KIBLE: Sayın üstad! Bildiğiniz gibi bu yıl, Ayetullah Hamenei Tarafından “Yüce Peygamber Yılı” olarak adlandırılmıştır. Aziz Peygamberimiz hakkında günümüze kadar o kadar kitaplar yazılmış, konuşmalar yapılmıştır. Bu girişimin bize getirisi ne olabilir?
BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM
Allah’ın salât ve selâmı Hz. Muhammed’e ( s.a.a ) ve onun tertemiz Ehlibeyt’ine olsun.
Yüce Peygamberimiz hakkında çeşitli açılardan konuşabiliriz. Esasen değerli Peygamberimizin hayatı bizim için nasihat ve gerçekte kurtuluş vesilesidir. Bu konuda her ne kadar fazla da konuşsak yine de az konuşmuş oluruz. Bilginler, tabiat hakkında her ne kadar konuşsalar, yine de bu konuda konuşulacak şeyler ve tabiat âleminin bu suskunluklarla bitmeyecek sırları vardır. Aynı şekilde insanoğlu tabiatı tanımak için yaptığı o kadar araştırmalara rağmen kendisini daha ilk adımın eşiğinde görmektedir.
Başta yüce Peygamberimiz olmak üzere Ehlibeyt İmamları da gerçekte tabiat âlemi gibidirler. Onlar hakkında her ne kadar konuşsak da, az konuşmuş oluruz ve bu konuda söz tükenmez. Çünkü onların hidayeti, kıyamete kadar doğal olarak böyle feyiz verici bir kaynak olmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla on dört asır boyunca Peygamber efendimiz (s.a.a) hakkında onca kitap, makale ve risaleler yazılmasına rağmen yine de bu konuda konuşulacak şeylerin olmasına şaşırmamak gerekir. Bunun nedeni ise, dediğim gibi vahiy kişilerinin ve ilâhî eğiticilerin konumu, hakkında konuşuldukça konuşulacak tabiat âlemi gibidir.
KIBLE: Efendimizi (s.a.a) bu şekilde evrenselleştiren ve günümüz Müslümanlarının durumunu göz önünde bulundurarak onun mübarek hayatından almamız gereken dersler nelerdir?
Ben, yüce Peygamberimiz hakkında iki noktaya işaret edeceğim. Bu iki nokta onun şeriatının kuvvet noktalarındandır. Birinci derecede Peygamber-i Ekrem (s.a.a), dünyanın karışık olduğu bir dönemde peygamberliğe başladı. O dönemde insanoğlu arasında hiçbir şekilde vahdet ve birlik yoktu. Hz. Ali’nin (a.s) deyimiyle dünya çeşitli ilâhlar için mabet olmuştu; yıldıza tapanlar, aya ve güneşe tapanlar, buzağıya ve ağaca tapanlar, ateşe tapanlar. İnsanoğlu herhangi bir birlik ve uyum içerisinde değildi. Resulullah (s.a.a) evrensel olarak ilk defa bütün insanları bir çatının altında topladı, o da tevhit çatısıdır. Diğer peygamberler de bunu yaptıysalar da, bu hareketlerinin evrensel olması uzak bir ihtimaldir; Bu tevhit çatısı o kadar geniş ve sağlamdır ki, bütün insanları birbirine kenetleyebilir; birbirine düşman olan ve birbirleriyle savaş ve çatışma hâlinde olan insanlar birbirlerine kardeşlik elini uzatarak vahdet içerisinde hayatlarını sürdürebilirler.
Bu vahdet noktası, vahdet direği ve vahdet çatısı evrensel olarak ilk defa yüce Peygamberimizin dilinden duyuldu. Her ne kadar Musa b. İmran (a.s) ve Hz. İsa (a.s) tevhit münadilerinden idiyseler ve bütün insanları tevhit noktasına davet ediyorlardıysa da, bu davet evrensel değildi. Olsa olsa en fazla İsrailoğulları’nı ve kendi bölgelerindeki toplulukları kapsıyordu.
Fakat yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamber unvanıyla: “Ey birbirine düşman olan insanlar, gelin düşmanlıkları bir kenara bırakın ve tevhit çatısı altında toplanın. Sizin taptığınız bu şeylerin tümü, mahlûk ve yüce Allah’a muhtaç olan varlıklardır; bu muhtaç varlıkları bırakın tevhit çatısına gelin!” buyurdu. Bu nokta, Efendimizin kuvvet noktalarından biridir.
Böyle olduğunu görüyorsanız; medeniyet âleminde böyle olduğunu görüyorsanız; bir şekilde beşerperestlik, putperestlik ve Allah’tan başkasına yönelmek kokusu veren batı medeniyeti, doğu medeniyetleri, İran ve Rum medeniyetlerinin yıkıldığını, bütün insanların Allah’a teveccüh ettiklerini ve bunun çok kısa bir zamanda bütün dünyayı kapsadığını görüyorsak, bunun nedeni Efendimizin bütün insanları bir tek noktaya davet etmesidir ve o da bunun fıtrat dini olması nedeniyledir. Bu, Peygamber efendimizin (s.a.a) davetinin kuvvet noktalarından biridir. Kur’ân-ı Kerim de tevhidi fıtrat dini olarak tanıtmaktadır: “Allah’ın fıtratı ki, insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır.” Allah’ın dini tevhit dini ve insanın yaratılışıyla uyum içerisinde olan bir dindir.
Diğer bir nokta ise şudur: Efendimiz (s.a.a), insanları zorla Allah’a kulluk etmek ve onlara zorla “lâ ilâhe illallah” dedirtmek için gelmemiştir. Efendimiz gelerek mantık ve aklı gündeme getirmiştir. Getirdiği kitapta şirki reddetmek için onlarca delil getirmiş, tevhidin ispatı için çeşitli deliller sunmuştur. Mantıktan yararlanmıştır; o da sadece filozofların yararlandıkları mantıktan değil, ona ilave olarak halk kitlesinin yararlandıkları mantıktan da yararlanmıştır.
Efendimizin yapmış olduğu savaş ve cihatlar da insanların tevhit dinine yönelmesi için değildi, aksine engelleri ortadan kaldırmak içindi. Peygamberler getirdikleri dinlerini sunmaları gerekir. Din felsefe kitabı değildir. Aristo kitabını yazıp dağıtıverir, birileri onu kabul etsin veya etmesin fark etmez. İbn Sina kitabını, Şifa kitabını ya da Kanun kitabını yazıp dağıtıverir; isteyen kabul eder, isteyen de etmez. Peygamberlerin ise mekteplerini insanlara sunmaları gerekir; dünyanın her tarafına sunmaları gerekir. O zaman zorbalar onların yayılmasına engel olurlar. İran Şahı Yemen Valisi’ne mektup yazarak: “Bir adam bana mektup yazmış ve mektubunda kendi adını benim adımın önüne geçirmiştir. Onun boynunu vurarak başını bana gönder.” demiştir. Onlar böyle insanlardı; esasen tebliğ etmeye müsaade etmiyorlardı. Dolayısıyla İslâm dinindeki savaş ve cihatlar engelleri kaldırmak içindir. Engeller kalksın da, sonra Allah’ın elçileri, konuşmacılar, davet ve tebliğ edenler gidip tebliğ etsinler. Ondan sonra isteyen iman eder ve isteyen de inkâr eder.
Kur’ân’ın, “Dinde zorlama yoktur.” şeklindeki buyruğu da böyledir. “Dinde zorlama yoktur.” buyruğu, cihatla çelişmez. Cihat, dini insanların kalbine yerleştirmek için değildir. Dinin zorla insanların kalbine yerleşmesi mümkün değildir. Çünkü din inançtan ibarettir. İnsan zorla inanmaz. Bir şeye inanıyorsanız, milyarlarca dolar da harcasalar yakin ettiğiniz bir konu hakkında sizi şüpheye düşüremezler. İman zorla olmaz, zorbalıkla edinilen iman dilde kalır; ama kalple edilen iman zorla olmaz.
Dolayısıyla engeller kalktıktan sonra bunların hepsi resmen kabul edilir. İsteyen Zerdüştlükte, isteyen Hıristiyanlıkta ya da başka bir dinde kalabilir. Bunlar bu dünyada serbesttirler, ama kurtulacak olanlar değillerdir. Fakat eğer gerçekten İslâm dininde zorlama olsaydı, bu durumda ne Hıristiyanları, ne Yahudileri resmen tanımaması gerekirdi. Hâlbuki İslâm dini bunların hepsini resmen tanımaktadır. Onlardan cizye almasının nedeni ise, onların emniyet ve güvenliğini sağlamasıdır. İslâm hükümeti onların güvenliğini temin etmektedir, onların iktisatlarını ve tüm ihtiyaçlarını temin etmekle yükümlüdür. Ancak hükümet hizmet sununca, bunun karşısında insanlardan da belli bir miktar ücret alır. Müslümanlar humus ve zekât olarak verirler bunu, Müslüman olmayanlar da cizye olarak verirler. Gerçekte İslâm dini bir nevi gelir vergisi alıyor, bir de kişi başına vergi alır.
Bu iki nokta, Peygamber efendimizin (s.a.a) hayatında çok etkilidir: Biri tüm insanları tek noktada, tevhit çatısı altında toplamak ve diğeri ise mektebini dünyaya sunmak.
İnsanlar da çok kısa bir zaman içerisinde fıtratları gereğince İslâm dinini kabul ettiler. Örneğin Hicret’in 20. yılında tüm İran halkı “lâ ilâhe illellah” söyleyerek Müslüman oldu. Cihat edenlerin sayısı çok azdı, Peygamber efendimizin (s.a.a) az sayıdaki sahabesi cihat ettiler… Fakat güçlü bir şekilde sundukları için insanlar onu daha iyi izlediler. Bu nedenle çok kısa bir zamanda içerisinde yeryüzünün çeyreği “lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resulullah” dediler. Peygamber efendimizin hayatında bu iki nokta göze çarpmaktadır.
KIBLE: Peki Peygamber efendimizin (s.a.a) getirmiş olduğu yüce İslâm dininin o kadar hızlı yayılmasında başka faktörlerin rolü var mıdır?
Peygamber efendimizin (s.a.a) dininin yayılmasının nedenlerinden biri de, Arap toplumunun genel yapısına hâkim olan birtakım özelliklerdi. Cahiliye geleneklerinden olmasına rağmen İslâmî değerler çerçevesinde değerlendirmeye alınan kahramanlık, cesaret, yardımlaşma, okçuluk ve savaş yeteneği de İslâm’ın yayılmasında etken olmuştur. Arap kabileleri, her ne kadar bu özelliklerini kötü yönde kullanıyor idiyseler de, Peygamber efendimizin getirmiş olduğu din çerçevesinde yoğrularak İslâm’ın ilerlemesi ve güç kazanması noktasında etkinlik sağlamıştır. İşte burada dikkat edilmesi gereken husus ise, Peygamber efendimizin kötü yönde kullanılan gelenek, örf ve âdetleri İslâm hamuruyla yoğurarak şekillendirmesi ve ona meşru bir işlev kazandırması konusudur ki, buna özellikle dikkat edilmesi gerekiyor.
KIBLE: Burada insanın aklına şu soru geliyor: Acaba tüm bu olup bitenler HZ. Peygamber’in etkisi doğrultusunda gerçekleşiyor ve diğer insanlar da seyirci konumunda mı kalıyorlardı, yoksa bunun dışında gelişen başka hadiseler de var mıydı?
Tüm bu olup bitenlerde tabiî ki Peygamber’in büyük bir etkisi vardı; ancak diğer insanlar seyirci değil, bilakis bu hadisenin içerisinde yer almış aktör gibiydiler. Yani “Tüm dünya halklarına tevhit inancını götüren ve bu inanca bağlı olmalarını sağlayan sadece Peygamber miydi ve diğer insanların bunda hiç mi payı yoktu?” sorusuna verilecek cevap; hayır, Peygamber bir ordunun komutanı gibiydi. Fethi ise orduları ile birlikte gerçekleştirdi. Ancak unutulmaması gereken husus ise, komutanın askerlerinden her zaman kat kat daha üstün oluşudur.
Burada konunun daha netleşmesi için bir örnek vermek istiyorum. Mesela “0” rakamının sayısal hiçbir değeri yoktur. Ancak Sıfır’ın başına “1” eklediğiniz zaman “10” eder ve bu da “0”dan daha büyü bir orandır. Bu orana eklenebilecek sıfırlar, miktarı daha da artıracaktır şüphesiz. Fakat kıyamete kadar başında “bir” olmayan “sıfır”lar yazılmış olsa, yine sıfır değerini verecek ve hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla “sıfır”a değer veren “1” rakamıdır. Bu durumda “1”, Peygamber konumunda, “0” ise insanları gösterir niteliktedir.
Tarih boyunca komutanları, kahramanları incelediğiniz vakit, yaratılıştan kıyamete kadar gelmiş geçmiş en büyük komutan ve kahraman olarak Peygamber’i bulacaksınız. Zira orduları içerisinde, Ebuzerleri, Mikdatları ve daha nice ismi sayılabilecek sahabeleri barındırmaktaydı. Tüm bu insanların ilişkisi birbirlerine sonsuz bir bağlılık ve etkili bir ilişki şeklindeydi. Her biri bir diğerine fazilet vermekteydi.
Yine bir başka örnekle Ebuzer’i ele alacak olursak, şu şekilde bir açıklama yerinde olacaktır: “Ben Ebuzer olarak sıfır konumundayım ve hiçbir değer taşımamaktayım. Ancak öyle bir sıfırım ki, ‘1’ rakamının başına geldiğim zaman ona onları, yüzleri, binleri, milyonları kazandırırım. Yani öyle bir rakamım ki, ‘bir’i istediğimde on yaparım, istediğimde yüz, istediğimde bin ve milyonlara vardırırım. Fakat yine de unutmamak gerekir ki, tüm bunları yapabilen bir sıfır olarak benim, kendi başıma hiçbir değerim de yoktur.” Dolayısıyla sıfıra değer kazandıran, değer sahibi olan rakamlar Peygamber’in konumunu bu manada ifade ederler. Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey inananlar (elçi), sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah’ın ve Elçisi’nin çağrısına koşun ve bilin ki, Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfâl, 24)
Dolayısıyla biz tarihi şekillendiren en büyük unsur olarak peygamberleri görmekteyiz. Ancak burada unutulmaması gereken nokta ise, peygamberlerin başlı başına bir unsur olmadığı ve insanların da tarihin şekillenmesinde büyük bir rol oynadığıdır. Yani tarihi yazanlar muhteliftir; ancak onların en önemlileri peygamberler olduğu asla unutulmamalıdır.
KIBLE: Peki sayın üstad, tarihin oluşumunda Peygamber efendimizin (s.a.a) rolü ne olmuştur?
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir husus, peygamberler tarihidir. Hz. Musa’nın hayatını incelediğimiz zaman, kendi dönemi içerisinde çocukların boyunlarının vurulduğunu, kadınların ise esir edildiğini görmekteyiz. İşte Hz. Musa, Mısır’da böyle bir yaşam ortamında kendisini buldu ve tek başına kahramanca mücadele örneği sergileyerek tarihin gidişatını ve beşeriyet çizgisini değiştirdi. Halkını Sina tepesine çıkardı, oradan Filistin’e götürdü ve büyük bir medeniyetin oluşmasını sağladı. Ardından da İsrailoğulları’na Hz. Musa gibi nice peygamber geldi.
Bugün tarihi şekillendirici en büyük unsurun iktisadî sorunlar olduğunu savunanlar neredeler peki?! İktisadî sorunlar tabiî ki önemlidir; ancak ondan daha büyük bir unsurun peygamberler olduğunu unutmamak gerekir. Hiç mi bunlara bakıp ibret almıyorlar? Bakınız Batı’nın her şeyi Batılı olmasına rağmen dini Doğu’ya aittir. Batılıların dahi bugün çizgilerine yön veren Doğulu bir peygamber idi. Hz. İsa gerçeği göz ardı edilebilir mi? Niçin en büyük unsur olan peygamberliği görmezden geliyorlar? Maddî etkenler acaba bunlardan daha mı önemlidir?
Tüm bunlar bir yana, son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) insanlık tarihinde öyle bir çığır açmıştır ki, Hz. Âdem’den bugüne kadar böyle bir çığır açan ikinci bir insan yeryüzüne gelmemiştir. Dünya üzerinde kurulu olan tüm medeniyetlere galebe etmiş ve İslâm’ın kültür ve medeniyetini, İran, Rum, Hind ve diğer tüm medeniyetlerin üzerine çıkarmıştır. Dolayısıyla tarihe yön veren, çığır açan unsurlardan söz edildiği zaman birinci derecede bu kişilerin peygamberler olduğunu unutmamalıyız.
Tabi insanların ekonomik yönden huzur ve refaha kavuşması için yapılan birtakım reformları bu çerçevede değerlendirmemek gerekir. Çünkü onlar gelip geçici birtakım üstünlükler sağlamışlardır. Ama peygamberlerin açtığı çığır, insanlık tarihinin başlangıcından sonuna kadar kapsayıcılık arz eden bir durumdur. Ayrıca iktisadî bir çığır açılması gibi bir zorunluluk da bulunmamaktadır. Zira peygamberler, din kültürü ve medeniyetinin yanı sıra zaten ekonomik ve iktisadî birtakım yenilik ve yöntemleri de beraberinde getirmektedirler.
Mesela bakınız rahmetli İmam Humeyni, bundan 27 yıl önce İran’a geldiği vakit, siyasî bir önder olarak değil, dinî bir lider olarak gelmişti. Müçtehit olarak, dinî bir otorite olarak gelmişti. O zamanlar iktisadî ve ekonomik sorunlar İran’da konu bile edilmemekteydi. İşçiler, işsizler o günkü şartlarda her biri elbirliği ederek İmam’a koştular. Çiftçisi ve gayrisi de yine aynı şekilde tek çatı altında birleşmek için ele ele vermişti. Tarihi yazan dindir, dine bağlı otoritelerdir. Zira İslâm tüm dertlerin dermanı olan bir dindir. Dikkat ederseniz İslâm sancağı öylesine dalgalandı ve tüm dünyada ses getirdi ki, hâlâ Müslüman ve gayrimüslim insanların odak noktası durumundadır.
Burada vermek istediğim bir örnek daha var ve bunun üzerinde gerçekten düşünmenizi istiyorum. İmam Humeyni’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.a) çeşitli padişahlara gönderdiği mektuplara benzer bir mektubu Michael Gorbachof’a göndermesi, gerçekten de yüzyıla damgasını vuracak bir hadisedir. Sovyetler Birliği dağılmadan önce göndermiş olduğu bu mektupta, âdeta yakın bir zaman içerisinde bunun haberini vererek uyarıda bulunmuş ve kendilerini İslâm’a davet etmişti. Bu, çok büyük bir hadisedir. Onlar bunu kabul etmediler ve İmam’ın da buyurduğu gibi büyük bir devlet olan Sovyetler Birliği darmadağın oldu.
Dolayısıyla İslâm Devrimimizin de dünya üzerindeki etkilerini küçümsemek ya da görmezden gelmek çok saçma ve yersiz bir davranış olacaktır.
Kısacası tarihi şekillendirenler, çığır açanlar, dinî otoriteler yani peygamberlerdir.
Eski tarihçiler tarihlerinde başlangıç mihveri olarak padişahları baz alarak tarih yazarlardı. Hâlbuki aksine baz alınması gereken, mihver kabul edilmesi gereken en büyük unsur peygamberler olduğu unutulmamalıdır.
İnşallah yüce Allah bizleri din çizgisinden, Resulullah ve Ehlibeyt çizgisinden bir an dahi ayırmasın.
Bu yıl özellikle Saygıdeğer Rehberimizin de buyurduğu gibi “Peygamber Yılı” olma hasebiyle, Allah-u Teala Yüce Peygamber’i lâyıkıyla, gerçeğiyle, hakikatiyle tanımayı ve onun yolunun gerçek takipçileri olmayı bizlere nasip etsin. Hepimizi kıyamet gününde Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) şefaatine ve inayetine nail eylesin.
Vesselamu aleykum ve rahmetullahi Ve berekatuh
KIBLE: Allah razı olsun; dergimiz ve değerli okurlarımıza zaman ayırdığınız için teşekkür eder ve İslâm âlemi için değerli çalışmalarınızda başarılar ve uzun ömürler dileriz.
Önsöz
Doğu ve Batı arasındaki ihtilaf, tarihte yerini almış İskender'in doğuya hamlesi, Doğu Roma Devleti'nin İran'la karşılaşmaları, sonrasında Doğu Roma İmparatorluğu'na ait olan toprakları Müslümanların almak istemeleriyle günümüze kadar uzanan bir çekişmeye dayalıdır. Bugün bile Doğu-Batı çatışması dediğimiz olay süregelmektedir. En aşağı üç bin yıllık bir tarih ardımızda bırakmışız. Üç bin yıllık karşılaşma ve yüz yüze gelmenin iki kültür arasındaki "düşmanlık" kavramına verdiği şekil yadsınamaz.
Müslümanlar, tamamen dibe vurdukları bir dönemde, kendi dinleri olan İslâm'ı teyit etmek için Avrupalıların onayına ulaşma çabasına düşmüşlerdi. Nitekim 19. yüzyılda Hindistan'da, Seyyid Ahmet Han, Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatını ele aldığı makalelerinde, Hz. Muhammed'in (s.a.a) azameti hakkında birçok Batılı yazarın sözlerini nakletmiştir. Schimall, o zaman Hindistan'da var olan durumu bir yazısında şöyle ifade etmiştir: "Hindistan'da İslâm'ı yeni tanıyan Müslümanların gönlünü fetheden yazar Thomas Carlyle idi. Carlyle'ın, içeriğinde Hz. Muhammed'den (s.a.a) de övgüyle bahsedilen 'Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınma' adlı kitabı, Müslümanlar arasında dilden dile dolaşmıştır. Kitapta Peygamberimiz hakkında yer alan tenkitler ise mutlak surette görmezden gelinmiş ya da üzerine ret kalemi çekilmiştir. (Muhammed Resulullah, s. 388–389)"
Ebu Abdullah Zencanî de bu kitabı Farsçaya çevirip yayınlamıştır. Bu durum öyle bir hadde ulaştı ki, Muhammed Hamidullah, "Lenin'in bakış açısıyla Hz. Muhammed (s.a.a)" konulu bir makale hazırlayarak Rusya lideri Lenin'in Peygamberimizi teyit eden konuşmalarını nakletmiştir.
Buna karşın, ağır tenkitler ya da hakaretler gördüklerinde de, tepki göstererek reddiyeler yazdıkları durumlara şahit olunmaktadır.
Küçük bir kesimin de batılıların kendi dinlerine bakış açılarını merak ettiklerinden öğrenme amaçlı olarak bu konuyu araştırdıkları görülmüştür.
Günümüzde de Batılıların yaptığı bazı hakaretlere İslâm dünyası genel bir öfke göstermektedir. Hatta bu öfkenin bazen aşırıya kaçtığı bile olmaktadır.
Üzerinde az durulan konu ise Avrupalıların İslâm, özellikle de Kur'ân ve Hz. Muhammed (s.a.a) ile ilgili beyan ettikleri görüşler hakkında gerçekçi ve tarihî bir bakış açısıdır. Bu konuda Avrupalıların kendisi araştırmalarda bulunmuş ama şimdiye kadar çok az Müslüman, ciddi olarak bu nokta üzerinde durmuştur. Az çok üzerinde durulmuş olan konu, Doğuyu tanıma üzerine yapılan analizlerdir ki Edward Said, bunu en başarılı şekilde yapanlardan biridir. Bu türün dışında kalanlar ise genelde sadece dinî bakış açısına sahip ve araştırma temeline dayanmadan yazan kişilerin işleridir. Amaçları da genelde Batılıların İslâm'a yaptıkları eleştirilere cevap yazarak onların İslâm'ın doğruluğu hakkında onaylarını alabilmek olmuştur. Batı kaynaklı metinlerden bazı parçalar alınarak yerel dillere çevrilmiş ve ardından tenkit edilmiştir.
Bu tür çalışmalara örnek olarak şöyle bir fihrist sunabiliriz:
-Batılı aydınların bakış açısıyla İslâm; Nasrullah Nik Ayin, Durud, Şirket-i Sehamiyi Siman-ı Fars ve Huzistan (bi ta). Bu eserin ilk bölümü Hz. Muhammed (s.a.a) hakkındadır.
-İslâm Dini ya da Avrupa'nın önemli yazar ve aydınlarının İslâm dininin üstünlükleri hakkındaki itirafları; Şeyh Abdullah Kuvilyam, İngiltere'nin eski şeyhülislamı; Arapçaya tercümesi Muhammed Ziya; Farsçaya tercümesi Fahrettin Tabatabaî; Tahran, Şirket-i Tezaminiyi İlmî, 1320 (1941).
-Diğerlerinin bakış açısıyla İslâm'ın Hakikati; Muhammed Ali Burucerdî Kazimeynî, Tahran, Kitab Furuşiyi Buzercumherî Mustefevî, ilk baskı 1341 (1962).
-Batılı Aydınların Bakış Açısından İslâm; müellifler, tercüme ve dipnot Ali Asgar Hikmet, Tahran, Emir-i Kebir, 1357 (1978).
-Jull La Boume'un Açısından İslâm İdeolojisi ve Kültürü, M. R. Deryayî, Tahran, Neşr-i Heyyan, 1356 (1977).
-Walter Açısından İslâm, Cevad Hadidî, Tahran, Kanun-i İntişarat-i Cevan, 1351.
-Hıristiyanların Bakış Açısından İslâm, Mucteba Minuî, Tahran, Huseyniyye-i İrşad, 1348 (1969).
-İslâm ve Batının Eleştirileri, Muhammed Abdulgani hasan, mütercim Muhammed Rıza Ensarî, Tahran, İntişarat-i Muhammedî, 1354 (1975).
Yirminci yüzyılın ilk on yılında ve sonrasında, Muhammed Ali Halilî, Ebulkasım Sehhab ve diğer yazarlar tarafından, devamlı "Diğerlerinin Bakış Açısından İslâm" ve buna benzer konulu makaleler kaleme alınarak dinî konularda eserler çıkaran yayınevlerinde basılmıştır. Halilî'nin aynı isimli müstakil kitabı, Tâban Yayınevi tarafından, 1328 (1949) yılında yayınlanmıştır.
Bu eserlerin içinde, Batılıların İslâm veya Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatı konularında yazmış oldukları kitapların tercümelerinin bulunduğunu da hatırlatmalıyız. Thomas Carlyle'ın kitabının Hz. Muhammed'e (s.a.a) ait bölümünün, Ebu Abdullah Zencanî tarafından tercüme edilmesi buna örnek verilebilir. Bu kitap 1318 (1939) yılında İntişarat-ı Suruş tarafından Tahran'da, "Hz. Muhammed'in Hayatı" ismiyle basılmıştır. Aynı şekilde General Demirhan'ın yazdığı ve Ekber Behruzî'nin tercüme ettiği "İslâm" adlı kitabı buna diğer bir örnektir. Bu kitap 1341 (1962) yılında yine İntişarat-ı Suruş tarafından basılmıştır. Yine bu konuda örnek olabilecek en eski çalışma, Washington Irving'in yazdığı "Mukaddes Tarih" adlı kitaptır. Bu kitap miladî on dokuzuncu yüzyılda tercüme edilmiş ve 1305'te (1926) Farsçaya kazandırılmıştır.
Geçen yüzyıl boyunca Batılılar tarafından, İslâm ve Resulullah ve Kur'ân gibi İslâm'ın temel konuları hakkında birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmalardan bazıları Montgomery Wath'a aittir. O, "Muhammed Mekke'de" ve Muhammed Medine'de" isimli iki ciltlik bir kitap yazmıştır. Şaban Berekat bu kitabı Arapçaya tercüme etmiş ve el-Mektebetu'l-Asriyye yayınevi ise onu basmıştır. Yine Montgomeri Wath'a ait olan "Bir Peygamber ve Siyasetçi Olarak Muhammed" adlı eser ise, İsmail Velizade tarafından Farsçaya tercüme edilmiş ve İntişarat-ı İslâmiyye bu kitabı 1344 (1965) yılında yayınlamıştır. Aynı yazarın "Müslümanların ve Hıristiyanların Görüşlerinin Karşılaşması" adlı eseri, 1373 (1994) yılında Muhammed Hüseyin Arya tarafından tercüme edilmiş ve Neşr-i Ferheng-i İslâm yayınları bu kitabı basmıştır. Cambridge Üniversitesi'nin İslâm Bölümü'nün yayınladığı "İslâm Tarihi" kitabının birinci cildi de aynı yazar tarafından kaleme alınmıştır. Şahsım, bu kitapta geçen bazı konular hakkındaki eleştirileri yazmıştım. Bu eleştiriler "Tarihî Makaleler" adlı eserde yayınlanmıştır.
Bayan Minu Samimi, bu eserlerin birçoğunu telif ettiği "Avrupa'da Muhammed (s.a.a)" adlı değerli kitabında kaynak olarak kullanmıştır. Yararlandığı kaynak kitapların isimlerine, bu eserin fihrist bölümünden ulaşılabilir.
Birçok Batılı yazarın İslâm hakkında araştırma yapıp kitaplar yayınlaması gayet doğaldır. Bu kısa makalede bizim konumuz, onların görüşlerini nakletmek olmayacak. Makalemizin amacı, Avrupalıların yazdıkları eserlerden, onların İslâm'a ve Hz. Muhammed'e (s.a.a) bakış açılarını çıkarmak olacaktır. Bu, şimdiye kadar biz Müslümanların araştırma penceresinden çok az baktığımız bir konudur. Bayan Anna Mary Schimal da "Muhammed Resulullah" adlı kitabında, Batılıların Resulullah hakkındaki görüşlerini genişçe yazmıştır.
BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM
Allah’ın salât ve selâmı Hz. Muhammed’e ( s.a.a ) ve onun tertemiz Ehlibeyt’ine olsun.
Yüce Peygamberimiz hakkında çeşitli açılardan konuşabiliriz. Esasen değerli Peygamberimizin hayatı bizim için nasihat ve gerçekte kurtuluş vesilesidir. Bu konuda her ne kadar fazla da konuşsak yine de az konuşmuş oluruz. Bilginler, tabiat hakkında her ne kadar konuşsalar, yine de bu konuda konuşulacak şeyler ve tabiat âleminin bu suskunluklarla bitmeyecek sırları vardır. Aynı şekilde insanoğlu tabiatı tanımak için yaptığı o kadar araştırmalara rağmen kendisini daha ilk adımın eşiğinde görmektedir.
Başta yüce Peygamberimiz olmak üzere Ehlibeyt İmamları da gerçekte tabiat âlemi gibidirler. Onlar hakkında her ne kadar konuşsak da, az konuşmuş oluruz ve bu konuda söz tükenmez. Çünkü onların hidayeti, kıyamete kadar doğal olarak böyle feyiz verici bir kaynak olmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla on dört asır boyunca Peygamber efendimiz (s.a.a) hakkında onca kitap, makale ve risaleler yazılmasına rağmen yine de bu konuda konuşulacak şeylerin olmasına şaşırmamak gerekir. Bunun nedeni ise, dediğim gibi vahiy kişilerinin ve ilâhî eğiticilerin konumu, hakkında konuşuldukça konuşulacak tabiat âlemi gibidir.
KIBLE: Efendimizi (s.a.a) bu şekilde evrenselleştiren ve günümüz Müslümanlarının durumunu göz önünde bulundurarak onun mübarek hayatından almamız gereken dersler nelerdir?
Ben, yüce Peygamberimiz hakkında iki noktaya işaret edeceğim. Bu iki nokta onun şeriatının kuvvet noktalarındandır. Birinci derecede Peygamber-i Ekrem (s.a.a), dünyanın karışık olduğu bir dönemde peygamberliğe başladı. O dönemde insanoğlu arasında hiçbir şekilde vahdet ve birlik yoktu. Hz. Ali’nin (a.s) deyimiyle dünya çeşitli ilâhlar için mabet olmuştu; yıldıza tapanlar, aya ve güneşe tapanlar, buzağıya ve ağaca tapanlar, ateşe tapanlar. İnsanoğlu herhangi bir birlik ve uyum içerisinde değildi. Resulullah (s.a.a) evrensel olarak ilk defa bütün insanları bir çatının altında topladı, o da tevhit çatısıdır. Diğer peygamberler de bunu yaptıysalar da, bu hareketlerinin evrensel olması uzak bir ihtimaldir; Bu tevhit çatısı o kadar geniş ve sağlamdır ki, bütün insanları birbirine kenetleyebilir; birbirine düşman olan ve birbirleriyle savaş ve çatışma hâlinde olan insanlar birbirlerine kardeşlik elini uzatarak vahdet içerisinde hayatlarını sürdürebilirler.
Bu vahdet noktası, vahdet direği ve vahdet çatısı evrensel olarak ilk defa yüce Peygamberimizin dilinden duyuldu. Her ne kadar Musa b. İmran (a.s) ve Hz. İsa (a.s) tevhit münadilerinden idiyseler ve bütün insanları tevhit noktasına davet ediyorlardıysa da, bu davet evrensel değildi. Olsa olsa en fazla İsrailoğulları’nı ve kendi bölgelerindeki toplulukları kapsıyordu.
Fakat yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamber unvanıyla: “Ey birbirine düşman olan insanlar, gelin düşmanlıkları bir kenara bırakın ve tevhit çatısı altında toplanın. Sizin taptığınız bu şeylerin tümü, mahlûk ve yüce Allah’a muhtaç olan varlıklardır; bu muhtaç varlıkları bırakın tevhit çatısına gelin!” buyurdu. Bu nokta, Efendimizin kuvvet noktalarından biridir.
Böyle olduğunu görüyorsanız; medeniyet âleminde böyle olduğunu görüyorsanız; bir şekilde beşerperestlik, putperestlik ve Allah’tan başkasına yönelmek kokusu veren batı medeniyeti, doğu medeniyetleri, İran ve Rum medeniyetlerinin yıkıldığını, bütün insanların Allah’a teveccüh ettiklerini ve bunun çok kısa bir zamanda bütün dünyayı kapsadığını görüyorsak, bunun nedeni Efendimizin bütün insanları bir tek noktaya davet etmesidir ve o da bunun fıtrat dini olması nedeniyledir. Bu, Peygamber efendimizin (s.a.a) davetinin kuvvet noktalarından biridir. Kur’ân-ı Kerim de tevhidi fıtrat dini olarak tanıtmaktadır: “Allah’ın fıtratı ki, insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır.” Allah’ın dini tevhit dini ve insanın yaratılışıyla uyum içerisinde olan bir dindir.
Diğer bir nokta ise şudur: Efendimiz (s.a.a), insanları zorla Allah’a kulluk etmek ve onlara zorla “lâ ilâhe illallah” dedirtmek için gelmemiştir. Efendimiz gelerek mantık ve aklı gündeme getirmiştir. Getirdiği kitapta şirki reddetmek için onlarca delil getirmiş, tevhidin ispatı için çeşitli deliller sunmuştur. Mantıktan yararlanmıştır; o da sadece filozofların yararlandıkları mantıktan değil, ona ilave olarak halk kitlesinin yararlandıkları mantıktan da yararlanmıştır.
Efendimizin yapmış olduğu savaş ve cihatlar da insanların tevhit dinine yönelmesi için değildi, aksine engelleri ortadan kaldırmak içindi. Peygamberler getirdikleri dinlerini sunmaları gerekir. Din felsefe kitabı değildir. Aristo kitabını yazıp dağıtıverir, birileri onu kabul etsin veya etmesin fark etmez. İbn Sina kitabını, Şifa kitabını ya da Kanun kitabını yazıp dağıtıverir; isteyen kabul eder, isteyen de etmez. Peygamberlerin ise mekteplerini insanlara sunmaları gerekir; dünyanın her tarafına sunmaları gerekir. O zaman zorbalar onların yayılmasına engel olurlar. İran Şahı Yemen Valisi’ne mektup yazarak: “Bir adam bana mektup yazmış ve mektubunda kendi adını benim adımın önüne geçirmiştir. Onun boynunu vurarak başını bana gönder.” demiştir. Onlar böyle insanlardı; esasen tebliğ etmeye müsaade etmiyorlardı. Dolayısıyla İslâm dinindeki savaş ve cihatlar engelleri kaldırmak içindir. Engeller kalksın da, sonra Allah’ın elçileri, konuşmacılar, davet ve tebliğ edenler gidip tebliğ etsinler. Ondan sonra isteyen iman eder ve isteyen de inkâr eder.
Kur’ân’ın, “Dinde zorlama yoktur.” şeklindeki buyruğu da böyledir. “Dinde zorlama yoktur.” buyruğu, cihatla çelişmez. Cihat, dini insanların kalbine yerleştirmek için değildir. Dinin zorla insanların kalbine yerleşmesi mümkün değildir. Çünkü din inançtan ibarettir. İnsan zorla inanmaz. Bir şeye inanıyorsanız, milyarlarca dolar da harcasalar yakin ettiğiniz bir konu hakkında sizi şüpheye düşüremezler. İman zorla olmaz, zorbalıkla edinilen iman dilde kalır; ama kalple edilen iman zorla olmaz.
Dolayısıyla engeller kalktıktan sonra bunların hepsi resmen kabul edilir. İsteyen Zerdüştlükte, isteyen Hıristiyanlıkta ya da başka bir dinde kalabilir. Bunlar bu dünyada serbesttirler, ama kurtulacak olanlar değillerdir. Fakat eğer gerçekten İslâm dininde zorlama olsaydı, bu durumda ne Hıristiyanları, ne Yahudileri resmen tanımaması gerekirdi. Hâlbuki İslâm dini bunların hepsini resmen tanımaktadır. Onlardan cizye almasının nedeni ise, onların emniyet ve güvenliğini sağlamasıdır. İslâm hükümeti onların güvenliğini temin etmektedir, onların iktisatlarını ve tüm ihtiyaçlarını temin etmekle yükümlüdür. Ancak hükümet hizmet sununca, bunun karşısında insanlardan da belli bir miktar ücret alır. Müslümanlar humus ve zekât olarak verirler bunu, Müslüman olmayanlar da cizye olarak verirler. Gerçekte İslâm dini bir nevi gelir vergisi alıyor, bir de kişi başına vergi alır.
Bu iki nokta, Peygamber efendimizin (s.a.a) hayatında çok etkilidir: Biri tüm insanları tek noktada, tevhit çatısı altında toplamak ve diğeri ise mektebini dünyaya sunmak.
İnsanlar da çok kısa bir zaman içerisinde fıtratları gereğince İslâm dinini kabul ettiler. Örneğin Hicret’in 20. yılında tüm İran halkı “lâ ilâhe illellah” söyleyerek Müslüman oldu. Cihat edenlerin sayısı çok azdı, Peygamber efendimizin (s.a.a) az sayıdaki sahabesi cihat ettiler… Fakat güçlü bir şekilde sundukları için insanlar onu daha iyi izlediler. Bu nedenle çok kısa bir zamanda içerisinde yeryüzünün çeyreği “lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resulullah” dediler. Peygamber efendimizin hayatında bu iki nokta göze çarpmaktadır.
KIBLE: Peki Peygamber efendimizin (s.a.a) getirmiş olduğu yüce İslâm dininin o kadar hızlı yayılmasında başka faktörlerin rolü var mıdır?
Peygamber efendimizin (s.a.a) dininin yayılmasının nedenlerinden biri de, Arap toplumunun genel yapısına hâkim olan birtakım özelliklerdi. Cahiliye geleneklerinden olmasına rağmen İslâmî değerler çerçevesinde değerlendirmeye alınan kahramanlık, cesaret, yardımlaşma, okçuluk ve savaş yeteneği de İslâm’ın yayılmasında etken olmuştur. Arap kabileleri, her ne kadar bu özelliklerini kötü yönde kullanıyor idiyseler de, Peygamber efendimizin getirmiş olduğu din çerçevesinde yoğrularak İslâm’ın ilerlemesi ve güç kazanması noktasında etkinlik sağlamıştır. İşte burada dikkat edilmesi gereken husus ise, Peygamber efendimizin kötü yönde kullanılan gelenek, örf ve âdetleri İslâm hamuruyla yoğurarak şekillendirmesi ve ona meşru bir işlev kazandırması konusudur ki, buna özellikle dikkat edilmesi gerekiyor.
KIBLE: Burada insanın aklına şu soru geliyor: Acaba tüm bu olup bitenler HZ. Peygamber’in etkisi doğrultusunda gerçekleşiyor ve diğer insanlar da seyirci konumunda mı kalıyorlardı, yoksa bunun dışında gelişen başka hadiseler de var mıydı?
Tüm bu olup bitenlerde tabiî ki Peygamber’in büyük bir etkisi vardı; ancak diğer insanlar seyirci değil, bilakis bu hadisenin içerisinde yer almış aktör gibiydiler. Yani “Tüm dünya halklarına tevhit inancını götüren ve bu inanca bağlı olmalarını sağlayan sadece Peygamber miydi ve diğer insanların bunda hiç mi payı yoktu?” sorusuna verilecek cevap; hayır, Peygamber bir ordunun komutanı gibiydi. Fethi ise orduları ile birlikte gerçekleştirdi. Ancak unutulmaması gereken husus ise, komutanın askerlerinden her zaman kat kat daha üstün oluşudur.
Burada konunun daha netleşmesi için bir örnek vermek istiyorum. Mesela “0” rakamının sayısal hiçbir değeri yoktur. Ancak Sıfır’ın başına “1” eklediğiniz zaman “10” eder ve bu da “0”dan daha büyü bir orandır. Bu orana eklenebilecek sıfırlar, miktarı daha da artıracaktır şüphesiz. Fakat kıyamete kadar başında “bir” olmayan “sıfır”lar yazılmış olsa, yine sıfır değerini verecek ve hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla “sıfır”a değer veren “1” rakamıdır. Bu durumda “1”, Peygamber konumunda, “0” ise insanları gösterir niteliktedir.
Tarih boyunca komutanları, kahramanları incelediğiniz vakit, yaratılıştan kıyamete kadar gelmiş geçmiş en büyük komutan ve kahraman olarak Peygamber’i bulacaksınız. Zira orduları içerisinde, Ebuzerleri, Mikdatları ve daha nice ismi sayılabilecek sahabeleri barındırmaktaydı. Tüm bu insanların ilişkisi birbirlerine sonsuz bir bağlılık ve etkili bir ilişki şeklindeydi. Her biri bir diğerine fazilet vermekteydi.
Yine bir başka örnekle Ebuzer’i ele alacak olursak, şu şekilde bir açıklama yerinde olacaktır: “Ben Ebuzer olarak sıfır konumundayım ve hiçbir değer taşımamaktayım. Ancak öyle bir sıfırım ki, ‘1’ rakamının başına geldiğim zaman ona onları, yüzleri, binleri, milyonları kazandırırım. Yani öyle bir rakamım ki, ‘bir’i istediğimde on yaparım, istediğimde yüz, istediğimde bin ve milyonlara vardırırım. Fakat yine de unutmamak gerekir ki, tüm bunları yapabilen bir sıfır olarak benim, kendi başıma hiçbir değerim de yoktur.” Dolayısıyla sıfıra değer kazandıran, değer sahibi olan rakamlar Peygamber’in konumunu bu manada ifade ederler. Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey inananlar (elçi), sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah’ın ve Elçisi’nin çağrısına koşun ve bilin ki, Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfâl, 24)
Dolayısıyla biz tarihi şekillendiren en büyük unsur olarak peygamberleri görmekteyiz. Ancak burada unutulmaması gereken nokta ise, peygamberlerin başlı başına bir unsur olmadığı ve insanların da tarihin şekillenmesinde büyük bir rol oynadığıdır. Yani tarihi yazanlar muhteliftir; ancak onların en önemlileri peygamberler olduğu asla unutulmamalıdır.
KIBLE: Peki sayın üstad, tarihin oluşumunda Peygamber efendimizin (s.a.a) rolü ne olmuştur?
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir husus, peygamberler tarihidir. Hz. Musa’nın hayatını incelediğimiz zaman, kendi dönemi içerisinde çocukların boyunlarının vurulduğunu, kadınların ise esir edildiğini görmekteyiz. İşte Hz. Musa, Mısır’da böyle bir yaşam ortamında kendisini buldu ve tek başına kahramanca mücadele örneği sergileyerek tarihin gidişatını ve beşeriyet çizgisini değiştirdi. Halkını Sina tepesine çıkardı, oradan Filistin’e götürdü ve büyük bir medeniyetin oluşmasını sağladı. Ardından da İsrailoğulları’na Hz. Musa gibi nice peygamber geldi.
Bugün tarihi şekillendirici en büyük unsurun iktisadî sorunlar olduğunu savunanlar neredeler peki?! İktisadî sorunlar tabiî ki önemlidir; ancak ondan daha büyük bir unsurun peygamberler olduğunu unutmamak gerekir. Hiç mi bunlara bakıp ibret almıyorlar? Bakınız Batı’nın her şeyi Batılı olmasına rağmen dini Doğu’ya aittir. Batılıların dahi bugün çizgilerine yön veren Doğulu bir peygamber idi. Hz. İsa gerçeği göz ardı edilebilir mi? Niçin en büyük unsur olan peygamberliği görmezden geliyorlar? Maddî etkenler acaba bunlardan daha mı önemlidir?
Tüm bunlar bir yana, son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) insanlık tarihinde öyle bir çığır açmıştır ki, Hz. Âdem’den bugüne kadar böyle bir çığır açan ikinci bir insan yeryüzüne gelmemiştir. Dünya üzerinde kurulu olan tüm medeniyetlere galebe etmiş ve İslâm’ın kültür ve medeniyetini, İran, Rum, Hind ve diğer tüm medeniyetlerin üzerine çıkarmıştır. Dolayısıyla tarihe yön veren, çığır açan unsurlardan söz edildiği zaman birinci derecede bu kişilerin peygamberler olduğunu unutmamalıyız.
Tabi insanların ekonomik yönden huzur ve refaha kavuşması için yapılan birtakım reformları bu çerçevede değerlendirmemek gerekir. Çünkü onlar gelip geçici birtakım üstünlükler sağlamışlardır. Ama peygamberlerin açtığı çığır, insanlık tarihinin başlangıcından sonuna kadar kapsayıcılık arz eden bir durumdur. Ayrıca iktisadî bir çığır açılması gibi bir zorunluluk da bulunmamaktadır. Zira peygamberler, din kültürü ve medeniyetinin yanı sıra zaten ekonomik ve iktisadî birtakım yenilik ve yöntemleri de beraberinde getirmektedirler.
Mesela bakınız rahmetli İmam Humeyni, bundan 27 yıl önce İran’a geldiği vakit, siyasî bir önder olarak değil, dinî bir lider olarak gelmişti. Müçtehit olarak, dinî bir otorite olarak gelmişti. O zamanlar iktisadî ve ekonomik sorunlar İran’da konu bile edilmemekteydi. İşçiler, işsizler o günkü şartlarda her biri elbirliği ederek İmam’a koştular. Çiftçisi ve gayrisi de yine aynı şekilde tek çatı altında birleşmek için ele ele vermişti. Tarihi yazan dindir, dine bağlı otoritelerdir. Zira İslâm tüm dertlerin dermanı olan bir dindir. Dikkat ederseniz İslâm sancağı öylesine dalgalandı ve tüm dünyada ses getirdi ki, hâlâ Müslüman ve gayrimüslim insanların odak noktası durumundadır.
Burada vermek istediğim bir örnek daha var ve bunun üzerinde gerçekten düşünmenizi istiyorum. İmam Humeyni’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.a) çeşitli padişahlara gönderdiği mektuplara benzer bir mektubu Michael Gorbachof’a göndermesi, gerçekten de yüzyıla damgasını vuracak bir hadisedir. Sovyetler Birliği dağılmadan önce göndermiş olduğu bu mektupta, âdeta yakın bir zaman içerisinde bunun haberini vererek uyarıda bulunmuş ve kendilerini İslâm’a davet etmişti. Bu, çok büyük bir hadisedir. Onlar bunu kabul etmediler ve İmam’ın da buyurduğu gibi büyük bir devlet olan Sovyetler Birliği darmadağın oldu.
Dolayısıyla İslâm Devrimimizin de dünya üzerindeki etkilerini küçümsemek ya da görmezden gelmek çok saçma ve yersiz bir davranış olacaktır.
Kısacası tarihi şekillendirenler, çığır açanlar, dinî otoriteler yani peygamberlerdir.
Eski tarihçiler tarihlerinde başlangıç mihveri olarak padişahları baz alarak tarih yazarlardı. Hâlbuki aksine baz alınması gereken, mihver kabul edilmesi gereken en büyük unsur peygamberler olduğu unutulmamalıdır.
İnşallah yüce Allah bizleri din çizgisinden, Resulullah ve Ehlibeyt çizgisinden bir an dahi ayırmasın.
Bu yıl özellikle Saygıdeğer Rehberimizin de buyurduğu gibi “Peygamber Yılı” olma hasebiyle, Allah-u Teala Yüce Peygamber’i lâyıkıyla, gerçeğiyle, hakikatiyle tanımayı ve onun yolunun gerçek takipçileri olmayı bizlere nasip etsin. Hepimizi kıyamet gününde Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) şefaatine ve inayetine nail eylesin.
Vesselamu aleykum ve rahmetullahi Ve berekatuh
KIBLE: Allah razı olsun; dergimiz ve değerli okurlarımıza zaman ayırdığınız için teşekkür eder ve İslâm âlemi için değerli çalışmalarınızda başarılar ve uzun ömürler dileriz.
Önsöz
Doğu ve Batı arasındaki ihtilaf, tarihte yerini almış İskender'in doğuya hamlesi, Doğu Roma Devleti'nin İran'la karşılaşmaları, sonrasında Doğu Roma İmparatorluğu'na ait olan toprakları Müslümanların almak istemeleriyle günümüze kadar uzanan bir çekişmeye dayalıdır. Bugün bile Doğu-Batı çatışması dediğimiz olay süregelmektedir. En aşağı üç bin yıllık bir tarih ardımızda bırakmışız. Üç bin yıllık karşılaşma ve yüz yüze gelmenin iki kültür arasındaki "düşmanlık" kavramına verdiği şekil yadsınamaz.
Müslümanlar, tamamen dibe vurdukları bir dönemde, kendi dinleri olan İslâm'ı teyit etmek için Avrupalıların onayına ulaşma çabasına düşmüşlerdi. Nitekim 19. yüzyılda Hindistan'da, Seyyid Ahmet Han, Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatını ele aldığı makalelerinde, Hz. Muhammed'in (s.a.a) azameti hakkında birçok Batılı yazarın sözlerini nakletmiştir. Schimall, o zaman Hindistan'da var olan durumu bir yazısında şöyle ifade etmiştir: "Hindistan'da İslâm'ı yeni tanıyan Müslümanların gönlünü fetheden yazar Thomas Carlyle idi. Carlyle'ın, içeriğinde Hz. Muhammed'den (s.a.a) de övgüyle bahsedilen 'Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınma' adlı kitabı, Müslümanlar arasında dilden dile dolaşmıştır. Kitapta Peygamberimiz hakkında yer alan tenkitler ise mutlak surette görmezden gelinmiş ya da üzerine ret kalemi çekilmiştir. (Muhammed Resulullah, s. 388–389)"
Ebu Abdullah Zencanî de bu kitabı Farsçaya çevirip yayınlamıştır. Bu durum öyle bir hadde ulaştı ki, Muhammed Hamidullah, "Lenin'in bakış açısıyla Hz. Muhammed (s.a.a)" konulu bir makale hazırlayarak Rusya lideri Lenin'in Peygamberimizi teyit eden konuşmalarını nakletmiştir.
Buna karşın, ağır tenkitler ya da hakaretler gördüklerinde de, tepki göstererek reddiyeler yazdıkları durumlara şahit olunmaktadır.
Küçük bir kesimin de batılıların kendi dinlerine bakış açılarını merak ettiklerinden öğrenme amaçlı olarak bu konuyu araştırdıkları görülmüştür.
Günümüzde de Batılıların yaptığı bazı hakaretlere İslâm dünyası genel bir öfke göstermektedir. Hatta bu öfkenin bazen aşırıya kaçtığı bile olmaktadır.
Üzerinde az durulan konu ise Avrupalıların İslâm, özellikle de Kur'ân ve Hz. Muhammed (s.a.a) ile ilgili beyan ettikleri görüşler hakkında gerçekçi ve tarihî bir bakış açısıdır. Bu konuda Avrupalıların kendisi araştırmalarda bulunmuş ama şimdiye kadar çok az Müslüman, ciddi olarak bu nokta üzerinde durmuştur. Az çok üzerinde durulmuş olan konu, Doğuyu tanıma üzerine yapılan analizlerdir ki Edward Said, bunu en başarılı şekilde yapanlardan biridir. Bu türün dışında kalanlar ise genelde sadece dinî bakış açısına sahip ve araştırma temeline dayanmadan yazan kişilerin işleridir. Amaçları da genelde Batılıların İslâm'a yaptıkları eleştirilere cevap yazarak onların İslâm'ın doğruluğu hakkında onaylarını alabilmek olmuştur. Batı kaynaklı metinlerden bazı parçalar alınarak yerel dillere çevrilmiş ve ardından tenkit edilmiştir.
Bu tür çalışmalara örnek olarak şöyle bir fihrist sunabiliriz:
-Batılı aydınların bakış açısıyla İslâm; Nasrullah Nik Ayin, Durud, Şirket-i Sehamiyi Siman-ı Fars ve Huzistan (bi ta). Bu eserin ilk bölümü Hz. Muhammed (s.a.a) hakkındadır.
-İslâm Dini ya da Avrupa'nın önemli yazar ve aydınlarının İslâm dininin üstünlükleri hakkındaki itirafları; Şeyh Abdullah Kuvilyam, İngiltere'nin eski şeyhülislamı; Arapçaya tercümesi Muhammed Ziya; Farsçaya tercümesi Fahrettin Tabatabaî; Tahran, Şirket-i Tezaminiyi İlmî, 1320 (1941).
-Diğerlerinin bakış açısıyla İslâm'ın Hakikati; Muhammed Ali Burucerdî Kazimeynî, Tahran, Kitab Furuşiyi Buzercumherî Mustefevî, ilk baskı 1341 (1962).
-Batılı Aydınların Bakış Açısından İslâm; müellifler, tercüme ve dipnot Ali Asgar Hikmet, Tahran, Emir-i Kebir, 1357 (1978).
-Jull La Boume'un Açısından İslâm İdeolojisi ve Kültürü, M. R. Deryayî, Tahran, Neşr-i Heyyan, 1356 (1977).
-Walter Açısından İslâm, Cevad Hadidî, Tahran, Kanun-i İntişarat-i Cevan, 1351.
-Hıristiyanların Bakış Açısından İslâm, Mucteba Minuî, Tahran, Huseyniyye-i İrşad, 1348 (1969).
-İslâm ve Batının Eleştirileri, Muhammed Abdulgani hasan, mütercim Muhammed Rıza Ensarî, Tahran, İntişarat-i Muhammedî, 1354 (1975).
Yirminci yüzyılın ilk on yılında ve sonrasında, Muhammed Ali Halilî, Ebulkasım Sehhab ve diğer yazarlar tarafından, devamlı "Diğerlerinin Bakış Açısından İslâm" ve buna benzer konulu makaleler kaleme alınarak dinî konularda eserler çıkaran yayınevlerinde basılmıştır. Halilî'nin aynı isimli müstakil kitabı, Tâban Yayınevi tarafından, 1328 (1949) yılında yayınlanmıştır.
Bu eserlerin içinde, Batılıların İslâm veya Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatı konularında yazmış oldukları kitapların tercümelerinin bulunduğunu da hatırlatmalıyız. Thomas Carlyle'ın kitabının Hz. Muhammed'e (s.a.a) ait bölümünün, Ebu Abdullah Zencanî tarafından tercüme edilmesi buna örnek verilebilir. Bu kitap 1318 (1939) yılında İntişarat-ı Suruş tarafından Tahran'da, "Hz. Muhammed'in Hayatı" ismiyle basılmıştır. Aynı şekilde General Demirhan'ın yazdığı ve Ekber Behruzî'nin tercüme ettiği "İslâm" adlı kitabı buna diğer bir örnektir. Bu kitap 1341 (1962) yılında yine İntişarat-ı Suruş tarafından basılmıştır. Yine bu konuda örnek olabilecek en eski çalışma, Washington Irving'in yazdığı "Mukaddes Tarih" adlı kitaptır. Bu kitap miladî on dokuzuncu yüzyılda tercüme edilmiş ve 1305'te (1926) Farsçaya kazandırılmıştır.
Geçen yüzyıl boyunca Batılılar tarafından, İslâm ve Resulullah ve Kur'ân gibi İslâm'ın temel konuları hakkında birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmalardan bazıları Montgomery Wath'a aittir. O, "Muhammed Mekke'de" ve Muhammed Medine'de" isimli iki ciltlik bir kitap yazmıştır. Şaban Berekat bu kitabı Arapçaya tercüme etmiş ve el-Mektebetu'l-Asriyye yayınevi ise onu basmıştır. Yine Montgomeri Wath'a ait olan "Bir Peygamber ve Siyasetçi Olarak Muhammed" adlı eser ise, İsmail Velizade tarafından Farsçaya tercüme edilmiş ve İntişarat-ı İslâmiyye bu kitabı 1344 (1965) yılında yayınlamıştır. Aynı yazarın "Müslümanların ve Hıristiyanların Görüşlerinin Karşılaşması" adlı eseri, 1373 (1994) yılında Muhammed Hüseyin Arya tarafından tercüme edilmiş ve Neşr-i Ferheng-i İslâm yayınları bu kitabı basmıştır. Cambridge Üniversitesi'nin İslâm Bölümü'nün yayınladığı "İslâm Tarihi" kitabının birinci cildi de aynı yazar tarafından kaleme alınmıştır. Şahsım, bu kitapta geçen bazı konular hakkındaki eleştirileri yazmıştım. Bu eleştiriler "Tarihî Makaleler" adlı eserde yayınlanmıştır.
Bayan Minu Samimi, bu eserlerin birçoğunu telif ettiği "Avrupa'da Muhammed (s.a.a)" adlı değerli kitabında kaynak olarak kullanmıştır. Yararlandığı kaynak kitapların isimlerine, bu eserin fihrist bölümünden ulaşılabilir.
Birçok Batılı yazarın İslâm hakkında araştırma yapıp kitaplar yayınlaması gayet doğaldır. Bu kısa makalede bizim konumuz, onların görüşlerini nakletmek olmayacak. Makalemizin amacı, Avrupalıların yazdıkları eserlerden, onların İslâm'a ve Hz. Muhammed'e (s.a.a) bakış açılarını çıkarmak olacaktır. Bu, şimdiye kadar biz Müslümanların araştırma penceresinden çok az baktığımız bir konudur. Bayan Anna Mary Schimal da "Muhammed Resulullah" adlı kitabında, Batılıların Resulullah hakkındaki görüşlerini genişçe yazmıştır.