İNSANİYET MEKTEBİ
Bismillahirrahmanirrahim
Konumuz insaniyet mektebidir. Bizim (Kısa süre önce) tanıdığımız ve dünyada yegâne araştırmacı ve muhakkik olan insan. Kendisi, daima kendi bahis konularından biri ola gelmiştir. Yani; İnsanın bahis konusu ettiği meselelerden biri de kendisi olmuştur.
İnsaniyet kelimesinin anlamı, bir çeşit yücelik ve kutsiyet taşımaktadır. Nasıl ki, insanın hayvan üstü özellikleri mukaddesat olarak tanınmakta; Bilim, Adalet, Özgürlük, Ahlâkî vicdan ve bunlar gibi. O halde insan ve insaniyet bir bütün olarak mukaddes bir varlık şeklinde tanınmış ve tanınmaktadır. Yani beşerî mukaddesatın bir çoğu hakkında şüpheye düşülmüş hatta inkâra kadar gidilmişse de dünyada henüz hayvan üstü boyutlar taşıyan insaniyet özelliklerinden dolayı insanı küçümseyen ve takdis etmeyen bir mektep zahiren mevcut olmamıştır. Mevlâna meşhur mısrasında şöyle dile getiriyor.
Göster yüzünü ki, bağ ve gülistanım arzular.
Aç dudaklarını ki, yığınla şekerim arzular.
Yakup gibi hep söylerim va esefa!
Kenan'ın Yusuf'unu iyi görmeyi arzular.
Bu uyuşuk yoldaşlarla yüreğim sıkıldı.
Allah aslanı ve Rüstem destanı arzular.
Başka bir şiirinde de şöyle diyor:
Dün şeyh, geziyorken şehir civarını
Yürek sıkıntısından bir insan arıyordu.
Dedim, bulunmaz aramışız biz,
Söyledi, işte bulunmayan, arzumdur.
Sadi «Teyyibat»mda bir karşılama yapmış veya bir cevaptır vermiş:
Candan çıkmamış canan arzundur
İçindeki ateş sönmede iman arzundur.
Ne görmüş ne mertlik etmişsin,
O zaman mertlik sofrası arzularsın
Firavun gibi hep söylersin Enel-hak
O zaman Musa yakınlığı arzularsın.
Her halükârda beşer edebiyatının, gerek dinî gerekse gayri dinî bir kısmını insaniyet meselesi ve tahlili teşkil ediyor, özellikle İslâm edebiyatında gerek Arapça ve gerekse Farsça çehresinde bu dalda bir çok konu mevcuttur, timin büyük bir ilerleme kaydettiği son asırda, insaniyet, eski beşeriyetin tanıdığı mukaddes makamdan, çok ezici bir şekilde bir derece düşüş kaydetmiştir. Çünkü bir varlık ne kadar yükseliş kaydederse, bu yükselişten düşüşü ister istemez ezici bir düşüş olacaktır. İnsan tam bir yarı ilâhî makama ermişti. Edebiyatımızda insanın yarı ilâhî bu makamından ne kadarda söz edilmiştir:
Kudüs bağı kuşuyum, nasıl söyleyeyim gurbeti,
Neden bu dönen hadise dünyasına düşmüşüm.
Ve Hafız diyorki :
Arş kongresinden sesliyorlar seni
Bilmem ki, nedir düşen şu tuzağa,
Son iki üç asırda insan, kendisi kendisine varsaydığı ulu makamdan bir derece çok ezici bir şekilde sukut etmiştir. Beşer ilk olarak Heyeti Âlem meselesini keşfetmiştir. Yer küresinin, dünyanın merkezi ve diğer yıldızların onun etrafında döndüğünü kabul eden eski düşünce bir derece değişmiş ve dünya güneşin etrafında dönmesi gereken küçük bir yıldız oluvermiştir. Oysa güneşin kendisi bile yıldızlar dünyasında pek fazla ehemmiyete haiz değildir. Bu durumda, yaradılış amacının merkezi olan insan şiddetle şüphe ve inkâra maruz kalmıştır. Artık hiç kimse cesaret edip de: Ey insan, sen daire-i imkânın merkezi, bütün yaratılmışların en beğenilmişi, lahutî mücevheratın şahsın, diyemiyor. Demek ki bizim insan hakkında hayal ettiğimiz gibi değilmiş. İnsan, yer küresinin yıldızlar ve Eflâkin merkeziyeti düşüncesi ile dolduğu fikir merkeziyetini bu ilmî darbe ile kaybetmiştir.
Daha sonraları insan üzerine çok daha ezici birçok darbe inmiştir. Bunlardan biri, insanın kendisini takriben semavi bir ırk, Allah halifesi İlâhî bir nefes olarak tanımlıyor. Allah'ın Ruhunun, bu gövdeye üflenmesiyle insan vücuda gelmiştir.
Çeşitli varlıkların değişkenliği konusundaki biyolojik araştırma, insan ırkını, bir kez daha insanın aşağı ve hakir saydığı bu hayvanlara bağlamıştır. Dedi ki; Ey insan, Sen maymun ırkındansın veya maymun ırkından olma-san bile, herhangi bir hayvanı nesildensin. Diğer hayvanlar gibi aynı ırktansın Bu sözde ilahi boyut böylece insandan alınmış oldu. Bu da insan kutsiyetine inen ayrı bir darbedir.
O çok etkili darbelerden birinde, insanın, zahiren parlak olan geçmişine indirildi. Yani, insan kendi çabalarında, tüm kötülüklerden arınmış temiz, sadece ilâhi aşk besleyen, iyilik ve ihsandan başka birşey düşünmeyen, adî, hayvani boyutlardan arınmış faaliyetlerde bulunabileceğini göstermiştir. Aniden varsayımlar ortaya çıkarak; Denildi ki; Hayır, insanın kendine hazırladığı bu dosya, böyle ter temiz ve mukaddes değildir. Beşerin, ilim severlik, sanat, güzellik, ahlâk, vicdan diye adlandırdığı, takdis ederek yücelttiği ve onlara tabiatüstü boyutlar kazandırdığı tüm çabaları hayvanlarda da bulunabilen, faaliyet türündendir. Ancak, bir takım mekanizma ile daha karışık, bir şekil almıştır. Biri bütün bunların kaynağının kadın olduğunu söylerken; Bizim Sa'di de; «insanoğlunun zevk ü safa kaynağı kadındır.» diyor. Ama diğer bir grup da der ki; kadın sadece insanın zevk ü sefa kaynağı değil, düşüncesinin ve gönlünün de kaynağıdır. Diğer birileri de; Bu makamı insan için çok Ulu bulmuş, biraz daha aşağı inerek; kadından da aşağıdır, demişlerdir. Demek ki: İnsan dosyası parlak geçmişine nazaran takdis ve takdire şayan faaliyetleri, bir takım darbelerle bozguna uğratılmış ve ortadan kaldırılmıştır. Yavaş yavaş iş o yere vardı ki: Gelin bu varlığı inceleyelim dediler, bu varlık ki; Kendisini bir gün yaradılış, dünya ve âlemin merkezi addediyor, ilâhi ruhun bir örneği var sayıyor. Kendi davranışlarına olağan üstü bir kutsiyet ve hayvan üstü boyutlar tanıyan bu varlık aslen nedir? Bunun gövdesini ne teşkil ediyor? Yine başka bir varsayım ortaya çıkarak; Bu iddia dolu varlık ile bitkiler hatta cansız varlıklar arasında hiçbir fark yoktur. Dokunuş, düzen ve şekil açısından farklıdır. Ancak bunları meydana getiren madde ve köken açısından herhangi bir fark yoktur, ince dokunmuş bir parça, ile, bir çuval farkı gibidir. Her ikisi de iplikten dokunmuştur. Ancak çuval daha kaim ipliklerle dokunurken, kumaş parçası çok daha ince ipliklerle dokunmuştur. Evet, insan ile bitki veya cansızlar arasında zarafet, dokunma ve daha birçok şeylerde fark vardır. Yalnız bunları meydana getiren asıl maddede biç-bir fark yoktur. Başka bir ruh ve ilâhi bir nefha mevcut değildir. İnsan, diğer makineler gibi bir makinedir. Yani makine cinsindendir. Elbette ki; Makineler arasında fark vardır, senin kolundaki saat da benim cebimdeki saat da bir maktadır. Bir bisiklet, bir otomobil de birer makinedir. Üç milyon parçadan oluştuğu söylenen Apollo da bir makinedir. Daha büyük ve daha karmaşık, ama bununda diğer makineler gibi olduğuna ve başka boyutları olmadığına şüphe yoktur. Bunun insaniyet gövdesine indirilen en büyük darbe olduğu görülüyor. Ancak bütün bunlarla birlikte, bütün insanî değerler, barış, özgürlük, maneviyat, adalet ve acıma gibi anlamları ciddiye almayan bir gurup felsefeler ve felsefî sistemler dışında yüzde yüz mahkûm edilmemiştir. Ondokuzuncu asrın ortalarında, yirminci asrın ikinci yarısında bulunduğumuz bu zamana kadar insaniyet iki kere zuhur etmiş, asaletine kavuşmuş, dünyada insanî hatta insanperest, adıyla mektepler ortaya çıkmıştır. İnsan geçmişte mabut değildi, büyük bir ayet ve büyük bir maneviyat kapısı idi. Kuşkusuz ki Kur'ân-ı Kerîmde maneviyat için insanı, Allah'ı ve tabiat ötesi varlıkları tanımak için başkaca her ayetten saha uygun görmüştür. «Yakından ayetlerimizi af akta ve nefislerinde onlara göstereceğiz». (Fussilet: 53) Fussilet Afak ve enfüs (nefisler) kelimelerini ayrı ayrı zikretmiştir. Arifler, edipler ve şairler arasındaki, afak ve enfüs Istılahları işte bundan kaynaklanmıştır. Yeryüzünde meleküt ve gaybı müşahede etmek için ayetler, belirtiler vardır. Özellikle sizin vücudunuzda (bu sizin vücudunuzda kelimesini ayrı zikrediyor.) Görüyor musunuz? Yani niçin basiretiniz yok? Neden dikkat etmiyorsunuz? Kendi kendinize dikkat edin, bakınca görün. Geçmişte büyük bir ayet ve insanın kendinden ilâhi maneviyat, gaybe iman ve maleküte doğru bir geçiş kapısı olan (insan) yine konu ediliyor. Ama bu kez ayrı bir şekilde konu edilmiştir. Öyle bir şekildeki; tezatlardan kurtulmadığı gözleniyor. İşte en önemli mesele ve sorun budur. Yani beşeriyet Yeniden kutsiyetine kavuşmak istiyor. Yeniden amaç ve gaye olacak şekilde kendisini bulmak istiyor. Ancak eski ölçüler ortaya atılmadan kendisine ilâhi ve gayri ilâhi boyutlar kazandırılmadan «yeryüzünde olanların hepsi insan için yaratılmıştır.» Meselesi dikkate alınmadan, O’na ruhumdan üfledim.» Ortaya konulmadan. Allah kendi ruhundan yani bu dünyadan olmayan, ayrı bir dünyadan bir şey yüklemiştir ona, yani o bir uluhuyet mazharıdır. Hayır, bunlar artık ortaya atılmamalıdır. Hatta insanın iç duygulan ve insana hareketlilik kazandıran boyutlar üzerinde dahi konuşulmamalıdır. Ama aynı zanlında da insan ve insan şuuru mukaddes ve saygı değer olmalıdır. Şimdi sizde görüyorsunuz ki, herkes hangi ideolojiyi benimserse benimsesin, ben barış taraftarıyım, özgürlük yanlışıyım, beşer severim, adaletçiyim, halkçıya n ve insan haklarını destekliyorum, diyor. Hatta insan hakları bildirileri «zâti insan haysiyetine saygı» ile başlıyor: Yani beşere, saygı ve takdire lâyık daha sonraki eğitime esas olabilecek bir zâti haysiyet kazandırmak istiyorlar. Öyle ki; ben zâtı âlinize saygı ve takdise layık bir zatî haysiyete sahip biri olarak tanınmalıyım ki, sizin zatî kutsiyetinize iman edeyim. Bu inanışa rağmen ben sizin hukukunuza tecavüz edebilirim. Siz de aynı şekilde bende böyle bir zati kutsiyetin varlığına inanıyorsunuz, buna rağmen benim hukukuma tecavüz edebinsiniz. Ancak sizin, benim bu zatî kutsiyetime inanışınız benim haklarıma ve özgürlüğüme tecavüz etmenize engel olmuyor, insan sever felsefe taraftarı olanlar eski ölçülere göre olmayan bir felsefe istiyorlar. İşte buradaki önemli ve esas sorun karşımıza çıkıyor, beşer yaşamında, düşüncesinde ve hiç bir dayanağı olmayan mantığında büyük tezat meydana gelmiştir. Evvela küçük bir noktayı arz edeyim : Dünya araştırmacılarından, insan severliği genel barış anlamını taşıyan şekilde açıklayabilen olacağını sanmıyorum. Elbette ki, normal fertler arasından bazı kişiler beşeriyet ve insan sevgisinden söz edildiği zaman: Efendim, herkes beşeridir, buna göre herkes eşit olmalı ve herkese aynı gözle bakılmalıdır, diyenler vardır. Biz diyoruz ki tüm insanlar, insanî değerler açısından eşit değillerdir. Biri bilgili diğeri bilgisizdir. (Burada diyebilirsiniz ki, bilgisizliğin nedeni, ilmi imkânların kendisine sağlanmamasıdır.) Bir beşer, temiz ve perhizkâr, diğeri ise kirli ve kötüdür. Biri zalim, diğeri mazlumdur. Biri hayırsever, diğeri kötülük yapandır. Acaba, insan severlik hükmüne dayanarak herkes beşerdir, bizim için hiç fark etmez diyebilir miyiz? Biz insana saygı duyarız; ama bilgisiz mi, imanlı mı, imansız mı, takvalı mı, takvasız mı, iyimser mi, kötümser mi, ıslah edici mi, zarar verici mi, fesatçı mı? Bizi ilgilendirmez, biz genel barışçı ve insan seven olmalıyız. Artık bir insanın herhangi bir meslek ve mektebe bağlı oluşu bizim için fark etmemelidir. Zamanımıza ait uzak bir kıtadan örnek veriyorum: Lomomba bir insandı, Musa Çomba da bir insandı. Biyolojik açıdan Lomomba'nm ırkı ile Musa Çom-ba'nm ırkı arasında hiçbir fark yoktur. Musa Çomba'nın kan grubunun, Lomomba'nın kan grubu ile farklı olduğu varsayılsa bile, eğer siz bunların birinden nefret ediyorsanız bu kan grubundan ötürü değildir, başka bir nedene dayanmaktadır. Ama siz, bir insan sever olmak isterken bu iki kişiye karşı her ikisi de insandır, diye tarafsız kalabilir misiniz? İnsan olduklarına göre ne fark eder, Lomomba'yı, Çomba'yı sevdiğim kadar, Çomba'yı da Lomomba'yı sevdiğim kadar seviyorum. Eğer nefret etmem gerekiyorsa, her birisinden bir miktar nefret ederim. Ama böyle değildir. İnsanla hayvan arasında köklü bir fark vardır. Şöyle ki, insan bir hayvandan daha çok bil-kuvve ve daha az bilfiildir. Yani: Bir bilfiil attır. Yani (bir atda bulunması gereken bütün her şeye sahiptir. Çok az bir miktar eğitimle atlığa ekleniyor. Bir at bilfiil at olarak dünyaya geliyor. Kedi, bilfiil kedi olarak dünyaya geliyor ve... Ancak şu insandır ki, yüzde yüz bilkuvve olarak dünyaya geliyor. Yani, dünyaya geldiği zaman, gelecekte ne olacağı henüz belli değildir. Belki de gelecekte bir kurt gerçeğine dönüşecektir. Şeklen insandır ama gerçek bir koyundur. Aynı şekilde gerçekte bir insan da olabilir. İranlı büyük İslâm filozofu Sadr-ül-Müteallimin, ısrarla insan fertlerinin hepsi bir çeşittir diyenlerin yanıldıklarını söylüyor. Ona göre, ne kadar insan varsa o kadar da çeşit vardır. Çünkü insan cinstir çeşit değil. Elbette ki o bir filozoftur. Biyolojik açıdan bakmıyor. Sadece endam ve dış görünüşe bakan bir biyolog'a göre tüm insan fertleri bir çeşittir. Ama insanı mütalaa eden filozof, insan gerçeğini meleklere ve insaniyet diye adlandırılan şeye bağlıyor. Bu nedenle tüm insan fertlerinin aynı çeşit olabileceğine inanamıyor. İnsan sayışma göre de çeşit vardır, diyor. Bunun içindir ki insan değerlerinin bilkuvve olduğunu söylüyoruz. Bazı insanlar, gerçek insanî makama erişirken birçoğu da bu gerçek makamı elde edemiyorlar. Hz. Ali (A.S.)'ın tabiri ile «Şekil insan şeklidir, ancak içi bir yırtıcıdır», bir kaplandır, bir domuzdur, bir aslandır, bir kurttur. Ama ne var ki içi de dışı da aynı olan yani gerçek bir insan olma, tüm insan fertlerinde mevcut değildir.
Dedik ki, dünya iki kez büyük çapta insaniyet mektebine doğru yönelmiştir. Yani, dünyada insaniyet felsefesi adında bir takım felsefeler ortaya çıkmıştır. Belki de bunların en ilginci şudur: Ondokuzuncu asrın ortalarında August Comt adında biri insaniyet dinî adında yeni bir teori ortaya koymuştur. Bu adam, bir yandan Jul ve düşüncesi, diğer yandan gönlü ve vicdanı arasında ilginç bir çıkmazda karar kılmıştı. Bunun üzerine sonraları, insaniyet dinî adında bir teori ortaya atmıştır. Din beşer için çok zaruridir, toplumda görülen tüm fesatlar, din hafife alındığından dolayıdır. Eski din (O her zaman Katolik mezhebini dikkate alıyormuş) bu günkü beşer dinî olma salahiyetine haiz değildir. O kendi görüşüne göre üç dönem teşhis etmişti : Tabiat ötesi Rabbani dönem, aklî ve felsefî dönem, ve müspet ilim dönemi. Ona göre Katolik mezhebi, beşerin tabiat ötesi düşünce tarama yöneliktir. Bugün artık bilim çağıdır, beşer bugün tabiat ötesi düşünceyi kabul etmiyor, tcad ettiği yeni dinine diğer dinde olan gelenekleri, amelleri, ilkeleri kabul etmişti. Hatta kendi dinine Keşiş bile tayin etmişti. Hatta Onun, Katolik mezhebinden iktibas ettiğini de söylemişlerdir. Katolik Mezhebinde olan gelenekler ve amelleri kendi insaniyet dinine de yerleştirdi. Bazıları ona, biz ilâhi kökeni olmayan bir dinle ilgilenmiyoruz diye itirazlar etmişlerdi: «Katolik mezhebini kabul etmiyor isen, bir âlim nazarında hurafe sayılabilen bu teşrifatı neden kabul ediyorsun? Sen Allah'ı kabul etmiyor ama O'nun buyurduklarını uyguluyor ve kabul ediyorsun vb.» Bir bakıma oda haklıydı: Beşer ibadet etmeye, tapmaya muhtaçtır. Bir takım adet ve adabı uygulama ihtiyacını hissetmektedir. İşte o bunları ayrı anlam ve unvanla getirdi. O beşer arasına gaybi kökeni olmayan ama bir takım ibadet ve gelenekleri içeren bir din getirdi. İlginçtir ki, bazı kitaplar bu adamın Amerika ve Avrupa da birçok mensubu olduğunu da yazmıştır. Hatta bu adamın icat ettiği dinin bugün bile birçok taraftarı olduğu ve evinin, taraftarlarınca Kâbe kabul edildiğini yazmışlardır. Okuduğum Arapça bir kitapta: Bu adamın birisinin karısına âşık olduğu, sevgilisinin kocasının tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm olduğu ona kavuşmadan kadının öldüğü, bu nedenle söz konusu kişinin akıl dünyasından gönül ve duygu dünyasına geçtiği ve bunun neticesinde insaniyet dinini icat ettiği yazılmıştı. Yine bu kitaba göre, bu dinin taraftarları bu adamın sevgilisini icat ettiği dinin Meryem’i olarak kabul ediyorlar. Yani, Hıristiyanların Meryem'e duydukları Kutsiyet ve saygıyı, bunlar da Augus Comt'un insaniyet dininde sevgilisine duyuyorlar. Ancak sonraları, insaniyet mektebi, başka bir deyişle beşer asaleti başka şekillerde ortaya çıkmıştır ki, bugün görüyor, okuyor ve duyuyorsunuz. Bütün konuyu bir konuşmaya sığdırmam gerektiği için çok kısa ve özet olarak arz ediyorum. İnsan ve insan asaleti bölümünün konusu çok geniştir. En azından bunları sorular halinde arz etmeye çalışacağım:
İnsan hakkında yöneltilen sorulardan biri de insanın özgürlüğü, yetkisi, sorumlulukları alanı ve görevidir. Acaba insan gerçekten özgür ve muhtar bir varlık mıdır? Yerine getirmesi gereken sorumluluk ve ifa etmesi gereken görevi var mıdır? İslâmi mantık açısından cevap veremezseniz, yüzde yüz söylememiz gerekiyor. Kur'an-î Kerîm'de «Eddahr» da denilen 'İnsan' adında bir sure vardır. Bu sure insan adıyla başladığı için insan suresi diye adlandırılmıştır. Bu surenin başlangıcında insan adından söz edilirken, insanın özgürlüğü, yetkisi, görevi ve sorumluluğu da dile getiriliyor:
Buna göre insan, yaratanın karşısında mecbur bir varlık değildir. Yaratan ondan ne istemiştir? Ondan özgürlük istemiştir, onu özgür, görev ve sorumluluk, yüklenen bir varlık olarak yaratmıştır. Hatta sizin bundan daha büyüğünü bulamayacağınız bir tabir kullanmıştır insan hakkında Kur'ân-ı Kerîm: «Allah halifesi» diye buyuru]muştur. Kuşkusuz ki, hiç bir kitap Kur'an kadar insanı takdis etmemiştir. Buyuruyor ki : «İnsanı ilk yarattığımızda meleklere duyurduk ki, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.» Melekler soru mahiyetinde bir itirazda bulundular. Allah buyurdu ki : «Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.» (Bakara: 30) «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,» Yani ilâhi dediğimizden kast edilen budur. Bu neyi anlatıyor? Bu varlığın vücudunda mevcut olan çok sayıda istidadı.
Ve Âdeme tüm isimleri öğretti.
Bakınız, kendisi bir insaniyet mektebi olan islâm, felsefi boyutlarda insana nasıl bir makam tanımış.
Bütün ilimlerin isimlerini: Bir şeyin ismini bilmek bir şeyi tanımanın anahtarı olduğuna göre bütün ilimlerin anahtarlarım ona öğrettik. Sonra yukarı alemin meleklerini bu insanla yarış meydanına getirdik, insan kazandı. Daha sonra onlara dedim ki ey melekler! söylemedim mi? Benim bildiğimi siz bilmiyorsunuz. Siz madalyonun öbür yüzünü okudunuz dediniz ki; bu yaratık şehvet ve gazap sahibidir, adam öldürür kan döker. Ama madalyonun öbür yüzünü okumadınız. Hepsi itiraf ettiler: Allah'ım biz bilmiyoruz, biz ancak senin öğrettiğini biliyoruz, işte o zaman meleklere bu mevcudun karşısında huşu ile secde etmelerini emrettik.
«Meleklere, Âdeme secde edin dediğimizde hepsi secde ettiler,» (Bakara: 34)
Her halükârda insana özgürlük, yetki ve görev tanıması açısından Hâk halifesi kavramı çok önemlidir. Ben Allah, kendim yaratanım, yaratıcılığımdan bir kısmım senin uhdene bıraktım. Sen ifa etmelisin. Sen, benim yaratıcılığım ve faaliyetimin mazharısın. İnsan konusunda diğer bir mesele de, insanın zevk ve saadetidir. Bunu da özet olarak açıklayayım: İnsan zevk peşinde koşuyor, haliyle bunu nerede aramalıdır? Zevki, içte mi dışta mı aramalıdır? Yoksa hem içte hem dışta mı? Zevki kendi dışlarında arayanlar ve sürekli olarak, hayattan tat alma hayalinde olanlar kendilerini bir insan olarak tanımıyorlar. Yani, kendileri lezzet ve zevk merkezi olan (ki, zevk insanın içinden kaynaklanıyor) biri olarak tanımıyorlar. Zevki nerede aramaya çalışıyor? İçki kadehinde ve pavyonlarda mı? Ne güzel demiş Rumî Molla içki içerek iyiliğe sevk ve kötülükten alıkoymak isteyen adam : «Sen hoşsun iyisin, hoşluğun merkezisin de neden bade minnetine katlanıyorsun?»
Ancak dış dünya ile tüm ilişkileri keserek bütün zevkleri içte aramak doğru değildir. Mevlana bazı şiirlerinde bu konuda belki de mübalağa etmiştir:
Zevk yolunu içte ara, dışta değil.
Anane ve gelenekte arayanı ahmak bil.
Bir zindan köşesinde şen ve şad iken,
Diğer kendi bağında oldu bir murad.
Maksat dış ilişkileri tümüyle koparmak değildir. Demek istediği, insan eğer. zevk istiyorsa, bütün zevkleri dış maddiyatta bulacağını sanmasın, asıl zevk merkezi kendi vücudundadır. Veya en azından ikisi arasında eşitlik sağlamalıdır.
İnsan hakkında, daha birçok konu vardır. Ben ancak kısaca size arz ediyorum. Kendini insaniyet mektebi addeden tabiatıyla bir takım soruları cevaplandırmalıdır. Eğer bu sorulara cevap verebiliyorsa, ancak o zaman gerçek anlamda insaniyet mektebi olabilir. Şunu arz etmekte yarar görüyorum: Arz ettiğim gibi, insan maneviyat dünyasına bir kapıdır. Yani, beşer aslında kendi vücudunda maneviyat ve insaniyet, din ve insaniyet birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Yani, ya din ve insaniyeti) bir arada bırakmalıyız veya birini tutmak istiyorsak öbürüne de tutmalıyız. Dinî tutup da, insaniyet ve kutsiye-tini bırakamayız. Veya insaniyeti tutup da dinî bırakamayız. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve iç içedir. Bizim beşeri asalet mekteplerinde iddia ettiğimiz tezat işte budur. Esas şudur ki, insaniyet geçmişte düşüşe uğradıktan sonra -ki, bu yanlış bir düşüştü- Yani: Batlimuscu heyetin değişikliği, bizim insanın yaratılışının gayesi olan yüce makamı hakkında şüpheye düşmemize sebep olmamalıdır. Yer küresi ister dünyanın merkezi olsun ister olmasın, insan dünyanın amacıdır. Dünyanın amacıdır ne demek? Yani; kendi gelişme yolunda akıp gitmekte, ister insanî kendi basma bir varlık kabul edelim, ister hayvan neslinden olsun: Bu, bizim onun ilâhi ruha sahip olduğunu kabul etmemizde veya etmememizde bir şey fark etmez dedi, «Üfledim ona kendi ruhumdan» ama O insan Allah ırkından meydana gelmiş dememiştir. Eğer insan hakkında: Meselâ, onun maddesi başka bir dünyadan getirilmiş deseydi o başka dünyadan getirilen madde, onu yüce ve mukaddes bir varlık kılardı: Ey felsefesi beşer, sevgisi ve iman konusu beşeriyet olanlar: Biz diyoruz ki, insanda ihsan, iyimserlik ve hizmet diye bir duygu var mı, yok mu? Eğer hiç bir şekilde yok diyorsanız ki, beşeri davet etmek yanlış, bir taş veya hayvanı davet etmek gibi olur. Hayır, vardır ama bu var olan nedir? Belki birisi, bizde de var olan, diğerlerine karşı hizmet duygusu karşılıklıdır, diyebiliriz. Bize göre insan severlik duygusu, bizden güç kazanıyor: Gidelim onları eğitelim, hizmet sunalım, mazlumları kurtaralım. Derler ki eğer iyi dikkat edersek, insan kendini onların yerine koymuş, önce onu kendi yerinde, kendisini de onun yerinde görmeyi düşünüyor, sonra kendisini onun yerinde görüyor. Daha sonra kendisini savunması gerektiğini emreden egoist duygu ile mazlumu savunmaya kalkıyor. Yoksa insanda, mazlumu savunmasını gerektiren herhangi bir asalet mevcut değildir. İnsaniyet mektebi, cevap vermelidir. Evvelâ böyle bir duygu var mıdır, yok mudur? Acaba insanda böyle bir şerafet var mıdır, yok mudur? Biz vardır diyoruz : «... İlham etti ona kötülüklerini ve iyiliklerini». Allah halifesi insanı ilâhi iyilik ve cömertlik sembolü eden hükme göre o insan mazharıdır. Yani, insan, egoist olmasıyla birlikte kendi hayatım korumak için, çalışmakla da görevlidir. Ama tüm varlığı egoistlik olamaz. Hayırsever, ahlâklı ve vicdanlı olmalıdır. Bu yıl bir süre önce, Şiraz'da bulunduğumdan, mutlular müessesesi adıyla kurulmuş bir müessese tanıttılar bana. Bir grup insan sadece şahsi imanları ve iyimserlikleri ile bir müessese kurmuş ve bir takım sağır ve dilsizleri burada toplamışlardı, gittim burayı gördüm, gerçekten bizim gibi ince yapılı kişilerin orada bir saat durmaları, hatta gidip görmeleri bile güçtür. İnsan bakıyor o çocuklara; bir kelime söylemek istediğinde ağzını gözünü eğip eğriştiriyor. Kendisi de seyyid (Peygamber soyundan gelen) idi. Gördüm ki: Bu adam nasıl bir şefkat, sevgi ve ilgi ile halkın sağır ve dilsiz çocuklarının üzerine titriyor ve onlara okuma yazma öğretmeye çalışıyor. (Oysa orada edindiğim bilgiye göre o adamın aldığı aylık normal bir öğretmenin aldığı aylıktan azdı, çünkü o kurumun bütçesi yoktu) Meselâ, burası diyeceği zaman, ağzım öyle bir şekilde eğiyordu ki, ona bakan çocuklar, 'burası' demek istediğini arılıyor ve tahtaya burası yazıyorlardı, bunun gibi şeyler. Bu nasıl bir duygudur beşerde? İşte bu insaniyet mazharı ve insaniyet asaleti göstergesidir. Genel olarak iyilere karşı iyimserlik ve kötülere karşı nefret duygusu, çok eski tarihlerde yaşamışlarsa bile, nedir acaba? Şimr ve Yezit işledikleri onca cinayetlerle birlikte yanımızda anıldığında diğer yandan İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri anılırken, kendimizde, birinci guruba karşı nefret ve ikinci gruba karşı saygı hissi duyuyoruz. Bu nedir? Acaba, gerçekten yine sınıf meselesi midir? Biz düşünüyoruz: Kendimizi Kerbela şehitlerinin yanında görüyoruz, düşmanlarımızı da öbür grupta, Şimr ve Yezid'e duyduğumuz nefret kendi düşmanımıza duyduğumuz nefretin aynısıdır. Kerbela şehitlerine duyduğumuz saygı duygusu kendimize duyduğumuz saygının aynısıdır. Yani, kendimize karşı gösterdiğimiz temayülü onlara karşı da duyuyoruz. Eğer böyle ise, kendine düşman saydığın kimse ile aranda hiç bir fark yoktur ki. Pekâlâ, o da Şimr ve Yezid'i sevip saygı duyup, Kerbela şehitlerinden nefret edebilir. O da kendi sınıfından olanın yanında yer alıyor. Senin, ona karşı nefret ve buna karşı saygı duyduğun hükmüyle o da senin nefret ettiğine saygı ve senin saygı duyduğuna nefret duyuyor.
Veyahut hayır, siz bu arada başka bir kapıdan, ferdi olmayan, şahsi olmayan insaniyet kapısından insaniyet dünyasına bağlısınız. Burada artık ben ve nefret bulunmuyor. Gerçek vardır. Kerbela şehitlerine karşı saygı ve düşmanlara karşı nefret duyan ben, şahsi ben değildir, genel ve çeşitsel bir bendir. Beşeriyete asalet tanıyan insaniyet mektebi bu soruya cevap vermelidir. Bunlar nedir ve neden kaynaklanıyor? Aynı şekilde beşersin, teşekkür ederken taşıdığı sadık aşk gibi diğer meseleler, insan kendisine iyilik yapan birine teşekkür etmek ister. Bu, başlı başına bir meseledir. İnsan değerleri asalet bulduğu zaman, insanın öz meselesi ortaya çıkıyor. Sadece değiniyorum: Böylesine asaletlere sahip olan insan gerçekten materyalizmin dediği gibi bir kökene mi sahiptir? Bir makine bir Apollo mu? Makine ne kadar büyükse sadece büyük müdür? Apollo büyüklüğünde bir makine yapılsa adına ne, diyeceğiz? Sadece, ne kadar ilginç ve çok büyük mü? Ne kadar şereflidir diyebilir miyiz? Hayır, mukaddestir diyebilir miyiz? Hayır. Eğer milyonlarca Apollo büyüklüğünde olsa milyarlarca parçası bile olsa yine de sadece olağanüstü, ilginç büyüklüktedir diyeceğiz. Hiç bir zaman ona mukaddes, şerefli ve zatî haysiyet sahibisin diyebileceğimiz bir makama erişemez. Beşer hakları bildirisi, aynı şekilde komünist filozoflar, çeşitli şekillerde insan asaleti taraftarı olanlar beşer vücudunda «üfledim ona kendi ruhumdan» inanmandan zatî haysiyet ve kutsiyetten nasıl söz edebilirler? Bu değerlerin asaletini kabul ettikleri zaman insanın öz asaletine, bir başka soruyu da kısaca arz edeceğim. Çünkü biliyorum saat ikide dersiniz var ve gitmeniz gerekiyor: Çok güzel, insan değerleri asaletinden, insanın öz asaletine varıyoruz. Acaba, bu sonsuz karanlık dünyada yalnız insan mı var? Bir Avrupalının dediği gibi bir zehir okyanusu içinde bir damla tatlı mıdır? Bu tatlı damlacık, tatlı okyanusun temsilcisi midir? Bu nur zerreciği nur dünyasını mı temsil ediyor? Burada insan asaletinin Allah ile ilişkisi açıklığa kavuşuyor. Yani: Bu ikisi birbirisinden hiç bir zaman ayrılmaz «Allah göklerin ve yerin nurudur». Allah dediğimizde Aristo'nun ilk muharrik diye addettiği Allah'ı kast etmiyoruz. Aristo'nun ilk muharriki İslâm'ın Allah'ından başka şeydir. O dünyadan ayrı ve yabancı bir varlıktır. İslâm'ın Allah'ı: «İlk ve son, zahir ve batın»dır. Allah deyince dünya ayrı bir görünüm arz ediyor. Vücudunuzda hissettiğiniz tüm değerler yani, bir anlam ve mana kazanıyor. Amaç kazanıyor. Anlamaya çalışın: Siz eğer bir nur zerreciği iseniz, bir nur dünyası var gibidir. Eğer bir damla tatlı iseniz, uçsuz bucaksız bir okyanus var gibidir. Canınızda onun bir ışığı vardır. İslâm, İnsanî bir mekteptir, yani, insanî ölçüler üzerine kurulmuştur. Şöyle ki; İslâm’da insanlar arasında yanlış ayrıcalıklar mevcut değildir. Yani, İslâm’da iklim yok, ırk yok, kan ayrıcalığı, bölge ve dil ayrıcalığı yok. Bunların hiç biri İslâm’da imtiyaz ölçüsü değildir. İslâm’da insanlara imtiyaz sağlayan tek şey insanî değerlerdir. Bir insaniyet mektebi olan İslâm insana asalet kazandırdığı için insanî değerlere saygı duyuyor ve dünyaya asalet tanıdığı için insana asalet kaimdir. Yani, Yüce Allah'a inanıyor. Bu nedenledir ki, doğru bir mantık üzerine kurulmuş olan tek insaniyet mektebi İslâm’dır. Dünyada başkaca insaniyet mektebi de yoktur.
Bismillahirrahmanirrahim
Konumuz insaniyet mektebidir. Bizim (Kısa süre önce) tanıdığımız ve dünyada yegâne araştırmacı ve muhakkik olan insan. Kendisi, daima kendi bahis konularından biri ola gelmiştir. Yani; İnsanın bahis konusu ettiği meselelerden biri de kendisi olmuştur.
İnsaniyet kelimesinin anlamı, bir çeşit yücelik ve kutsiyet taşımaktadır. Nasıl ki, insanın hayvan üstü özellikleri mukaddesat olarak tanınmakta; Bilim, Adalet, Özgürlük, Ahlâkî vicdan ve bunlar gibi. O halde insan ve insaniyet bir bütün olarak mukaddes bir varlık şeklinde tanınmış ve tanınmaktadır. Yani beşerî mukaddesatın bir çoğu hakkında şüpheye düşülmüş hatta inkâra kadar gidilmişse de dünyada henüz hayvan üstü boyutlar taşıyan insaniyet özelliklerinden dolayı insanı küçümseyen ve takdis etmeyen bir mektep zahiren mevcut olmamıştır. Mevlâna meşhur mısrasında şöyle dile getiriyor.
Göster yüzünü ki, bağ ve gülistanım arzular.
Aç dudaklarını ki, yığınla şekerim arzular.
Yakup gibi hep söylerim va esefa!
Kenan'ın Yusuf'unu iyi görmeyi arzular.
Bu uyuşuk yoldaşlarla yüreğim sıkıldı.
Allah aslanı ve Rüstem destanı arzular.
Başka bir şiirinde de şöyle diyor:
Dün şeyh, geziyorken şehir civarını
Yürek sıkıntısından bir insan arıyordu.
Dedim, bulunmaz aramışız biz,
Söyledi, işte bulunmayan, arzumdur.
Sadi «Teyyibat»mda bir karşılama yapmış veya bir cevaptır vermiş:
Candan çıkmamış canan arzundur
İçindeki ateş sönmede iman arzundur.
Ne görmüş ne mertlik etmişsin,
O zaman mertlik sofrası arzularsın
Firavun gibi hep söylersin Enel-hak
O zaman Musa yakınlığı arzularsın.
Her halükârda beşer edebiyatının, gerek dinî gerekse gayri dinî bir kısmını insaniyet meselesi ve tahlili teşkil ediyor, özellikle İslâm edebiyatında gerek Arapça ve gerekse Farsça çehresinde bu dalda bir çok konu mevcuttur, timin büyük bir ilerleme kaydettiği son asırda, insaniyet, eski beşeriyetin tanıdığı mukaddes makamdan, çok ezici bir şekilde bir derece düşüş kaydetmiştir. Çünkü bir varlık ne kadar yükseliş kaydederse, bu yükselişten düşüşü ister istemez ezici bir düşüş olacaktır. İnsan tam bir yarı ilâhî makama ermişti. Edebiyatımızda insanın yarı ilâhî bu makamından ne kadarda söz edilmiştir:
Kudüs bağı kuşuyum, nasıl söyleyeyim gurbeti,
Neden bu dönen hadise dünyasına düşmüşüm.
Ve Hafız diyorki :
Arş kongresinden sesliyorlar seni
Bilmem ki, nedir düşen şu tuzağa,
Son iki üç asırda insan, kendisi kendisine varsaydığı ulu makamdan bir derece çok ezici bir şekilde sukut etmiştir. Beşer ilk olarak Heyeti Âlem meselesini keşfetmiştir. Yer küresinin, dünyanın merkezi ve diğer yıldızların onun etrafında döndüğünü kabul eden eski düşünce bir derece değişmiş ve dünya güneşin etrafında dönmesi gereken küçük bir yıldız oluvermiştir. Oysa güneşin kendisi bile yıldızlar dünyasında pek fazla ehemmiyete haiz değildir. Bu durumda, yaradılış amacının merkezi olan insan şiddetle şüphe ve inkâra maruz kalmıştır. Artık hiç kimse cesaret edip de: Ey insan, sen daire-i imkânın merkezi, bütün yaratılmışların en beğenilmişi, lahutî mücevheratın şahsın, diyemiyor. Demek ki bizim insan hakkında hayal ettiğimiz gibi değilmiş. İnsan, yer küresinin yıldızlar ve Eflâkin merkeziyeti düşüncesi ile dolduğu fikir merkeziyetini bu ilmî darbe ile kaybetmiştir.
Daha sonraları insan üzerine çok daha ezici birçok darbe inmiştir. Bunlardan biri, insanın kendisini takriben semavi bir ırk, Allah halifesi İlâhî bir nefes olarak tanımlıyor. Allah'ın Ruhunun, bu gövdeye üflenmesiyle insan vücuda gelmiştir.
Çeşitli varlıkların değişkenliği konusundaki biyolojik araştırma, insan ırkını, bir kez daha insanın aşağı ve hakir saydığı bu hayvanlara bağlamıştır. Dedi ki; Ey insan, Sen maymun ırkındansın veya maymun ırkından olma-san bile, herhangi bir hayvanı nesildensin. Diğer hayvanlar gibi aynı ırktansın Bu sözde ilahi boyut böylece insandan alınmış oldu. Bu da insan kutsiyetine inen ayrı bir darbedir.
O çok etkili darbelerden birinde, insanın, zahiren parlak olan geçmişine indirildi. Yani, insan kendi çabalarında, tüm kötülüklerden arınmış temiz, sadece ilâhi aşk besleyen, iyilik ve ihsandan başka birşey düşünmeyen, adî, hayvani boyutlardan arınmış faaliyetlerde bulunabileceğini göstermiştir. Aniden varsayımlar ortaya çıkarak; Denildi ki; Hayır, insanın kendine hazırladığı bu dosya, böyle ter temiz ve mukaddes değildir. Beşerin, ilim severlik, sanat, güzellik, ahlâk, vicdan diye adlandırdığı, takdis ederek yücelttiği ve onlara tabiatüstü boyutlar kazandırdığı tüm çabaları hayvanlarda da bulunabilen, faaliyet türündendir. Ancak, bir takım mekanizma ile daha karışık, bir şekil almıştır. Biri bütün bunların kaynağının kadın olduğunu söylerken; Bizim Sa'di de; «insanoğlunun zevk ü safa kaynağı kadındır.» diyor. Ama diğer bir grup da der ki; kadın sadece insanın zevk ü sefa kaynağı değil, düşüncesinin ve gönlünün de kaynağıdır. Diğer birileri de; Bu makamı insan için çok Ulu bulmuş, biraz daha aşağı inerek; kadından da aşağıdır, demişlerdir. Demek ki: İnsan dosyası parlak geçmişine nazaran takdis ve takdire şayan faaliyetleri, bir takım darbelerle bozguna uğratılmış ve ortadan kaldırılmıştır. Yavaş yavaş iş o yere vardı ki: Gelin bu varlığı inceleyelim dediler, bu varlık ki; Kendisini bir gün yaradılış, dünya ve âlemin merkezi addediyor, ilâhi ruhun bir örneği var sayıyor. Kendi davranışlarına olağan üstü bir kutsiyet ve hayvan üstü boyutlar tanıyan bu varlık aslen nedir? Bunun gövdesini ne teşkil ediyor? Yine başka bir varsayım ortaya çıkarak; Bu iddia dolu varlık ile bitkiler hatta cansız varlıklar arasında hiçbir fark yoktur. Dokunuş, düzen ve şekil açısından farklıdır. Ancak bunları meydana getiren madde ve köken açısından herhangi bir fark yoktur, ince dokunmuş bir parça, ile, bir çuval farkı gibidir. Her ikisi de iplikten dokunmuştur. Ancak çuval daha kaim ipliklerle dokunurken, kumaş parçası çok daha ince ipliklerle dokunmuştur. Evet, insan ile bitki veya cansızlar arasında zarafet, dokunma ve daha birçok şeylerde fark vardır. Yalnız bunları meydana getiren asıl maddede biç-bir fark yoktur. Başka bir ruh ve ilâhi bir nefha mevcut değildir. İnsan, diğer makineler gibi bir makinedir. Yani makine cinsindendir. Elbette ki; Makineler arasında fark vardır, senin kolundaki saat da benim cebimdeki saat da bir maktadır. Bir bisiklet, bir otomobil de birer makinedir. Üç milyon parçadan oluştuğu söylenen Apollo da bir makinedir. Daha büyük ve daha karmaşık, ama bununda diğer makineler gibi olduğuna ve başka boyutları olmadığına şüphe yoktur. Bunun insaniyet gövdesine indirilen en büyük darbe olduğu görülüyor. Ancak bütün bunlarla birlikte, bütün insanî değerler, barış, özgürlük, maneviyat, adalet ve acıma gibi anlamları ciddiye almayan bir gurup felsefeler ve felsefî sistemler dışında yüzde yüz mahkûm edilmemiştir. Ondokuzuncu asrın ortalarında, yirminci asrın ikinci yarısında bulunduğumuz bu zamana kadar insaniyet iki kere zuhur etmiş, asaletine kavuşmuş, dünyada insanî hatta insanperest, adıyla mektepler ortaya çıkmıştır. İnsan geçmişte mabut değildi, büyük bir ayet ve büyük bir maneviyat kapısı idi. Kuşkusuz ki Kur'ân-ı Kerîmde maneviyat için insanı, Allah'ı ve tabiat ötesi varlıkları tanımak için başkaca her ayetten saha uygun görmüştür. «Yakından ayetlerimizi af akta ve nefislerinde onlara göstereceğiz». (Fussilet: 53) Fussilet Afak ve enfüs (nefisler) kelimelerini ayrı ayrı zikretmiştir. Arifler, edipler ve şairler arasındaki, afak ve enfüs Istılahları işte bundan kaynaklanmıştır. Yeryüzünde meleküt ve gaybı müşahede etmek için ayetler, belirtiler vardır. Özellikle sizin vücudunuzda (bu sizin vücudunuzda kelimesini ayrı zikrediyor.) Görüyor musunuz? Yani niçin basiretiniz yok? Neden dikkat etmiyorsunuz? Kendi kendinize dikkat edin, bakınca görün. Geçmişte büyük bir ayet ve insanın kendinden ilâhi maneviyat, gaybe iman ve maleküte doğru bir geçiş kapısı olan (insan) yine konu ediliyor. Ama bu kez ayrı bir şekilde konu edilmiştir. Öyle bir şekildeki; tezatlardan kurtulmadığı gözleniyor. İşte en önemli mesele ve sorun budur. Yani beşeriyet Yeniden kutsiyetine kavuşmak istiyor. Yeniden amaç ve gaye olacak şekilde kendisini bulmak istiyor. Ancak eski ölçüler ortaya atılmadan kendisine ilâhi ve gayri ilâhi boyutlar kazandırılmadan «yeryüzünde olanların hepsi insan için yaratılmıştır.» Meselesi dikkate alınmadan, O’na ruhumdan üfledim.» Ortaya konulmadan. Allah kendi ruhundan yani bu dünyadan olmayan, ayrı bir dünyadan bir şey yüklemiştir ona, yani o bir uluhuyet mazharıdır. Hayır, bunlar artık ortaya atılmamalıdır. Hatta insanın iç duygulan ve insana hareketlilik kazandıran boyutlar üzerinde dahi konuşulmamalıdır. Ama aynı zanlında da insan ve insan şuuru mukaddes ve saygı değer olmalıdır. Şimdi sizde görüyorsunuz ki, herkes hangi ideolojiyi benimserse benimsesin, ben barış taraftarıyım, özgürlük yanlışıyım, beşer severim, adaletçiyim, halkçıya n ve insan haklarını destekliyorum, diyor. Hatta insan hakları bildirileri «zâti insan haysiyetine saygı» ile başlıyor: Yani beşere, saygı ve takdire lâyık daha sonraki eğitime esas olabilecek bir zâti haysiyet kazandırmak istiyorlar. Öyle ki; ben zâtı âlinize saygı ve takdise layık bir zatî haysiyete sahip biri olarak tanınmalıyım ki, sizin zatî kutsiyetinize iman edeyim. Bu inanışa rağmen ben sizin hukukunuza tecavüz edebilirim. Siz de aynı şekilde bende böyle bir zati kutsiyetin varlığına inanıyorsunuz, buna rağmen benim hukukuma tecavüz edebinsiniz. Ancak sizin, benim bu zatî kutsiyetime inanışınız benim haklarıma ve özgürlüğüme tecavüz etmenize engel olmuyor, insan sever felsefe taraftarı olanlar eski ölçülere göre olmayan bir felsefe istiyorlar. İşte buradaki önemli ve esas sorun karşımıza çıkıyor, beşer yaşamında, düşüncesinde ve hiç bir dayanağı olmayan mantığında büyük tezat meydana gelmiştir. Evvela küçük bir noktayı arz edeyim : Dünya araştırmacılarından, insan severliği genel barış anlamını taşıyan şekilde açıklayabilen olacağını sanmıyorum. Elbette ki, normal fertler arasından bazı kişiler beşeriyet ve insan sevgisinden söz edildiği zaman: Efendim, herkes beşeridir, buna göre herkes eşit olmalı ve herkese aynı gözle bakılmalıdır, diyenler vardır. Biz diyoruz ki tüm insanlar, insanî değerler açısından eşit değillerdir. Biri bilgili diğeri bilgisizdir. (Burada diyebilirsiniz ki, bilgisizliğin nedeni, ilmi imkânların kendisine sağlanmamasıdır.) Bir beşer, temiz ve perhizkâr, diğeri ise kirli ve kötüdür. Biri zalim, diğeri mazlumdur. Biri hayırsever, diğeri kötülük yapandır. Acaba, insan severlik hükmüne dayanarak herkes beşerdir, bizim için hiç fark etmez diyebilir miyiz? Biz insana saygı duyarız; ama bilgisiz mi, imanlı mı, imansız mı, takvalı mı, takvasız mı, iyimser mi, kötümser mi, ıslah edici mi, zarar verici mi, fesatçı mı? Bizi ilgilendirmez, biz genel barışçı ve insan seven olmalıyız. Artık bir insanın herhangi bir meslek ve mektebe bağlı oluşu bizim için fark etmemelidir. Zamanımıza ait uzak bir kıtadan örnek veriyorum: Lomomba bir insandı, Musa Çomba da bir insandı. Biyolojik açıdan Lomomba'nm ırkı ile Musa Çom-ba'nm ırkı arasında hiçbir fark yoktur. Musa Çomba'nın kan grubunun, Lomomba'nın kan grubu ile farklı olduğu varsayılsa bile, eğer siz bunların birinden nefret ediyorsanız bu kan grubundan ötürü değildir, başka bir nedene dayanmaktadır. Ama siz, bir insan sever olmak isterken bu iki kişiye karşı her ikisi de insandır, diye tarafsız kalabilir misiniz? İnsan olduklarına göre ne fark eder, Lomomba'yı, Çomba'yı sevdiğim kadar, Çomba'yı da Lomomba'yı sevdiğim kadar seviyorum. Eğer nefret etmem gerekiyorsa, her birisinden bir miktar nefret ederim. Ama böyle değildir. İnsanla hayvan arasında köklü bir fark vardır. Şöyle ki, insan bir hayvandan daha çok bil-kuvve ve daha az bilfiildir. Yani: Bir bilfiil attır. Yani (bir atda bulunması gereken bütün her şeye sahiptir. Çok az bir miktar eğitimle atlığa ekleniyor. Bir at bilfiil at olarak dünyaya geliyor. Kedi, bilfiil kedi olarak dünyaya geliyor ve... Ancak şu insandır ki, yüzde yüz bilkuvve olarak dünyaya geliyor. Yani, dünyaya geldiği zaman, gelecekte ne olacağı henüz belli değildir. Belki de gelecekte bir kurt gerçeğine dönüşecektir. Şeklen insandır ama gerçek bir koyundur. Aynı şekilde gerçekte bir insan da olabilir. İranlı büyük İslâm filozofu Sadr-ül-Müteallimin, ısrarla insan fertlerinin hepsi bir çeşittir diyenlerin yanıldıklarını söylüyor. Ona göre, ne kadar insan varsa o kadar da çeşit vardır. Çünkü insan cinstir çeşit değil. Elbette ki o bir filozoftur. Biyolojik açıdan bakmıyor. Sadece endam ve dış görünüşe bakan bir biyolog'a göre tüm insan fertleri bir çeşittir. Ama insanı mütalaa eden filozof, insan gerçeğini meleklere ve insaniyet diye adlandırılan şeye bağlıyor. Bu nedenle tüm insan fertlerinin aynı çeşit olabileceğine inanamıyor. İnsan sayışma göre de çeşit vardır, diyor. Bunun içindir ki insan değerlerinin bilkuvve olduğunu söylüyoruz. Bazı insanlar, gerçek insanî makama erişirken birçoğu da bu gerçek makamı elde edemiyorlar. Hz. Ali (A.S.)'ın tabiri ile «Şekil insan şeklidir, ancak içi bir yırtıcıdır», bir kaplandır, bir domuzdur, bir aslandır, bir kurttur. Ama ne var ki içi de dışı da aynı olan yani gerçek bir insan olma, tüm insan fertlerinde mevcut değildir.
Dedik ki, dünya iki kez büyük çapta insaniyet mektebine doğru yönelmiştir. Yani, dünyada insaniyet felsefesi adında bir takım felsefeler ortaya çıkmıştır. Belki de bunların en ilginci şudur: Ondokuzuncu asrın ortalarında August Comt adında biri insaniyet dinî adında yeni bir teori ortaya koymuştur. Bu adam, bir yandan Jul ve düşüncesi, diğer yandan gönlü ve vicdanı arasında ilginç bir çıkmazda karar kılmıştı. Bunun üzerine sonraları, insaniyet dinî adında bir teori ortaya atmıştır. Din beşer için çok zaruridir, toplumda görülen tüm fesatlar, din hafife alındığından dolayıdır. Eski din (O her zaman Katolik mezhebini dikkate alıyormuş) bu günkü beşer dinî olma salahiyetine haiz değildir. O kendi görüşüne göre üç dönem teşhis etmişti : Tabiat ötesi Rabbani dönem, aklî ve felsefî dönem, ve müspet ilim dönemi. Ona göre Katolik mezhebi, beşerin tabiat ötesi düşünce tarama yöneliktir. Bugün artık bilim çağıdır, beşer bugün tabiat ötesi düşünceyi kabul etmiyor, tcad ettiği yeni dinine diğer dinde olan gelenekleri, amelleri, ilkeleri kabul etmişti. Hatta kendi dinine Keşiş bile tayin etmişti. Hatta Onun, Katolik mezhebinden iktibas ettiğini de söylemişlerdir. Katolik Mezhebinde olan gelenekler ve amelleri kendi insaniyet dinine de yerleştirdi. Bazıları ona, biz ilâhi kökeni olmayan bir dinle ilgilenmiyoruz diye itirazlar etmişlerdi: «Katolik mezhebini kabul etmiyor isen, bir âlim nazarında hurafe sayılabilen bu teşrifatı neden kabul ediyorsun? Sen Allah'ı kabul etmiyor ama O'nun buyurduklarını uyguluyor ve kabul ediyorsun vb.» Bir bakıma oda haklıydı: Beşer ibadet etmeye, tapmaya muhtaçtır. Bir takım adet ve adabı uygulama ihtiyacını hissetmektedir. İşte o bunları ayrı anlam ve unvanla getirdi. O beşer arasına gaybi kökeni olmayan ama bir takım ibadet ve gelenekleri içeren bir din getirdi. İlginçtir ki, bazı kitaplar bu adamın Amerika ve Avrupa da birçok mensubu olduğunu da yazmıştır. Hatta bu adamın icat ettiği dinin bugün bile birçok taraftarı olduğu ve evinin, taraftarlarınca Kâbe kabul edildiğini yazmışlardır. Okuduğum Arapça bir kitapta: Bu adamın birisinin karısına âşık olduğu, sevgilisinin kocasının tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm olduğu ona kavuşmadan kadının öldüğü, bu nedenle söz konusu kişinin akıl dünyasından gönül ve duygu dünyasına geçtiği ve bunun neticesinde insaniyet dinini icat ettiği yazılmıştı. Yine bu kitaba göre, bu dinin taraftarları bu adamın sevgilisini icat ettiği dinin Meryem’i olarak kabul ediyorlar. Yani, Hıristiyanların Meryem'e duydukları Kutsiyet ve saygıyı, bunlar da Augus Comt'un insaniyet dininde sevgilisine duyuyorlar. Ancak sonraları, insaniyet mektebi, başka bir deyişle beşer asaleti başka şekillerde ortaya çıkmıştır ki, bugün görüyor, okuyor ve duyuyorsunuz. Bütün konuyu bir konuşmaya sığdırmam gerektiği için çok kısa ve özet olarak arz ediyorum. İnsan ve insan asaleti bölümünün konusu çok geniştir. En azından bunları sorular halinde arz etmeye çalışacağım:
İnsan hakkında yöneltilen sorulardan biri de insanın özgürlüğü, yetkisi, sorumlulukları alanı ve görevidir. Acaba insan gerçekten özgür ve muhtar bir varlık mıdır? Yerine getirmesi gereken sorumluluk ve ifa etmesi gereken görevi var mıdır? İslâmi mantık açısından cevap veremezseniz, yüzde yüz söylememiz gerekiyor. Kur'an-î Kerîm'de «Eddahr» da denilen 'İnsan' adında bir sure vardır. Bu sure insan adıyla başladığı için insan suresi diye adlandırılmıştır. Bu surenin başlangıcında insan adından söz edilirken, insanın özgürlüğü, yetkisi, görevi ve sorumluluğu da dile getiriliyor:
Buna göre insan, yaratanın karşısında mecbur bir varlık değildir. Yaratan ondan ne istemiştir? Ondan özgürlük istemiştir, onu özgür, görev ve sorumluluk, yüklenen bir varlık olarak yaratmıştır. Hatta sizin bundan daha büyüğünü bulamayacağınız bir tabir kullanmıştır insan hakkında Kur'ân-ı Kerîm: «Allah halifesi» diye buyuru]muştur. Kuşkusuz ki, hiç bir kitap Kur'an kadar insanı takdis etmemiştir. Buyuruyor ki : «İnsanı ilk yarattığımızda meleklere duyurduk ki, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.» Melekler soru mahiyetinde bir itirazda bulundular. Allah buyurdu ki : «Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.» (Bakara: 30) «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,» Yani ilâhi dediğimizden kast edilen budur. Bu neyi anlatıyor? Bu varlığın vücudunda mevcut olan çok sayıda istidadı.
Ve Âdeme tüm isimleri öğretti.
Bakınız, kendisi bir insaniyet mektebi olan islâm, felsefi boyutlarda insana nasıl bir makam tanımış.
Bütün ilimlerin isimlerini: Bir şeyin ismini bilmek bir şeyi tanımanın anahtarı olduğuna göre bütün ilimlerin anahtarlarım ona öğrettik. Sonra yukarı alemin meleklerini bu insanla yarış meydanına getirdik, insan kazandı. Daha sonra onlara dedim ki ey melekler! söylemedim mi? Benim bildiğimi siz bilmiyorsunuz. Siz madalyonun öbür yüzünü okudunuz dediniz ki; bu yaratık şehvet ve gazap sahibidir, adam öldürür kan döker. Ama madalyonun öbür yüzünü okumadınız. Hepsi itiraf ettiler: Allah'ım biz bilmiyoruz, biz ancak senin öğrettiğini biliyoruz, işte o zaman meleklere bu mevcudun karşısında huşu ile secde etmelerini emrettik.
«Meleklere, Âdeme secde edin dediğimizde hepsi secde ettiler,» (Bakara: 34)
Her halükârda insana özgürlük, yetki ve görev tanıması açısından Hâk halifesi kavramı çok önemlidir. Ben Allah, kendim yaratanım, yaratıcılığımdan bir kısmım senin uhdene bıraktım. Sen ifa etmelisin. Sen, benim yaratıcılığım ve faaliyetimin mazharısın. İnsan konusunda diğer bir mesele de, insanın zevk ve saadetidir. Bunu da özet olarak açıklayayım: İnsan zevk peşinde koşuyor, haliyle bunu nerede aramalıdır? Zevki, içte mi dışta mı aramalıdır? Yoksa hem içte hem dışta mı? Zevki kendi dışlarında arayanlar ve sürekli olarak, hayattan tat alma hayalinde olanlar kendilerini bir insan olarak tanımıyorlar. Yani, kendileri lezzet ve zevk merkezi olan (ki, zevk insanın içinden kaynaklanıyor) biri olarak tanımıyorlar. Zevki nerede aramaya çalışıyor? İçki kadehinde ve pavyonlarda mı? Ne güzel demiş Rumî Molla içki içerek iyiliğe sevk ve kötülükten alıkoymak isteyen adam : «Sen hoşsun iyisin, hoşluğun merkezisin de neden bade minnetine katlanıyorsun?»
Ancak dış dünya ile tüm ilişkileri keserek bütün zevkleri içte aramak doğru değildir. Mevlana bazı şiirlerinde bu konuda belki de mübalağa etmiştir:
Zevk yolunu içte ara, dışta değil.
Anane ve gelenekte arayanı ahmak bil.
Bir zindan köşesinde şen ve şad iken,
Diğer kendi bağında oldu bir murad.
Maksat dış ilişkileri tümüyle koparmak değildir. Demek istediği, insan eğer. zevk istiyorsa, bütün zevkleri dış maddiyatta bulacağını sanmasın, asıl zevk merkezi kendi vücudundadır. Veya en azından ikisi arasında eşitlik sağlamalıdır.
İnsan hakkında, daha birçok konu vardır. Ben ancak kısaca size arz ediyorum. Kendini insaniyet mektebi addeden tabiatıyla bir takım soruları cevaplandırmalıdır. Eğer bu sorulara cevap verebiliyorsa, ancak o zaman gerçek anlamda insaniyet mektebi olabilir. Şunu arz etmekte yarar görüyorum: Arz ettiğim gibi, insan maneviyat dünyasına bir kapıdır. Yani, beşer aslında kendi vücudunda maneviyat ve insaniyet, din ve insaniyet birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Yani, ya din ve insaniyeti) bir arada bırakmalıyız veya birini tutmak istiyorsak öbürüne de tutmalıyız. Dinî tutup da, insaniyet ve kutsiye-tini bırakamayız. Veya insaniyeti tutup da dinî bırakamayız. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve iç içedir. Bizim beşeri asalet mekteplerinde iddia ettiğimiz tezat işte budur. Esas şudur ki, insaniyet geçmişte düşüşe uğradıktan sonra -ki, bu yanlış bir düşüştü- Yani: Batlimuscu heyetin değişikliği, bizim insanın yaratılışının gayesi olan yüce makamı hakkında şüpheye düşmemize sebep olmamalıdır. Yer küresi ister dünyanın merkezi olsun ister olmasın, insan dünyanın amacıdır. Dünyanın amacıdır ne demek? Yani; kendi gelişme yolunda akıp gitmekte, ister insanî kendi basma bir varlık kabul edelim, ister hayvan neslinden olsun: Bu, bizim onun ilâhi ruha sahip olduğunu kabul etmemizde veya etmememizde bir şey fark etmez dedi, «Üfledim ona kendi ruhumdan» ama O insan Allah ırkından meydana gelmiş dememiştir. Eğer insan hakkında: Meselâ, onun maddesi başka bir dünyadan getirilmiş deseydi o başka dünyadan getirilen madde, onu yüce ve mukaddes bir varlık kılardı: Ey felsefesi beşer, sevgisi ve iman konusu beşeriyet olanlar: Biz diyoruz ki, insanda ihsan, iyimserlik ve hizmet diye bir duygu var mı, yok mu? Eğer hiç bir şekilde yok diyorsanız ki, beşeri davet etmek yanlış, bir taş veya hayvanı davet etmek gibi olur. Hayır, vardır ama bu var olan nedir? Belki birisi, bizde de var olan, diğerlerine karşı hizmet duygusu karşılıklıdır, diyebiliriz. Bize göre insan severlik duygusu, bizden güç kazanıyor: Gidelim onları eğitelim, hizmet sunalım, mazlumları kurtaralım. Derler ki eğer iyi dikkat edersek, insan kendini onların yerine koymuş, önce onu kendi yerinde, kendisini de onun yerinde görmeyi düşünüyor, sonra kendisini onun yerinde görüyor. Daha sonra kendisini savunması gerektiğini emreden egoist duygu ile mazlumu savunmaya kalkıyor. Yoksa insanda, mazlumu savunmasını gerektiren herhangi bir asalet mevcut değildir. İnsaniyet mektebi, cevap vermelidir. Evvelâ böyle bir duygu var mıdır, yok mudur? Acaba insanda böyle bir şerafet var mıdır, yok mudur? Biz vardır diyoruz : «... İlham etti ona kötülüklerini ve iyiliklerini». Allah halifesi insanı ilâhi iyilik ve cömertlik sembolü eden hükme göre o insan mazharıdır. Yani, insan, egoist olmasıyla birlikte kendi hayatım korumak için, çalışmakla da görevlidir. Ama tüm varlığı egoistlik olamaz. Hayırsever, ahlâklı ve vicdanlı olmalıdır. Bu yıl bir süre önce, Şiraz'da bulunduğumdan, mutlular müessesesi adıyla kurulmuş bir müessese tanıttılar bana. Bir grup insan sadece şahsi imanları ve iyimserlikleri ile bir müessese kurmuş ve bir takım sağır ve dilsizleri burada toplamışlardı, gittim burayı gördüm, gerçekten bizim gibi ince yapılı kişilerin orada bir saat durmaları, hatta gidip görmeleri bile güçtür. İnsan bakıyor o çocuklara; bir kelime söylemek istediğinde ağzını gözünü eğip eğriştiriyor. Kendisi de seyyid (Peygamber soyundan gelen) idi. Gördüm ki: Bu adam nasıl bir şefkat, sevgi ve ilgi ile halkın sağır ve dilsiz çocuklarının üzerine titriyor ve onlara okuma yazma öğretmeye çalışıyor. (Oysa orada edindiğim bilgiye göre o adamın aldığı aylık normal bir öğretmenin aldığı aylıktan azdı, çünkü o kurumun bütçesi yoktu) Meselâ, burası diyeceği zaman, ağzım öyle bir şekilde eğiyordu ki, ona bakan çocuklar, 'burası' demek istediğini arılıyor ve tahtaya burası yazıyorlardı, bunun gibi şeyler. Bu nasıl bir duygudur beşerde? İşte bu insaniyet mazharı ve insaniyet asaleti göstergesidir. Genel olarak iyilere karşı iyimserlik ve kötülere karşı nefret duygusu, çok eski tarihlerde yaşamışlarsa bile, nedir acaba? Şimr ve Yezit işledikleri onca cinayetlerle birlikte yanımızda anıldığında diğer yandan İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri anılırken, kendimizde, birinci guruba karşı nefret ve ikinci gruba karşı saygı hissi duyuyoruz. Bu nedir? Acaba, gerçekten yine sınıf meselesi midir? Biz düşünüyoruz: Kendimizi Kerbela şehitlerinin yanında görüyoruz, düşmanlarımızı da öbür grupta, Şimr ve Yezid'e duyduğumuz nefret kendi düşmanımıza duyduğumuz nefretin aynısıdır. Kerbela şehitlerine duyduğumuz saygı duygusu kendimize duyduğumuz saygının aynısıdır. Yani, kendimize karşı gösterdiğimiz temayülü onlara karşı da duyuyoruz. Eğer böyle ise, kendine düşman saydığın kimse ile aranda hiç bir fark yoktur ki. Pekâlâ, o da Şimr ve Yezid'i sevip saygı duyup, Kerbela şehitlerinden nefret edebilir. O da kendi sınıfından olanın yanında yer alıyor. Senin, ona karşı nefret ve buna karşı saygı duyduğun hükmüyle o da senin nefret ettiğine saygı ve senin saygı duyduğuna nefret duyuyor.
Veyahut hayır, siz bu arada başka bir kapıdan, ferdi olmayan, şahsi olmayan insaniyet kapısından insaniyet dünyasına bağlısınız. Burada artık ben ve nefret bulunmuyor. Gerçek vardır. Kerbela şehitlerine karşı saygı ve düşmanlara karşı nefret duyan ben, şahsi ben değildir, genel ve çeşitsel bir bendir. Beşeriyete asalet tanıyan insaniyet mektebi bu soruya cevap vermelidir. Bunlar nedir ve neden kaynaklanıyor? Aynı şekilde beşersin, teşekkür ederken taşıdığı sadık aşk gibi diğer meseleler, insan kendisine iyilik yapan birine teşekkür etmek ister. Bu, başlı başına bir meseledir. İnsan değerleri asalet bulduğu zaman, insanın öz meselesi ortaya çıkıyor. Sadece değiniyorum: Böylesine asaletlere sahip olan insan gerçekten materyalizmin dediği gibi bir kökene mi sahiptir? Bir makine bir Apollo mu? Makine ne kadar büyükse sadece büyük müdür? Apollo büyüklüğünde bir makine yapılsa adına ne, diyeceğiz? Sadece, ne kadar ilginç ve çok büyük mü? Ne kadar şereflidir diyebilir miyiz? Hayır, mukaddestir diyebilir miyiz? Hayır. Eğer milyonlarca Apollo büyüklüğünde olsa milyarlarca parçası bile olsa yine de sadece olağanüstü, ilginç büyüklüktedir diyeceğiz. Hiç bir zaman ona mukaddes, şerefli ve zatî haysiyet sahibisin diyebileceğimiz bir makama erişemez. Beşer hakları bildirisi, aynı şekilde komünist filozoflar, çeşitli şekillerde insan asaleti taraftarı olanlar beşer vücudunda «üfledim ona kendi ruhumdan» inanmandan zatî haysiyet ve kutsiyetten nasıl söz edebilirler? Bu değerlerin asaletini kabul ettikleri zaman insanın öz asaletine, bir başka soruyu da kısaca arz edeceğim. Çünkü biliyorum saat ikide dersiniz var ve gitmeniz gerekiyor: Çok güzel, insan değerleri asaletinden, insanın öz asaletine varıyoruz. Acaba, bu sonsuz karanlık dünyada yalnız insan mı var? Bir Avrupalının dediği gibi bir zehir okyanusu içinde bir damla tatlı mıdır? Bu tatlı damlacık, tatlı okyanusun temsilcisi midir? Bu nur zerreciği nur dünyasını mı temsil ediyor? Burada insan asaletinin Allah ile ilişkisi açıklığa kavuşuyor. Yani: Bu ikisi birbirisinden hiç bir zaman ayrılmaz «Allah göklerin ve yerin nurudur». Allah dediğimizde Aristo'nun ilk muharrik diye addettiği Allah'ı kast etmiyoruz. Aristo'nun ilk muharriki İslâm'ın Allah'ından başka şeydir. O dünyadan ayrı ve yabancı bir varlıktır. İslâm'ın Allah'ı: «İlk ve son, zahir ve batın»dır. Allah deyince dünya ayrı bir görünüm arz ediyor. Vücudunuzda hissettiğiniz tüm değerler yani, bir anlam ve mana kazanıyor. Amaç kazanıyor. Anlamaya çalışın: Siz eğer bir nur zerreciği iseniz, bir nur dünyası var gibidir. Eğer bir damla tatlı iseniz, uçsuz bucaksız bir okyanus var gibidir. Canınızda onun bir ışığı vardır. İslâm, İnsanî bir mekteptir, yani, insanî ölçüler üzerine kurulmuştur. Şöyle ki; İslâm’da insanlar arasında yanlış ayrıcalıklar mevcut değildir. Yani, İslâm’da iklim yok, ırk yok, kan ayrıcalığı, bölge ve dil ayrıcalığı yok. Bunların hiç biri İslâm’da imtiyaz ölçüsü değildir. İslâm’da insanlara imtiyaz sağlayan tek şey insanî değerlerdir. Bir insaniyet mektebi olan İslâm insana asalet kazandırdığı için insanî değerlere saygı duyuyor ve dünyaya asalet tanıdığı için insana asalet kaimdir. Yani, Yüce Allah'a inanıyor. Bu nedenledir ki, doğru bir mantık üzerine kurulmuş olan tek insaniyet mektebi İslâm’dır. Dünyada başkaca insaniyet mektebi de yoktur.