Bir başkaydı vuslatı yar cilvegâhî ilahinin Kerbela sahnesinde.
Ölümüne bir inanışın dışa vuruşuydu o anlar.
Âlem-i Zer’deki KALU BELA’ların aynen mısdağıydı o gün, hak ile batılın saflarının netleşmesiydi o demler.
İbrahim’in Mina serüveninin bir başka versiyonuydu Kerbela.
Nefsin “EZELL-İ MAHLUKAT” bataklığından “EŞREFİ KÂİNAT” mertebesine yüceldiği yerdi Kerbela.
Can ile cananın kucaklaştığı gün idi o gün.
Yaranın yara teslimiyet merasimiydi, “LEBBEYK” deyişiydi ve ram oluşuydu.
Nazlı lalelerin renklerini toprağa verişleriydi, yere serilişleriydi, arkalarından Selvi boyluların dua edilerek uğurlanıp hasretle bakıldıkları yerdi Kerbela.
Hıçkırıkların boğazlarda düğümlendiği yerdi Kerbela.
Gözyaşlarının Ab-ı Nisan’a döndüğü yerdi Kerbela.
Yudumlanan iman nurunun aydınlattığı yerdi Kerbela.
Hakkın tespih senfonisinin kan ile dillendirildiği yerdi Kerbela.
Hakkın ve haklının rafa kaldırılmak istendiği yerin adıydı Kerbela.
Velhasıl, Harimi ilahinin, Haremi Resulullah’ın talan edildiği, yağmalandığı ve Itrat-ı Resul’e pervasızlığın reva görüldüğü yerdi Kerbela.
Kanın kılıca galip geldiği yerdi Kerbela, göklerin, kudsilerin karalar giyindiği, arşın mahzun olduğu, melekutilerin ağladığı yerdi Kerbela.
Fatım’a mihrine biçilen Fırat’ın gürül gürül akan suyunun yanı başında evlatlarının susuz ve atşan can verdikleri yerin adıydı Kerbela.
Haymelerde ellerinde su kâseleriyle su beklerken küçük yavruların, amcaları Abbas’ın şehadet haberiyle sarsıldıkları yerdi Kerbela.
Altı aylık Ali Asgar’a su istendiğinde su yerine ok ile cevap verilen yerdi kerbela.
İbrahim’in kurbanlığı olan oğlu İsmail’in yerine “ZIBH-İ AZİM” (Büyük kurbanlığın) kabul olduğu yerdi Kerbela.
Nuh’un gemisinin tufanda telatuma kapıldığı yerdi kerbela.
“YA DEHRÛ, UFFİN LEKE MİN HALİLİN” Ey zamane! Dostuna yaptıklarından dolayı sana yazıklar olsun. Sözünün gönüllere kazındığı yerdi Kerbela
Babalarının yolunu beklerken o umutsuz yavrular, Zûlcenah’ın perişan ve kanlar içinde tek başına gelişiyle ümitlerin tümden yitirildiği anların yaşandığı ve herkesin o vefalı hayvanın etrafını sarıp “acaba bir haber var mıdır?” diye meraklı gözlerle beklenilen mekânın adıydı Kerbela.
Düğünlüklerin yerine kefen giyinilen, ellere kına yerine kan yakılan ve vuslatların yerine hep hicranların reva görülüp tercih edildiği mekân dilimiydi Kerbela.
Sadece hakbin gözü açık olanların idrak edebildiği yerdi Kerbela.
Hakkı anlayamayanların hüsrana uğradıkları yerdi Kerbela.
Herkesin yanan çadırlardan “bir şey bulup da çapulculuk yapabilir miyim?” diye yanan çadırlara dalanların yanı başlarında Bimar-ı Kerbela’yı yanan çadırdan kurtarmak için kendisini o yanan çadıra vuran Zeyneb’in fedakârlığına bütün âlemlerin hem aferin dediği hem de şahit oldukları yerin adıydı Kerbela.
Ahh Kerbela! Ne kadarda hüzünle özdeşleşmişsin, kendinde, adında ve yâdında bir bölük gam taşıyorsun, gam ve keder ile kavramlaşıyorsun.
Adından yol eyledim gönül ufkuma uğrunda çektiklerim yetmez sıdkıma yalvarıyorum feleğe dokun diye çarkıma fırlatıp atsın beni o Kerbela’ya.
Yoluna baş koyanların yürekleri yangın yeri gibidir, adeta kor düşmüştür yüreklerine, elleri şakaklarında, iki gözü iki çeşme, “HER GÜNÜMÜZ AŞURA, HER YER BİZE KERBELA” der ve ağlar.
O yanışın ne okulu ne de dersi vardır, bu bir nefsin içiyle dışının hesaplaşmasıdır, dışarının prangalarından kurtulup içini sana açmak ister.
Ey nazlı! Ey yaslı! Kerbela.
Mahzun duruşun, vakur bakışın, zulme yol vermeyişin yüreklerimizde hamasetin ve fedakârlığın yüksek frekanslı iletişim ağını kurdu.
Annelerimiz adının anıldığı meclislerinde akıttıkları o mübarek gözyaşlarını pak sütleriyle karıştırıp bir Kerbela, bir Hüseyin ve bir Aşura menüsü hazırlayıp bize içirdiler, aynen hayat iksiri gibi bir şeydi adeta ve bizi o atmosfere adeta adapte ettiler ve o iklimin tiryakisi yaptılar.
Yani senin dersini ben böyle okudum, böyle öğrendim.
Eksikliğim veya bir kusurum varsa şayet, o kameti rânâ da değil haşa, ona benim bakışımda, düşünüşümde portresini çizişimde ve yorumlayışımdadır.
Sen ancak beni Hakka ulaştırabilirsin, yollar alabildiğine çoktur, gözün kestiği kadar yolların içerisinde beni Hakka ulaştırabilecek bir tek seni gördüm ey Kerbela!
Senin o kutlu ve aynı zamanda hücceti itmam eden “HEL MİN NASİRÎN YENSÛRUNA EHLELBEYT” “Acaba biz Ehlibeyt-i Resul’e bir yardım edecek, koruyup kollayacak kimse yok mudur?” şeklindeki ilahi patentli nidan, bütün âlemin olduğu gibi benimde kulaklarımda hala yankılanıyor.
Yankılanmasına yankılanıyor da fakat bizim bugün o nidaya “LEBBEYK” deyip demediğimiz sana bizim bakışımızda, algılayışımızda ve değer verişimizdedir ey Kerbela!
Binlerce ve yüzlerce yıllık mesafeden de olsa biz sana “LEBBEYK” diyenlerdeniz, yine biz hep seninleyiz, senin aşığınız, senin vurgunun ve senin tutkununuz.
Ne olursun bizi kendinden bil, bizi kabul et, kapı kulun oluruz, ağıt yakanın, âlem taşıyanın, Sakin, kara giyinenlerinin hizmetçisi, ne dersen, neye kabul edersen, ey gül yüzlüm! Bülbül avazlım ve Mesih nefeslim! .
Âlemde her yerde senin iz düşümlerin benim kılavuzum oldu.
O izleri takip edenler Yezidilerin efsanelerini yerle bir ettiler, zulmün payidar kalamayacağını haykırdılar ve Firavunların er geç bir gün Musaların Rabbinin gazabından kurtulamayacaklarını gösterdiler.
Mülk ancak ve ancak adaletle ayakta kalır, zulümle değil. İlahi özdeyişlerini kulaklara küpe olsun diye bizlere miras bıraktılar.
Evet, ey Kerbela! Sende saklıdır her şey, sen kâinatın esrarının mahremisin, sen mazlumların ilham kaynağısın ve sen “TELL-İ ZEYNEBİYE’NİN” bugünde nazargahısın, en yüksek yerin orasıydı. Zeyneb’in Katligahına hep oradan bakardı, cellat Şimirlerin gözü dönmüşlüklerine oradan tanıklık ederdi, gidenlerine mi yansın Zeynep? Geride kalan umutsuz, masum körpe yavruları mı teselli etsin? Yoksa yanan çadırlara mı koşsun?
Ne yapsaydı Zeynebin? Hangi birinin üstüne gitseydi ALLAH’IM bilemiyorum, düşünemiyorum ve anlayamıyorum.
Evet, sendeydi her şey, iman kıvamına sende ulaştı, sende zirve yaptı ve sende evrenselleşti.
O gün, işte tam gündü sendeydi ki kâinat borsasında zulüm ile masumiyete ve zalim ile mazluma değer biçiliyor ve biçilen değerler ilahi adalet terazisinde tartılıyor ve tescilleniyorlardı.
Ve böylece kavramlar kargaşasına son verilip safların belirginleşmeleri sağlanıyor, böylece âlemin önünde sergilenerek herkes imanı ölçüsünde onlara değer verip, ona paralel bir imana sahip olmaları amaçlanmıştı.
İşte imanın nurunu söndürmek isteyenlerle yaşatmak isteyenlerin öyküsüydü bu kaleme aldıklarımız.
Kanaat sahibi olmak tabiidir ki bizim elimizdedir, inançlarımız ölçüsünde bir kıyamet hayatına sahip olacağımız gerçeğini sakın unutmayalım.
Es-selamu Aleykum
Hacı Şeyh Zeki Tümay
Ölümüne bir inanışın dışa vuruşuydu o anlar.
Âlem-i Zer’deki KALU BELA’ların aynen mısdağıydı o gün, hak ile batılın saflarının netleşmesiydi o demler.
İbrahim’in Mina serüveninin bir başka versiyonuydu Kerbela.
Nefsin “EZELL-İ MAHLUKAT” bataklığından “EŞREFİ KÂİNAT” mertebesine yüceldiği yerdi Kerbela.
Can ile cananın kucaklaştığı gün idi o gün.
Yaranın yara teslimiyet merasimiydi, “LEBBEYK” deyişiydi ve ram oluşuydu.
Nazlı lalelerin renklerini toprağa verişleriydi, yere serilişleriydi, arkalarından Selvi boyluların dua edilerek uğurlanıp hasretle bakıldıkları yerdi Kerbela.
Hıçkırıkların boğazlarda düğümlendiği yerdi Kerbela.
Gözyaşlarının Ab-ı Nisan’a döndüğü yerdi Kerbela.
Yudumlanan iman nurunun aydınlattığı yerdi Kerbela.
Hakkın tespih senfonisinin kan ile dillendirildiği yerdi Kerbela.
Hakkın ve haklının rafa kaldırılmak istendiği yerin adıydı Kerbela.
Velhasıl, Harimi ilahinin, Haremi Resulullah’ın talan edildiği, yağmalandığı ve Itrat-ı Resul’e pervasızlığın reva görüldüğü yerdi Kerbela.
Kanın kılıca galip geldiği yerdi Kerbela, göklerin, kudsilerin karalar giyindiği, arşın mahzun olduğu, melekutilerin ağladığı yerdi Kerbela.
Fatım’a mihrine biçilen Fırat’ın gürül gürül akan suyunun yanı başında evlatlarının susuz ve atşan can verdikleri yerin adıydı Kerbela.
Haymelerde ellerinde su kâseleriyle su beklerken küçük yavruların, amcaları Abbas’ın şehadet haberiyle sarsıldıkları yerdi Kerbela.
Altı aylık Ali Asgar’a su istendiğinde su yerine ok ile cevap verilen yerdi kerbela.
İbrahim’in kurbanlığı olan oğlu İsmail’in yerine “ZIBH-İ AZİM” (Büyük kurbanlığın) kabul olduğu yerdi Kerbela.
Nuh’un gemisinin tufanda telatuma kapıldığı yerdi kerbela.
“YA DEHRÛ, UFFİN LEKE MİN HALİLİN” Ey zamane! Dostuna yaptıklarından dolayı sana yazıklar olsun. Sözünün gönüllere kazındığı yerdi Kerbela
Babalarının yolunu beklerken o umutsuz yavrular, Zûlcenah’ın perişan ve kanlar içinde tek başına gelişiyle ümitlerin tümden yitirildiği anların yaşandığı ve herkesin o vefalı hayvanın etrafını sarıp “acaba bir haber var mıdır?” diye meraklı gözlerle beklenilen mekânın adıydı Kerbela.
Düğünlüklerin yerine kefen giyinilen, ellere kına yerine kan yakılan ve vuslatların yerine hep hicranların reva görülüp tercih edildiği mekân dilimiydi Kerbela.
Sadece hakbin gözü açık olanların idrak edebildiği yerdi Kerbela.
Hakkı anlayamayanların hüsrana uğradıkları yerdi Kerbela.
Herkesin yanan çadırlardan “bir şey bulup da çapulculuk yapabilir miyim?” diye yanan çadırlara dalanların yanı başlarında Bimar-ı Kerbela’yı yanan çadırdan kurtarmak için kendisini o yanan çadıra vuran Zeyneb’in fedakârlığına bütün âlemlerin hem aferin dediği hem de şahit oldukları yerin adıydı Kerbela.
Ahh Kerbela! Ne kadarda hüzünle özdeşleşmişsin, kendinde, adında ve yâdında bir bölük gam taşıyorsun, gam ve keder ile kavramlaşıyorsun.
Adından yol eyledim gönül ufkuma uğrunda çektiklerim yetmez sıdkıma yalvarıyorum feleğe dokun diye çarkıma fırlatıp atsın beni o Kerbela’ya.
Yoluna baş koyanların yürekleri yangın yeri gibidir, adeta kor düşmüştür yüreklerine, elleri şakaklarında, iki gözü iki çeşme, “HER GÜNÜMÜZ AŞURA, HER YER BİZE KERBELA” der ve ağlar.
O yanışın ne okulu ne de dersi vardır, bu bir nefsin içiyle dışının hesaplaşmasıdır, dışarının prangalarından kurtulup içini sana açmak ister.
Ey nazlı! Ey yaslı! Kerbela.
Mahzun duruşun, vakur bakışın, zulme yol vermeyişin yüreklerimizde hamasetin ve fedakârlığın yüksek frekanslı iletişim ağını kurdu.
Annelerimiz adının anıldığı meclislerinde akıttıkları o mübarek gözyaşlarını pak sütleriyle karıştırıp bir Kerbela, bir Hüseyin ve bir Aşura menüsü hazırlayıp bize içirdiler, aynen hayat iksiri gibi bir şeydi adeta ve bizi o atmosfere adeta adapte ettiler ve o iklimin tiryakisi yaptılar.
Yani senin dersini ben böyle okudum, böyle öğrendim.
Eksikliğim veya bir kusurum varsa şayet, o kameti rânâ da değil haşa, ona benim bakışımda, düşünüşümde portresini çizişimde ve yorumlayışımdadır.
Sen ancak beni Hakka ulaştırabilirsin, yollar alabildiğine çoktur, gözün kestiği kadar yolların içerisinde beni Hakka ulaştırabilecek bir tek seni gördüm ey Kerbela!
Senin o kutlu ve aynı zamanda hücceti itmam eden “HEL MİN NASİRÎN YENSÛRUNA EHLELBEYT” “Acaba biz Ehlibeyt-i Resul’e bir yardım edecek, koruyup kollayacak kimse yok mudur?” şeklindeki ilahi patentli nidan, bütün âlemin olduğu gibi benimde kulaklarımda hala yankılanıyor.
Yankılanmasına yankılanıyor da fakat bizim bugün o nidaya “LEBBEYK” deyip demediğimiz sana bizim bakışımızda, algılayışımızda ve değer verişimizdedir ey Kerbela!
Binlerce ve yüzlerce yıllık mesafeden de olsa biz sana “LEBBEYK” diyenlerdeniz, yine biz hep seninleyiz, senin aşığınız, senin vurgunun ve senin tutkununuz.
Ne olursun bizi kendinden bil, bizi kabul et, kapı kulun oluruz, ağıt yakanın, âlem taşıyanın, Sakin, kara giyinenlerinin hizmetçisi, ne dersen, neye kabul edersen, ey gül yüzlüm! Bülbül avazlım ve Mesih nefeslim! .
Âlemde her yerde senin iz düşümlerin benim kılavuzum oldu.
O izleri takip edenler Yezidilerin efsanelerini yerle bir ettiler, zulmün payidar kalamayacağını haykırdılar ve Firavunların er geç bir gün Musaların Rabbinin gazabından kurtulamayacaklarını gösterdiler.
Mülk ancak ve ancak adaletle ayakta kalır, zulümle değil. İlahi özdeyişlerini kulaklara küpe olsun diye bizlere miras bıraktılar.
Evet, ey Kerbela! Sende saklıdır her şey, sen kâinatın esrarının mahremisin, sen mazlumların ilham kaynağısın ve sen “TELL-İ ZEYNEBİYE’NİN” bugünde nazargahısın, en yüksek yerin orasıydı. Zeyneb’in Katligahına hep oradan bakardı, cellat Şimirlerin gözü dönmüşlüklerine oradan tanıklık ederdi, gidenlerine mi yansın Zeynep? Geride kalan umutsuz, masum körpe yavruları mı teselli etsin? Yoksa yanan çadırlara mı koşsun?
Ne yapsaydı Zeynebin? Hangi birinin üstüne gitseydi ALLAH’IM bilemiyorum, düşünemiyorum ve anlayamıyorum.
Evet, sendeydi her şey, iman kıvamına sende ulaştı, sende zirve yaptı ve sende evrenselleşti.
O gün, işte tam gündü sendeydi ki kâinat borsasında zulüm ile masumiyete ve zalim ile mazluma değer biçiliyor ve biçilen değerler ilahi adalet terazisinde tartılıyor ve tescilleniyorlardı.
Ve böylece kavramlar kargaşasına son verilip safların belirginleşmeleri sağlanıyor, böylece âlemin önünde sergilenerek herkes imanı ölçüsünde onlara değer verip, ona paralel bir imana sahip olmaları amaçlanmıştı.
İşte imanın nurunu söndürmek isteyenlerle yaşatmak isteyenlerin öyküsüydü bu kaleme aldıklarımız.
Kanaat sahibi olmak tabiidir ki bizim elimizdedir, inançlarımız ölçüsünde bir kıyamet hayatına sahip olacağımız gerçeğini sakın unutmayalım.
Es-selamu Aleykum
Hacı Şeyh Zeki Tümay