Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Kuran'ı Anlama Üzerine Ayetullah Dr. Şehid Beheşti (r.a) ile Söyleşi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Kuran'ı Anlama Üzerine Ayetullah Dr. Şehid Beheşti (r.a) ile Söyleşi

    Okuyacağınız makale 1356/1977 yılında Hüccetül İslam Şehit Ali Ekber Ejei’nin İran’ın İsfahan şehrinde Ayetullah Dr. Şehit Beheşti ile “Kuran’ı Anlama Yöntemi” üzerine yaptığı söyleşinin metnidir. Bu söyleşi ilk olarak kaset halinde Kuran severlerin ve araştırmacıların hizmetine sunuldu, İran İslam İnkılâbı’nın zaferinden sonra da “Cumhuriy-i İslami Gazetesi’nde” yayımlandı. Röportaj, Dr. Beheşti tarafından tekrar gözden geçirildikten sonra da “İslami Cumhuriyet Partisi” tarafından kitap olarak yayımlandı.


    Bismillahirrahmanirrahim

    Soru: Son 20 yılda Kuran’ı anlama eğilimi oldukça yaygınlaştı ve Kuran’ı anlamaya yönelik son derece büyük bir merak ve iştiyak oluşmuş durumda. Özellikle genç nesil artık “Kuran’a yaklaşmayın, çünkü onu anlayamazsınız” mantığından sıyrılarak kendilerince Kuran’ı azami ölçüde idrak etmeye yöneldi ve gençlerin Kuran’a bu yönelişlerinden sonra da Kuran’ı daha iyi anlamada kayda değer bir ilerleme görüldü. Ancak tüm bu merak ve isteklere rağmen birtakım sapmalar kaçınılmaz oldu. Kimileri şu yoldan kimileri o yoldan tabirlerin, izahatın, tefsirlerin öteki tarafından alıntılar yaparak peşin hükümler vermeye başladılar. Diğer taraftan da birtakım engeller oluştu. Gençlere, ellerindeki mevcut kısıtlı imkânlardan yararlanarak Kuran’ı daha iyi ve objektif anlamaları konusunda hangi metotları öneriyorsunuz?

    Cevap: Birkaç yıl evvel Kuran Mektebi’nin başlattığı tefsir bahislerinde “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kuran'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah ve ilimde yüksek payeye erişenler bilir. Onlar: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak akliselim sahipleri düşünüp anlar.” [Al-i İmran-7] Ayetinin münasebetiyle zamanın boyutlarına nazır nispeten detaylı bir konu işlemiştim. Sevindiricidir ki o konular kaydedildi. Önceden çalışılmış ve hazırlanmış bir programla birkaç celsede işlenen o bahislerin kasetlerini dinlemenizi öneririm. Dilerseniz o konuşmaları Kuran’ı anlamaya çalışan hakikat sevdalılarına sunabilirsiniz. Dilerseniz de şimdi sorularınız varsa kısa ve özet olarak cevaplayama çalışayım. Gerçi ön hazırlık ve düzenleme yapmadan sunacağım cevapların kapsayıcı nitelikte olacağından da kuşku içindeyim. Sorunuza başlıklar halinde cevap vermeye de gayret edeceğim ki bunu gençlere rahatça sunabilesiniz.


    1-Kuran Herkes Tarafından Anlaşılabilir!


    Kuran’ı kerim’in sadece belirli bir grubun anlak ve idrakiyle sınırlı olmadığı son derece açıktır. Bunda en küçük bir şüphe bile yoktur. Şüphesiz ki Kuran’ı Kerim herkesin anlaması için nazil olmuştur ve bu konuya Kuran’ın birçok ayetleri vurgu yapmaktadır. Kuran’ı Kerim, bu kitabın muttakiler için hidayet edici olduğunu defalarca vurgulamıştır. Kuran, nur kitabı, aydınlatıcı ve yol gösterici bir kılavuzdur. İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, hakları ve vazifeleri belirler. Kuran’ın vasıtasız olarak herkes tarafından anlaşılması da çok açık bir konudur. Peygamberin (s.a.a) okuduğu ayetleri herkes rahatça anlayabiliyordu. Tarihi nakillerde de sıkça görülmüştür ki Müslüman olmayan hatta İslam dinine muhalif olan kimseler bile Resul-i Ekrem’a kulak verip Kuran’ı onun dilinden dinliyorlardı. Yer yer bu kimseler ayetlerden anladıkları manaların etkisinde kalarak İslam dinine karşı sevgi duymuş ve sonunda da İslamiyet’i seçmişlerdir. Peygambere (s.a.a) ayet kalıbında bir hüküm indiğinde, cihad hakkında bir hüküm nazil olduğunda Allah Resulü (s.a.a) inen o ayeti insanlara okuyor ve insanlarda o ayetten kendi vazifelerini anlıyorlardı. Kuran’ı Kerim’in genel ayetlerinin herkes tarafından anlaşıldığı konusunda şüphe yoktur. Kuran ayetlerinden, tarih ve siyerden haberdar olan herkes bunu vurgulamıştır. Dolayısıyla Kuran’ı Kerim’in genel ayetleri herkes için anlaşılır bir beyanla nazil olmuştur ve Kuran’ı anlamak sadece bazı özel kişilere mahsus değildir.


    2-Kuran’ı Anlamanın Anahtarları


    Manası herkes tarafından bilinen ve anlaşılan bu Kuran’ı Kerim öncelikle Arapçadır, saniyen Peygamberin (s.a.a) asrındaki Arapçayladır. Üçüncü olarak ayetlerin konularının şifahi bir telkini olarak Peygambere (s.a.a) gelmiştir, yazılı bir surette değil. Yani şuan sizinle konuştuğum gibi sözlü bir bildiridir; Kuran, gelişen ve karşılaşılan olaylar akışında tedrici (yavaş) olarak insanlara hitap edilmiş bir sözdür. Bir müellifin başından sonuna kadar tanzim ettiği bir kitap şeklinde halka sunulmamıştır. Bir konu hakkında ayet iniyor ve Allah Resulü’de (s.a.a) o ayeti olduğu gibi halka şifahi olarak bildiriyordu. Sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) şifahi/sözlü olarak insanlara telkin ettiği bu konu ya hafızalarda ya da yazılar halinde muhafaza ediliyordu. Dolayısıyla şu üç hususa dikkat edilmelidir:

    1-Kuran Arapçadır.
    2-Peygamberin (s.a.a) asrının Arapçasıyladır.
    3-Ayetler şifahi olarak Resulullah’a (s.a.a) telkin ediliyor sonra sinelerde muhafaza ediliyordu; hem yazılarak korunuyor ve hem de hafızalarda korunuyordu. Bu üç hususa teveccüh etmek akabinde birtakım konuları getirir ki Kuran’ı anlamaya çalışan herkes bunlara çok dikkat etmelidir.


    Birincisi, Arapçayla aşinalıktır. Belirttik ki Kuran Arapça nazil olmuştur, dolayısıyla Arapça bir metni okuyup anlamaya çalışan bir kimse şüphesiz ki Arapçayı iyi öğrenmelidir. Arapçayı iyi öğrenmenin ilk şartı direk olarak Kuran’ı Kerim’e müracaat etmektir. Ne yazık ki son zamanlarda gözlemlediğim kadarıyla bazı tanıdığım saygıdeğer dostlarım ve kardeşlerim Arapça kurallarına ve edebiyatına musallat olmadan, yetersiz ölçüdeki Sarf ve Nahiv ilimleriyle ve Arapçadan Farsçaya çevrilen birkaç lügat kitabına müracaat ederek Kuran’ı anlamaya kalkışmakta ve bazen gerçekten de gülünç hatalar yapmaktadırlar. Elbette bu kardeşlerim ve dostlarım hüsnü niyet sahibi değerli dostlar olduklarından bize müracaat ettiklerinde çalışmalarındaki eksiklikleri söylediğimizde rahat bir şekilde hatalarını kabul ettiler.
    Kuran’ı Kerim’i anlayabilmemiz için Arapçaya tam bir hâkimiyetimiz olmalıdır. Arap bir kimsenin haddinde bu dili bilmek gerekir. Çünkü bu kitap Arapçadır. Dolayısıyla Kuran’ı anlamak için Sarf, Nahiv ve Lügat ilmini yeterli ölçüde bilmek gereklidir. Bir lafzın birkaç manası olabileceği ve burada acaba bu manalardan hangisinin münasip olduğu ve kast edildiği dikkate alındığında lügat ilminin ve bu ilimle donanmanın lüzumu ortaya çıkıyor.
    İkincisi, Kuran’ı Kerim, Resulullah’ın (s.a.a) asrındaki Arapçayla nazil olmuştur. Dil ve lehçeyle aşina olan herkes bilmektedir ki dil, bir sistem olarak tarihi sürecinde yapısal bakımdan birtakım bir değişim ve dönüşümlere uğramaktadır. Bir lügatin 1300 yıl önce özel bir anlamda kullanılması mümkün olup günümüzde ise farklı ve yeni bir anlam kazanması da muhtemeldir, ya da hem eski anlama hem de günümüzdeki bulduğu yeni anlama da gelebilir. Kuran ayetlerindeki mevcut kelimelerin, ayetlerin nazil olduğu asırda hangi anlama geldiğine dikkat etmek gerekir. Eğer günümüzde yeni bir anlam kazanmış bir kelime olursa ve bu kelimenin kullanımı zevkimize uygun gelse ve bu kelimenin bu ayette istediğimiz anlamı vermesini istesek bile bu kelimeyi nüzul asrında taşımadığı bir mananın dışında kullanmak gerçekten de yanlıştır. Kuran’ın, tabiatı ve yapısını tanıma alanında faaliyet eden bir dostum Kuran’ın tabiat hakkındaki ayetlerini istihraç etmiş, ona resimler ve açıklamalar ekleyerek bana getirmişti. Çalışması hakkında görüş belirtmemi istedi. Baktığımda özellikle bazı anlamsız ve ilgisiz kelimelere vurgu yaptığını gördüm. Mesela şöyle yazmıştı: “Biz, yeryüzünü toplanma yeri yapmadık mı?” [Mürselat-25] ayeti yeryüzünün hareketine işarettir. Arkadaşımız lügate bakmış ve “Kifat” kelimesinin keskin uçan kuş anlamına geldiği görmüş ve ayeti şöyle tercüme etmiş: “Acaba biz yeryüzünü keskin uçan bir kuş/varlık gibi kılmadık mı?” sonra da şöyle istidlal etmiş; Kuran’a göre yeryüzü hareket etmektedir. Gördüğünüz gibi bu arkadaşımız Arapça lügat kitaplarına müracaat etmiş ve “Kifat” kelimesinin anlamını keskin uçan kuş olarak bulmuş. Ona dedim ki öncelikle bakmak gerekir nüzul asrında ve ayetlerin indiği bölgede de acaba “Kifat” kelimesi keskin uçan kuş anlamında mı kullanılmıştır? Yoksa bu, sonraki zaman dilimlerinde tedrici olarak yeni bir anlam kazanmış bir kelime midir? Saniyen dikkat etmeniz gerekir ki bu ayet sonraki ayete bağlı ve onunla ilintilidir; “elem nec’alil arza kifaten, ehyaen ve emvata” acaba yeryüzünü diriler ve ölüler için kifat (toplayıcı) kılmadık mı?” yani “Ehyaen ve emvata” “Kifat” kelimesinin devamıdır. Binaenaleyh keskin uçan kuşların diriler ve ölülerle olan bağlantısı nedir? Acaba bunun açık ve anlaşılır bir anlamı var mıdır? Lügat kitaplarına müracaat ettiğimizde malum oluyor ki aslında “Kifat” içinde bir şeyler bulunduran, bir şeyler kapsayan yer anlamına gelir, acaba biz yeryüzünü kaplayıcı, kuşatıcı kılmadık mı? Dirileri ve ölüleri kaplayan/toplayan kılmadık mı? Yer altında tavşan, (köstebek) vb. yuva yapan canlılar vardır ve genelde canlı varlıkların cesetleri yerin altına gömülür ya da sel dalgalarının getirdiği atıklar ölülerin cesetlerini örtmekte ve bunlardan da taşlar, kayalar oluşmaktadır. Bu yüzden eğer bir kimse “Kifat” kelimesini keskin uçan kuş diye mana edildiğini görüp bundan da yeryüzünün hareketini Kuran’ın bu ayetinden ispat etmeye kalkışırsa ve hemen bunu Kuran’a yüklerse yanlış bir metot uygulamış olur, yanılgıya düşmüş olur ve metottan sakınmalıdır. Bilinmesi gerekir ki acaba “Kifat” Resul-i Ekrem (s.a.a) döneminde de bu anlamda kullanılıyor muydu yoksa bu yeni bir anlam mıdır? Özellikle dikkat edilmelidir ki bu kelimenin önceki âlimlerin lügat kitaplarında da mevcut olmayışı bu anlamın Resulullah (s.a.a) döneminde olmadığını ve yeni bir anlam kazandığını gösterir. Bendeniz şimdi konuşmakla meşgulüm ve sohbetimde birtakım kelimelerden ve ibarelerden yararlanıyorum ve kullandığım bu kelimeleri sadece bugün anlaşılan manada kullanıyorum. Şimdi benim bu konuşmalarımın aynı 300 yıl sonra mevcut olsa ve kullandığım bu kelimeler o gün başka anlamda kullanılmış olsa acaba bir kimse kalkıp diyebilir mi ki falanca adam o gün yaptığı konuşmasında bugün bizim anladığımız şu manayı kast etmişti? Bu doğru değildir. O halde kelimeleri, kelimelerin sudur olduğu asrındaki anlama göre kullanmalıyız.


    Üçüncüsü, Kuran’ı Kerim’in konuları şifahi/sözlü olarak beyan edilmiştir. Şifahi ifade edilen her konu hatta yazılı olarak sunulan her konu kendi zamanının bölgesel ve toplumsal özelliklerine göre açıklanır. Yani bölgesel ve toplumsal şartlar ve durumlara nazır olmadan açıklanması düşünülemez. Çünkü insan bir konu hakkında o muhitte ve ortamda konuşuyor ve aynı o atmosferde de yazıyor. Dolayısıyla insan bu toplumun içinde ve atmosferinde konuştuğunda ya da yazdığında birtakım karineler/emareler vardır ki konuşmacının ya da yazarın maksadının anlaşılmasına yardım ediyor. Uhud Savaşı’nın sahnesini düşünün, savaşçılara hitaben ayetler nazil oluyor. Savaş sahnesinde yer alan ve bütün meseleleri gözleriyle müşahede eden savaşçılar o ortamda ve atmosferde bulundukları için ayetin inmesiyle hemen Allah’ın ayetten ne kast ettiğini anlayabiliyorlar. Şimdi o savaş sahnesinde hazır olmayan ben, eğer bu konuyu o ayetten anlamak istersem ne yapmalıyım? Doğal olarak tarihi mütalaa edip kendimi o sahneye adapte etmeye çalışıyorum, o sahneyi yaşamaya çalışıyorum. Bu yüzden Kuran ayetlerinin maksadının doğru bir şekilde anlaşılabilmesi az çok bu ayetlerin indiği sahnelerle bağlantılıdır. Bu huzur Resulullah’ın (s.a.a) asrındaki insanlar için müyesserdi, ancak sonradan gelen ve o savaş sahnelerinden uzak olan insanların yaşadıkları dönemde ya da ondan sonra gelen insanların asrında bu huzur hangi vesileyle sağlanmalıdır? Tarihi araştırma vesilesiyle elbet, işte bu yüzden Kuran’ı kerim’in birçok ayetinin maksadının doğru anlaşılabilmesindeki şartlardan biri derin tarihi araştırmalar ve bu tarihi araştırmalardan yola çıkarak ayetlerin nazil olduğu şartları ve durumları kavrayarak orada hazır olabilmektir. Bu alanda geçmiş araştırmacılar “Ayetlerin nüzul sebepleri” adı altında birçok kitaplar yazmışlardır. O değerli kitaplardan iki tanesi hem meşhurdur hem de Kuran müfessirlerinin kaynak olarak yararlandıkları kitaptır. Onlardan biri Vahidi’nin kaleme aldığı eser, diğeri ise Suyuti’nin yazdığı “Esbabu Nüzul” kitaplarıdır. Aslında bu alanda yazılmış birçok eser vardır ancak o eserler mezkûr kaynaklar kadar yeterli değildir. Bendenize göre Kuran ayetlerinin birçok yerinin daha iyi anlaşılmasında bir kez dikkatle İslam tarihinin baştan sona mütalaa edilmesi zaruridir. İkinci başlığı toparlayayım; teveccüh edilmelidir ki Kuran’ı Kerim 13-14 asır önce belirli bir bölgede Arapça yazılmıştır, daha doğru bir ifadeyle şifahi olarak beyan edilmiştir. Kuran Arapça olduğu için bugün onu anlamak isteyen bir kimse öncelikle Arapçayı çok iyi bilmelidir ve Kuran dili 14 asır önceki Arapça dilinde olduğundan o zamandaki lafız ve kavramları inceleyen lügat kitaplarına müracaat etmeli ve yeni anlam bulmuş kavramları da Kuran’a yüklememelidir. Çünkü Kuran’ı Kerim muayyen özelliği ve şartları olan bir bölgedeki insanların asrında nazil olmuştur. Bu yüzden insan tarihi dikkatli araştırarak o zamanın şartlarıyla empati kurmalı ve kendisini o şartlarda hissetmelidir.

    3-Kuran Ayetlerinin İrtibatını/İlişkisini Anlama

    Kuran‘ı Kerim’in ayetleri birbirleriyle bağlantılıdır. Bazen bu irtibat çok açık ve nettir ama önceden de belirttiğimiz gibi Kuran’ı Kerim, bir yazarın kitap halinde telif ettiği türden bir yazı değildir. Bilakis Kuran, 23 yıl zarfında çeşitli münasebetlerde birtakım şartlara göre nazil olan sure ve ayetler mecmuasıdır ki bu mecmua daha sonraları bir kitap haline getirildi. Ayetler ve sureler de vahyin Peygambere (s.a.a) iniş tarihine göre peş peşe sıralanmamıştır. Ayetlerin iniş tarihleri araştırıldığında şu neticeye varıyoruz; bazı durumlarda birkaç ayet yıllar öncesi nazil olan bir surenin devamına ilhak ediliyordu. Dolayısıyla eğer bazen bir konuda anlamı açık olan bir ayetin önceki ayetlerle tam bir bağlantı içinde olmadığı gibi görünse de tereddüde kapılıp o ayetin önceki ya da sonraki ayetlerle mana bakımından uyum içinde olmasını sağlamak için kendimizden başka bir mana yükleme amacı gütmemeliyiz. Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinde bur durum hâkimdir ki ayetin ilk kelimesi önceki ayetteki bir fiil ya da sıfatın tamamlayıcısıdır. Bir diğer tabirle bazen uzun bir cümlenin iki bölümü iki ayrı ayet şeklinde gelmiştir. Buna benzer yapıyı yenilikçi şiir anlayışında ya da daha iyi bir ifadeyle Farsçadaki “Silabi Şiir” türünde sıkça görmekteyiz. Bu şiirlerde her bağlamın sonu bir cümlenin bitişi değildir ve çoğu kez sonraki bağlam önceki bağlamın tamamlayıcısıdır. Kuran’ı Kerim’in bu yapısına da dikkat edilmelidir ki bazen ayetlerde bu tür bağlantılar açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Bu hususlara teveccüh edilmemesi Kuran ayetlerinin yanlış anlaşılmasına yol açabilir. Sözgelimi yukarıda bahsettiğimiz “Acaba biz yeryüzünü toplayıcı/kapsayıcı kılmadık mı?” ayetinde geçen “Ehyaen” ve “Emvaten” normalde burada ayrı bir cümle değildir. Hatta bağlantı niteliğinde bir cümle de değildir; birbirine atfedilmiş iki ayrı kelimedir ki “Elem nec’alil arza kifata” ayetinden sonra zikredilmiştir. Bu irtibatı dikkati nazara aldığımızda “Kifat” kelimesi edebi kaide gereği öyle bir mana içermelidir ki ondan sonraki gelen “Eyhaen” ve “Emvaten” ile irtibatlı olmalıdır. Eğer “Kifat”ı keskin/tiz uçan kuş diye mana edersek edebi kural gereği Kifat bir “isim” olduğundan “Ehyaen” ve “Emvaten” ile kurala dayalı bir bağlantı içinde olamaz. Ancak “Kifat”ı “kapsayan, içeren” diye mana edersek “Ehyaen” ve “Emvaten” kolay bir şekilde onunla irtibatlı bir cümle olur ve doğru manayı ifade eder. Makul kural gereği de “Ehyaen” ve “Emvaten” Kifat” için sıfat konumundadır.

    Elbette bazen ayetlerin birbirleriyle olan irtibatı açık ve net değildir. Ayetler arasındaki bağlantıyı bulabilmek için Kuran’ı Kerim’e aşinalık ve ünsiyet şarttır. Bunu sağlamak da Kuran tarihine ve ayetlerin nüzul senesine -ki bu konuda çok sayıda kaynak mevcuttur- dair araştırmalarla müyesser olur. Mesela araştırmacı, şu birkaç ayetin ya da ayetlerin birlikte geldiğini kavrayabiliyor. O halde birtakım ayetleri müstakil olarak ele alıp incelemek gerekir ve bazen peş peşe gelen bazı ayetlerin birbirleriyle irtibatı yoktur. O halde tek olarak nazil olan ayet ile topluca inen ayetleri birbirinden ayırarak iyice analiz etmeli, aralarındaki bağlantılar anlaşılmaya çalışılmalıdır.

    4- Kuran’ın Kat’i Hükümlerini Anlamak

    Kuran’ı Kerim’de bir konu hakkında muhtelif zamanlarda nazil olmuş çok sayıda ayetin olduğunu görmekteyiz. Bir defasında birkaç ayet gelmiş ve iki yıl sonra da tekrar birkaç ayet gelmiştir ve yeni şartlar oluştuğu için yeni bir konuyu beyan ederek önceki konuyu tamamlamıştır. Her konuşmacı ya da yazar bu metodu uygulamaktadır. Eğer bugün falan konu hakkında Kuran ve İslam’ın hükmü nedir veya Kuran o konuda nasıl bir görüş belirtmiştir diye soracak olursak öncelikli olarak İslam’ın o konudaki nihai maksadının ne olduğunu anlayabilmemiz için konuyla ilgili ayetleri Kuran’dan bulmalı ve ayetlerin iniş tarihini sırasıyla mülahaza ederek incelemeliyiz. “Kuran’ın bazısı bazısını tefsir eder” sözü de genel olarak bu bağlamdaki konuya nazırdır.

    #2
    Ynt: Kuran'ı Anlama Üzerine Ayetullah Dr. Şehid Beheşti (r.a) ile Söyleşi

    5-Kuran Ayetlerinin Kapsama Alanı/Genelliği

    Kuran ayetlerinin tarihin belirli bir zaman diliminde nazil olup o zamandaki meselelere teveccüh ettiğini belirtmemize rağmen şunu da söylüyoruz ki Kuran kalıcı ve evrensel bir kitap oluşunun gereği ayetlerinin hükmü sadece o dönemdeki birtakım özel olaylarla sınırlı değildir. Yani Kuran ayetlerinin hükmünü diğer mekân ve zamanlara da tamim etmek/yaymak gerekir. Bir ayetin hükmünün ve maksadının belirli bir zaman ve mekânla sınırlı olmadığı bilakis bu hükmün bütün zamanları ve mekânları kapsadığı konusu herkes tarafından kesin kabul gören açık konulardandır ki bunun kendisi Kuran ayetlerinden de anlaşılmaktadır. Kuran’ı Kerim Peygamberi (s.a.a) “âlemlere korkutucu” ve “insanlara yeterli” olarak tanıttığında şunu vurgulamak istiyor; Kuran’ı Kerim’in ayetlerinin hükmü bütün mekânları ve zamanları kapsamakta ve bütün insanlığa yöneliktir. Dolayısıyla Kuran’ın hitaplarını ve konularını belirli dar bir çerçeveye hasretmek doğru değildir. Bilakis ayetin hakkında geldiği konunun hükmü ve ruhu belirli bir mekân ve zamanla sınırlı kalmayıp bütün zamanlar ve mekânlar içindir. Yani Kuran’ı Kerim bir konuyu özel bir kalıpta ve üslupta zamansal ve mekânsal özelliklere uygun beyan eder.
    Kuran ayetlerinin hükmünü ve konularını diğer zamanlara ve mekânlara yaymak Kuran’ın sade anlayışından öteye bir iştir ve bu konuda Kuran’ın tamamını anlama hâkimiyetine ve kudretine ihtiyaç vardır. Bu yüzden de her bireyin bu işin üstesinden gelmesini bekleyemeyiz. Bu iş ayetlerden ve rivayetlerden istidlal ve istihraç uzmanlığı gerektiren içtihadı bir çalışmadır. Yani hatta Peygamber (s.a.a) döneminde yaşayan kendi dilini anlayan ve o zamanlarda cereyan eden sahnelerde hazır olan bir Arap bile ayetlerin sonraki zamanlara ve mekânlara olan kapsamını rahatlıkla anlayamaz. Çünkü bu uzmanlık gerektiren bir fendir. “Kuran’ın zahiri vardır ve batını ve o batınının batınları vardır” sözü şuna nazırdır ki o batınların idraki uzmanlık gerektiren bir dal olup herkesin üstesinden gelebileceği bir iş değildir.


    6-Bireylerin Kuran’ı Anlamaları Farklıdır!

    Kuran’ı Kerim, hitabı, ruhları, zevkleri, düşünceleri, davranışları nefsanî istek ve eğilimlerinden kaynaklanan insana yönelik bir kitaptır. İnsanların farklı kişiliklere sahip olmaları ve onların ruhi, zihni ve davranış dokularındaki sıradışı farklılıkları gözetildiğinde Kuran’ın insanlar üzerindeki tesirinin de farklı olacağı anlaşılacaktır. Defalarca tecrübe etmişizdir ki bir ayet birisi için okunduğunda adeta o kişiyi ateşliyor ve vecde getiriyor. Ancak aynı ayet başka bir şahsa okunduğunda bu şahsın birinci şahısla ruhiyatı farklı olduğundan onda aynı etkiyi gösterdiğini göremiyoruz. Bireylerin bir ayetin anlam ve tefsirinden algıları kişiden kişiye göre değişkendir. Bazen bir gencin, ruhiyatının gereği duyduğu istek ve sahip olduğu hazırlıktan dolayı bir ayetten algısı o kadar zinde ve öylesine özel cazibeyle iç içe olur ki bu gencin sahip olduğu ruhiyata sahip olmayan hatta çok uzman kimseler bile gencin ayetten algıladığı o teferruattı, zarif ve hassas nükteleri elde edemeyebilir. Bu her zaman Kuran’ı Kerim ve diğer birçok dini ve insani metinlerde de dikkat edilmesi gereken bir meseledir. Hafız’ın ya da Mevlana’nın bir şiirinden bir şahsın anlayacağı manadan başka bir şahıs farklı bir anlam çıkarabilir.
    Ben kendi adıma ifade edeyim ki bazı kimseler ayetlerden algıladıkları canlı manaları düzenli bir şekilde yazıp takrir ederler ve bir ayete has özellikleri ya da bir ayetten elde ettikleri ruha hitap eden ve onu canlandıran bir cümleyi beyan ederlerse bundan büyük mutluluk duyarım. Ancak bunun bir şartı vardır; açıkça “ben bu ayetten şu noktayı istifade ediyorum” diyebilmeli ve “ayetin maksadı kesinlikle benim çıkardığım anlamdır” sözünde ısrar etmemelidir. Niçin mi? Çünkü eğer “ayet sadece şu manayı ifade ediyor” derse o zaman ortaya daha istidatlı, ufku daha geniş, düşünce dokusu daha kaliteli, konuya daha meraklı ve fikri daha yatkın olan bir şahıs çıkıp o şahsın idrak yolunu kapatarak daha güzel bir görüş çıkarabilir. Acaba bu şahsın algılama ve idrak kapasitesini engelleyebilir miyiz? Hayır, o halde kimse ayetten algılama yollarını kimsenin yüzüne kapatamaz, bununla birlikte “Ben şahsen Kuran’dan bu noktayı istifade ettim” diyebilir ancak elde ettiği görüşü Kuran’ın asıl görüşü olarak sunmaktan sakınmalıdır. Diyebilir ki “Kuran’ın şu ayeti benim ruhumda şöyle bir etki gösterdi, hayatımı pozitif yönde şu şekilde etkiledi ve ben böyle algıladım.” Ben bu hususa mukayyet olan kişilerdenim ve işlediğim tefsir derslerinde bir ayeti elde ettiğim yeni bir anlayışla mana etmek istediğimde şahsen elde ettiğim manayı Farsça Kuran tercümelerine katmamaya çalışıyor ve ayetin tercümesi budur ancak benim ayetten istifade ettiğim husus/mana şudur demiyordum. Ayetlerin tercümesini, çıkardığınız kişisel görüşlerinizden ayırmanızı tavsiye ediyorum. Zira sizin ayetten istifade ettiğiniz manadan daha gelişmiş başka bir anlam olabilir. Ayetten kişisel olarak elde ettiğimiz noktalara önem verdiğimiz gibi diğerlerinin elde ettiği istifadelere de önem verelim. Elde ettiğiniz ruha hitap eden o canlı manaları kast ediyorum, çünkü elde edilen o algılamalar da kendi aralarında farklı derecelere sahiptir.


    7-Kuran’ı Kişisel Görüşümüzle Tefsir Etmeyelim!

    Bu çarpıcı ve zinde istifadelerde bazen ilginç sapmalara da tanık oluyoruz. Bu ilginç sapmaların bir örneğini normal ilim tahsilini ve 3. düzey [2] derslerini başarıyla tamamlamış ve kendi şehrinde havzanın üst düzey derslerini tedris etmekte olan bir talebede müşahede ettik. Bu talebe tefsirvari bir yazı yazmış ve şu geçtiğimiz son dönemlerde yazısını kontrol etmem için bana getirmişti. Kontrolümden sonra onu kitap olarak yayımlamayı düşünüyordu. Diyordu ki bu kitap sonraları birçok hararetli tartışmayı akabinde getirebilir, bu yüzden olay yaratacak bu bölümleri bana hatırlatırsanız düzeltmem açısından iyi olur.

    Onun bu çalışması yaklaşık 300 sayfalık bir yazıydı, yazısında Fatiha suresini ve Bakara suresinden birkaç ayeti tefsir etmişti. Bu yazının yaklaşık 12 sayfasını okudum ve 12 sayfalık yazısına 7 sayfalık bir tenkit yazma gereği hissettim. Sonra da yazara hitaben şöyle yazdım: “hak verirseniz 300 sayfalık bir kitap için eleştirmen birinin 250 ya da 500 sayfalık bir tenkit yazması beklenilemez. Bu bir örnektir. Bundan sonrası içinde siz bilirsiniz, sonra yazının diğer bölümlerine ve bahislerine göz attım ve orada karşılaştığım konuyu sizlere aktarayım.

    Yazar, “Eqimus-salât/ Namazı ikame edin” ayetine geldiğinde tercümesinde şöyle yazmış: “inkılâp ateşini ayakta tutun” ve eklemiş: “Salât” yani inkılâbın ateşi demektir. Çünkü Kuran’ı Kerim şöyle diyor: “şüphesiz ki namaz fehşa ve kötülükten alıkoyar” yani namaz çirkinliklerden, tecavüzlerden ve zulümden alıkoyar. Yüzlerce milyon Müslüman’ımız vardır ki onlardan en az 300 milyonu düzenli olarak namaz kılmaktadır ama acaba kıldıkları bu namaz onları kötülüklerden alıkoymakta mıdır? Hayır. Dolayısıyla insanları kötülüklerden alıkoyamayan ancak Kuran’a göre insanı kötülüklerden alıkoyan bu namazdan maksat (bilinen) namaz olursa o zaman Kuran’ın bu ayeti doğru değildir anlamı çıkar ve inanıyoruz ki Kuran’ı Kerim aksinin gerçekleşeceği bir hükmü vermez. Bu yüzden Kuran’ı Kerim’i gerçekdışı bir haberden uzaklaştırmak için ayette geçen “salât” kelimesine başka bir anlam vermeliyiz. Yani şimdiye kadar “salât”ın namaz anlamına geldiğini yanlış anlayan kimseler bundan böyle bilsinler ki “salât”ın başka bir anlamı vardır, o da ateş ve inkılâp ateşidir. Buna binaen Kuran’ı Kerim’de “Salâtı ikame edin” diye başlayan bütün ayetlerden maksat yani “inkılâp ateşini ayakta tutun” anlamıdır. Buradan da ayette niçin “Sallu salât” değil de “Eqimus salât” dendiğinin sebebi anlaşılmış oluyor. Çünkü “Sallu” hitabı “Eqimis-salât” hitabıyla aynı değildir. “Eqimis-salât” yani “inkılâp ateşini ayakta tut!” “Yuqimunes-salât” hitabı ise inkılâp ateşini ayakta tutanlardan bahsediyor. İşte bunlar gerçek müminlerdir ki inkılâp ateşi, onları kötülüklerden, zulümlerden ve münkerden alıkoymaktadır. Dolayısıyla da Kuran’ın bildirdiği bir hükmün aksi gerçekleşmez. Bu önemli “keşf” ile şu gerçek ortaya çıkıyor; 14 asırdır (hâşâ) Peygamberden (s.a.a) tutun bütün insanlara kadar herkes “salât ve salâtın ikamesi” kavramlarını ters anlamıştır. Bu adamın görüşünün doğrultusunda her namaz öncesi söylenen “Kad Kametis-salât” cümlesi ise şu manayı ifade eder: “İnkılâp ateşi ayakta tutuldu.”
    İşte bu Kuran’ı Kerim’i kişisel bir rey ile tefsir etmektir. Her insaf sahibi (dikkat edin; demiyorum her Müslüman ya da Allah’a ve Kuran’a iman eden, diyorum ki her insaf sahibi) her gayri Müslim ve hatta Kuran’ın vahiy kitabı olduğuna inanmayan kimse şu metne ve şu metnin başına ne tür belaların getirildiğini görürse demez mi; “efendiler, bırakın bu işleri, sizler oturmuş nefsani istekleriniz doğrultusunda dilediğiniz gibi Kuran’a uygun manalar yazıyorsunuz.”
    Bu adama diyoruz ki: evet, Kuran’ı Kerim, inkılâp kitabıdır, İslam dini inkılâp dinidir ve Kuran’da çok sayıda inkılâp ayeti vardır ama meğer Kuran ayetlerinde inkılâp ayetleri kıtlığı mı var? Kalkıp İslam’ın inkılâbi yüzünü göstermek için “Eqimus-salât” (namazı ikame edin) ayetine böylesine yersiz bir anlam yükleyelim. Efendim, 300 milyon namaz kılan Müslüman’ı namaz kötülüklerden, zulümlerden alıkoymuyorsa gerçekte onların kıldıkları namaz, namaz değildir. Namazlarında sadece namazın şekli vardır demektir; bizim namazlarımız manasız bir suretten ibarettir ya da maneviyat ruhundan yoksundur. Namaz zikirdir, Allah’ı anmaktır. Gerçek manada bir insan günde beş defa kıldığı namazında Zikrullah’ı (Allah’ı anma) kalbinde canlı tutarsa, kalbinde, canında Zikrullah’ı hissederse, Allah’a olan marifeti sağlam olur ve Allah ile olan irtibatı doğru bir marifete bağlı olursa, gönlünde yenilediği her zikir ve namaz onu kötülüklerden, zulümlerden ve münkerden alıkoyacak ve bu namaz onun ruhunda gerekli tesiri bırakacaktır. Gerçek namaz insanı kötülükten, zulümden ve pislikten alıkoyar ancak bu yüzde yüz değildir. İnkılâp ateşi, kötülüklerin, zulümlerin ve cinayetlerin önünü yüzde yüz kesebildi mi? Diyoruz ki gerçek namaz, insanı kötülüklerden ve zulümlerden alıkoyan en etkili unsurlardan biri olabilir.


    Namazın ikamesinin manası da açıktır. Biz Farsçada diyoruz ki “merasim ikame edildi” bu sadece bir deyimdir. İngilizce namaz kılmak yerine “To Say the Prayer” diyoruz. Bu bir ıstılahtır. Istılahlar her dilde ayrı kalıplarda söylenir, bu çok önemli bir mesele değildir. Eğer siz Farsçada derseniz ki “Acaba namazınızı söylediniz mi?” bu gülünç bir cümle olur. Ama “namazınızı kıldınız mı? “derseniz normal bir cümle olarak görülür. Arapçada da eğer şöyle dersek “Hel Kara’tes-salât” (Acaba namazını okudun mu?) bu yine komik bir cümle olur. Arapçada şöyle demeliyiz: “Hel Salleyte?” Acaba namaz kıldın mı? Bu konu tamamen çeşitli dillerdeki muhtelif tabirlere göre ifade edilir.

    Buna ilave olarak, kıyam namazın vaciplerinden biridir ve rükûdan önceki kıyam namazın asıl rükünlerindendir. Bu yüzden bir ibadetin asıl vaciplerinden sayılan kıyam/ayakta durmak fiilini “ayakta tutsunlar” ve “namaz ikame edildi” diye tabir etmek doğal ve münasip olup artık “salâtı”/namazı ateş manasına hem de inkılâp ateşi gibi şeklinde mana ederek “ayakta tutuldu” tabirine uydurma çabasına hiç ihtiyaç yoktur. Her halükarda Kuran ayetlerine bu tarz bir perspektifle yaklaşmak Kuran’ı kişisel reyle tefsirdir ki bu Kuran’ın asaletini yitirmesine sebep olur. Acaba imanlı ve kalbi sefa dolu aziz bir gencimiz Kuran ayetlerinin ve ibarelerinin bir macun haline gelmesine ve bu yumuşak macunun herkesin eline verilerek ona dilediği gibi şekil vermesine razı olur mu? Ve yine Kuran bizlere belirli düşünce boyutları, düşüncelerin çerçevesini, olaylara bakış açısını ve belirli ideoloji vermesi gerekirken bunun yerine Kuran’ın herkesin dilediği gibi mana edeceği bir hale gelmesinden hoşnut olur mu?


    Bazen şöyle bir söz söylenir: Kuran’ı Kerim’in dili rumuzlara dayalı sembolik bir dildir. Diyoruz ki bu sözün amacı belli olmalıdır. Eğer bir kimse kalkıp “Kuran’ın dili tıpkı idari, askeri ve siyasi kuruluşların üstü kapalı olarak yazıp gönderdiği gizemli mektuplar gibi rumuzlu bir dildir ve bu rumuzların da anahtarları vardır ki mektubu alan taraf o anahtarlara müracaat ederek onu anlıyor” derse biz bu sözü kabul etmiyoruz ve siz de bu sözü kabul etmezsiniz. Kuran’ı Kerim rumuz kitabı değildir. Bilakis mubin/açık bir kitaptır, açık ve açıklayıcı özelliği olan bir kitaptır. Kuran’ın asıl ve ekseri ayetleri “Muhkem” ayetlerdir. Bu ayetler sağlam manalar taşır ve umum içinde anlaşılır türdendir. Belirtmeliyiz ki Kuran’da yer alan birtakım ayetler “Müteşabih” ayetlerdir. Bu ayetlerde az çok rumuz özelliği vardır. Ancak bu ayetler Kuran’ı kerim’in çok az bir bölümünü oluşturmaktadır tamamını değil.

    Ama “Kuran’ın dili rumuz ve sembolik bir dildir” sözü şu anlamı ifade edebilir: Kuran, içinde sade manalar zincirlemesi bulunan ve herkesin anlayabileceği özellikte ilahi bir kelamdır. Ancak bu manalara ilave olarak onda daha yüce konulara işaretler de vardır, bu yüce ve derin kavramları fikri açıdan ve toplumsal bakımdan daha ileri seviyede olanlar daha iyi anlayabilirler. Bu doğru bir görüştür. Bazı kimseler bu işaretleri daha iyi anlayabilmektedir ve bu işaretler sade ve herkes için anlaşılır olan manalarla da tezat içinde olamaz, bilakis bu herkesin anladığı manadan daha yüce bir merhaledir. Bu anlamda Kuran’ın sembolik olarak değerlendirilmesi kabul edilir bir sözdür.

    8-Kuran’ı Tam Anlamıyla /Kamil Anlamak İhtisas Gerektirir!

    Kuran’ı Kerim’i umumun anladığı düzeyden daha ileri bir seviyede anlama noktasında ihtisas ve uzmanlığa ihtiyaç vardır ve bazı düzeylerde ise vahiy pınarından istifadeye ihtiyaç vardır.
    Kuran’dan özel bir derece anlama makamı Peygamberlere ve Pak Ehlibeyt İmamları’na (a.s) mahsustur ki o derin ve yüce manaları ancak masumlardan (a.s) bize ulaşan hadisler aracılığıyla anlamak mümkündür. Bu, sembolik ve rumuzlu veya daha yaygın manaların Kuran’ın lafız ve ibareleriyle olan irtibatından açık ve rahat bir şekilde anlaşılmayacak durumlarda doğrudur. Bu tür yerlerde sadece Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları (a.s) bu manaların irtibatından ya da konuşmacının üzerinde bahsettiği ayetlerden söz edebilirler. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a) vahyin asıl getiricisi olduğu gibi bu istisnai açıklamaların da taşıyıcısıdır. Rivayetlerde “Ayetlerin tefsiri Peygambere (s.a.a) ve Ehlibeyt’e mahsustur” şeklinde tanıtılması da bu özel tefsir türüne nazırdır. Yani mananın lafız ile olan irtibatı ayetin mefhumuna teveccüh ve dikkatten sonra da maksat anlaşılmazsa bu durumda yorum sadece Resul-i Ekrem (s.a.a) ve imamlara (a.s) mahsustur. Sembolik mananın bir çeşidi ise şöyledir: mananın lafızla bağlantısı çoğu kimsenin derin bir dikkatle bile anlayacağı kadar basit ve açık değildir. Ancak bir kişi o manayı anlayıp ve şu ayetten şu anlam elde edilebilir diye açıkladıktan sonra başkaları da bu yeni mananın o ayetle bağlantılı olduğunu anlıyor ve kabul ediyorlar. Bu Kuran’ın tefsiridir ancak Peygambere (s.a.a) ve Ehlibeyt’e (a.s) mahsus olan tefsir değildir. Bilakis bu tür tefsirlerde çok dikkatli ve akıllı olmalıyız ki nefsanî istek ve kişisel görüşlerimizin etkisi altında kalmayalım. Eğer nefsanî istekler ve kişisel görüşlerimizin etkisinde kalırsak bunun manası şu olur: ben istiyorum ki şu ayet şu manayı ifade etsin ve hemen bir kişi arıyorum ki çıksın ortaya ayeti benim mana ettiğim şekilde mana etsin bende hemen bunu kabul edeyim. Eğer durum böyle olursa bu yaklaşım Kuran’ı kişisel reyle tefsir etmenin başka bir türü olur. Kuran’ı bu anlayışla yorumlamak kınanmıştır ve geçersizdir. Gerek Peygamberimizden (s.a.a) gerekse Ehlibeyt İmamları’ndan (a.s) nakledilen rivayetlerde bu görüşe şiddetle karşı çıkılmıştır. Bunun örneği yukarıda aktardığım “salât” konusuydu. Yukarıdaki ilgili ayette mezkûr şahıs, Kuran ayetlerinden Kuran’ın inkılabî kimliğini ispat etmek için iddiasına ayetleri delil göstermeye çalışıyor. Zihni malum bir manaya odaklandığı için bu manayı ayete tensip etmek istiyor, ancak olaya tarafsız bakan kimseler ayete baktıklarında bu anlamın ayetin lafzıyla hiçbir şekilde bağlantısı olmadığını görürler.


    Ayetlerin ve konularının zamanın ve mekânın şartlarına göre kapsayıcı ve genel olduğu bölümde yine bir hususu hatırlatmayı zaruri görüyorum; ayetlerin tüm zamanları ve mekânları kapsama özelliğini idrak etmenin ilmi bir ihtisasın dışında başka bir kemale de ihtiyacı vardır ve o kemal imamettir. Yani bir hükmün bir zaman ve mekâna mahsus olduğunu ya da bütün zaman ve mekânları da kapsaması incelik ve zarafet ister. Bu inceliği ise her araştırmacı ve âlim idrak edemez, bunu ancak bir imam anlayabilir, bir rehber anlayabilir. Düğümleri ve muğlâk hususları ancak rehber anlayabilir. Buna göre ayetlerin hükmünü yayıp genişletmek imamet ekseninde ve onun sınırları dâhilindedir. Eğer imamet mutlak ve masum olursa diyoruz ki bu masum imama mahsustur. Ama gayri masumu da kapsayan nispi imametin ekseninde ve onun sınırları dâhilinde olursa diyoruz ki bu nispi imametin özelliklerindendir. Ama araştırmacı bir âlim asla imametin ekseninde değildir, hatta bu âlim allame bile olsa bu yaygınlığı hissedemez.

    9-Rumuzlu Kelimelerin İdraki ve Müteşabih Ayetler

    Kuran’ı Kerim’de, müteşabih ayetler mevcuttur. Kuran’da bazı surelerin başlarında yer alan “elif, lam, mim”, “Yasin”, “kaf, ha, ya, ayn, sad” vb. harfler gibi birtakım harfler vardır ki anlamları açık ve net değildir. Bunlara ilave olarak yine Kuran’ı Kerim’de birtakım kelimeler ve cümleler vardır ki manaları açık ve anlaşılır türden değildir ve içlerinde bir çeşit rumuzlar ve sırlar yatmaktadır. Bu tür kelimeler ve cümlelerle oynamak, onları sağa sola çekmek ve zevke göre bunlar hakkında sohbet edip, yorum yapmak ve yeni bir manayı keşfetme amacında olmak doğru bir yöntem olmayıp Kuran hesabına Kuran ile hiçbir makul ilgisi ve dayanağı olmayan yeni manalar yüklemeye sebep olur. Rumuzlu ayetler hakkında konuşma yapan kimse resmen, konuşmasında işaretlerin, rumuzların simgelerin ve kinayelerin kullanıldığını ve bu rumuzların anahtarının başkalarının ihtiyarına bırakıldığını ilan etmiş olur. Ancak bir kitap (Kuran) bu rumuzların baki kalmasını istemesine rağmen biz ısrarla elimizde bir anahtar olmadan bu rumuzları keşfetmek istiyoruz. Elbette “kaf, ha, ya, ayn, sad”, “ha, mim” ve “ha, mim, ayn, sin, kaf” [3] vb. rumuzlar üzerinde çalışıp ve zevklerine göre mana eden kimseler çıkmıştır. Bir diğeri kalkıp ebced hesabına göre “kaf, ha, ya, ayn, sad”ı Hz. Mehdi’nin (a.f) zuhur zamanına işaret ettiğini iddia etmiştir. Yine bir diğeri de farklı bir anlama geldiğini iddia etmiştir. Bu tür çalışmalar gerçekten de inhirafi çalışmalardır ve ciddiyetle bu tür girişimlerden sakınmak gerekir.

    Müteşabih ayetler hakkında Kuran’ı Kerim’in kendisi Al-i İmran suresinde şöyle buyuruyor: bu ayetleri Allah ve Allah’tan alan kimseler bilir, yani Peygamber (s.a.a) ve imam (a.s) bilir. Dolayısıyla müteşabih ayetler konusunda son derece ihtiyatkâr davranmalıyız. Ben karşılaştığım kadarıyla Kuran’ı Kerim’de iki türlü müteşabih söz konusudur.


    1-Kamil Müteşabih, elif, lam, mim vb.
    2-Nispi Müteşabih; yani manaları kısmen belli olan ancak belirli bir yerden sonra müteşabih olan ve insan idrakini aşan ibaretler. İnsan ne kadar da öteye gitmek isterse şaşkına döner ve idrakinden aciz kalır. Bu tür yerlerde de kesinlikle her türlü tevilden sakınmalıyız. Buna binaen kâmil müteşabih ayetlerde tamamen, nispi müteşabih ayetlerde ise gerektiği ölçüde tevile yeltenmekten sakınılmalıdır.


    Nerede müteşabih olursa yani insan ibareden manayı istifade etmek istediğinde tereddüt olduğunu ve ibarelere birbirinden farklı iki mana sunduğunda her iki mananın da istifade edilebileceği muhtemel olan yerde ibarenin delalet ettiği gerçek manada durmalı, öteye gitmemeli ve lafızlardan anlaşılmayan manayı Kuran’a yüklemekten sakınmalıdır. Bir ibare kısmen mana bakımından açık olabilir ancak ondan öteye gidildiğinde iki ya da daha çok ihtimal kazanırsa bu ibareye nispi müteşabih adını veriyoruz. Daha açık bir deyimle bu ibarenin bir kanadı muhkemdir, ötesi ve diğer kanadı ise müteşabihtir.
    Her halükarda birkaç kanadı ve ihtimali olan ibarelere istinat etmekten şiddetle sakınmalıyız ve bu, Kuran’ın tekitle tavsiye ettiği sakınmadır. Zira birkaç kanadı ve ihtimali olan ibarelere sarılmak fitne ve ihtilaftan başka bir fayda sağlamaz. İşte bu yüzdendir ki Kuran’ı Kerim Al-i İmran suresinin 6. ayetinde buyuruyor: “Sana kitabı indiren O’dur. Ondaki bir kısım ayetler, kitabın temelini oluşturan muhkem (kesin anlamlı) ayetlerdir. Diğerleri ise müteşabih (birden fazla anlamı olan) ayetlerdir. Kalplerinde bir eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve kendilerine göre yorumlamak amacıyla müteşabih ayetlere uyarlar. Onların yorumunu (tam olarak) Allah’tan ve ilimde derinleşmiş/sağlam olanlardan başka kimse bilemez. Derler ki: Bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimizin katındandır. Ve akıl sahiplerinin dışındakiler, (bunlardan) ibret alıp düşünmezler.”
    Görüldüğü üzere ayette kalplerinde eğirlik/sapkınlık olan kimseler fitne yaratmak amacıyla Kuran’ın müteşabih ayetlerinin peşine düştüğü ifade edilir. Bu yolla da Kuran’ı tevil ederek ayetlerinin derin manasını anlamaya çalışırlar. Hâlbuki Allah onlara hitaben diyor ki bu ayetlerin manasını Allah ve ilmini Allah’tan alanlardan başka kimse bilemez yani Peygamber (s.a.a) ve mutahhar Ehlibeyt İmamları’ndan başka kimse bilemez. Onlar da tevilini Allah’tan alabilme kabiliyetine sahip oldukları için bilirler. Dolayısıyla onlar bu ayetleri tevil ve mana edebilirler. Görüldüğü üzere bizler ahbariler gibi “Kuran’ı anlamak ancak Peygambere (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’na (a.s) mahsustur ve her ayeti anlamada ancak o ayet hakkında gelen rivayete müracaat edilir” demiyoruz. Bilakis diyoruz ki beyyinat ve muhkem (manası açık) niteliğinde olan ayetleri şu şartlarla herkes anlayabilir:


    1-Peygamberin (s.a.a) asrındaki Arapçayı bilmek,
    2-Ayetlerin iniş sebeplerini, ayetlerin indiği coğrafi şartları ve toplumsal özellikleri bilmek
    3-Manasını açıkça anladığı ayetten öteye geçmemek ve eğer geçecek olursa da belirttiğimiz o kayıt ve şartların tamamına riayet etmek.


    10-Tefsiri Rivayetlerden Yararlanma Yöntemi

    Bazı kimseler Kuran tefsiriyle ilgili bir rivayet bulur bulmaz “Bunu Peygamber (s.a.a) ya da imam (a.s) buyurmuştur” deyip hemen o sözü kesin olarak doğru kabul ederler. Efendim! “Hangi kitapta olursa olsun Peygamberden (s.a.a) ya da imamdan (a.s) nakledilen her rivayeti onlar adına kabul edin sözünü kim size demiştir? Acaba bu rivayetler gerçekten onlardan sadır olmuş mudur? Evet, eğer biz Peygamberin (s.a.a) ya da masum imamın (a.s) şu ayet hakkında şu konuyu buyurduğunu (kesin olarak) bilirsek şüphesiz ki başımızın üstünedir ve onu kabul ederiz. Ama rivayetin gerçekten de Peygamberden (s.a.a) ya da imamdan (a.s) sadır olduğu ispat olursa amenna deyip kabul ederiz.
    Eğer bir tefsir rivayetinin Peygamberden (s.a.a) ya da imamdan (a.s) kesin olarak sadır olduğu bilinirse açıktır ki bu rivayet Kuran’ın anlaşılmasında belirleyici özellikte olacaktır. Ama soru şu; tefsir hadislerinden ne kadarının kesin olarak Peygamber (s.a.a) ya da masum imamdan (a.s) sadır olduğunu ispat edebiliriz? Şüphesiz ki tefsirlerde gelen rivayetlerin büyük çoğunluğu senet bakımından tartışılır durumdadır. Buna ilave olarak senet bakımından tartışılır ve yoruma açık olmasalar bile geneli “Vahid Haber” niteliğindedir ve “Vahid Haber” kat’i bir delil olamaz.
    Dolayısıyla tefsiri rivayetleri nasıl ele alıp inceleyeceğimiz ve onlar karşısında nasıl bir tutum içinde olacağımız tam olarak belli değildir. Yani tutumumuz büyük ulemanın teyit ettiği yönde olacaktır. Kesin olan tutumumuz şudur: eğer bir rivayet senet ve delalet bakımından doğruluğu kesin olursa bu rivayet Kuran’a mutabık olarak kabul edilir. Yani kitap, sünnet ve Ehlibeyt’in (a.s) görüşüne paralel olarak görülür. Ama eğer bir rivayet senedi tartışılır ya zanna dayalı olursa yani suduru veya ibaretinin delaleti kesin olmazsa o rivayeti ayetin maksadını belirleyici nitelikte göremeyiz. Belirttiğim bu tutum tefsir rivayetleri babında şahsi olmayıp kesin bir tutumdur. Bizim (Şiilerin) genel araştırmacılarının tutumu ve değerlendirmesi şöyledir: istinadı/dayanağı Peygambere (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’na (a.s) kesin olan, metin ve ibare açısından muğlâk, iç içe girmiş, karışık olmayan ve manası açık olan her rivayet Kuran tefsirinde kesin olarak belirleyici nitelikte olup, kabul edilir. Ama bunun dışında kalan rivayetler hiçbir şekilde tefsir ilminde belirleyici nitelikte değer görmez. Bu rivayetler tarih gibidir, sadece mütalaa edilen tarih kitapları kategorisinde değerlendirilir. Tefsir rivayetlerinin büyük bölümünün senedi kat’i olmadığı gibi yine o rivayetlerin geneli mana bakımından fazla açık ve net değildirler.
    İmam Hasan Askeri’ye (a.s) nispet verilen Ali b. İbrahim Tefsiri kitabında gelen rivayetler üzerinde bahsedilmelidir. Hatta Kâfi’de gelen birtakım rivayetler üzerinde de bahisler vardır. Günümüzde Kafi’de gelen rivayetlerin tamamını fıkıh ilminde kesin olarak baz alan alim ve fakih var mıdır? Merhum Ayetullah Burucerdi (r.a) fıkıh tedrisinde defalarca Kâfi’de gelen bazı rivayetler üzerinde durup bahsederdi. Bazılarını reddeder ve ayırıp bir kenara bırakırdı. Kâfi’nin kendisinde birbiriyle çelişen rivayetler mevcuttur. Kâfi’deki çelişkili rivayetleri ayırıp bir kenara koymak zorundayız. Dolayısıyla fıkıh ilminde kaide şöyledir: fıkıh rivayetlerini ele alıp değerlendirmede son derece titiz ve dakik olmalıyız. Tabir yerindeyse “dikişinin arasına tüy sığmayan” sağlam rivayetlere daha fazla önem vermeliyiz. Sahih rivayetleri, Peygambere (s.a.a) Ehlibeyt İmamları’na (a.s) atfedilen itibarı meçhul ve yersiz rivayetlerle karıştırmayalım.
    Elimizdeki şu hadis kitaplarında bile okuyoruz ki Allah Resulü (s.a.a) kendi zamanında şöyle buyurmuştur: “Benim dilimden asılsız haberleri sizlere nakleden yalancılar çoğalmıştır. Her şeyi onlardan almayın (kabul etmeyin), benim dilimden sizlere nakledilen haberleri Allah’ın kitabına sunun! Kuran’a mutabık olanı kabul edin, Kuran’a ters olanlarını kabul etmeyin!”
    Şurası açıktır ki bu işin dünü bugünü, İslam’ı, gayri İslam’ı yoktur. İslam’dan önce bütün dinlerde, mekteplerde ve topluluklarda bu tür yalanlar vardı. Dünyanın her yerinde yalan haberler uyduran yalancılar hep olmuştur. Kâfi ve vb. kitaplar saygı duyduğumuz ve değer verdiğimiz kitaplarımızdır. Ancak yüzde yüz tam bir itaatle hadislerinin tamamı doğrudur diyemiyoruz. Yani bizler Kâfi’yi Kuran’ı Kerim’in payesinde/değerinde bir eser olarak görmüyoruz. Merhum Sîkatul İslam Kuleyni (r.a) bizim için değeri ve makamı pek yüce bir âlimdir. Ama buna rağmen acaba Kâfi Kuran’ın dengi olabilir mi? Nehcül Belaga’da Kuran’ın payesinde bir kitap değildir. Merhum Saduk’un (a.s) kitapları da Kuran’ın denginde değillerdir. Özet olarak hiçbir kitap bizim için Kuran değerinde değildir ve saydığımız bütün kitapların incelenmesi ve üzerinde durularak incelenmesi gerekir. Kuran’ı Kerim, istinadı Resul-i Ekrem’e (s.a.a) kesin olarak sabit olduğu için bizim asıl ölçümüzdür. Bize göre Peygamberden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’ndan (a.s) suduru kesin olarak bilinen hadislerde Kuran’ı Kerim’in dengi ve onun değerindedir. Elbette belirttiğimiz gibi kesin olarak doğruluğu sabit olması kaydıyla.
    Dolayısıyla Kuran’ı Kerim’i anlamada hadislerden ve rivayetlerden yararlanma sanatı son derece dikkat, titizlik profesyonellik ve ihtisas gerektiren bir fendir. Niçin mi? Çünkü bu hadislerin bir bölümü uydurma olduklarından insanı yanılgıya düşürebilecek özellikte muteber olmayan hadislerdir.


    Şimdiye kadar anlattığım konular ve bahisler, bu yolculuğum sırasında ön hazırlık ve düzenleme yapma fırsatı bulmadan muhterem şahsınızın yönelttiği soruya verdiğim cevaptır.

    Bir kez daha vurguluyorum; içtimai, ahlaki, irfani meselelerin ve maneviyatın incelikleriyle aşina olan kimseler mutlaka Kuran’ı Kerim ayetlerinden çarpıcı, zinde ve ince nükteler istifade etmektedirler. Asla bu şahısların değerleri görmezlikten gelinmemelidir. Ancak bunun da iki şartı vardır;


    1-Bu kimseler sakın Kuran’ı Kerim’e kişisel reyleriyle ve nefsanî istekleri doğrultusunda diledikleri manayı Kuran’a yükleyerek ona yaklaşmamalıdırlar.

    2-Kuran tefsirinde çok cazip ve oldukça faydalı bir hadisle karşılaşılabilir ancak bu hadise tezekkür verici misyonunu yüklemeliyiz belirleyicilik değil. Belirleyici özellik, ancak senetleri kesin olarak Peygambere (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’na (a.s) dayanan sağlam hadislere verilir.
    Üstüne basarak senedi kesin olan hadis şartını vurguluyorum. Senedi zanna dayalı değil ve hatta senedi sahih hadisi de kast etmiyorum. İlmul Hadis’te sahih hadis dediğimiz hadis, tefsir ilminde tam olarak ayetin maksadını belirleyici değildir, ancak fıkıh ilminde ise vazifeyi belirlemede yeterli görüyoruz. Sahih haber/hadis, ravileri Şii ve adil olan hadislere denir. Bu tür haberler her zaman yakin ve yüzde yüz bir bilgi doğurmazlar, sadece güvenilir bir kişinin bildirdiği ancak yakin getirmeyen bir haberdir. Bu tür haberler fıkıh ilminde hüccet olabilir ancak tefsir ilminde hüccet değildir. Tefsir ilminde bir rivayet sadece yüzde yüz doğru olması şartıyla, delaleti de çok açık ve kesin olursa belirleyici nitelikte olabilir. Diğer rivayetler ise sadece tezekkür verici olarak değerlendirilir ayetin kesin maksadını belirleyici değil.

    Bu ölçülere riayet ederek Allah’ın kitabı olan Kuran’ı Kerim’den, o nur ve hidayet edici sağlam semavi kitaptan istifade ederek sıratı müstakim çizgisinde olmayı ümit ediyorum. “Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap da gelmiştir. Allah o kitapla rızasına uygun hareket edenleri selamet yollarına iletir. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder.” [Maide-15-16]

    Samimi duygularımla hepimizin yüce ayetlerde gelen hükümlere gereken önemi göstermemizi temenni ediyorum. Bizlere Allah tarafından nur, aydınlık, yolumuzu aydınlatan meşale, hem kendi açık hem de açıklayıcı bir kitap nazil olmuştur ki yüce Allah bu kitap vesilesiyle nefsanî arzular peşinde değil de O’nun rızasını kazanmayı amaçlayan hedefler peşinde olanları esenlik, güvenlik ve mutluluk yollarına hidayet eder. Ümit ediyorum ki hepimizi yukarıdaki ayetin ifade ettiği manayı istifade edenlerden olalım.


    Sorular

    Soru: Kuran’ı kişisel rey ve teville yorumlamak konusuyla ilgili bir soru karşımıza çıkıyor, şöyle ki bildiğim kadarıyla normalde kendilerinden geriye tefsir eserleri bırakan müfessirler geçmişte felsefenin çeşitli boyutlarında ya da irfani konularda birtakım meseleleri ayetler ışığında bahsetmişlerdir. Ne yazık ki Kuran’ın toplumsal etkisi üzerinden daha az durmuşlardır. Belki de şu alanda oluşan ifrat şu olabilir: her halükarda o tefsirlerden istifade edemediklerinden ve İslam’ın hakkı olan ve İslam’da olan şeylerin eda edilmediğini gördüklerinden bu husus ihmal edildi. Bizim için açıktır ki İslam dini evrensel bakışları olan, ideal ideolojiye sahip bireyler terbiye edip onlara rehberlik edebilmiştir. Bu tefsirlerde Kuran’ın toplumsal yansıması hakkında bir görüş sunulduğu görülmemektedir. Sonuç olarak bu tarafta da birtakım ifratlar meydana geldi ki bütün meseleleri inkılâbın toplumsal meselelerine bağlantılı kılmaktadır. Sorum şudur evvela, acaba bir filozofun Kuran’dan istifade ettiği felsefi bir mesele veya bir arifin Kuran’dan çıkardığı irfani bir konu Kuran’ı bir çeşit kişisel reyle tefsir etmek değil midir? Saniyen Kuran’ın toplumsal meselelere bakışı konusunda gösterilen dikkatsizliği ortadan kaldırmak için ne gibi çözüm yollarımız olabilir?

    Cevap: bu ve buna benzer sorulara bahsettiğim konular içinde açıkça cevap verilmiştir. Bir filozofun veya arifin ya da herhangi bir şahsın Kuran ayetlerinden elde edeceği husus bu bahislerde geçen noktaların kapsamındadır. Bir filozof ya arif, ahlakta ve üstünlük kemaline amel etme sıfatına eriştiğini düşünerek Kuran’dan bir işaret elde ettiğini ancak algılama seviyeleri daha düşün olan kimselerin bunu idrak edemeyeceklerini düşünebilir. Bundan da yola çıkarak hemen onların istifade ettiği görüşleri yanlış ilan ederek onların istifadelerini kişisel reyle tefsir olarak değerlendirmemelidir. Eğer onun bu istifadesi Kuran’a yaftalanırsa yani eğer ayetin lafızlarının ve kelimelerinin bu yeni istifade edilen manayla bağlantısı bizim için anlaşılır ve açık olursa bunu Kuran’a mutabık bir görüş olarak değerlendirebiliriz. Aksi halde bunu Kuran hesabına koyamayız. İstifade ettiği manayı Kuran’ın hesabına bırakmadan en fazla şunu diyebilir şu ayet beni şöyle bir istifadeye sevk etti. Netice itibarıyla elde edilen manalar ve istifade edilen hususları temelden ne hatalı görüşler olarak değerlendirebiliriz ne de gözü kapalı olarak doğru görüşler kabul edebiliriz. Bu iki metoda belirtilen şekilde yaklaşmak yanlıştır. Çünkü falan tefsir sahibi, değerli bir filozof ya arif ya da üstün ahlak sahibi şöyle görüş belirtmiştir deyip hemen onların bir ayet hakkındaki yorumlarını kabul edemeyiz. Tefsirde belirtilen bütün kural ve kaidelere riayet edilmelidir. Herkesin belirttiği görüş belirtilen kurallar çerçevesinde eleştirilir, değerlendirmeye tabi tutulur. Bunu yaparsak işte o zaman falanca şahsın istifade ettiği hususun ne kadar muteber olduğunu söyleyebiliriz. Eğer şu filozof ya arif ya ahlak üstadı istifade ettiği manayı Kuran’ın hesabına koymak isterse ve biz de onun istifade ettiği mananın Kuran’ın lafızlarıyla fazla bir bağlantısı olmadığını görürsek onu ikaz etmeliyiz ve “efendi, sizde Kuran’ı kişisel reyle tefsir etme tehlikesi içindesiniz” sözünü demeliyiz.

    Bendeniz bunun bir örneğini “Kuran Bakışından Allah” kitabında eleştirdim. Hem İbni Sina, hem Sadrul Muteellihin (Molla Sadra) ve hem de Hace Nasıruddin Kuran’ın bir ayetinden felsefi-irfani bir meseleyi istifade etmişlerdi. Onların bu görüşlerini eleştirdim ve detaylı bir şekilde onların görüşlerine eleştiri yazarak meseleyi açıklığa kavuşturdum. Normalde onların ve onlardan önceki bazı görüş sahipleri ve müfessirlerin ayetten istifade ettikleri mana hiçbir surette Kuran’ın hesabına koyulacak türden değildir. Mesela şu ayete teveccüh edin: “Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kuran’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?” [Fussilet-53]

    Bu görüş sahipleri “Ennehul Hak” ayetini, zamirin Allah’a döneceği şekilde mana etmişlerdi. Hâlbuki zamir ayetin zahirine göre Kuran’a dönmektedir. Dolayısıyla Merhum Molla Sadra’nın birkaç sayfa bahsettiği ve bahsin bir miktarını devam ettiren Merhum İbni Sina ve Hace Nasıruddin’in de “İşarat” eserinde işlediği konular mezkûr ayetle bağlantılı değildir. İbni Sina, Hace Nasıruddin ve Molla Sadra’ya duyduğum azami ve özel saygım onları bu konuda eleştirmeme engel olmadı. Onların görüşlerini Kuran esasına göre eleştirdim felsefi bir tenkitle değil. Felsefi konu ne olursa olsun ancak istifade edilen felsefi konu bu ayetten istifade edilmez. Ama sorduğunuz soruyla ilgili bir nükte daha vardı, o da şu ki; geçmiş dönemlerde tekâmüle ermiş felsefi, irfani ve ahlaki düşüncede bir nevi mübalağa olmuştur; dolayısıyla felsefi, ahlaki, irfani ve seyr-ü süluk konularını Kuran’dan algılama pazarı o dönemlerde oldukça kazançlı bir pazardı. Hem de Kuran’ın toplumsal konularının istifadesinin kesat olduğu bir dönemde onların pazarı oldukça sıcak ve karlıydı. Hâlbuki İslam dini insan terbiye etme, yetiştirme mektebidir. İslam tek boyutlu insan yetiştirme mektebi değildir. Bilakis İslam dini muhtelif boyutlarda tekâmül etme kudretine sahip bir insan terbiye ediyor. Tek boyutlu bir insan değil de birkaç boyutu olan bir insanı yetiştirme sürecinde şiddetle şuna ihtiyaç vardır; hiçbir dönemde Kuran’ın toplumsal konulara verdiği önem göz ardı edilmemeli ve bu önemden gaflet edilmemelidir.


    Bizler günümüz dünyasında şiddetle Kuran’ın toplumsal meseleler ve toplumsal ihtiyaçlar karşısındaki tutumunun ne olduğunu öğrenmeye muhtacız. Geçmiş âlimlerin ve müfessirlerin bu yönde yok denecek kadar çalışmalarının olması bize lütfü az bir döngü olup işimizi de fazla kolaylaştırmamaktadır. Bu yüzden de bu alanda çok çalışmalıyız. Önceden de arz ettiğim gibi insan, bu alanlarda Kuran’ın işaretlerini anlayabilmek için bu istifadelerin konusunu yani insanı iyi tanımalıdır. İnsan yetiştirme ve ideal toplum yaratma ayetlerini daha iyi idrak etmek için Kuran’ın da belirttiği gibi insanın toplumsal dokularını iyi bilmelidir. Dolayısıyla felsefi, irfani ve seyr-ü süluk dalındaki görüş sahipleri düşüncelerinde tekâmülün üst ve ilerlemiş merhalesine sahip olduklarından Kuran’ın o konulardaki işaretlerini daha iyi anladıkları gibi Kuran araştırmacıları da günümüz dünyasında insan ve toplumla ilgili zeminlerde daha geniş ve kapsamlı araştırmalar yapmalı ve elde ettikleri zihni huzurla Kuran’ın toplumsal yöndeki işaretlerini, inceliklerini öğrenip umumun görüşüne sunmaya gayret etmelidirler. Yine tekrar ediyorum tüm belirttiğimiz şartlara uymak kaydıyla bu çalışmaları yapmalıdırlar. Yine vurgulayayım ki kendi istifadelerini kesin bir inançla Kuran’a yükleme gayreti içinde olmamalıdırlar. Yine tekrar ediyorum kendi muhtemel istifadelerini Kuran’dan çıkarılacak nihai ve tek istifade olarak değil de başka muhtemel hususların da istifade edileceği şeklinde görmelidirler.

    Soru: Kuran ayetlerinden kıyasa dayalı metotla çıkarılan manalar ve algılar tefsir ilminde ne ölçüde doğrudur? Mesela sizin Egzistansiyalizm-İslam ilişkisi bahsiniz oldukça dikkat çekiciydi. Günümüz dünyasında insani ve toplumsal yeni ekollerin ortaya çıktığını göz önünde bulunduracak olursak bizler İslam’ın ideolojik meselelerini bu ekollere göre ve bu ekollerin ortaya attığı görüşleri bilme ihtiyacı hissediyoruz. Onların çeşitli alanlardaki algılarını ve değerlendirmelerini Kuran ayetleriyle kıyaslamamız ne kadar doğrudur?

    Cevap: Genel olarak her ekolün takipçileri diğer mekteplerin ideolojileri ve görüşleriyle karşılaşırken birtakım sorular sorurlar, sorulan soruların cevaplarının da doğal olarak o ekolden alınması gerekir.

    Benim, Egzistansiyalizm ve diğer ekollerin İslam’a göre görüşleri hakkında makul ve mantıklı gördüğüm çalışma şudur; ilk önce o ekolleri araştırmalı ve onları iyice tanımalıyız. Bu ekolleri iyice anlayıp analiz ettikten sonra bu ekollerin cevap verdiği yeni meselelerle tanışmalıyız. Daha sonra o ekollerin verdiği cevabın aynını Kuran’da bulma çabası içinde olmadan direk Kuran’ı Kerim’e müracaat etmeli ve Kuran’ın onlara vermiş olduğu cevaplara bakmalıyız. Egzistansiyalizm ekolüne müracaat edip onların yeni meseleler konusunda görüşlerini, ideolojilerini, düşüncelerini ve yeni meseleler karşısındaki tutumlarını anlayıp kabul ettikten sonra kabullendiğimiz bu düşünceyi destekleyen ayetler bulmak amacıyla Kuran’a müracaat etmemeliyiz. Bu yöntem son derece tehlikelidir ve Kuran’ı anlama noktasında tahrifin menşeidir. İzlenmesi gereken doğru metot şudur; önce Egzistansiyalizm mektebine müracaat etmeli ve orada ortaya atılan birtakım meseleleri incelemeli ve bu ekolün o meseleler hakkında bildirdiği görüşlere bakmalıyız. Sonra da Kuran’a müracaat etmeli ve Kuran’ın o meseleler hakkında bildirdiği görüşlere bakmalıyız. Kuran’ın bildirdiği görüş ister Egzistansiyalizm ekolünün bildirdiği görüşlerle muvafık olsun ister muhalif. Biz gerçek anlamda Kuran’ın görüşünü herhangi bir düşünce etkisinde kalmadan ve daha önceden kabul edilmiş bir düşünceyle ayetlerden destek bulmaya çalışmadan öğrenmek istiyoruz. Amacımız bundan başka bir şey olmamalıdır.


    İslam ve diğer ekollerin bu aslına riayet etmeyenlerin sayısı oldukça fazladır. Marksizm ekolünün itikatlarını araştıranlara baktığımızda onların şöyle dediklerinizi görürüz: “biz görüyoruz ki bu ekol felsefi, iktisadi ve toplumsal düşüncesiyle şunu söylüyor: şahsi malikiyet, insanın insaniyetinin kendine yabancılaşması/ başkalaşması (Alienation) noktasında en önemli etkenlerdendir. Eğer insanın başkalaşmasından (Alienation) kaynaklanan olumsuzlukları ve yan etkileri yok etmek istiyor isek bir yoldan başka çaremiz yoktur; nasıl olursa olsun şahsi mülkiyet tamamen yok edilmeli ve toplumsal eşitlik sağlanmalıdır. Asaleten şahsi mülkiyet, yüce insaniyet makamının sarılması ve baş aşağı edilmesi demektir. Bu bir irfani, ahlaki, toplumsal ve iktisadi görüştür ki bu düşünceler birbirleriyle karışmış ve Marksizm ideolojisini ortaya çıkarmıştır.[1] Bu Marksizm’in ideolojisidir, kimileri bu düşünceyi benimserler ve bundan da yola çıkarak Kuran ayetlerini incelemeye koyulurlar, ideolojilerinin ispatı için de ayetlerden destek almaya çalışırlar. Netice olarak da İslam’ın şahsi mülkiyeti nefyettiğini kendi ideolojileri paralelinde Kuran’dan ispat etmeye kalkışırlar. Bu ideolojiye sahip olanlar “Yerlerde ve göklerde olanlar Allah içindir” vb. ayetlere dayanarak diyorlar ki “Yerlerde ve göklerde olan her şey Allah’ın mülküdür, o halde kimsenin malı değildir.”

    Bu tür Kuran’i istifadeler inhirafa dayalı tevillerdir. Bir kimse şahsi mülkiyetin olmadığını kabul edip kendi düşüncesi için Kuran’dan destek bulmak amacıyla ayetlere müracaat ederse ister istemez inhirafa sürüklenip, sapkınlığa düşecektir. Ama kalkıp derse ki Marksizm ekolünün bireylerin mülkiyeti hakkındaki görüşü şudur: “Marksizm, mutlak manada şahsi mülkiyeti geçersiz saymaktadır. Acaba Kuran’ı Kerim’de bu görüşe mutlak manada karşı çıkıyor mu?” diye bir soru yöneltip sonra da sırf Kuran’ın bu konudaki görüşünü öğrenmek amacıyla ayetlere müracaat ederek Kuran’ın özel mülkiyeti tasvip edip etmediğini öğrendikten sonra Kuran’a mutabık inancı seçerse işte o zaman diyebiliriz ki bu şahsın amacı Kuran’ı anlamak ve tanımaktır. Bu amaçla Kuran ayetlerine başvurmanın bir mahzuru yoktur. Ama ne yazık ki insanların geneli yukarıda belirttiğimiz anlamda Kuran’a müracaat ederek çeşitli meseleler hakkındaki ayetleri kendi benimsedikleri ve kabul ettikleri manada tefsir etmeye çalışmaktadırlar. Yani kendi kabul ettikleri düşünceler için Kuran’dan destek ve takviye bulmak amacıyla ayetlere müracaat ederler. Kuşkusuz ki felsefi, irfani, ahlaki, iktisadi ve içtimai mektepleri mütalaa ettikten sonra bu mekteplerin hangi meseleler üzerinde durduklarını öğrenebiliriz. Tabii olarak da bu mütalaamızda yeni meselelerle ve tutumlarla da karşılaşacağız. Bu meseleler hakkında kendi mektebimizin görüşünü öğrenmemiz son derece doğaldır. Bu amaçla Kuran’ı Kerim’in o meseleleri kesin olarak kabul ya da reddettiği beklentisi içinde olmadan, kendi benimsediğimiz düşünceye ayetlerden destek bulma kastı olmadan, yargısız ve tarafsız olarak Kuran’ı Kerim’e başvurmalıyız. Eğer bu amaçla Kuran’ı ele alıp incelersek bu ideal bir yöntemdir. Bu mukayesede sözgelimi şu neticeye varabiliriz: Bugün falanca mektebin şu konu hakkında bildirdiği görüşü Kuran’ı Kerim’in falan ayeti 14 asır önce beyan etmiştir diyebiliriz. Ama sırf kendi benimsediğimiz ve kabul ettiğimiz bir düşüncemize Kuran’dan destek bulmak amacıyla ayetlere yaklaşmak tehlikelidir ve ekseriyetle bizleri inhirafa sürükler.

    Soru: Masum bir rehber ya da masum olmayan bir rehber hakkında buyurdunuz ki “Kuran’dan istinbat/hüküm çıkarma hakkına sahiptir.” Masum olmayan bir rehber hakkında bu mesele nasıldır? Bir rehberin bir toplumun lideri olduğunu, Kuran’a oldukça musallat ve Kuran’ı çok iyi anladığını farz edin! Acaba bu rehberin elde edeceği her türlü yorum kabul edilir mi? Masum olmayan bu rehberin derecesi nereye kadardır? Acaba imamın naibinin haddinde midir? Yoksa sıradan bir mezhep lideri haddinde de olabilir mi?

    Cevap: bu soru direk olarak bizim bahsimizle bağlantılı değildir. Bu konu İslam’da Şia Mezhebi’ne göre huzur ve gaybet asrında imamet ve rehberlik meselesiyle ilintilidir. Kuran Mektebi’nde yaptığım tefsir bahislerinde bu konu hakkında detaylı konuşmalar yaptım. Şimdi de sorunuza özetle cevap vermeye çalışayım. Her türlü toplumsal rehberlikte eğer bir kimsenin her hangi bir üst makamdaki bir liderin altında yer almadan bağımsız bir şekilde rehberlik yapacağı gerekli olursa bu rehber görüş sahibi, müçtehid ve adil olmalıdır. İçtihad, adalet, ideolojik ve görüş sahibi olmasının yanı sıra yöneticilik, işlerin idaresi konularında yetenekli ve liyakatli bir şahsiyette olmalıdır. Bunlar bir rehberin sahip olması gereken asıl şartlardır. Dolayısıyla gaybet asrında bu özellikteki kişilerin Kuran ayetlerinden makam ve rehberliklerinin rolüne ilişkin manaları çıkarma imkânları doğal olarak daha fazladır. Bu kişiler, bu dairenin kapsamının dışında kalan kimselere kıyasla Kuran’ın rehberlik alanındaki işaretlerini daha iyi kavrayabilirler. Ama bir üst rehberin emri altında görevlerini ifa edenlerin müçtehid olmasına gerek yoktur. Çünkü ihtiyaç durumlarda üst rehberden görüş alırlar.

    Soru: Kuran ve kâinat her ikisi de Allah’ın mahlûku olduklarından bu ikisinin arasında bir benzerlik vardır. Şöyle ki insan kâinatı tanımada ne kadar ileriye giderse cehalet perdesi o orantıda aralanır. Gerçi kâinata hâkim usul ve genel kanunlar ebedi olup değişim de göstermezler. İnsanoğlu ne kadar ileri gidip daha fazla kâinatı tanırsa onu daha detaylı ve dakik tanımaya başlar. Acaba bütün asırlar ve insan nesli için ebedi bir mucize olan Kuran’ı kerim’de durum böyle midir? Ve bu bakımdan Kuran’ın kâinata benzerliği var mıdır?

    Cevap: açıktır ki Kuran’ı Kerim’de birtakım işaretler vardır ki onları anlamak direk olarak insanoğlunun düşüncesinin tekâmülüyle bağlantılıdır. Ancak bunun manası Kuran’ı Kerim’i tanıma ve anlama her yerde kâinatı tanımanın paralelinde ilerler demek değildir.

    Soru: Birtakım meselelerin varlığı dikkate alındığında Kuran’ı Kerim’de o meselelere hiçbir şekilde işaret edilmediğini görürüz. Mesela namazların rekâtlarının ne kadar olduğu, sabah namazının iki rekât, akşam namazının üç rekât olduğu vb. diğer İslami hükümlerde de durum böyledir. Acaba bunun kendisi otomatik olarak şuna işaret değil midir; her şeyin hükmünü Kuran’dan çıkarmakla sınırlı kalmayalım, bilakis sünnete, Peygamberin (s.a.a) ve imamın (a.s) görüşlerine de müracaat edelim?

    Cevap: Bu sorunuzun da direk olarak bizim bahsimizle bir ilgisi yoktur. Ancak güncel konulardan biri olması hasebiyle bu fırsattan istifade ederek çok kısa bir şekilde cevaplamaya çalışayım. Hakikatte bu soru “Bize Allah’ın kitabı yeter” sözünü söyleyenlere atıftır. Bu söz İslam’ı sadece Kuran’dan anlamaya çalışanların sloganıdır. Dolayısıyla kitap sünnet ilişkisinde birkaç noktaya teveccüh edilmelidir; Kitap iki bölümden oluşmaktadır;

    1-Sünnet olmadan anlaşılan bölüm
    2-Sünnet olmadan anlaşılmayan bölüm, bu bölümde konuyu açık bir şekilde anlamak için mutlaka sünnete ihtiyaç vardır. O halde İslam’ı tanımada Kitab’a ihtiyaç olduğu gibi sünnete de ihtiyaç vardır.


    Diğer taraftan bizler birçok meselenin hükmünü Kitap’tan elde edememekteyiz. Bir başka tabirle şeraitin yasalarını, ilahi kanunların ve İslami maarifin beyanı Kuran’la sınırlı değildir. Burada bir mesele vardır, o da şudur; acaba Resul-i Ekrem’in (s.a.a) vahiy olarak aldığı şey sadece Kuran mıydı? Ya Kuran’a ilave olarak Peygamber (s.a.a) bir başka vahiy de alıyor muydu? Bu konuyla ilgili olarak son zamanlarda detaylı bir şekilde Kurani araştırmalar yaptım; teferruatıyla gerek Şia gerekse Sünni kaynaklarından aldığım notlardan bir mecmua oluşturdum. Bu kaynaklar, Peygamberin (s.a.a) Kuran vahyinden başka vahiyler aldığını açık bir şekilde ortaya koyuyor. Dolayısıyla şu neticeyi alıyoruz; Peygambere (s.a.a) vahyolunan şeylerin tamamı Kuran’ı kerim’de toplanmamıştır. Niçin mi? Çünkü Kuran’ı Kerim’de gelenler sadece vahyin beyanının mucizevî bölümüdür. Yani Kuran özel bir sıfatla vahiydir, o özel sıfat ise vahyin mucizevî bir üslupla beyan edilmesidir. Ama her vahiy Kuran değildir ve Peygamber (s.a.a) Kuran’ın haricinde diğer vahiyler de alıyordu. Biz Allah’ın dinini tanımada belirtilen iki türlü vahyi de dikkate almalıyız.

    Not: Yayımcı sitenin adresini belirtmek kaydıyla diğer sitelerde paylaşılmasına izin verdiği için bizde onların bu şartına uyarak makaleyi tercüme ettiğimiz sitenin adresini zikrediyoruz.


    Bu makale www.tebyan-zn.ir sitesinden alınmış ve Welayet.Com adına Türkçeye uyarlanmıştır. www.welayet.com

    Dipnotlar

    [1]-Günümüz dünyasındaki sosyalist düzenler, sadece özel malikiyeti yani üretim araçlarının şahsi mülk olarak sahiplenilmesini nefyederler. Ev ve ev araçları, şahsi binek araçları ve buna benzer malların iyeliğini şahıslar için kabul etmektedirler. Ancak sosyalizmin nihai merhalesinde malikiyetin belirtilen şu miktarı bile kabul edilmemiştir.

    [2]-Talebelik dönemi üç bölümden oluşur; mukaddemat (başlangıç ilimleri), satıh/düzey ve harici ders ki artık harici dersten sonra talebeler mezun olurlar.

    [3]-Sonraki sorularda bu konular hakkında açıklamalar gelecektir.

    Yorum


      #3
      Ynt: Kuran'ı Anlama Üzerine Ayetullah Dr. Şehid Beheşti (r.a) ile Söyleşi

      Allah razi olsun kardesim


      Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

      Yorum


        #4
        Ynt: Kuran'ı Anlama Üzerine Ayetullah Dr. Şehid Beheşti (r.a) ile Söyleşi

        Cümlemizden inşAllah

        Yorum

        YUKARI ÇIK
        Çalışıyor...
        X