Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?


    Ynt: Risale-i Nura yapılan itirazlara cevaplar
    « Yanıtla #1 : 07 Ocak 2010, 23:08:26 »
    Bu mesajı alıntı ile cevaplaAlıntı
    Risale-i Nur'da yer alan "şehit Hıristiyanlar" meselesi ve ehl-i sünnet anlayışına uymadığı ileri sürülen bir takım konulara Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün verdiği cevabı video olarak yayınlamıştık.

    Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve çeşitli tefsirlere dayanılarak verilen ikna edici cevapların yazılı şeklini de bugün yayınlıyoruz.

    İşte Prof. Akgündüz’ün Vakit Gazetesindeki köşesinde yayınlamaya başladığı makalenin tamamı:

    Risale-i Nur’a Yapılan Bazı İtirazlar ve İlmî Cevapları

    Son zamanlarda Bediüzzaman ve onun eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta o yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. Son zamanlarda ehl-i ilim ve fazilet bazı tarikat erbabı da işin içine girince ve hatta ‘Erzurum’daki bir ilahiyat profesörü 20 noktada Ehl-i Sünnete muhalefet olduğunu söylüyor’ şeklinde ve imalı bir tasvip ile televizyon kanallarından açık hata yapmaya başlayınca bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissediyorum. Bu tür hatalar kendi zamanında da yapılan İmam Gazali hazretleri boşu boşuna ‘Faysal el-Tefrika beyn el-Islam ve al-Zındıka= Müslüman ve Zındıklar arasındaki Farklılıkları Ayıran Kriter’ adlı eserini kaleme almamış.
    Bu konuyu ele almak için bazı hakikatleri beraber paylaşalım:

    EHL-İ SÜNNET, KÜFÜR VE İMAN MESELELERİ

    Maalesef bu asırda Müslümanların en büyük problemi ehil olan ve olmayan herkesin ağzından ‘filan kâfirdir, filan ehl-i sünnet dışındadır’ gibi kelime ve cümlelerin kolaylıkla çıkmasıdır. Hâlbuki Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle ‘Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belâgat dahilerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. O halde imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihette değildir! Olamaz!" dese kâfidir. Çünkü inkâr cihetinin yani Sâni'siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.’ Ayrıca ‘Birisi dese ki, "Bu şey küfürdür." Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka vasıflara malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!’

    Bu önemli hatırlatmayı yaptıktan sonra iki önemli noktayı açıklamak durumundayız:

    Birincisi; Ehl-i sünnet ve ehl-i bidʿat mezhepleri kavramlarını anlamak için şu bilgileri vermek zorundayız. Mezhep kelimesi, sözlük anlamı itibariyle gidilen yol demektir. İslâm dininde çeşitli alanlardaki fikir akım ve ekollerine de mezhep denmiştir. Ancak inanç itibariyle mevcut olan mezhepler ile hukuk alanındaki mezhepler birbirine karıştırılmaktadır. Hâlbuki itikadî hükümlerle ilgili fikir ayrılıkları, İslâmın “usûl” denilen temel ilkelerini yani imanın şartlarını ilgilendirdiğinden, “ehl i sünnet (sünnî)” ve “ehl-i bidât (bâtıl)” ayrımı söz konusu olmaktadır. Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise “füru” denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir. İslâm hukukundaki mezhepler, Kur’an ve sünnetin açıkça düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tespitinde yani içtihatta ortaya çıkan fıkir ayrılıklarından doğmuştur. Yoksa İslâmın temel ilkelerinde ittifak söz konusudur. Bu genel kaideyi bozan tek istisna, kurucuları Şiî olan hukuk mezheplerindedir. Bunlar, itikadî sahadaki fikir ayrılığını hukukî alana da çekmişler ve hukukî meseleleri de tamamen itikadî görüşlerine göre şekillendirmişlerdir. Bu şüphesiz yanlış bir tutumdur.

    Hz. Peygamber’in ve O’nun ashabının yolundan giden Müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenen ehl-i sünnet mezhebinin iki ayrı kolu vardır: Bu iki kol arasında 20 tane ayrıntılı meselelerdeki küçük fikir ayrılığı dışında fazla bir fark yoktur.
    A) Mâturidiye koludur.
    B) Eş’ariye koludur.
    Bir de selef-i salihin vardır. Hz. Peygamber’in izinden ve sahabelerin de yolundan ayrılarak, İslâmın ruhuna aykırı fikirlere saplanan ve dinden olmayan fikirleri dindenmiş gibi gösteren fikir akımlarına ehl-i bid’at veya bâtıl mezhepler denmektedir. Bunlar yedi ana kola ayrılmaktaysalar da, biz bunlardan sadece konumuzu ilgilendiren üç grubu zikredeceğiz:
    A) Hariciler (Havâriç).
    B) Mu’tezile.
    C) Şia

    İkincisi: Bir görüşün insanları veya grupları ehl-i sünnetin dışına itebilmesi için iman esaslarında ehl-i sünnete muhalefet etmesi şarttır. Mesela, Şiʿîler, Sünnet kavramını, Hz. Peygamber’in ve kendilerince masum (günahsız) kabul edilen imamların sünneti olarak tarif ederler. Bu, Şîa’nın itikadî açıdan ehli bid’at olması sonucunu doğuran temel esaslardan birisidir. Eğer ikinci derecedeki meselelerde görüş ayrılığı var ise, bu insanları ehl-i sünnetin dışına itmez. Buna en güzel misal imamet meselesidir. Bununla alakalı olarak bir devirde iki halifenin caiz olup olmadığı uzun uzadıya tartışılmıştır. Her ne kadar ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu olmamalı demişler ise de, özellikle Endülüs âlimleri buna cevaz vermişler ve Endülüs Emevi halifelerinin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bu noktalarda azınlığın desteklediği görüşü benimsemek asla ehl-i sünnetin dışına çıkmak demek değildir. Hz. Peygamber’e nübüvvet geldikten sonra fetret devri olup olmadığını tartışmak ta bu gruba girmektedir. Aşağıda ayrıntılarını göreceğiz.

    BEDİÜZZAMAN VE İLMÎ ŞAHSİYETİ

    Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir. Sonradan ise, bu takdir edememenin cezasını, hem muâsırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu hükmümüze müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı A'zam ve Ahmed bin Hanbel gibi islam âlimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir. Tesbitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, bu yazımızın mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vükûfu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anlayışına uygun harika izahları ve seksen küsür yıllık istikâmetle hak üzerinde devam eden ALLAH, din ve millet-i islamiye uğrundaki gayret ve mücâhedeleri bütün İslam âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bedîüzzaman.

    Bu yüz karası hale, Türk ilim adamlarının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır. Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir.

    Bedîüzzaman'a itiraz eden insanları birkaç gruba ayırmak mümkündür:
    Birinci Grup; Devletin kendisidir ve bütün organlarıyla, yani MİT’i, askeriyesi, polisi ve benzeri kollarıyla devlet Bedîüzzaman ile mücadele etmiştir. Suçladıkları dört nokta vardır: 1) Kürtçülük. 2) Laik düzeni yıkmaya çalışmak. 3) Şeriʿatçılık ve nihayet 4) Tarikatçılık. Yarım asra yakın bu suçlamalar yapıldığı halde hiçbir ciddi suç isnad edilememiştir. Bugün devlet bu tavrından vazgeçmek üzeredir.

    İkinci Grup: Devletin borazanlığını yapan bazı bilim adamları ve yapay aydınlardır. Ayrıca tamamen din düşmanı olan bazı yazarlar da dinsizlik namına Bedîüzzaman'a itiraz etmişlerdir. Bunların içinde ilahiyat profesörleri bile vardır. Neşet Çağatay ve eski Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfü Doğan bunlardandır.

    Üçüncü Grup: Makam ve unvan elde etmek için gayret gösteren bazı bilim adamlarıdır. Bunlara örnek göstermek istemiyoruz. Bedîüzzaman'ın ilmî şahsiyeti, İslam âleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye'de özellikle ilim adamları çevresinde yeterince tanınmamıştır. Bunda, yapılan menfî propagandaların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, ilâhiyât öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bedîüzzaman ve onun 6.000 küsur sayfayı bulan Risâle-i nur adlı eserleri aleyhinde konferans yahut makale bulunması şartı arandığını, hâdiseyi yaşayan hocalarımız anlatmaktadır.

    Dördüncü Grup ise, maalesef Bedîüzzaman'ın tabiriyle ‘meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulamayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak’tır. Bunların bir kısmı karanlık mihraklar tarafından desteklenmektedir. Bir kısmı ise tam Bedîüzzaman'ın tarif ettiği insanlardır. Samimi Müslümandırlar; ancak Risale-i Nuru okumamışlardır ve yukarıdaki gruplardan birinin itirazlarını tevil yoluyla işaret etmektedir. Hâlbuki işaret ettikleri kimselerden bazıları kendileri de cahillikle suçlamakta ve hatta tekfir etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, bu grubun, ‘ileride, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de manevi reislerini çürütmemek gerektir.’

    Hâlbuki biz Nur talebeleri şuna inanıyoruz: Şahsî araştırma ve tesbitlerime göre, asrımızın ferîd ve müceddid makamını ihrâz eden zat, Risâle-i Nurun şahs-ı ma‘nevîsidir ve o şahs-ı ma‘nevî adına onun tercümanı olan Bediüzzaman Said Nursi’dir. Bu zatın, daha evvelki veya olsa dahi şu zamandaki bir kutb-ı a‘zamın tasarrufu altına girmeye mecburiyeti yoktur. Zira kendisi kutb-ı a‘zamlık makamının da üzerinde olan ferdiyyet makamını ihrâz eylemiştir. Vefâtından sonra onun bu manevî tasarrufunu, şahs-ı man‘nevîyi temsil eden talebeleri devam ettirmektedirler. Mustafa Sungur, Fethullah Gülen Hoca Efendi ve Mehmed Kırkıncı Hoca Efendi gibi Nur Talebeleri, en az bir kutub kadar hizmet ettikleri halde, ferîd makamını ihrâz eden Bediüzzaman ve Risâle-i Nur şahs-ı ma‘nevîsinin tasarrufu altındadırlar. Bahsettiğimiz zatlar da, asrımızda yaşayan maneviyât reislerinin başlarında gelen şahsiyetlerdir.

    Bediüzzaman’ın ferîd ve müceddidlik vazifesini ihrâz etmesi, asrımızda başka kutubların ve imâmların olmasına mani değildir. Ancak bilinse de, bilinmese de, kutb-ı a‘zamın ve ferîd makamını ihrâz eden zatın manevî tasarrufundan manevî yardım almaktadırlar. Bu çeşit kutubların ve imamların başında Süleyman Hilmi Tunahan Efendi, Muhammed Zâhid Kotku ve Abdülhakîm Arvâsî gibi manevîyât erenleri gelmektedir. Ancak bu zatlar, günümüze kadar manevî tasarrufları devam eden Kutb-ı A‘zam Abdülkâdir-i Geylânî yahut Şah-ı Nakşibend ve İmâm-ı Rabbânî gibi maneviyât reislerinin manevî tasarrufları altında hizmete devam etmektedirler.

    Biz Nur Talebeleri olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitine de aynen katılıyoruz: "Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Nurlar’ın şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."

    Bunun en güzel misalini şu hadisede görüyoruz. Eş’arilere göre cüz’i iradeyi ALLAH yaratır. Çünkü bu emr-i itibari değildir ve mahlûktur; belki cüz’i iradedeki tasarruf kula aittir. Matüridîlere göre ise cüz’i iradeyi ALLAH yaratmaz; çünkü bu emr-i itibaridir. Bediüzzaman Hazretleri bu ihtilafı zikrettikten sonra bu farklılığın terminolojide ihtilaf ibaret olduğunu Kader Risalesinde açıkça belirtmiştir. ‘Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.’ Dikkat edilirse meyelan ve tassarufu arka akaya zikretmiştir. Böyle bir tercih Bediüzzaman gibi bir allamenin hakkıdır ve ehl-i sünnet dışında bir görüş değildir.

    EHL-İ İMANIN İHTİLAFLARI TARTIŞIRKEN RİAYET ETMESİ GEREKEN PRENSİPLER

    Bu konuda çok ciddi problemlerimizin olduğu aşikârdır. Önemle ifade edelim ki, ‘Gaybı ALLAH’tan başka kimse bilemez’ kaidesince, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere'nin (Cennetle müjdeli 10 sahabenin) arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.’

    Bu sebeple Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalarda şu düsturlara riayet etmesi şarttır:
    Birincisi: ‘Öfkelerini yutabilenler ve insanlardan sadır olacak hataları affedebilenler’ diye Kur’an’ın hakiki müminler hakkındaki yüksek ahlak kaidesine riayet etmek. Bazı ehl-i imanın Hoca Efendi gibi bir şahsiyeti hâşâ CIA ajanı diye itham etmeleri elbette ki bu düstura yüzde yüz muhalefettir. Her insanın peygamber olmadığı sürece hata yapması mümkündür.

    İkincisi: Müslümanların avam tabakasının şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamak ve böylece imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek bütün Müslümanların asli vazifesidir. Hakiki ihlâs ve hakperestlik, Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun istifade etmelerine taraftar olmaktır.

    Üçüncüsü: Müslümanlar kendi meslek ve meşreplerine karşı yapılan haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kaçınmak zorundadırlar. Aksi takdirde kazanan din düşmanları olacaktır.

    Dördüncüsü ve en önemlisi de, dine ve dindarlara kaşı olan ekibin ikisi de hak olan iki grubun veya cemaatin arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini yaralayıp ve tenkit edip; ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten kaçınmalarıdır. Mesela eski bir Diyanet İşleri Başkanının haklı bile olsa, Süleyman Efendi hizmeti ile alakalı dindarlara olumsuz tutumu ile bilinen bir büyük gazetede yazı yazması ve yine bir tarikat erbabı Hoca efendinin Bediüzzaman ile alakalı Erzurum İlahiyat hocalarından birinin 20 noktada ehl-i sünnete muhalif gittiğini umumun dinlediği bir TV kanalında söylemesi gibi.

    Onun için biz de, bu dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bil misille karşılık vermemeliyiz. Yalnız gerçekleri müdafaa için barışçıl bir şekilde, itiraz edilen noktaları izah etmek ve cevap vermek vazifemizdir. Bu makalemizde hem 1950’li yıllarda necip Fazıl Kısakürek’in ve hem de onun şeyhinin itiraz ettiği bir meseleye cevap vereceğiz.

    BEDİÜZZAMAN’IN GAYR-İ MÜSLİMLER İLE ALAKALI MEKTUBUNA YAPILAN İTİRAZLAR VE CEVABI

    Başta Necip Fazıl olmak üzere bir kısım ehl-i imanın ve ehl-i tarikatın bu konudaki itirazlarını nazik bir üslub ile izah etmek bizim vazifemizdir. Evvela bu mesele, başta izah ettiğimiz gibi, insanı ehl-i sünnetin dışına çıkaracak imanî meselelerden değildir; belki ehl-i sünnetin âlimleri arasında da tartışılan ve hakkında farklı görüşler bulunan bir mesele ve hatta meseleler topluluğudur. Sırasıyla meseleyi inceleyelim:

    Gayr-i Müslimlerin Çocuklarının Manevi Akıbeti Meselesi

    Bu mesele Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayet sebebiyle İslam alimleri arasında tartışılmıştır: ‘Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.’. Bu ayeti değerlendiren İslam âlimleri meseleyi hem fetret devri açısından ve hem de gayr-i Müslimlerin çocukları açısından değerlendirmişlerdir. Fetret devri meselesini biraz sonra inceleyeceğiz. Ehl-i sünnet âlimleri gayr-i Müslimlerin çocukları hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda mesela Ibn-i Kesir isimli büyük müfessir, müstakil bir Risale sayılabilecek uzunlukta müstesna bir tefsir kaleme almıştır. Bunları özetleyelim.

    Birincisi: Bir grup âlimler (Mu’tezile, Hanbeliler ve Malikilerin mütebahhirin ulemasının da içinde bulunduğu önemli bir Müslüman alimler topluluğu), bu çocukların ehl-i cennet olduklarını kabul ve kendilerine ispat etmişlerdir. Bu konuda onların görüşlerini destekleyecek çok sayıda hadisler vardır. Ancak bir tanesi önemlidir: Enes ibn Malik’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber’e Müşriklerin çocuklarından sorulmuş ve cevap olarak şunu ifade etmiştir: ‘Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar.’

    İkincisi: Bir kısım İslam âlimleri ise onların babalarına tabi olduklarını ileri sürmüşler ve bu konudaki bazı hadisleri delil olarak getirmişlerdir. Hz. Aişe’nin naklettiği şu hadis bunların başında gelmektedir: ‘Müşriklerin çocukları babaları ile birliktedir.’ Bu yoruma muhtaç bir hadistir. Israrlı sorular üzerine Resulullah bir seferinde ‘ALLAH onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir’ buyurmuştur.

    Üçüncüsü: Bu konuda kesin bir hükme varmayıp meseleyi ALLAH’ın iradesine bırakmaktır (tevakkuf). İmam-ı A’zam başta olmak üzere çoğu âlimler bu kanaattedirler. Bu konudaki en önemli dayanak İbn-i Abbas hadisidir. ‘ALLAH onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir’.
    Bu arada bazı alimler bunların toprak olacaklarını beyan etseler de çoğunluk alimler yukarıda saydığımız görüşlerden birini tercih eylemişlerdir.

    Bediüzzaman Hazretleri, bu kanaatleri değerlendirerek şu neticeye varmıştır: ‘O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten (I. Ve II. Dünya Harplerinden) vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.’

    Burada iki kelimenin açıklanması gerekmektedir: Birincisi: Şehittir demiyor belki şehit hükmündedir, bir nevi şehittir diyor. İkincisi: Bu cümleyle birinci ve ikinci görüşü bir nevi telif ediyor. Bunda da ehli- sünnetin dışına çıkmak gibi bir durum asla mevzubahis değildir. Unutmayalım ki, ALLAH yolunda cihad ederken öldürülen hakiki şehitler olduğu gibi, hükmen şehit sayılan mü’minler de vardır. Mü’minlerden yanarak, suda boğularak, karın sancısı, vebâdan ölen veya çocuk doğurmaktan gelen kırk günlük loğusa döneminde vefat edenler hükmen yani bir nevi şehit sayılır. Ancak, peygamberlik gibi şehitlerin de dereceleri vardır. Nice mübârek hastalıklar vardır ki, şehâdet gibi yüksek dereceleri kazandırır.

    Fetret Devri İnsanlarının ve Özellikle de Fetret Devri Sayılabilecek Hallerdeki İnsanların ve Musibetzedelerin Hükmü

    Bu konu da İslam âlimleri arasında tartışılmıştır. Özellikle konuyu ikiye ayırmak icabetmektedir:

    Birincisi: Fetret Devri İnsanlarının Hükmü

    Fetret kelimesinden kasıt, iki peygamber arasındaki meydana gelen ve Hakkın tebliğine engel olan uzun zaman dilimidir. Bazıları Hz. İsa’nın getirdiği dinin bozulması ile Resulûllah Efendimize vahyin tebliği arasında geçen dönem gelir. Ancak, bu tabir bir peygamberin getirdiği dinin nurundan haberdar olmayan her fert ve her dönem için kullanılabilir. Bu dönemde yaşayan insanların sorumluluk sınırları hakkında itikat mezhepleri arasında az da olsa farklılık görülüyor.
    Bu konuda dört ayrı görüş bulunmaktadır:

    Birincisi: Maturidî ve Eşarî imamları, “Biz bir resul gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici olmayız)” meâlindeki âyet-i kerimeye dayanarak Fetret devri insanlarının tebliğ edici bir peygamber gelmeden sorumlu olmadıkları kanaatindedirler. Ancak Maturidilere göre, fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Eşʿariler ise, peygamber gelmeyen bir kavim için hiçbir sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır.

    İkincisi: Bunların tebliğ ulaşmasa da sorumlu olacaklarına dair görüştür ki, İbn el-Kayyım başta olmak üzere bazı âlimler bu kanaattedirler.

    Üçüncüsü: Bunlar hakkında kararı ALLAH’a bırakmak (tevakkuf) şeklindeki görüştür.

    Dördüncüsü ise: Fetret ehlinin kıyamet günü yeniden imtihana tabi olacakları ve bunun neticesine göre muamele görecekleri şeklindeki görüştür. Selef-i salihin bu kanaattedirler.

    Bunların durumu ile alakalı şu hadisi zikretmeden geçemeyeceğiz: ‘Resulüllah şöyle buyurmuştur: Dört grup vardır ki, onlar kıyamet günü kendilerini mazur göstereceklerdir: Hiçbir şey duymayan sağırlar; Gel-git akıllı ahmaklar; aşırı yaşlılar; fetret devrinde ölen insanlar. Sağırlar derler ki, Yarab! İslamiyet geldi ama biz bir şey duymadık. Gel-git akıllılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama benim üzerime çocuklar pislik atıyorlardı. Yaşlılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama bir şey anlayamadık. Fetret devrinde ölenler diyecek ki, Yarab! Bize peygamber hiç gelmedi. Bunlar cehenneme de girseler, ALLAH orayı onlar için bir nevi cennete çevirir.’
    Önemle ifade edelim ki, bu dört görüşten birini tercih etmek insanı ehl-i sünnet dairesinden çıkarmaz. Zaten Bedüuzzaman da bu konuda farklı bir görüş beyan eylememiştir.

    FETRET DEVRI SAYILABİLECEK HALLERDEKİ İNSANLARIN HÜKMÜ

    Gelelim asıl tartışma konusuna yani Fetret Devri sayılabilecek hallerdeki insanların hükmüne. Tartışmanın asıl temeli şu sorunun cevabıdır: Acaba Hz. Peygamber’den sonra fetret devri olur mu? Ayrıca Hak dinden haberdar oldukları halde onun hidayetinden nasip alamayan veya gelen Hak din ile alakalı doğru bilgilere ulaşamayan insanların hükmü nasıldır?

    İslam âlimlerinin çoğunluğu Hz. Peygamber’den sonra fetret devrinin olamayacağı yönünde izahlar getirmişlerdir. Fakat İmam-ı Gazali’nin başını çektiği bir grup âlimler farklı kanaattedirler. Son zamanlarda Muhammed Abduh ve bazı âlimler de aynı kanaati savunmuşlardır. Bu konuda İmam-ı Gazali’yi dinleyelim: ‘Derim ki, ALLAH’ın rahmeti cehennem azabına çarpılsalar bile, geçmiş ümmetlere de şamildir. Zira cehennem azabının da şiddetlisi vardır, hafifi vardır. Diyebilirim ki, zamanımızda Bizans sınırları içinde kalan Hıristiyanların ve Türkistan’daki Türklerin çoğu, inşALLAH özellikle de bu memleketlerin uzaklarında bulunanlar bu rahmete mazhar olanlardır. Zira bunları üç gruba ayırmak mümkündür:

    Birincisi: Hz. Muhammed’in ismi bile kendilerine asla ulaşmamış olanlardır ki, bunlar mazurdurlar.

    İkincisi: Kendilerine Hz. Muhammed’in hem ismi ve hem de sıfatları ulaştığı ve kendileri de İslam ümmetine komşu yahut bizzat birlikte yaşadıkları halde inkâr edenlerdir ki, bunlar inkârcı kâfirlerdir. Bediüzzaman Hazretleri bunlar hakkında şunları demektedir: ‘Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.’

    Üçüncüsü: Yukarıdaki iki derece arasında kalanlardır ki, bunlara Hz. Muhammed’in ismi ulaşmıştır; ancak özellikleri ve sıfatları tam ulaşmamıştır. Çocukluklarından itibaren onun yalancı bir peygamber olduğu telkin edilmiştir. Bana göre bunlar da birinci grup hükmündedir.

    Bediüzzaman Hazretleri de bu kanaati benimseyerek şöyle demektedir: ‘Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar.’ Dikkat edilirse fetret devri demiyor; bilakis ‘fetret derecesinde’ diyerek meseleyi vuzuha kavuşturuyor. Kaldı ki, bu görüşü tercih etmekle ne İmam Gazali ve ne de Bediüzzaman’ın ehl-i sünnet dışına çıkmadıklarını, zira bu meselenin doğrudan imanın şartlarıyla alakadar olmayıp içtihadi bir mesele olduğunu daha evvel belirtmiştik.

    Bediüzzaman Hazretleri Kâfirler İçin olan Cehennem Azabını ve Cihadı asla inkâr etmemiştir

    Maalesef bazı insanlar meseleyi o kadar çarpıtmaktadırlar ki, nerdeyse Bediüzzaman Hazretlerinin kâfirler için olan Cehennem Azabını ve Cihadı inkâr ettiğini ve Anzakları bile (Risale-i Nur’da hiç geçmediği halde) şehit ilan ettiğini ileri sürmüşlerdir. Doğrudur, bazı ehl-i dalalet grupları ve başta hem Lahoriye koluyla ve hem de Kadiyani koluyla bütün Ahmediye Cemaati maalesef hem cihadı ve hem de ebedi cehennem azabını inkar etmişlerdir. Halbuki bu ehl-i dalalet gruplara en iyi cevabı yine Bediüzzaman vermiş bulunmaktadır. Onuncu Söz, Meyve Risalesi ve 29. Söz bunun şahididir. Burada sadece bir tek tesbitiyle yetineceğiz:

    ‘Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid'at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır
    Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir. Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.’

    NETİCE

    Bedîüzzaman'ın kelâmda müceddid, mu’asırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir islam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bedîüzzaman'ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde "Mirkât" gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ı fıkıh metni; islam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan "Mevâkıf"; Mantık ilminin özeti demek olan "Süllem" ve benzeri 90 çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan "Kamus"u "Sin" harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de ALLAH'ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar eklenince, mu'âsırları tarafından "Bedîüzzaman" yani zamanın eşsiz bir allâmesi unvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır.

    Bedîüzzaman'ın diğer İslam âlimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca islam âlimleri arasında ihtilâf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadî meseleleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metotla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san’at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefî meseleleri de eklerseniz, Bedîüzzaman gibi bir allâmeye ve Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz.

    Burada bir tespitimi belirtmek istiyorum: Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserini mütâla’a ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona muhatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve ispatı, kader meselesi, haşrin ispatı, mi’racın cesetle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, ALLAH'ın isbatı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

    Hâlbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dâhinin "Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz" demesine rağmen, 10. Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede "Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok" hükmünü, okuyanın vicdanı tefessuh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir.

    Bu sebeple bu makalemizde zikrettiğimiz konu itiraz edilen noktalardan sadece birisinin cevabıdır. ALLAH’ın izni ve yardımıyla Bediüzzaman’ın eserlerinde beyan ettiği hakikatlerin ehl-i sünnet dairesinde ve Kur’an’ın ruhuna sadık olduğunu bütün yönleriyle ispat eylemeye hazırız. Rahmetli Osman Yüksel'in tabiriyle "Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nursi ve talebeleri."

    Yorum


      #47
      Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

      Risale-i Nur-Lemalar-4. lema-4. nükte


      Üçüncü Nükte münasebetiyle Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medar-ı nizaı, hattâ akaid-i imaniye kitablarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir mes'eleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mes'ele şudur:

      Ehl-i Sünnet Ve Cemaat der ki: "Hazret-i Ali (R.A.), Hülefa-i Erbaa'nın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (R.A.) daha efdaldir ve hilafete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti." Şîalar derler ki: "Hak, Hazret-i Ali'nin (R.A.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali'dir. (R.A.)" Davalarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki: Hazret-i Ali (R.A.) hakkında varid ehadîs-i Nebeviye ve Hazret-i Ali'nin (R.A.) "Şah-ı Velayet" ünvanıyla ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tarîklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi.

      Elcevab: Hazret-i Ali (R.A.) mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hülefa-i selâseye ittiba ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu davalarını cerhediyor. Hem hülefa-i selâsenin zaman-ı hilafetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a'da hâdiseleri ve Hazret-i Ali'nin (R.A.) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslâmiye noktasında Şîaların davalarını cerhediyor. Demek Ehl-i Sünnet Ve Cemaatın davası, haktır.

      Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri; şîa-i velayettir, diğeri; şîa-i hilafettir. Haydi bu ikinci kısım garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki şîa-i velayet, şîa-i hilafete iltihak etmiş, yani; ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali'yi (R.A.) efdal görüyorlar. Siyaset cihetinde olan şîa-i hilafetin davalarını tasdik ediyorlar.

      Elcevab: Hazret-i Ali'ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (R.A.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'i (R.A.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (R.A.) şahs-ı manevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-ı

      (Orjinal Sayfa:21)

      Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle, müvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (R.A.) hakkında fevkalâde senakârane ehadîs-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikatı teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: "Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali'nin (R.A.) neslidir."

      Hazret-i Ali'nin (R.A.) şahsı hakkında sair hülefadan ziyade senakârane ehadîsin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hülefa-i Raşidîn ise, öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehadîsin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (R.A.) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali'yi (R.A.) me'yusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû'-i zandan kurtarmak için مَنْ كُنْتُ مَوْلاَهُ فَعَلِىٌّ مَوْلاَهُ gibi mühim hadîslerle Ali'yi (R.A.) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.

      Hazret-i Ali'ye (R.A.) karşı şîa-i velayetin ifratkârane muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini şîa-i hilafet derecesinde mes'ul etmez. Çünki ehl-i velayet meslek itibariyle, muhabbet ile mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe'ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hülefa-i Raşidîn'in zemmine ve adavetine gitmemek şartıyla ve usûl-i İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler. Şîa-i hilafet ise; ağraz-ı siyaset, içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar. Hattâ لاَ لِحُبِّ عَلِيٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَcümlesine mâsadak olarak Hazret-i Ömer'in (R.A.) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için, intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr İbn-ül Âs'ın Hazret-i Ali'ye (R.A.) karşı hurucu ve Ömer İbn-i Sa'dın Hazret-i Hüseyin'e (R.A.) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adaveti Şîalara vermiş. Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı şîa-i velayetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkid etsin. Çünki Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali'yi (R.A.) tenkis etmedikleri gibi ciddî severler. Fakat hadîsçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadîsçe Hazret-i Ali'nin (R.A.) şîası hakkındaki sena-yı Nebevî, Ehl-i Sünnete aittir. Çünki istikametli muhabbetle Hazret-i Ali'nin (R.A.) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet, Nasara için tehlikeli olduğu gibi; Hazret-i Ali (R.A.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadîs-i sahihte tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.

      Şîa-i velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali'nin (R.A.) kemalât-ı fevkalâ

      (Orjinal Sayfa:22)

      desi kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık'ı (R.A.) ona tercih etmek kabil olmuyor.

      Elcevab: Hazret-i Sıddık-ı Ekber'in ve Faruk-u Azam'ın (R.A.) şahsî kemalâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilafetteki kemalâtı ile beraber bir mizanın kefesine, Hazret-i Ali'nin (R.A.) şahsî kemalât-ı hârikasıyla, hilafet zamanındaki dâhilî bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû'-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık'ın (R.A.) veyahut Faruk'un (R.A.) veyahut Zinnureyn'in (R.A.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş. Hem Onikinci ve Yirmidördüncü Sözlerde isbat edildiği gibi: Nübüvvet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki; nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i nazardan Hazret-i Sıddık-ı Ekber'in (R.A.) ve Faruk-u Azam'ın (R.A.) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaatçe delil olmuş. Hazret-i Ali'nin (R.A.) kemalât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için, Hazret-i Ali (R.A.) Şeyheyn-i Mükerremeyn'in zaman-ı hilafetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali'yi (R.A.) seven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hazret-i Ali'nin (R.A.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni nasıl sevmesin ve hürmet etmesin? Bu hakikatı bir misal ile izah edelim. Meselâ: Gayet zengin bir zâtın irsiyetinden evlâdlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altun veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altun veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altun verilse; elbette âhirdeki ikisi çendan kemmiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte bu misal gibi Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinden tecelli eden hakikat-ı akrebiyet-i İlahiye altunundan hisselerinin az bir fazlalığı, kemalât-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş'et eden kurbiyet-i İlahiyenin ve kemalât-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galib gelir. Müvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa şahsî şecaatı ve ilmi ve velayeti noktasında birbiri ile müvazene edilse, hakikatın sureti değişir. Hem Hazret-i Ali'nin (R.A.) zâtında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) noktasında müvazene edilmez. Çünki orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sırr-ı azîmi var. Amma şîa-i hilafet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünki bunlar Hazret-i Ali'yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû'-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhebleri iktiza ediyor. Çünki diyor

      (Orjinal Sayfa:23)

      lar ki: "Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (R.A.) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş." Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve "Esedullah" ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannu'kârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (R.A.) teberri eder. İşte ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali'yi (R.A.) tenkis etmez, sû'-i ahlâk ile ittiham etmez. Öyle bir hârika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: "Hazret-i Ali (R.A.), Hülefa-i Raşidîn'i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş."

      Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali'yi (R.A.) tenkid ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhebleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini isbat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali'nin (R.A.) tarafdarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali'yi (R.A.) lâyık olduğu senaile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar. Her ne ise bu mes'elede fazla söyledik. Çünki ülemanın beyninde ziyade medar-ı bahsolmuştur.

      Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zendeka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz'î mes'eleleri bırakmak elzemdir.

      * * *

      (Orjinal Sayfa:24)

      Yorum


        #48
        Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

        bu iki alıntı :

        http://www.umutfmforum.com/risalei-n...-t51564.0.html

        adresinden alıntıladım. umarım risaleler konusunda doğru bilgilenmemize bir katkısı olur diye...

        Umarız; Ehlibeyt mektebine hizmette samimi olduklarını iddia edenler, şiilere Said'i sevdirmek için uğraşacaklarına, bu tür sitelerde şia karşıtlarının, Said'i kullanmalarına ve ondan bol bol malzeme alıntılamalarına karşı çalışıp oralarda şiayı savunurlar...

        Yorum


          #49
          Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

          [quote author=ehlibeytin_izinde link=topic=10860.msg72160#msg72160 date=1265919841]
          bu iki alıntı :

          http://www.umutfmforum.com/risalei-n...-t51564.0.html

          adresinden alıntıladım. umarım risaleler konusunda doğru bilgilenmemize bir katkısı olur diye...

          Umarız; Ehlibeyt mektebine hizmette samimi olduklarını iddia edenler, şiilere Said'i sevdirmek için uğraşacaklarına, bu tür sitelerde şia karşıtlarının, Said'i kullanmalarına ve ondan bol bol malzeme alıntılamalarına karşı çalışıp oralarda şiayı savunurlar...
          [/quote]

          Merak etme kardeşim, bizim hayatımız İslam İnkılabı ve Şiayı her yerde ve her zaman savunma ile geçmiştir. Ve bizi şia ve islam inkılabına yöneltende Bediüzamanın Risaleleri olmuştur. Bizi böylesine bir nimete ulaşan Üstada nasıl muhabbet beslemeyiz ki. Onun adına onun talebeleri olduğunu söyleyen, onunla taban tabana zıt inanışlarla onu kullanarak Şia ve İslam İnkılabına bida ve sapık diyenlere Allah lanet etsin.
          Üstad Bediüzzamanın Ehli Beytle ilgili kendisine katılmadığımız görüşleri olmakla birlikte, olaya, efradını cami ağyarını mani mantığı ile bakıp, onun iman ve islam davasına verdiği hizmeti yok sayamayız. Üstelik her halükarda da anlaşılmaktadır ki, Üstadın Ehli Beytle ilgili görüşleri, içinde yaşadığı toplumun cahil bir sünni mutaassıp toplum olduğu, değil islamın özünü, islamdan bile bihaber olduğu bir zamanda olduğundan dolayı mecburan müstetir kalmıştır. Ehli Beytle ilgili risaleler mahremiyetten dolayı telif edilememiştir. Biz Üstad Bediüzzamanı yine ehlibeyte muhalif değerlendirmelerine katılmayarak, Ehle Beyte olan muhabbeti sebebiyle onu sevecek ve başka insanların sevmesinede çalışacağız. Sevgi zorla olacak bir şey değil tabi, bizden
          hatırlatması.

          Üstada kendilerini nisbet edip şia ehlibeyt ve islam inkılabı aleyhinde olanlara da en derin nefret ve adavetimizi sürdürecek ve onları kahrı rahmana havale etmeye devam edeceğiz. Vesselam.
          Beşşar Esad bir İslam Kahramanıdır.
          Suriye İmtihanında İran İslam Cumhuriyetinin yanında yer almayanlar amerikan Emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin yanındadırlar. Ve İslamın karşısındadırlar.

          Yorum


            #50
            Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

            bir insanin aklini belki bir an icin de olsa birseylere ikna edebilirsiniz, fakat gönlün kriterleri yalnizca akildan gelen sinyaller olmadigi icin, o'nu meyl etmedigi bir seyi sevmeye ikna edemezsiniz.
            ben mehmet ufukalp kardesimizin böyle bir cabasi olmadigina ve söylediklerinde samimi olduguna inaniyorum
            ancak yukarida yazdiklari icerisinde bir soru takiliyor aklima
            dönemin sartlari nedeniyle basilmayan risalelerden ufukalp kardesim haberdar ise demekki bu ise destek veren hizmet eden "abi"ler icinde gecerlidir ayni sey.
            ve onlardan ders alanlar vs. icinde
            neden bunlardan hic kimse bu risalelerin yayilmasi icin caba sarfetmiyor?
            neden risale talebesi oldugunu söyledigi halde ehlibeytten bihaber siaya ise bidat ehli diyenlere karsi bu risaleler belgelenip, üstadimizin düsüncesi budur, ona tabi iseniz bilinki sizin fikriniz yanlistir diyen olmuyor? vs.
            saidi nursi, o risaleleri yayinlayamadi ise, en azindan siaya nasihat ettigi bazi satirlarida yazmayabilirdi, halbuki bu satirlarda acikca hz.Ali ve hilafet meselesini (tabiri caizse) duman ettigini görüyoruz.


            Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

            Yorum


              #51
              Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

              Benim bir arkadaşım kampta 6.000 sayfa risale okuduğunu devamında hediye verildiği söyledi...
              Çok faydalı birşey olmuş onların adına.

              Bir ara konuşmalarda Ehl-i Beyt kimdir geçti.
              Ben sayınca hane halkını; Ömer ve Ebubekir de olması gerekmez mi ? dedi!

              Ehl-i Beyt'ten gerektiği gibi kastedilmediğini gördüm böylelikle...
              Tabi Risale okuyanlar daha iyi bilir. Ben hepsini okumadım
              Fakat kendisi nurcuların ablası olduğu halde niçin Ehl-i Beyt'i doğru düzgün sayamıyor?
              Demekki bir yerde bir eksiklik var
              "Biz aşkı neynevada öğrendik hani o ihanet diyarında zulme meydan okuyarak baş kaldıran kızıl güllerle."

              Yorum


                #52
                Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                Bütün kardeşlerime cevaben;

                Biz yıllar yılı kendilerine nur talebeleri denilen bir çok insanın cemaatlerine sohbetlerine katıldık. Hiç bir zaman hiç bir şekilde Risalei Nurda Ehli Beytle ilgili ve rejime muhalefetle ilgili bir kısmın okunduğuna şahit olmadık.

                Risalei Nur nurcular içerisinde bile sansüre tabidir. Risale sadece bir materyal olarak kullanılmakta, sonra abilerin abi denenlerin yaptıkları yorumlarla risalenin iklimi buharlaştırılmaktadır.

                Öyle ki risalelerde İmam Ali ile, Ehli Beytle, 12 İmamla, İsnaaşeriyye ile ilgili kısımlardan bahsettiğimzde abiler tarafından hipnoz edilen masum insanlar bize inanamadılar. Onlara risalelerde yerlerini gösterdik, bize, bizim elimizdeki risalelerin tahrif edilmiş olduğunu söylediler.

                Yani Risaleler kırpılıp kırpılıp saptırılıp tahrif edilip, manada ve lafızda bozularak insanlara takdim edilmektedir.
                Bunların farkındayız.

                Biz önceden de söyledik ki, Ehlibeyte muhalif gördüğümüz fikirlerine katılmıyoruz. Üstad Bediüzzaman dedi diye Ehli Beyte uygun olmayan düşüncelerine evet dediğimiz yok.

                Biz şunu söylüyoruz ki, Üstad Bediüzzamanın içinde bulunduğu zaman, sosyal şartlar, toplumsal durum ve benzeri nice olgular çerçevesinde ele almak gerekiyor. Üstad Bediüzzaman çeşitli vesilelerle söyleyeceklerine toplumun hazır olmadığını beyan etmiştir.

                Üstad Bediüzzamanın davası, iman, ihlas uhuvvet ve islami vahdet idi. Her bir tavsiyesinde müslümanlara bölünmeyi değil, birleşmeyi önermiş, tefrikaya asla müsaade etmemiştir. Böyle bir alimin sırf katılmadığımız görüşleri sebebiyle onu bir düşmanmış gibi bir ehlibeyt karşıtı imiş gibi görmenin göstermenin kimseye bir hayrı olamayacağını söylüyoruz. Mesele bu.

                Ayrıca bu gün kendisini Üstad Bediüzzamana nisbet edenleri de asla ona uygun bulmuyoruz.
                Beşşar Esad bir İslam Kahramanıdır.
                Suriye İmtihanında İran İslam Cumhuriyetinin yanında yer almayanlar amerikan Emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin yanındadırlar. Ve İslamın karşısındadırlar.

                Yorum


                  #53
                  Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                  anliyorum kardesim;
                  sizin okudugunuz risale digerlerinden farkli, yani iki farkli risale sözkonusu diyorsunuz! mu?
                  sayet öyle ise, ben sizden güvendiginiz baski hakkinda bilgi rica edecegim, hangisini alayim? elimde bir tane var fakat muhtemelen bu sizin bahsettiginiz tahrif edilmis olan risaledir!
                  yine, acaba risale okuyuculari ya da talebeleri su durumda iki grup belki daha fazla gruplar olmuslar, bunlar icerisinde ehlibeyt hakkindaki pozitif yaklasimi olan risale okuyuculari veya talebeleri neden digerlerinden daha pasiftir, neden üstadlarinin bu davasini da en az digerleri kadar gecerli ve yaygin kilmak icin cabalari yoktur? ya da var da bizmi bilmiyoruz?
                  bir diger mevzuda, velayet ile alakali olan bazi kisimlarda saidi nursinin siaya nasihatlari meselesi, siz simdi aslinda bunlar risalelerde yok, sonradan carpitildimi demek istiyorsunuz?


                  Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                    Üstad Bediüzzamanla ilgili şimdiye kadar anlattılarımla anlatamadıysam bundan sonrasında da anlatabileceğimi anlaşılabileceğimi sanmıyorum. Biz Üstad Bediüzzamanı rabbani bir alim olarak biliyor ve seviyoruz. Kimseyi de zorla onu sevmeye mecbur ediyor değiliz. Bu konuda başka da konuşmak istemiyorum.
                    Beşşar Esad bir İslam Kahramanıdır.
                    Suriye İmtihanında İran İslam Cumhuriyetinin yanında yer almayanlar amerikan Emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin yanındadırlar. Ve İslamın karşısındadırlar.

                    Yorum


                      #55
                      Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                      niyetim sizi anlamakti kardesim
                      siz bilirsiniz tabiki


                      Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                        Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i Âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
                        Mektubat | Yirmi Dokuzuncu Mektup | 426


                        Üstad Bediüzzaman r.a. burada olduğu gibi bir çok yerde Ehli Beyte muhabbeti ile ilgili nice değerlendirmeleri vardır. Buradaki "hadiseti azime " ile de İran İslam İnkılabını işaret etmekte müjdelemektedir. Bütün bu hakikatleri yok mu saymak gerekmekte acaba.

                        Beşşar Esad bir İslam Kahramanıdır.
                        Suriye İmtihanında İran İslam Cumhuriyetinin yanında yer almayanlar amerikan Emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin yanındadırlar. Ve İslamın karşısındadırlar.

                        Yorum


                          #57
                          Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                          sahsim adina ben böyle düsünmüyorum
                          ancak, bir celiski var gibi sanki
                          bir bakiyorum sizin bu alintilariniza, bir bakiyorum konu ile alakali diger alintilara, birbiri ile uyumsuz ve hatta tamamen zit icerik var
                          birde sizin aciklamalariniza baktigim zaman yukaridaki sorular kacinilmaz oluyor
                          buda (en azindan benim icin) anlasilmasi gereken bir durumdur
                          yoksa benim saidi nursi ile bir davam yoktur!


                          Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                          Yorum


                            #58
                            Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                            [quote author=gulistan_2 link=topic=10860.msg72240#msg72240 date=1265980814]
                            sahsim adina ben böyle düsünmüyorum
                            ancak, bir celiski var gibi sanki
                            bir bakiyorum sizin bu alintilariniza, bir bakiyorum konu ile alakali diger alintilara, birbiri ile uyumsuz ve hatta tamamen zit icerik var
                            birde sizin aciklamalariniza baktigim zaman yukaridaki sorular kacinilmaz oluyor
                            buda (en azindan benim icin) anlasilmasi gereken bir durumdur
                            yoksa benim saidi nursi ile bir davam yoktur!
                            [/quote]

                            Yorum


                              #59
                              Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                              Uzun bir ara geçti. Sn Risale severlere şiaya delil olan ayetlerden bir kısmı başlıcaları hakkında Said'in nasıl tefsir ettiği konusunda teklifimizin üzerinden yeterli vakit geçti. Bu süre içerisinde risalelere hakim olanlar tüm delillerini burada paylaştı diye düşünüyoruz. Toparlayacak olursak. 14 maddeden oluşan Ayetlerimiz şunlardı:

                              1- Maide 3,
                              2- Maide 55-56
                              3- Maide 67
                              4- Şura 23
                              5- Ali İmran 61
                              6- Ahzab 33
                              7- Maide 6
                              8- Bakara 189
                              9- Sa'd 26
                              10- Bakara 124
                              11- İsra 71-72
                              12- Hud 17
                              13- Bakara 180-182
                              14- Hud 12-13

                              Tabi ki, şiaya delil olan ayetlerin tamamı değil bunlar. Ancak bunlar Said'in iddia edildiği gibi Risalelerde Ehlibeyti ve şiayı tanıtıp tanıtmadığını ortaya koymak için yeterli.. Sn nurcu kardeşler nasıl oldu da Said'i bir Ehlibeyt dostu inanı değil tebliğcisi görebildiler öğrenelim?. bunun için başktan sona risalelerden eklenmiş olan delilleri inceleyeceğiz inşaAllah ancak önce ayetlerin mealleri:

                              Yorum


                                #60
                                Ynt: Ehlibeyt a.s.'a Delalet Olan Ayetleri Said Risalelerde Nasıl Tefsir Etti?

                                1- Maide 3,
                                "...Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nîmetimi tamamladım, size din olarak Müslümanlığı verdim de hoşnut oldum..."

                                2- Maide 55-56
                                55- Sizin dostunuz, sahibiniz, ancak Allah’tır ve Peygamberidir ve inananlar, namaz kılanlar ve rükû ederken zekât verenlerdir.(9)
                                56- Ve kim, Allah’tan, Peygamberinden ve inananlardan yüz çevirirse bilsin ki hiç şüphesiz Allah’a mensup olanlardır üst olacak kişiler.

                                3- Maide 67
                                67- Ey Peygamber, bildir, sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği îfâ etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur. Şüphe yok ki Allah, kâfir olan kavme, doğru yola gitmek hususunda başarı vermez.(11)

                                4- Şura 23
                                "Bu, Allah’ın, inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte. De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükâfâtını arttırırız; şüphe yok ki Allah, suçları örter, iyiliğe, mükâfatla karşılık verir."

                                5- Ali İmran 61
                                61- Sana iyice bildirildikten sonra da gene bu hususta seninle tartışan olursa de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, biz bizzat gelelim, siz de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Allah’ın lânetini yalancılara havale edelim.(11)

                                6- Ahzab 33
                                "33- Ve evlerinizde oturun ve ilk câhiliyet devrinde olduğu gibi sokaklara çıkmayın ve namaz kılın ve zekât verin ve itâat edin Allah’a ve Peygamberine. Ancak ve ancak Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek diler."

                                7- Maide 6
                                "6- Ey inananlar, namaza kalktığınız zaman yıkayın yüzlerinizi ve dirseklerinizle berâber ellerinizi ve başınızın bir kısmını meshedip ayaklarınızı topuklarınızla berâber ve..."

                                8- Bakara 189
                                189- Sana yeni ayları sorarlarsa de ki: Onlar, insanlara vakitlerini bildirir, hac zamanı da onlarla bilinir. Sonra hayır, evlere arka taraflarından girmek değildir. Hayır sahibi, Allah’tan çekinendir. Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının ki kurtulmuş kimselerden olup muradınıza eresiniz.(24)

                                9- Sa'd 26
                                26- Ey Dâvûd, biz seni yeryüzüne hâkim ettik, artık insanlar arasında, adâletle hükmet ve dileğine uyma ki seni Allah yolundan saptırır; Allah yolundan sapanlaraysa şiddetli bir azap var soru gününü unuttuklarından. (1)(2)

                                10- Bakara 124
                                124- O zamanlar Rabbi, İbrahîm’i bâzı sözlerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: Ben seni insanlara imam edeceğim. İbrahîm, soyumu da imam et dedi. Allah, benim ahdime dedi, zâlimler nail olamazlar.(15)

                                11- İsra 71-72
                                71- O gün, herkesi, her topluluğu, uydukları kişilerle berâber çağıracağız. Gerçekten de kitabı, sağ eline verilenler, çekirdekteki kıl kadar bile zulüm görmeden kitaplarını okuyacaklar.
                                72- Ve burada kör olan, âhirette de kördür ve yolunu da tam sapıtmıştır, şaşırmış gitmiştir.

                                12- Hud 17
                                17- Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan, bundan başka bir de tanığı olup daha önce din ve dünyâ işlerinde uyulan ve aynı rahmet olan Mûsâ’nın kitabında da bildirilen kişi, yalnız dünyâyı dileyene benzer mi? Rablerinden açık bir delile sâhib olanlar, Kur’ân’a inanırlar; topluluklardan onu inkâr edenlere vaadedilen yerse ateştir. Artık bu hususta şüpheye düşme, çünkü o, Rabbinden gelmedir, gerçektir, fakat insanların çoğu inanmaz.

                                13- Bakara 180-182
                                180- Biriniz ölürken kendisinden sonra bir hayır bırakacaksa anasına, babasına ve yakınlarına, örfe uyarak vasiyette bulunmalı. Bu, sakınanlara bir haktır, bir borçtur.
                                181- Vasiyeti duyduktan sonra değiştiren olursa şüphe yok ki bu işin vebali, ancak değiştirenedir. Muhakkak ki Allah, her şeyi duyar ve bilir.
                                182- Vasiyet edenin yanılmasından, suç işlemesinden ürküp aralarını bulana suç yok. Şüphe yok ki Allah, suçları örter, rahîmdir.

                                14- Hud 12-13
                                12- Ona bir hazine indirilseydi, yahut onunla berâber yanında bir melek de gelseydi demelerine sıkılarak sana vahyedilenlerin bir kısmını terk ediverecek misin? Sen ancak bir korkutucusun ve Allah her şeyi korur.
                                13- Yoksa kendi uyduruyor mu diyorlar? De ki: Hadi, gerçekseniz, Allah’tan başka gücünüz kime yetiyorsa, kimlere güveniyorsanız onları da çağırın da hep berâber, buna eşit on sûre meydana getirin.

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X