca da hiçbir zaman dilinden dolayı Allah’ın gazabı ve insanların kınamsından kurtulamaz.” Hakeza şöyle buyurmuştur: “Dilini koruyan kimsenin Allah da ayıplarını örter.”


          Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Allah’ın zikrinden başka fazla söz konuşmayın. Zira Allah’ın zikrinden başka söz konuşmak, kalbi katılaştırır. Şüphesiz insanlardan Allah’a en uzak olanı, kalbi katı olandır.”

          İhticac-i Tebersi’de yer aldığına göre İmam Seccad’a (a.s), “Söz ve sükuttan hangisi daha üstündür?” diye sorulunca şöyle buyurduğu yer almıştır: “Onlardan her biri için bir takım afetler vardır. İnsan bun-ların afetlerinden uzak olduğu taktirde konuşmak, sükuttan daha üs-tündür.” Kendisine, “nasıl böyle olabilir?” diye sorulunca şöyle bu-yurmuştur: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah, peygamberleri ve vasileri sükut için göndermemiştir. Aksine onları kelam ve beyan ile gön-dermiştir. Dolayısıyla da sükut ile insan, cennete hak kazanmaz ve velayetullah da sükut ile elde edilmez, sükutla ateşten korunulmaz ve sükutla Allah’ın gazabından sakınmak mümkün değildir. Bütün bunlar kelamla hasıl olmaktadır.”




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            Dördüncü Bölüm

            Sükutun Hadiste Yer Aldığı Anlamıyla Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerinden, Gevezelik ve Hezeyan ise Ce-haletin ve İblis’in Askerlerinden vede Örtülü Fıtrattandır

            Bu kitapta da zikredildiği gibi insan iki fıtrata sahiptir. Bu fıtratlar-dan biri asil fıtrattır ve o da mutlak kemale aşk fıtratıdır ve mutlak kemal de yüce Allah’tır. Diğeri ise bağımlı fıtrattır. Bu fıtrat da nok-sanlıklardan nefret etme fıtratıdır ve noksanlık da Allah’tan gayrisi ve ayrısıyla ilgilidir. İnsana bu iki konuda yardım eden her şey fıtratın gereklerinden ve onunla ilgili hususlardandır.

            Sükut insanı, boş konuşmaktan, hezeyandan alı koymakta, insanı batın ile meşguliyete ve tefekküre yönlendirmekte, bu pisliklerden tas-fiye etmekte, fıtrat aşkının konusu olan kemal noktasına yakınlaştır-makta ve de yoldaki tüm engelleri ortadan kaldırmaktadır. Bu açıdan sükut, yoğrulmuş fıtratın gereklerinden, akıl ve rahmanın askerlerinden biridir.


            Hezeyan, boş ve batıl konuşma ise insanı mutlak kemalden uzaklaşatırmakta, tabiat ve hükümlerine yakınlaştırmakta ve de fıtra-tından nefret ettiği bir husus sayılmaktadır. Aynı zamanda kemal kay-nağından örtülmesine vasıta olmaktadır. Nefis kendi asıl fıtratından örtülü olur, tabiat ve arzularına ilişecek olursa bu durumda örtülme, boş ve batıl şeylere yalancı bir sevgi doğurur. Tıpkı hastanın zararlı yiyeceklere karşı duyduğu yalancı iştah gibi. İnsan bu örtülmeden sıy-rılınca da bu halde doğal ilgisine konu olan şeylerin fıtratın nefret etti-ği şey olduğunu anlar. Dolayısıyla da nefret edilen, zikir, fikir, sessizlik ve halvet, fıtratın sevdiği hususlardır.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              Yirmi İkinci Maksat

              Boyun Eğmek ve Bunun Zıddı Olan Böbürlenmek Hakkında

              Burada iki bölüm vardır:

              Birinci Bölüm

              Boyun Eğmek ve Böbürlenmenin Anlamı

              “İstislam” kelimesi, hakka ve hakikate itaat etmek ve boyun eğmek anlamındadır. İstikbar ise, büyüklenmek, isyan etmek, itaatsizlik göstermektir.

              Bilmek gerekir ki insani kalp, afet ve ayıplardan esenlikte olursa, Hak Teala’yı salim bir fıtrat ile derk eder. Derk ettikten sonra da teslim olur, teslim olduğu zaman da suri ve zahiri amellerde boyun eğer. Daha sonra salim bir kalpten teslimiyet hasıl olur, kalbi teslimiyetten ise zahiri boyun eğme hasıl olur ve bu da “istislam” kelimesinin anlamıdır.

              Nitekim kalp eğer ayıplı olur, bencilliğe bürünürse, onda kibir or-taya çıkar ve bu kibir de nefsani bir halet olup kendini diğerlerinden üstün görmek anlamındadır. Eğer bu nefsani halet üzere davranır, za-hirde Allah’ın kullarına karşı büyüklük taslarsa, “tekebbür etti” denir. Eğer bu nefsani kibir üzere isyan edecek olursa, “istikbarda bulundu” denir. Dolayısıyla istikbar, kibirden kaynaklanan itaatsilziktir ve de Batıni teslimden kaynaklanan zahiri boyun eğme olan “istislam”ın karşıtıdır. Dolayısıyla her boyun eğme istislam ve her isyan da istikbar değildir.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                İkinci Bölüm

                Boyun Eğmek Aklın Askerlerinden, İstikbar ise Cehaletin As-kerlerinden Biridir

                Önceki bölümdeki bilgilerden anlaşıldığı üzere istislam (boyun eğme) yoğrulmuş fıtratın gereklerinden ve aklın askerlerinden biridir. İstikbar ise örtülü fıtratın gereklerinden ve cehaletin askerlerinden bi-ridir. Zira insan, asil ve salim olan ilahi hediyelerden sayılan ve haki-katte yaratılışın mayası olan asil fıtratında baki kaldıkça nefsani ayıp-lara, afetlere, örtülmeye ve ruhsal bulanıklıklara bulaşmadıça bu selim fıtrat üzere Hak Teala’yı derk eder ve Hak Teala’ya karşı bir sevgi duyar. Dolayısıyla fıtratı gereği onun karşısında tevazu gösterir ve tes-lim olur. Teslim olunca da kendisi için “istislam” boyun eğme haleti ortaya çıkar.

                Bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminler, ko-laylaştırıcı ve yumuşak huyludurlar. Bağlanınca boyun eğerler ve bir taşın üzerinde uyutulunca uyur ve sakin olurlar.”

                Kolaylaştırıcı ve yumuşak olmak, boyun eğmek ve Hak Teala kar-şısında teslim olmak, müminlerin sıfatlarındandır. Eğer onlara bu halet zorla yüklense dahi yine de boyun eğerler. Mümin kandırıldığı zaman, kandırılmış gibi davranır.” Mümin hatta, hile karşısında bile aldandı-ğını göstermeye çalışır.


                Özetle insani fıtrat, hakkı kabul ettiği için kendisine istislam haleti hasıl olur. Fıtrat örtüldüğünde, bencilleştiğinde ve tabiat etkileri altına girdiğinde de hak ve hakikatten kaçar, kasavet ve katılık içine girer, neticede istikbara yönelir, Hak Teala’ya isyan eder. O halde anlaşıldığı üzere “istislam” akıl ve Rahman’ın askerlerinden biri ve yoğrulmuş fıtratın gereklerindendir. “İstikbar” ise cehalet ve şeytanın askerlerin-den biri ve örtülü fıtratın gereklerindendir.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  Yirmi Üçüncü Maksat

                  Teslimiyet ve Zıddı Olan Şek Hakkında

                  Burada da üç bölüm vardır:

                  Birinci Bölüm

                  Teslim ve Şekkin Anlamı Hakkında

                  Önceki bölümden anlaşıldığı üzere teslim, nefsin ayıplardan ve pis melekelerden arınmasından sonra, batıni boyun eğme ve Hak Teala karşısında kalbi inançtan ibarettir. Kalp salim olunca, Hak Teala’ya teslim olur.

                  Bunun karşısında ise şek ve Hak Teala karşısında teslim olmamak haleti vardır. Hakkı kabul etmemek ve Hak Teala’ya teslim olmamak, nefsin örtülmesinden, batıni ayıplardan ve kalbi hastalıktandır.

                  Bazı araştırmacılar şöyle demişlerdir: “Teslimiyetin karşıtı olarak inkarın değil de şekkin karar kılınması bütün işlerde kesin hükmün akla ait oluşudur. Zira kesin hükmün, vehmani (kuruntusal) nefislerle hiçbir hususta ilgisi yoktur. Zira onlar, sadece şek ile ilgilidir, teslimiyetten maksat ise bütün şeylerde onaylamak olduğu için karşıtı da şek karar kılınmıştır.

                  Bu söz tartışılabilir bir sözdür. Zira vehmani nefisler, bütün işlerde şek etmemektedirler. Hatta bazen aksine kesin inanç elde etmekte, ba-zen inkar etmekte, yalanlamakta ve reddetmektedir.


                  Hakka teslim olmamak, tür olarak şek ile birlikte olduğu için bu açıdan karşıt karar kılınmış olması da mümkündür. Belki de şekten maksat, yakinin zıddıdır. Nitekim lugat alimleri de bunu açık bir şe-kilde belirtmişlerdir. Yakinin karşıtından maksat ise, terdit haleti olan yaygın şekten daha genel bir anlamdır.


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    İkinci Bölüm

                    Teslimiyetin Faydalarının Beyanında

                    “Teslim” müminlerin güzel sıfatlarından biridir. Müminler bu sıfat vasıtasıyla ilahi marifetleri ve manevi makamları elde etmektedirler. Hak Teala ve evliyaları karşısında teslim olmak, onlar karşısında iti-razda bulunmamak ve onların adımıyla melekuti seyre koyulmak, in-sanı daha çabuk hedefe ulaştırmaktadır. Bu açıdan bazı ariflerin dedi-ğine göre, müminler hedefe hikmet sahiplerinden daha yakındırlar. Zi-ra onlar, peygamberlerin izinden yürümektedirler. Hikmet sahipleri ise fikir ve akıllarıyla seyretmek istemektedirler. Elbette ilahi hidayete tabi olan bir kimse, yolların en yakını olan doğru yoldan hedefe ulaşır. Onun için hiçbir tehlike söz konusu değildir. Lakin kendi adımıyla seyreden bir insan, çoğu defa helak yoluna koyulur ve yolunu şaşırır.


                    İnsan usta bir doktor bulmak için çalışmalıdır, kamil bir doktor bulduğu zaman da sorgusuz sualsiz yazdığı reçeteye teslim olmaz ve aklıyla kendini tedavi etmek isterse, çoğu defa helak olur.

                    Melekuti seyirde insan, yol hidayetçisini bulmak için çaba göster-melidir. Hidayetçi insanı bulduğu zaman da ona teslim olmalıdır. Seyr-u suluk hususunda onu takip etmelidir ve izinden yürümelidir.


                    Resulullah’ı (s.a.a) yol hidayetçisi olarak bulduğumuz ve onun bü-tün marifetlere bağlandığını kabullendiğimiz için, melekuti seyir nok-tasında da sorgusuz sualsiz ona tabi olmalıyız.

                    Eğer hükümlerin felsefesini, nakıs aklımızla derk etmeye çalışırsak, doğru yoldan sapar ve daimi helake sürükleniriz. Tıpkı doktorun reçe-tesinin sırrından haberdar olmak ve ondan sonra ilacı kullanmak iste-yen bir hastaya benzeriz. Böyle bir hasta ise, asla esenlik yüzü göre-mez. Zira reçetenin sırrını öğreninceye kadar tedavi vakti geçmiş olur ve kendini helak etmeye sürükler.


                    Biz hastalar ve yolunu kaybetmiş kimseler de kalbi hastalıklarımızı ve melekuti seyir reçetelerimizi hidayet yolunun hidayetçilerinden ve nefis doktorlarından ve ruh tabiblerinden elde etmeliyiz. Nakıs fikirle-rimizi ve zayıf görüşlerimizi kullanmadan o reçete esasınca amel et-meliyiz ki, tevhit sırlarına erişmekten ibaret olan hedefimize erişmiş olalım. Belki de Hak Teala’nın mukaddes dergahına teslim olmak, ruhsal hastalıkları tedavi eden metotlardan biridir ve nefse sefa bağış-lamakta ve batının nuraniyetini gün gittikçe artırmaktadır.

                    Kur’an-ı Kerim’de Nisa suresi, 65. ayette şöyle buyurmuştur: “Ha-yır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sı-kıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”


                    İnsan, ilahi belirli hükümlerde teslimiyet içinde olduğu taktirde in-sani ruhun damağında imanın tadı hasıl olur. Öyle ki göğsünde de bu konuda bir darlık hasıl olmaz. Açık bir yüz ve çehreyle onu karşılar.

                    Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “İmanın dört rüknü vardır: Allah’a tevekkül etmek, işi Allah’a havale etmek, Allah’ın kaza ve kaderinden hoşnut olmak ve münezzeh olan Allah-u Teala’nın emrine teslim olmak” İmanın bu dört esaslarına sahip olmayan bir kimsenin imanı yoktur ve Allah’a iman hakikatinden mahrum durumdadır.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      Üçüncü Bölüm

                      Teslimiyet, Akıl ve Rahmanın Askerlerinden Biri ve Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerindendir, Bunun Zıddı İse Cehalet Askerlerinden ve Örtülü Fıtratın Gereklerindendir


                      Bilmek gerekir ki bencillik fıtratullah’a aykırıdır. Zira fıtrat, Allah’ı istemek ve sadece Allah’ı görmek esası üzerinde yoğrulmuştur. Al-lah’tan gayrisinden ve gayrisine itaatten nefret etmektedir. Nitekim bunu daha önce de açıkladık.

                      Fıtrat, asıl haleti üzere olduğu ve de tabiat örtülerine bürünmediği müddetçe işlerde kendi başına hareket etmez, nefsani renge bürünmez ve fıtrat esenliği vasıtasıyla Hakka teslim olur. Böylece kalbinin örneği bir ayna örneğine benzer ki, nurani boyutu hakka yönelir, böylece gayb aleminden bu aynaya yansıyan her şey, eksiksiz ve tasarrufsuz bir şekilde bu aynada belirir. Gaybi feyizlere teslimiyet, öyle bir şekle bürünür ki, kendisini tümüyle kaybeder. Eğer bu kalbi halet kemale ulaşır ve batında yer edecek olursa, mutlak fena haleti hasıl olur ve tümel kendinden geçiş haletine bürünür.


                      Bazen de rahmani özel inayetler vasıtasıyla, eğer Allah-u Teala onu talep ve muhabbet ehli olarak görür, bencillik ve nefsaniyet adımından dışarı bulursa, bir cilve ve cezve sayesinde onu mutlak fenaya ulaştırır. Nitekim bu makam, Musa Kelim için de hasıl olmuştur. “Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü.” O halde eğer ortada bir noksanlık olsa da, ilahi özel inayet sebebiyle hasıl olan bu rahmani cilve sayesinde ortadan kalkar ve teslimiyetin bu makamı tevekkül ve Allah’ın kazasına rızayet makamından daha üstündür. Nitekim bu apaçık bilinen bir geçektir. O halde bilindiği gibi teslimiyet, yoğrulmuş fıtrattan, akıl ve rahmanın askerlerinden biridir. Nitekim onun zıddı olan şek de red, yalanlama ve inkar anlamlarını ta-şıyan genel anlamıyla cehaletin askerlerinden biridir ve yoğrulmuş fıt-rata aykırıdır. Bunun sebebi de fıtratın tabiat, bencillik, başına buyruk-luk ve enaniyet örtüleriyle örtülmesindendir ki bütün bunlar da ilahi fıtrata aykırıdır.

                      Burada ismet ve vahiy ehli beytinden birkaç hadis zikrederek bu sayfaları nurlandırmak daha da uygundur.
                      Kafi’de yer aldığına göre, Sufyan b. Uyeyne şöyle demiştir: “İmam Sadık’a (a.s) Allah-u Teala’nın “Ancak Allah'a kalb-i selimle gelmiş olan başka” ayetinin anlamını sordum. İmam şöyle buyurdu: “Selim olan kalp, Allah ile mülakat eden ve içinde Allah’tan başka hiçbir şeyin bulunmadığı kalptir.” İmam daha sonra şöyle buyrudu: “İçinde şirk veya şek olan bir kalp, helak olmuş bir kalptir. Allah-u Teala dünyada zühd üzere yaşamakla insanların kalbini ahirete yönelmesini istemiştir.”


                      Selim kalp, içinde Allah’tan başkasının olmadığı şek ve şirkten halis bir kalptir. Allah’ın veli kullarının önemle tavsiye ettiği dünyadan yüz çevirmek de kalplerin dünyadan uzaklaşması ve likaullah makamının hakikati olan ahiret için hazırlanması içindir. Hatta bütün şeriatler, dinler, bütün hükümler, ahlak, muamelat, açık hükümler, ilk ve son hükümler ve riyazetler, likaullahın hasıl olmasının temini içindir ve bu her şeyin asıl hedefidir. Kamil hakikate teslim olmak bütün bu anlamların kefili olabilir.

                      Bütün şek ve şirkler, insanın ruhunu Hak Teala olan mutlak veliye teslim etmemesinden kaynaklanmaktadır. Eğer ruh teslim olursa, bütün vücut memleketi teslim olur. Dolayısıyla zahiri organlar ve mülki kuvveler de teslim olur. Onların teslim olması ise, insanın bencilliğin-den dolayı, harekete geçmemesi ve sükunete ermemesidir. Onların da-ralma ve genişlemesinin Hak Teala’nın iradesi altında olması ve de nafilelerin yakınlık örneğinin onda vücuda gelmesidir.”Ben onun du-yan kulağı ve gören gözü olurum.”

                      Mutlak teslimiyetin karşısında ise şek ve tezelzül hali vardır. Bunun da bazı mertebeleri vardır. Bazı meretbeleri açık şek ve bazı mer-tebeleri gizli şek, bazı mertebeleri ise en gizli şek olarak adlandırıl-maktadır. Açık şek, açık ve zahiri inançlarda tezelzüldür. Gizli şek ise marifetler ile tevhit, tecrid ve tefrid sırları hakkında tezelzül içinde olmaktır. En gizli şek ise, renkten renge girme ve mezkur makamlarda sebat göstermeme haletidir.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        Yirmi Dördüncü Maksat

                        Sabır ve Zıddı Olan Tahammülsüzlük Hakkında

                        Burada beş bölüm vardır:

                        Birinci Bölüm

                        Sabır ve Tahammülsüzlüğün Anlamı

                        Sabrın çeşitli anlamları vardır. Biz bunlardan bazısını zikretmekle yetineceğiz. Araştırmacı arif Hace Ensari şöyle diyor: “Sabır, batında tahammülsüzlük olduğu halde, şikayet etmekten nefsi alıkoymaktır.” O halde, bu tarif üzere batıni tahammülsüzlüğünü izhar etmemek ve tatsızlıklardan şikayet etmemek, sabırdan ibarettir. Hikmet sahibi Hace Tusi’nin (r.a), yaptığı tanım da buna yakın bir tanımdır.

                        O halde sabır, iki esastan oluşmaktadır. Birincisi, batında uğradığı tatsızlıklardan şikayette bulunmak, diğeri ise bu şikayet ve tahamülsüzlüğünü izhar etmemektir.


                        Şeyh Arif Abdurrezak Kaşani şöyle diyor: “Şikayetten maksat, Hak Teala’dan başkasına şikayettir. Hak Teala’ya şikayette bulunmak ise sabra aykırı değildir. Nitekim Eyyub (a.s) da Allah’a şöyle şikayette bulunmuştur: “Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdi.” Bu esas üzere Allah-u Teala da onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah'a yönelirdi.”


                        Bilmek gerekir ki zikredilen bu mertebe hasebiyle sabır, orta dere-celi kimselerin makamlarından biridir. Zira nefiste Hak Teala tarafın-dan inen tatsızlıklar hususunda bir hoşnutsuzluk olduğu ve de batının-da tahammülsüzlük bulunduğu müddetçe, marifetler ve kemaller ma-kamı nakıstır.
                        Bu makamın en yüksek makamı ise, Allah’ın kazasından hoşnut olmaktır. Böyle bir insan, karşılaştığı olaylarda, belalarda ve tatsızlıklar hususunda hoşnutluk içinde olur ve sevgilisi tarafından kendisine inen her belaya göğüs gerer.


                        Hadiste yer aldığı üzere İmam Bakır (a.s) çocukluk çağındayken Cabir b. Abdullah Ensari’ye şöyle sordu: “Hangi haldesin?” Cabir şöyle dedi: “Öyle bir haldeyim ki, hastalığı sıhhatten daha iyi ve fakir-liği zenginlikten daha iyi görüyorum.” İmam Bakır (a.s) şöyle buyurdu: “Ama biz Ehl-i Beyt, öyle bir makamdayız ki eğer Allah bize sıhhati verirse, onu en iyi olarak sayarız. Eğer Allah hastalık verirse, onu en iyi sayarız. Eğer fakirlik verirse onu en iyi kabul ederiz ve eğer zenginlik verirse onu daha iyi sayarız.”

                        Belki de Cabir, sıhhat, esenlik, zenginlik ve hoşluk zamanında kal-bini korumaktan güvende olmadığı için, dünyaya yönelmemek, bu zulmani yurda çakılıp kalmamak amacıyla böyle konuşmuştur. Ama velayet makamı, bütün gelenleri egemenliği altına alan bir makamdır.

                        Eğer bütün dünya mülkünü kamil bir veliye verecek olsalar, veya ondan her şeyi alacak olsalar, kalbinde hiçbir eser hasıl olmaz, hiçbir hadisede onu değiştiremez.

                        Özetle belirtilen bu mertebedeki bir sabır, orta dereceli kimselerin makamlarındandır. Kamil evliyaları bazen bu makam ile nitelendirme-leri ise ya sabrın yüce makamlarını göz önünde bulundurduklarından-dır –nitekim ileride bundan bahsedilecektir- veya cismani acılar husu-sunda gösterdikleri sabır kastedilmektedir ki, beşeri tabiatlar gereğince acı ve etki hissetmeye sebep olmaktadır.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          İkinci Bölüm

                          Sabrın Mertebelerinin Beyanında

                          Sabrın bir çok mertebeleri vardır. Kamil mertebelerini ise sonraki bölümde zikredeceğiz. Burada nebevi hadis ile uyumlu olan bazı mer-tebelerini zikredeceğiz ki bu bölüm, o hadisin açıklaması makamında olsun.

                          Kafi’de yer aldığı üzere Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sabır üç kısımdır: “Musibet anında sabır, itaat anında sabır ve günah karşısında sabır. O halde, musibetler karşısında ona güzelce tahammül edecek kadar sabreden bir kimseye Allah üçyüz derece yazar ki, her derecenin arası, yerle gök arası kadardır. İtaatler hususunda sabreden kimseye de Allah altıyüz derece yazar ki her derecenin arası, yerin sonundan arşa kadardır. Günahları karşısında sabreden kimseye ise Allah dokuz yüz derece yazar ki her derecenin arası, yeryüzünün sonundan arşın sonuna kadardır.”


                          Bu hadis-i şeriften de sabırların temeli ve orta dereceli kimselerin sabrının esasları olan sabrın üç makamı anlaşılmaktadır.
                          Birincisi, bela ve musibetlere karşı sabretmektir. Bu makamda olan insan, bu tür olaylar karşısında sakınır, insanlara şikayette bulunmaz, ama yaratıcı karşısında şikayette bulunmak, bir noksanlık değildir. El-bette marifet ehli nezdinde bu da ayıptır. Zira bu da bir tür katılıktır. Aşk ve muhabbet mezhebinde ise katılaşma büyük bir ayıptır. Hatta acizlik ve ihtiyaçlık izharında bulunmak daha iyidir. Nitekim şöyle demişlerdir:

                          “Düşmanlar karşısında zenginlik izharında bulunmak gü-zelliktir.”
                          Ama dostlar nezdinde acizlikten başkası güzel değildir.


                          Bu katılaşma bir tür kendini göstermek ve vücut izharında bulun-maktır. Bu da marifet ehli nezdinde en büyük cinayetlerden biridir.
                          Musibetler karşısında sabretmenin üçyüz derece sevabı vardır ki her derecenin arası, gök ile yer arası kadardır. İkincisi ise itaat hususunda sabırdır ki insan, Allah-u Teala’ya itaat hususunda kendini kontrol altına almalı, nefs-i emmarenin dizginlerini koparmasına izin vermemelidir.


                          Genel olarak dizginlerini koparmak iki makamda hasıl olmaktadır ki bunlardan birinde sabretmek, diğerinden daha zordur. Sabretmenin kolay olduğu birinci makam, itaatleri derk etme hususunda dizginleri koparmaktır. Bu aşamada sabretmek, nefis ve şeytana karşı direnmek ve ilahi emirleri şer’i hudutları, şartları ve kalbi adabıyla yerine getir-mektir. Bu şartları ve adabıyla ilahi emirleri yerine getirmek ise zor iş-lerden biridir. Biz Adab’us-Salat kitabında ibadetlerin özellikle de namazın mutlak şartlarından bazısını zikretmiş bulunmaktayız.

                          Sabrın biraz daha zor olduğu ikinci makam ise, amel ve itaatte bu-lunduktan sonra dizginleri koparmaktır. Bu da nefsin amelin batıni ve zahiri şartlarını ve adaplarını yerine getirdikten sonra, dizginleri elde edip, insanı büyüklenmeye, kibre ve diğer benzeri sıfatlara sürükle-memesi için kendi kendini korumasıdır.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Nice defa şeytan ve nefs-i emmare insanı, uzun yıllar boyunca salih amele, övülmüş ahlaka ve temiz şeraite uymaya davet eder, ama bu yolla insanı kendini beğenmeye sürükleyeceğini ümit eder ve insanı, bütün meşakkat ve riyazetlere rağmen helak eder. Dolayısıyla ilmi ve ameli gurur, bencillik ve kendini beğenmek de insanı şekavete sürük-leyen, helak edici hususlardan biridir.

                            Eğer kamil bir şekilde dikkat edilmez, uzman bir doktor ve şefkatli bir hasta bakıcısı gibi insan kendini korumaz ve nefsani ayıplarına karşı çıkmazsa, o ibadi ameller ve zahiri salih fiiller insanı helake sürükler ve insanın çökmesine neden olur. Sürçmeyecek bir şekilde yeterli miktarda nefsi korumak, en zor işlerden biridir. Bu konuda Allah-u Teala’ya sığınmak ve ondan yardım etmesini dilemek gerekir.

                            Nefsin ve şeytanın hileleri bazen o kadar incedir ki hiçbir gözlem-lemeyle Allah’ın başarısı ve yardımı olmaksızın o hilelerin inceliklerini keşfetmek mümkün değildir.


                            İtaatler hususunda sabrın altıyüz derecesi vardır ki her bir derecenin arası, yerin derinliklerinden arşa kadardır. Sabrın bu derecesi, önceki dereceden, hem derece sayısı açısından daha üstündür, hem de derecelerin genişliği açısından. Zira ki burada her derecenin genişliği, yerin derinliklerinden arşa kadardır.

                            İtaatler hususunda sabretmenin başka bir takım makamları da vardır ki bu hadis belki de onlara işaret etmemiştir. O da şu taktirdedir ki itaati tevhidin sırları ve hakikatlerini kapsayacak şekilde genişletmek-tir. Bu durumda sahibinin sevabı hesaplanamaz. Derece genişliği ve kesreti, onun mukaddes dergahından uzaktır. O kimsenin ecri, Allah’a kalmıştır. Hatta belki de Allah’ın bizzat kendisidir. Nitekim onlar hakkında cennete ve nimetlerine teveccüh etmedikleri yer almıştır.


                            İçinde Allah’tan başkasının olmadığı selim kalpte, melekelerin ve kalp sırlarının zuhur ettiği alem olan ahirette de Allah’tan gayri hiçbir şey yoktur.
                            “Kalbimize dosttan başkası sığmaz.


                            Her iki alemi düşmana ver ki bize dost yeter.”


                            Belki de “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” ayeti de bu tür şahısların ve kamil velilerin makamına işaret etmektedir. Zira itminana ermiş nefsin sahibi, isimsiz olarak rabbine –ki elbette Hak Teala’dır- dönmekle muhatap kılınmış-tır. Razı edici ve razı edilmiş olmak, seven ve sevilen arasındaki cez-bedir ki kendisi de Allah’a doğru seyrin bineğidir ve Allah’ın kulları-nın –ki bütün renklerden münezzehtirler ve ihlas hakikatiyle nitelendi-rilmişlerdir. - arasına katılmanın neticesidir ve bunun semeresi de likaullah cenneti olan zat cennetine girmektir.

                            Sabrın üçüncü derecesi ise, günahlar karşısında sabretmektir ki, in-sanın nefisle ve İblis’in askerleriyle cihat ederken sabretmesidir. Bu sabrında direnerek onlara galebe çalmasıdır. Bu derece için de bir çok makamlar, hakikatler ve incelikler vardır. Her derecede bu makamda sabretmek, itaatte sabretmek hususundan daha zor ve incedir. Eğer bi-risi bu makamdan geçerse, onun için itaat hususunda sabretmek kolay-laşır. Dolayısıyla Allah’a doğru seyreden kimse için her şeyden önem-lisi günahlar karşısında sabretmektir.


                            Nitekim şehvet, gazap ve zahiri günahların kaynağı olan şeytanlık kuvvesiyle mücadelede sabretmek de insan için işlerin en zor olanla-rındandır. Bu konuda sabretmek, zahiri itaatlerde sabretmekten daha zordur. Aynı şekilde büyük şeytan ve kalbi ve batıni günahların kay-nağı olan nefis karşısında kıyam etmek ve onlarla mücadelede sabret-mek de cihatların en zor olanıdır. Zira bu cihatta iki alem terk edilmeli ve reddedilmelidir. Salik kimse, kendi bencilliğini aşmalı, büyük benlik putunu, gönül kabesinden, velayet eliyle dökmeli ve kırmalıdır ki, ihlasın hakikatlerine ayak basabilsin ve hulusun sırlarını elde edebilsin. Bu da Allah’ın yardımı ve başarısı olmaksızın asla hasıl olmaz.

                            Günahlar konusunda sabretmenin de dokuz yüz derecesi vardır ki her derecenin arası, yer yüzünün derinliklerinden arşın sonuna kadar-dır. Sabrın bu makamının dereceleri, önceki derecelerden, hem derece sayıları olarak fazladır ve hem de derecelerin genişliği olarak. Zira bunun arası, arşın sonuna kadardır.

                            Günahlar karşısında sabretmenin bir takım hakikat ve sırları da vardır ki, derecelerin ölçüsü ve cismani genişliği altında değerlendiri-lemez. Zira bu ruhani makamlardan ve ilahi marifetlerden sayılmalıdır.


                            Burada söylenecek bir söz vardır. O da şudur ki Allah-u Teala cen-neti, “genişliği göklerle yer kadar” olarak nitelendirmiştir. Bu hadis de sabredenler için bir takım dereceler zikretmiştir ki her derecenin genişliği gökler ile yerin arasından daha geniştir. İlk etapta bu konuda yazarın aklına gelen şey, bu iki husustan biridir:

                            Birincisi şudur ki Kur’an-ı Kerim’in zikrettiği cennetten maksat, ameller cennetidir. Bu yüzden de “takva sahipleri için hazırlanmış-tır.” diye buyrulmuştur. Başka bir ayette ise şöyle buyrulmuştur: “İman edenler için hazırlanmıştır.” Hazırlamak ise ameller cenne-tine uygundur. Hadiste zikredilen derecelerden maksat ise ahlak cen-netinin dereceleridir. Zira bu dereceler de sabır içindir. Sabır ise ah-laktır. Ahlak cennetinin genişliği, orta derecede insani kemalin geniş-liği ölçüsüncedir ve onun için bu tür ölçülerle bir sınır tayin etmek mümkün değildir.


                            İkinci yorum da şudur ki, Kur’an-ı Kerim’de yer alan yer ve gök-lerden maksat, cismani yer ve göklerden daha genel bir anlamdır. Böylece ruhlar göklerini ve bedenler yerini de kapsamaktadır. Riva-yetteki derecelerden maskat ise, cismani cennetin dereceleridir.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              Üçüncü Bölüm

                              Süluk Ehline ve Kamil Velilere Mahsus Olan Sabrın Mertebe-leri

                              “Nakledildiği üzere muhabbet ehlinden bir genç, Şibli’ye sabır hakkında şöyle bir soru sordu: “Hangi sabır daha zordur? Allah için sabır mı?” Şibli şöyle dedi: “Hayır” o genç, “Allah ile sabrı mı?” diye sordu. Şibli, “hayır” cevabını verdi. O genç, “Allah hakkında sabır mı?” diye sordu. Şibli, “hayır” dedi. O genç, “eyvahlar olsun sana, o halde hangi sabır?” diye sorunca Şibli, “Allah’tan ayrılıktan sabır” diye cevap verdi. Ardından Şibri feryat ederek kendinden geçerek yere yıkıldı.”

                              Bu ifadelerde yer alan bazı mertebeleri kısaca açıklamak zorunda-yız.


                              Allah için sabır, kendinden ve nefsani arzularından soyutlanıp Al-lah’a doğru hicret eden saliklerin düşük makamlarından biridir. O hal-de, bu soyutlanmada ne yaparlarsa Hak içindir; kendileri için değil. İnsan nefsaniyet ve bencillik örtüsünde olduğu müddetçe bütün hare-ketleri, duruşları, ibadetleri, kendi içindir. Hak Teala’yı tevhidi ve ita-ati kendisi için ister, insan nefis evinde olduğu müddetçe ve batınına doğru seyrettiği müddetçe Allah’a doğru hicret ediyor sayılmaz. Bu kimse yolcu veya salik değildir. Tıpkı beldelerde gezen kimse gibidir. Bir beldeden diğer bir beldeye gitse bile yolculuk tahakkuk etmiş ol-maz.

                              Dolayısıyla nefis evinden ve bencillikten dışarı çıkılmadığı müd-detçe Allah’a doğru yolculuk ve hicret tahakkuk etmez. Marifet ehli nezdinde bu kimsenin bütün riyazetleri batıldır. Nefis evinden dışarı çıktığı zaman ise salik olur ve bu makamda sabır, Allah için sabırdır.

                              Allah sayesinde sabrın ise, iki makamı vardır. Birinci salik kimse için sabittir. Diğeri ise fenadan sonra ayılma ehli içindir.

                              Burada maksat birinci makamdır ve o da şudur ki salik kimsenin, nefis evinden çıktıktan ve Allah’ın evine hicret ettikten sonra bütün hareket ve duruşlarının Allah’ın kuvvetiyle gerçekleştiğini ve kendisi-nin hiçbir rolünün olmadığını müşahade etmesidir. Dolayısıyla sabrını da her şeyi gibi Allah sayesinde kabul etmektedir. Bu inanç veya de-lilden başka bir şeydir. Apaçık bir şekilde müşahade etmektir. Zira inanç ve burhan, hicap ehli içindir.
                              Ayılan sahv (ayılma) ehli için olan ikinci makam ise, süluk ma-kamları katedildikten sonra, tümel fena ve mutlak yok oluştan sonra söz konusudur. Bu kimseler, Hak Teala’nın inayetiyle düşen kimselerin elinden tutmak için kendi memleketlerine geri döndürülmüşlerdir. Bu makamda, varlığı ve varlık ile ilgili boyutları hakkani renge bü-rünmüştür. Bu makamda bütün hareket ve sükunetleri, Allah iledir. Yani varlık olarak hakkani hale gelmiştir. Dolayısıyla o, aynullah, uzunullah ve yedullah (Allah’ın gözü, Allah’ın kulağı ve Allah’ın eli) makamındadır. “Ali’Allah’ın gözü, Allah’ın kulağı ve Allah’ın eli-dir.”


                              Allah hakkında sabretmek ise bu makamın yerleşmesinden sonradır. Yani ilk anlamıyla, Allah ile sabretmek makamıdır. O halde salik kimse, kendini bütün tasarruflardan münezzeh görüp her şeyin Allah’ın elinde olduğunu ve kendinden hiçbir şeye sahip olmadığını görünce onun sabrı Allah hakkında sabır olur. Böyle bir kimse bütün belaları ve musibetleri, isim ve sıfatların cilvesi olarak görür, hicap ehli kimseler belalara sabrettiği gibi bunlar da Allah’a, esmai ve zati işlerine sabrederler.

                              Allah’da sabır esmai cemali müşahade eden huzur ehli için var olan makamdır. O müşahade ve cilvelerde ne kadar sabreder ve kalbi yok olmaktan korurlarsa, Allah da sabırdır.

                              Allah ile sabır ise, esmai cemali müşahade makamından dışarı çıkan ve zat cemalini müşahade eden kimseler içindir. Onlar, bu cilvelerde ne kadar sabreder ve kendini tuttururlarsa Allah ile sabırdır. Bu makamdan sonra da salik, sabır ve süluktan hiçbir isim ve resmin ol-madığı fena makamı vardır.


                              Allah’tan ayrılıktan sabır ise, iştiyak ehlinin ve cemal sevgililerinin sabrıdır. Bu kimseler, memleketlerine döndükten sonra sabretmelidirler ve O’na itaat etmek için cemilin cemalinden örtülüdürler ve bu sabrın en şiddetli mertebesidir.”hiçbir nebiye benim gibi eziyet edilmedi.”
                              Hadis-i şerifin bir anlamı da bu olsa gerek. Zira muhabbet ve aşk çok oldukça, ayrılığa sabretmek de zordur. Nitekim Ali (a.s) şöyle bu-yurmuştur: “Farzedelim ki azabına sabrettim, ama ayrılığına nasıl sab-redeyim.” Biz örtülü kimselerin eli, velilerin yüce makamına uzan-maktan nakıs olduğu için, bundan daha fazla konuşmak uygun değil-dir.


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                Dördüncü Bölüm

                                Sabır Aklın Askerlerinden ve Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerin-den Biridir, Tahammülsüzlük ise Cehaletin Askerlerinden ve Ör-tülü Fıtratın Gereklerinden Biridir

                                Bil ki insani asıl fıtrat, kemal ve cemal sevgisi üzeredir. Allah’ı is-temekte ve Allah’ı görmektedir. Dolayısıyla Allah tarafından karşılaş-tığı olayların tümünde her ne kadar tabiatına acı da gelse tahammül-süzlük izharında bulunmaz ve Hak Teala’ya karşı sabırsızlık göstermeyi ayıp sayar. Zira insan, tabii ve nefsani hicaplara büründüğü ve bencillik paslarına bulaştığı taktirde karşılaştığı olaylara karşı tahammülsüzlük gösterir ve doğal isteklerinin yokluğu karşısında şikayette bulunur.

                                Allah vergisi asıl fıtratı baki kalan ruhani bir kimse, her şeyde sab-reder, sebat gösterir, dizginlerini koparmaz, ruhunun kuvveti doğal is-teklerine üstün gelir, olaylar karşısında el ve ayakları birbirine girmez, nefis ve dünya sevgisinden uzak olduğu için de bu yokluklar onu sarsmaz. Zira bütün sürçmeler, nefis ve dünya sevgisinden kaynak-lanmaktadır.

                                Bütün örtülmelerin asıl kaynağı, dünya ve nefis örtüsüne bürün-mektir. Hadis-i şerifte yer alan zulmani hicaplar, dünya ve nefis hicap-larıdır.

                                O halde mutlak kemal sevgisine sahip olan fıtrat, tabiat ve nefis perdesine bürününce kemali, doğal ve nefsani isteklerde görür. Bunun yokluğu karşısında sabırsızlık gösterir. Ama bu örtülerden sıyrıldığı zaman, sadece sevgiliye erişememek, kendisine acı gelir. Böylece sa-dece hakiki sevgiliden ayrılma karşısında şikayette bulunur. Allah’tan ayrılıkatan dolayı sabretmek, onun için işlerin en zorudur. Hidayete erdiren şüphesiz Allah’tır.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X