Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

    [color=rgb(51, 51, 51)]SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI - 1.BÖLÜM[/color][color=rgb(51, 51, 51)][/color](BİR Şİİ MOLLASI İLE YAPILAN MÜNAZARA)İHSAN ŞENOCAK HOCA / İNKİŞAF DERGİSİ

    Kardeşlerim bu münazara dikkatimi çekti bizde bir yerde münazaraya karşı burada cevaplayalım düşüncesiyle paylaşmak istedim.

    Bir pazartesi gecesiydi. Fatih’in çevresinde Haliç’e bakan bir evde dört köşesi kitaplarla dolu bir odada “Usul-u Fıkh” okuyorduk. Aslında başka dersler de vardı okuduklarımız arasında. Fakat bahse konu olan zamanda, rahlelerin üzerinde sadece “Usul” kitapları bulunuyordu. Dersin son anlarına doğru içeriye uzun boylu, kırk yaşlarında birisi girdi. Selamlaştık. Boş b
    ir yere oturup dersi dinlemeye başladı. “Fatiha” dedikten sonra, nereli olduğunu sordum. “Azeriyim fakat İran’da ikamet etmekteyim” dedi. Ne işle iştigal ettiğini sorunca; tahsil için bulunduğu bütün mektepleri uzun uzun tâdat etti. Bunlar arasında teşehhüt miktarı bulundukları da vardı. Anlaşılan ya da anlatılmak istenen karşımızdakinin sıkı bir molla olduğuydu. Elân bir üniversitede ders okutmaktaydı.
    Molla’nın ifadeleri heyecanlı olduğunu ihsas ettirmekte idi. Münazara yapmaya geldiği her halinden belliydi. Harici hadiselere dair birkaç kelam henüz etmiştik ki meramını yani gelişinin nedenini izhar etti; “Ben dedi, sizinle asırların davasını yani Ehl-i Sünnet’le Şia arasında ihtilafa sebep olan “İmamet meselesini, Hz. Ali’ye (r.a.) karşı(!) olan sahabenin durumunu konuşmaya geldim.”
    Karşımızda, okuduğu mantık ilminin kudretine sığınan bir Şii Molla vardı. Kendince haklı olduğunu ve bütün Müslümanların da onun gibi inanması gerektiğini iddia ediyordu. Çeşitli mekanlarda tartıştığı Sünnilerin suallerini yanıtlayamadığını, suküt ederek bir anlamda haklılığını kabul ettiklerini söylüyordu.
    Hâdiselere bu zaviyeden bakan ve anlamamada ısrar eden mağrur Şii Molla’ya, İslam’ın hakikatini bildirmek haktan öte bir vazife olmuştu. Fakat münazaranın ilmi usuller çerçevesinde cereyan edebilmesi için bir takım esaslar tayin etmek gerekliydi. Teklifimiz üzerine delillerin Kur’an ve Sünnet’ten getirilmesini, sahabenin rivayet ettiği, senedinde problem olmayan hadislere muhalefet edilmemesini kerhen de olsa kabul etti.
    İMAMET
    Şii: Müslümanların din ve dünya işleri ile alakalı devlet başkanlığı sistemi olan “İmamet”in ne olduğunu tesbit, atanacak kişiyi tayin, şer’i hususların işleyişi, değişim ve ziyadelikten korunması, Allah Teala’ya vaciptir. Cenab-ı Hakk adına vücübiyet kesp eden böylesine mühim bir konuda nass bulunmaması, imametin kime ait olduğunun tayin edilmemesi muhaldir. Sahabenin önemli bir bölümü bu husustaki nassları redderek irtidat etmiştir.
    Sünni: Her hangi bir hususun Cenab-ı Hakk’a vacip olduğunu iddia etmek aynı zamanda O’nun aciz olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Eğer bahsettiğiniz husus vacipse muhakkak ki onu vacip kılan bir güç vardır. Bu durumda Cenab-ı Hakk’ın üzerinde bir otorite kabul etmiş oluyorsunuz ki bu insanı küfre götürür.
    O (c.c.) her şeyin hak ve yetkisini sınırlandırır fakat kendisi sınırlandırılamaz. Bu yüzden “imamet”in ne olduğunu tespit ve kime ait olduğunu tayin, ancak müslümanlara vaciptir. Devlet başkanını tayin etmenin Allah Teala’ya değil, ümmete vacip olduğunu gösteren deliller bağlamında şunlar söylenebilir:
    Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihalini takip eden süreç içerisinde ümmetin yaptığı ilk iş devletin başına kimin geçeceğini belirlemek olmuştur. Sahabe halife tayinini en mühim vazife kabul etmiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.) defnedilmeden şu meyanda meşhur bir hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e (s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.) Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.) Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini yürütecek bir emirin olması gerekir. Düşünün, görüşlerinizi getirin.”[1] Hz Ebu Bekir’i dinleyenler doğru söylüyorsun dediler; Görüşlerini onayladılar ve bu hususta ittifak ettiler.
    O an, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tekfin ve techizi en mühim meseleydi. Fakat sahabe bunları bırakıp “imamet” meselesini halledebilmek için “Ben-u Saide” çardağında toplandı.[2] Bu, sahabenin ehem mühim karşılaştırması yaptığına ve sorumlulukları itibariyle “imamet”i ehem gördüğüne tanıklık eder.
    Allah Teala cezaların ikamesini, İslam coğrafyasının müdafaasını, orduların ihzarını, devletin bir nizam dahilinde işlemesini emretmektedir. Bütün bunlar devlet başkanın mevcudiyetine bağlıdır. Söz konusu hususlar vacipse onların tahakkuku için gerekli olan devlet başkanın tayini de vacip olur.
    Cemiyet için mukadder olan zararların def’i, faydaların temini devlet başkanının varlığıyla mümkündür. Güçleri yettiği ölçüde zararı def etmek müslümanlara vacip olduğuna göre imamete kimin geleceğini tayin de vacip olur. Aksi halde cemiyette anarşi zuhur eder. İnsanlar eşkıyaya karşı can ve mallarını korumaktan, din ve dünya işlerine vakit ayıramazlar. Bu durum, dinin terk edilmesine Müslümanların yok olmasına yol açar.[3] Bu hususta icma vardır. Yani Sünnet ve Cemaat alimleri de ‘halifenin tayini vaciptir’ diyorlar. Fakat bunu, sizin gibi Allah Teala’ya değil ümmete tahsis ediyorlar.
    İmametin aidiyetiyle alakalı nassa gelince; “Ben-u Saide” çardağında mesele konuşulurken sahabeden tek bir kişi çıkıp da imamet şu ayetin açık delaletiyle falanca sahabiye aittir dememiştir. Bilakis kibar-ı sahabe birbirine biat etmeyi teklif etmiştir; Hz Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar Peygamberin amcası yeğenine biat etti derler.” demiştir. Hz Ömer, Ebu Ubeyde’ye aynı teklifi yöneltmiştir. Hz Ebu Bekir ise ne yapmaları gerektiğini soranlara; “Ömer ya da Ebu Ubeyde’ye biat edilmesini” telkin etmiştir. Bütün bunlar, söylediğiniz meyanda bir nassın olmadığını göstermektedir. Hem sonra Şia’ya ait kitaplar Hz Ebu Bekir’i anlatırlarken O’nun korkak bir adam olduğundan bahsederler. Bu iftiranın bir an doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda Halilfe’ye “eğer yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyen sahabenin “imamet” ile alakalı bir nassın mevcudiyetine rağmen Hz Ebu Bekir’in (r.a.) konuşmasına ya da seçilmesine sessiz kalmaları mümkün müdür?! Ya da O böyle bir şeye cesaret edebilir mi idi?! Allah Teala’nın “sahabi” olma şerefine erdirdiği o mübarek ve mübeccel kuşağın, Efendimiz’in (s.a.v.) ahirete irtihalinden birkaç saat sonra imametle alakalı nassları reddederek toptan irtidat etmesi nasıl söylenebilir?! İmam Razi’nin de naklettiği gibi “Gulat-ı Şia”nın “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden geriye sadece on kadar sahabi kaldı.” iddiası kayıtlara, insanlık tarihinin en büyük iftiralarından biri olarak geçmiştir.[4]
    Şia’nın Hz. Ali İçin Kullandığı Delil Ebu Bekir’e İşaret Etmektedir
    Şii: Ben-u Saide çardağında ve diğer yerlerde Hz. Ali’nin hilafetine işaret eden deliller serdedilmiştir. Fakat, malum sahabiler onlara itibar etmemiştir. Bu husustaki deliller bağlamında şunları söyleyebilirim: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı verirler.”[5] Bu ayet, rukû halinde iken yanına gelen dilenciye yüzüğünü veren Hz. Ali (r.a.) hakkında inmiştir. Ayette ki “veliyy” kelimesi, işleri idare eden (mutasarrıf) anlamındadır. Buna göre mana şu şekildedir; “Ey müminler! işlerinizin idarecisi Allah, Rasülü (s.a.v.) ve namaz kılmak-zekat vermek gibi sıfatlarla anılan falanca müminlerdir.” Ayet, Hz. Ali hakkında indiğine göre “veliyy” kelimesinin muhatabı da odur. Ayrıca “velayet”in yardım anlamı içeren versiyonu da her hususa şamildir. Mana nasıl verilirse verilsin her halukarda Hz. Ali ümmetin bütün işlerinin velisidir. Bu da devlet başkanı O’nun olması gerektiğine işaret eder.
    Sünni: Ayette zikredilen “veliyy” kelimesinin her iki anlamının; -“yardım eden” ve “mutasarrıf”ın- birlikte kullanılması caiz değildir. Hâdise “usul-u fıkh”ın ilgi alanına girer ki, o da “müşterek lafzı” iki anlamıyla birlikte kullanmaktır.
    “Veliyy” kelimesini sizin yaptığınız gibi “mutasarrıf” anlamında değil, “yardım eden/dost” anlamında kullanmak gerekir. Çünkü ayetin öncesi ve sonrası sizin mana edişinize uygun değildir. Nitekim ayetin başında Cenab-ı Hakk; “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin (veliyy/evliya)”.[6] buyurmaktadır. Burada ki “veliyy/evliya”dan gaye, “Yahudi ve Hrıstiyanları mallarınızda ve vicdanlarınızda mutasarrıf değil hayatınızda dostlar/yardımcılar edinmeyin” demektir. Allah Teala “Ehl-i Kitap”la dostluğu en üst perdeden yasakladığını göstermek için de, yasaklanan “velayet”in (dostluğun) müslümanlarca hangi koordinatlar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini bildirmektedir: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir.” Yani Hz. Ali’nin imametini isbat için getirdiğiniz ayetteki “velayet” dostluk anlamındadır. Söz konusu[7] ayetin devamı da te’vilinizin aleyhine delildir: “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin.” Görüldüğü gibi Allah Teala’nın yasakladığı “velayet”ten maksat, “dostluk”tur. Kimlerle dost olamayacakları bildirilen müslümanlara söz konusu ayetle kimlerle dost oldukları belirtilmektedir. Dolayısıyla Maide 55’teki ayette geçen “veliyy”den murad; yardımcıdır.[8]
    Ayrıca ayetin iniş sebebiyle alakalı farklı sahabilerin adları da zikredilmektedir. Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) işaret ettiğine dair sahih rivayetler vardır. Muhal farz, “veliyy” ile alakalı te’viliniz doğru olsa dahi bu Hz. Ali’nin (r.a.) değil, Hz. Ebu Bekir’in hilafetini teyit eder.
    En Doğrunun En Yanlış Te’vili
    Şii: Şûra süresinin yirmi üçüncü ayeti ( De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. ) Hz. Ali’yi sevmenin gerekliğinden bahsetmektedir. Fakat Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer için benzer muhtevada bir ayetin varlığından söz edemezsiniz.
    Sünni: Hz. Ali’nin hilafetine delil olarak gösterdiğiniz ayetle alakalı üç farklı tefsir yapılmıştır. Bunların en zayıfı ise “Ehl-i Beyt”le alakalı olanıdır. Kaldı ki o da Hz Ali’yi değil bütünüyle “Ehl-i Beyt”i sevmeyi talep etmektedir.
    Ayetle alakalı üç farklı tefsirden birincisine göre mana: “Hiç olmazsa sizinle akrabalığımdan dolayı (Ey Kureyş) haklarıma saygı göstermenizi isterim.” şeklindedir.
    İbn-i Abbas bir soru üzerine, Said b. Cübeyr’in söz konusu ayette geçen “ille’l-meveddete fi’l-kurba” ibaresinden muradın “Âli Muhammed” akrabalığıdır demesini aceleyle söylenen bir ifade kabul ettiğini bildirmiş ve tashihi mahiyetinde şunları söylemiştir: “Kureyş’ten hiçbir soy yoktur ki Allah Rasülü’ne (s.a.v.) akrabalığı olmasın.”[9] Buna göre mana: “Nübüvvetle alakalı hukukumu tanımıyorsunuz, bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin,” şeklinde olur.
    İkinci mana: “Benimle akrabalığı olanları sevmenizi isterim.” Said b. Cübeyr’in verdiği anlam bu çerçevededir.
    Sizce malum olan hususi bir çevrede bu ayeti Hz Ali ve Fatıma nesline ait kılmak istemiştir.
    Üçüncü mana: “Yakınlıkta sevgi, güzel amellerle Allah Teala’ya yakınlık noktasındaki sevgidir” ki buna göre ayetteki “kurba”dan maksat nesep, soy yakınlığı değil “kurbet” yani Cenab-ı Hakk’a yakınlıktır. Bu mana hem genel geçer hem de ayetin siyak sibakına daha uygundur.
    Ayette Hz. Ali ile alakalı hususi bir ifade olmamasını nasıl göz ardı eder ve hatanızdan hareketle “Şeyhayn”de eksiklik ararsınız?
    İstidlal ettiğiniz bu ayet görüyorsunuz ki Hz. Ali’den bahsetmiyor. Bu durum O’nun adına bir eksikliktir mi diyeceğiz? Hayır. Hz. Ali’den bahsetmemesi nasıl O’nun adına bir eksiklik değilse Ebu Bekir ve Ömer’den söz etmemesi de aynı şekilde Onlar namına bir noksanlık değildir.
    Kur’an-ı Hakim Ebu Bekir’den bahsederken O’na (r.a.); “İkinin ikincisi”[10] diyor. Kur’ani sıralamada Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra hemen O geliyor. Hz. Ömer’le alakalı ise Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer benden sonra Peygamber olsaydı muhakkak Ömer b. Hattab olurdu.”[11] buyuruyor. İlki Kur’an’ın ifadesi ikincisi ise sahih bir hadis. Bunlara karşı sizin söyledikleriniz ise, hususi mahfillerde Şia tarafından uydurulan tevillerden ibarettir. Nelerle neyi kıyas ediyorsunuz.
    ĞADİR HUM
    Şii: Ayetin Ali’nin hilafetine delaletine itiraz ediyorsunuz. Peki delaleti açık olan hadis-i şeriflere ne diyeceksiniz? Mesela “Ğadîr hum” hâdisesi… Allah Rasülü (s.a.v.) “Veda Hacc”ından dönerken Mekke ile Medine arasında Cuhfe’de yer alan bölgede deve semerlerinin bir araya getirilmesini emreder, üzerlerine çıkar ve ashabına şöyle buyurur:
    -“Ben sizlere canlarınızdan daha yakın değil miyim?
    - Öylesin ya Rasülellah (s.a.v.).
    - Ben kimin “Mevla”sı isem Ali de onun “Mevla”sıdır.
    Allahım! Ali’ye dost olana sahip çık, düşmanlık edene düşman ol, O’na yardım edene yardım et, Ondan yardımını esirgeyeni hizlana uğrat!”[12]
    Hadiste geçen “Mevla” kelimesinin çeşitli anlamları vardır. Bu bağlamda şunlar söylenebilir: Köle azat eden, azat edilen, komşu, amcaoğlu, yardımcı, yemin eden, idareye daha layık olan kişi… Fakat hadiste zikredilen “Mevla” kelimesinin “idareci” anlamının dışında bunların hiç biriyle en küçük bir münasebeti yoktur. Velayet, siyasi işlerde tasarruf, cemiyete idareci kimliğiyle müdahil olmak ve benzeri anlamlar, “imamet” makamına sahip olan kişinin vazifeleri arasındadır. Efendimiz (s.a.v.), bu hadis-i şerifle Ali’yi ümmete “Mevla” yani halife olarak bizzat atamıştır.
    Sünni: Bu rivayetin başında ve sonunda Şia’nın eklemeleri vardır. Nitekim muhakkik muhaddisler hadisin sıhhatini tenkit etmektedirler. Üstelik “Buhari” ve “Müslim” hadisi hiç nakletmemektedir. Nakledenler de sizin Hz. Ali’nin imametine delil olarak kullandığınız ilk kısmı rivayet etmemektedir. Bu durumda son kısımda yer alan “Allahumme vâli men vâlâhu…” deki “vâli…”nin anlamının; “Ali’ye dost/yardımcı olana yardım et…” şeklinde olması işaret etmektedir ki hadisin başında yer alan “Mevla” kelimesi de “yardımcı/dost” anlamındadır. Nitekim “Kur’an-ı Hakim, “mevla” ile aynı kökten gelen “evliya”[13] kelimesini dostlar/yardımcılar anlamında kullanmaktadır.
    Hadiste Hz. Ali’nin imametine işaret eden küçük de olsa bir işaret yok. Muhal farz, olsa bile Hz. Ebu Bekir’in halife olduğuna dair icma var. Üstelik bu icmanın içinde Hz. Ali de var. Haber-i ahad olmadan öteye geçmeyen, Buhari ve Müslim’in de rivayet etmediği, edenlerin de sizin eklemeleriniz olmaksızın naklettiği bir rivayetin icma karşısında değeri ne olabilir ki?
    Bu hadisin doğru anlaşılabilmesi, söylenmesine sebep olan olayla birlikte değerlendirilmesine bağlıdır. Yani burada arka plan (sebeb-i vurud) bir zarurettir. Hadisin vüruduna sebep olan olay şöyle gelişmiştir: İmran b. Hasin? diyor ki, Allah Rasülü (s.a.v.) Hz. Ali’nin komutasında bizi cihada göndermişti. Hz. Ali esir alınan cariyelerden birini idaresi altına aldı. Onunla birlikte cihada çıkan dört kişi hâdiseyi Allah Rasülü’ne (s.a.v.) ilettiler. Efendimiz (s.a.v.) bundan çok üzüldü ve şöyle buyurdu: “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben de Ondanım. Benden sonra O her müminin (mevlası) yardımcısıdır.”[14]
    Hz. Ali ile alakalı olan bu hadis-i şerif O’na karşı yapılan haksızlığın izalesini talep etmekte ve müminleri O’nu sevmeye çağırmaktadır. Bu çağrı sadece Hz Ali ile sınırlı değildir. Aynı çağrı taraf-ı Risalet’ten sizin rivayetlerini reddettiğiniz Ebu Hureyre için de yapılmıştır. Bu nevi hadisler “mukteza-i hal”e göre serdedilmişlerdir. Tıpkı farklı zamanlardaki soruları Allah Rasülü’nün (s.a.v.) şartları dikkate alarak değişik tanzim etmesi gibi. Mesala “Hangi ibadet daha faziletlidir?” sualinin muhtelif zaman ve zeminlerde ki farklı cevapları bunun en bariz örneğidir. Sonra hadis mecmualarının yanı sıra Kur’an-ı Hakim’de müminlerin birbirlerini sevmelerinin gerekliliğiyle alakalı ayetlerle doludur. Yani sevilmesi talep edilen kişi sadece Hz Ali değil, topyekün ashaptır.
    Hz. Ali’nin Hz. Harun’a Benzetilmesi
    Şii: Allah Rasülü (s.a.v.), Hz. Ali’yi kastederek buyuruyor ki; “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[15] Kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini bildirilen Efendimiz (s.a.v.) “Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibi” ibaresiyle Hz. Ali’nin yetki alanının idari işlerle alakalı olduğunu ihsas ettirmektedir. Bu da O’nun halife olmasını gerektirir.
    Sünni: Bu hadis Hz. Ali’nin değil Hz Ebu Bekir’in imametine delalet eder. Şöyle ki; Efendimiz (s.a.v.) Tebük seferine çıkarken ordunun başına Ebu Bekir’i imam olarak atamıştı. Medine’ye de Muhammed b. Mesleme’yi emir bırakmıştı. Hz Ali’yi ise kendisi Tebük’te kaldığı müddet içerisinde “Ehli Beyt”in işleriyle alakadar olması için görevlendirmişti. Fakat münafıklar Hz. Ali hakkında gayri ahlaki sözler sarfettiler. O da bunlara içerlendi, silahını aldı ve Medine’ye üç mil uzaklıktaki “Cürf”? denen yerde Allah Rasülü’ne (s.a.v.) yetişti. Efendimiz’e (s.a.v.) münafıkların sözlerinden rahatsız olduğunu ve harbe katılmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Benim yanımdaki konumun Musa’nın (a.s.) yanındaki Harun (a.s.) gibidir,” diyerek[16] Medine’de bıraktığı Hz. Ali’yi teselli etti.
    Allah Rasülü’nün (s.a.v.) kendisini Hz. Musa’ya (a.s.) Ali’yi de Hz. Harun’a (a.s.) benzetmesi, Musa’nın (a.s.) Tur’a giderken yerine Harun’u (a.s.) vekil bırakması cihetiyledir. Fakat burada Ali’nin sorumluluk alanı Harun’a (a.s.) göre daha hususidir. Çünkü Harun (a.s.) bütün ümmetten mes’ül iken, Hz. Ali sadece “Ehl-i Beyt”in işleriyle alakadar olacaktır.
    Eğer Medine’de bırakılmak halife olmaya işaret etseydi bu durumda Medine’ye emir olarak atanan Muhammed b. Mesleme’nin (a.s.) halife olması gerekirdi. Ya da ashaba namaz kıldırma vazifesini üstlenen Ebu Bekir’in… Ayrıca Allah Rasül’ü (s.a.v.) Medine dışına çıktıklarında genellikle yerine a’ma sahabi Abdullah b. Ümmi Mektum’u bırakırdı.[17] Buna göre başka birisi de halife Abdullah b. Ümmi Mektum olmalıydı diyebilir. Bütün bunlardan öte, Hz. Ali bu görevlendirmede pasif bir konumdadır. Kendisine ev işleriyle alakadar olması telkin edilmiştir.
    Halifelerin İslam’dan Önceki Halleri
    Şii: Hz. Ali, iman etmeden önce bir an dahi küfür üzere yaşamadı. Fakat aynı şeyi Ebu Bekir ya da Ömer için söyleyemezsiniz. Bu zaviyeden bakıldığında Hz Ali’nin bariz üstünlüğü vardır. Bu yüzden halifelik öncelikle O’nun hakkı olmalıdır.
    Sünni: Sizin mantığınızla hareket edildiği takdirde Müslüman bir ailede doğan her çocuk ashaptan daha üstündür. Çünkü sahabenin çoğunluğu sonradan Müslüman oldu, Müslüman bir ailede doğup-ölenlerse hayatlarının başlangıcından sonuna kadar Müslüman olarak yaşadılar. Ne var ki Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hadisi bu mantığın yanlış olduğunu bildirmektedir. O (s.a.v.) ashabını sair insanlarla mukayese sadedinde buyuruyor ki; “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki her hangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd sadakasına yetişemez.”[18] Çünkü Onlar, -yine Fahr-i Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) ifadesiyle- bütün zamanların en hayırlı kuşağıdır.[19]
    Ayrıca Hadis-i Şerifler tövbenin geçmişte yapılan bütün günahları kesip attığını bildirmektedir. Buna rağmen böyle konuşmanız bana acaba muhatabım Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer’in tövbelerini kabul etmeme gibi ilahi bir yetkiyle mi mücehhezdir kanaatinin oluşmasına sebep oldu.
    Akrabalık Referans Olsa İdi Halife Hz. Abbas Olurdu
    Şii: Hz. Ali, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) amcasının oğlu, kızı Fatıma’nın eşi ve de ahiret kardeşidir. Bütün bunlar O’nun (r.a.) üstünlüğüne işaret etmektedir. Benzer meziyetleri başka hangi sahabi de görebilirsiniz?
    Sünni: Eğer “karabet” cihetiyle Allah Rasülüne (s.a.v.) yakınlık “devlet başkanı” seçilmek için gerekli olsaydı halife, Hz. Ali değil, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Abbas olmalıydı. Çünkü amca, kişiye amcaoğlundan daha yakındır. Fakat kimse Hz. Abbas adına böyle bir iddiada bulunmamıştır. Çünkü İslam’da üstünlükler neseplere göre değil ilim ve takvaya göre ayarlanmıştır. Ayrıca krallıkla yönetilen ülkelerde esas olan, bir sistemi İslam adına bağlayıcı kabul etmek “beşeri” olanı “ilahi” olandan daha üstün kabul etmek anlamına da gelir.
    Hz. Ali bahsettiğiniz özelliklerle nasıl şerefyab olduysa benzer hususiyetler Şeyhayn içinde geçerlidir. Hz Ebu Bekir, dünya ve ahirette Allah Rasülü’nün (s.a.v.) eşi, Cebrail’in selamladığı ve hakkında tam on ayet getirdiği Hz Aişe’nin babasıdır. Hz. Ömer’in kızı Hafsa’da Efendimiz’in (s.a.v.) eşidir.
    Şeyhayn’ın Hizmeti
    Şii: Allah Rasülü’nden (s.a.v.) sonra İslam’a en büyük hizmeti Hz. Ali yapmıştır. Tebliğde de, muharebede de en önde O vardır. Kale kapıları O’nun elleriyle açılmıştır. “Saadet Asrı”nın hangi şubesine bakarsanız bakın görürsünüz ki, Ali (r.a.) olmak adeta her yerde en önde durmak demektir. Aynı şeyleri Şeyhayn için söylemek mümkün değildir.
    Sünni: Muhakkak ki Hz. Ali büyük hizmetlere imza atmıştır. Fakat Hz. Ebu Bekir ile Ömer’in yaptığı hizmetler gerek keyfiyet ve gerekse de kemmiyet açısından çok daha ileri derecededir. Söylediklerimizi daha somut bir çerçevede izah etme gerekirse şunlar söylenebilir:
    Ebu Bekr’in (r.a.) İslam’a olan pazarlıksız teslimiyeti o kadar içtendi ki Allah Rasülü (s.a.v.) hiç tereddüt etmeden O’nun malı üzerinde kendi malı gibi tasarrufta bulunurdu. Müslüman olduğu gün yanındaki kırk bin dirhemi infak etmişti. [20] Ezilen Müslüman köleler O’nun paralarıyla azat olmuştu. Sehl ve Süheyl’den satın alınan Mescid-i Nebevi’nin arsa parası O’nun altınlarıydı.
    Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihali ardından başlayan “irtidat” hareketleri O’nun mukavemetiyle etkisiz hale getirildi. Namazla zekatın arasını ayırıp “Biz zekat vermeyiz” diyenlerle o harp etti. Yemame’de Müseylemetü’l-Kezzab’ı yere seren Halid b. Velid (r.a.) O’nun komutanıydı. Dolayısıyla Müseyleme’yi öldüren Hz Vahşi de O’nun askeriydi.[21]
    Yemame sonrası gündeme oturan “Kur’an nasıl korunacak” endişelerini izale eden Kur’an’ı Kerim’in cem edilişi Ebu Bekir’in (r.a.) emriyle (Hz. Ömer’in (r.a.) teklifi) oldu.[22]
    Hz. Ömer (r.a.) zamanda İslam yeni iklimlere açıldı. Müslümanlar yeni ülkelerle tanıştı. Büyük fütuhat yapıldı. İslam devleti kurumsallaştı. Farklı kültürlerle bir arada olmanın doğal sonucu olarak ortaya çıkan sorunları yaptığı ictihatlarla aştı. İslam’ı hayata müdahil kıldı.
    Hanefi, Maliki ve Şafii mezhebinin bir çok esası Hz. Ömer’in o ictihatlarına dayanmaktadır. Nitekim Hanefi mezhebinin isnadgahı Abdullah b. Mes’ud’un hocası Hz. Ömer idi.
    Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vaz’ ettiği ölçüler dahilinde oluşan meşhur dört mezhepte Şeyhayn’in etkisi barizdir. Bu yüzden fıkhın gelişmesinin hakiki sebeplerinden biri de onlardır. Yapılan bütün hasenata ortaktırlar. Ne var ki Şeyhayn’in yaptığı hizmetler cinsinden Hz. Ali pek bir şey yapamamıştır. Devr-i hilafetinde hiçbir küfür diyarı fethedilememiştir. Çünkü neredeyse bütün mesaisini iç karışıklıkları izale etmeye hasretmiştir.
    Şii: Madem İslam dünyasında yapılan bütün hasenata ortaktırlar Muaviye’nin (r.a.) oğlu Yezid’in Kerbela’da Hz. Hüseyin’i (r.a.) şehit etmesine de ortak mıdırlar?.
    Sünni: Nasıl ki Hz. Ali Efendimiz, O’na aidiyet iddiasında bulunan İmamiye, İsmailiyye ve Zeydiyye’nin sapıklıklarına ortak değildir. Tıpkı bunun gibi Şeyhayn’de Yezid’in fiillerinden mesul değildir.
    EBU BEKİR’İN HİLAFETİ
    Şii: Hz. Ali’nin imametine dair getirdiğim rivayetlerin tamamını indi te’viller olarak nitelediniz. En azından Şia’nın indi de kabul etseniz bu kadar delili var. Ehl-i Sünnet’in Hz Ebu Bekir’in hilafetine dair tek bir delili mevcut mudur?
    “Beni Bulamazsan Ebu Bekir’e Sor”
    Sünni: Hz. Ebu Bekir’in ilklerin imamı olduğuna dair Fahri Kainat Efendimiz’den (s.a.v.) mervi bir çok haber vardır. Onlardan bir kaçını tadat edersek şunları söyleyebiliriz; Allah Rasülü (s.a.v.) “Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyun” buyurmaktadır.[23] Efendimiz’in (s.a.v.) ümmetten Ebu Bekir adına talep ettiği iktida dini ve dünyevi bütün işleri kapsamaktadır. Bunun için de Ebu Bekir’in idare makamında olması gerekmektedir. Orası ise imamettir.
    Devr-i Risalet’te Efendimiz’in (s.a.v.) yanına bir kadın gelir. Ayrılırken, Allah Rasülü (s.a.v.) tekrar gelmesini söyler. Kadın, sanki ölümü kastederek “Geldiğimde seni bulamazsam ne yapayım” Ya Rasülellah (s.a.v.) diye sorar. Efendimiz (s.a.v.) ; “Beni bulamazsan Ebu Bekir’e git,” diye karşılık verir. Allah Rasülü (s.a.v.) kendisinden sonra ümmetinin sorularının muhatabı Ebu Bekir’i gösterir.
    Enes b. Malik naklediyor; Benu Mustalik kabilesi “Senden sonra zekatları kime vereceğiz?” diye sormak için beni Allah Rasülü’ne (s.a.v.) gönderdi. Geldim, sordum. Buyurdular ki; “Ebu Bekir”e versinler.[24]
    Ebu Bekir’e Söyle Namazı Kıldırsın
    Hz Aişe anlatıyor; Allah Rasülü (s.a.v.) son hastalıklarında bana “Baban ve kardeşin Abdurrahman’ı çağır da, Ebu Bekir adına bir belge yazayım, ardımdan kimse ihtilaf etmesin” buyurdu. Sonra “bırak çağırma” dedi. “Allah korusun! Müslümanlar Ebu Bekir hakkında ihtilaf ederler.”[25] Yine Aişe (r.ah.) rivayet ediyor; Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hastalağı artınca “Ebu Bekir’e git söyle namazı kıldırsın.” buyurdu.
    - “Ya Rasülallah (s.a.v.) O ince kalpli birisidir. Sizin yerinize geçince namaz kıldırmaya güç yettiremez.” dedim.
    - “Git Ebu Bekir’e söyle namazı kıldırsın.” buyurdu.
    Aynı gerekçeyi arz ederek namaz kıldırmaması gerektiğini tekrar ettim. Efendimiz (s.a.v.) de emri tekrar etti; “Git Ebu Bekir’e söyle namazı kıldırsın.”[26]
    Nerede Ebu Bekir?
    Bir defasında “Hz Ömer iftitah tekbirini aldı. Efendimiz (s.a.v.) , Ömer’in sesini işitince kızgın bir şekilde başını kaldırıp; ‘Nerede Ebu Kuhafe oğlu’[27] diyerek Ebu Bekir’i aradı. Namazı O’nun kıldırması gerektiğini ihsas ettirdi.
    Allah Rasülü (s.a.v.) “Bir kavme, Kur’an’ı en iyi bilen imamlık eder.” buyuruyor. Ebu Bekir Ensar ve Muhacirinin yer aldığı cemaate imamlık yaptı. Hadis-i Şerifin işaret ettiği mana gereği, sahabe içerisinde Kur’an’ı en iyi bilen kişi O’dur. Bu yüzden hilafete en layık kişi de O olmalıdır.
    Sıddıkların Şahadeti
    Cenab-ı Hakk Mekke’den Hicrete zorlanan muhacirleri anlatırken “işte doğru olanlar bunlardır.”[28] buyuruyor. Ayette muhacirin sadakati anlatılırken “ulâike”den sonra “zamiri fasl” (hum) getirildi. Bu, manayı te’kit etmek içindir. Kur’an’ın şehadetiyle sadaketleri tescil edilen muhacirin Ebu Bekir’e; “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) halifesi” diye hitap etmesi, sahabenin içtenlikle Ebu Bekir’in hilafetini kabul ettiği anlamına gelir. Aksi bir anlayış “Kur’an’ın “sıddık” diye nitelediği muhacirin yalan konuşma ihtimalini gündeme getirir ki, bu Kur’an’a yöneltilen en büyük iftiralardan biri olur.
    Tâdat ettiğimiz bütün bu hakikatler işaret ediyor ki; Ebu Bekir (r.a.) sahabenin en faziletlisi ve hilafete en layık olanıdır. Sahabe O’na biat ederek bu gerçeği teyit etmiştir.
    Kur’an ile Yanlış İstidlal Dalaletten Başka Ne İfade Eder?
    Şii: Hz. Ali’nin imametine dair delil olarak takdim ettiğim, sizinse hevai tevil diyerek reddettiğiniz malumat arasında ayetler de vardı. Fakat Ebu Bekir’in hilafetine delil olabilecek rivayetlerin neredeyse tamamını hadislerden getirdiniz. Bu da göstermektedir ki imamet mevzuunda Şia’nın delilleri Kur’ani olmaları hasebiyle Ehl-i Sünnetinkiler’den daha kuvvetlidir.
    Sünni: Delil, yanlış kullanıldıktan sonra Kur’ani olsa dahi ne ifade eder?! Nitekim bütün sapık mezhepler de bir takım indi yorumlar yaparak Kur’an’a dayandıklarını iddia etmektedirler. Bu durumda onlar da İslami’dirler mi diyeceksiniz!? Hâdise karşısında ki tutumunuz Hakem olayında Hz. Ali’ye “Hüküm ancak Allah’ındır.” ayetiyle karşı çıkan Haricilerle ayniyet arz etmektedir. Bu durumda istidlallerinizin en camî cevabı Hz. Ali’nin Haricilere söylediği şu cümledir: “İfade doğru fakat ondan yanlış mana kast ediliyor.”[29]
    Davanızı desteklemek için ayeti yanlış yerde kullanmanız, indi teviller yapmanız “mümin” kimliğinizi tartışılır hale getirir. Çünkü Allah Rasülu (s.a.v), Kur’an’ı kendi gaye, ideoloji, meşreb ya da menfaatleri doğrultusunda açıklayanların nasıl değerlendirildiklerini ifade buyururken şunları söylemektedir: ‘Kim kendi görüşü ile Kur’an’ı tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.’[30]
    Ayrıca Kur’an’ı Kerim’de Hz. Ebu Bekir’in hilafetine “işaret” eden bir çok ayet vardır. Üstelik bunların tesbiti bana değil Kur’an’ın inişine, Hz. Cebrail’in gelişine şahitlik eden ashaba aittir. Bütün bu hakikatler Ebu Bekir’e işaret eden ayetlerin delalet gücünü de artırmaktadır.
    Ayetler de Ebu Bekir’i İşaret Eder
    Şii: Madem ayetle istidlal edebiliyordunuz da niçin öncelikle hadisleri naklettiniz?
    Sunni: Hadis-i Şeriflerin bir kısmı tevatür derecesindedir.[31] Nitekim onların Allah Rasülüne (s.a.v.) aidiyetlerine siz de itiraz edemediniz. Hilafete delaletleri ayetlerden daha aşikar olduğundan öncelikle onları tâdat ettim.
    Şii: Ya ayetler. Hangileriyle neye göre istidlal ediyorsunuz?
    Sünni: Hasan Basri diyor ki; “Vallahi; ‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki): Allah, sevdiği ve kendisini seven… bir toplum getirir.’[32] Ayetinde zikri geçen mürted kavmin yerine geldiği bahsedilen cemaat Ebu Bekir ve dostlarıdır. Çünkü bu ayet Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden hemen sonra başlayan irtidat hareketleri ve onları etkisiz hale getiren Ebu Bekir ve mübarek ordusu hakkında inmiştir.’[33] Bu noktada büyük müfessir Katade de benzer şeyleri söylemektedir.[34]
    “A’rabilerin geri bırakılmış olanlarına de ki; Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya Müslüman olurlar.”[35] Bu ayet Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetine delalet etmektedir. Çünkü Huneyn muharebesinden geri kalan A’rabileri, ayette kast edilen Müseyleme’nin kavmi Hanif oğulları ile savaşa ilk defa çağıran Ebu Bekir’dir. Yine bir başka tefsire göre “çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız,” ayetinden maksat İran ve Rumlardır. Ümmeti onlarla ilk defa muharebeye çağıran da Hz. Ömer’dir. Ordulara savaş emrini vermek bütün dünya devletlerinde devlet başkanına aittir. Bu durumda savaşa çağrı ameliyesini devlet adına üstlenen Ebu Bekir ve Ömer’in riyasetini Kur’an bizzat tasdik etmektedir.
    Şii: Fakat Tabiin kuşağının Sünni müfessirlerinden İkrime ve Katade “savaşılmaya çağrılan kavmin “Hevazin” ve “Ğatafan” olduklarını bildirmektedir. Buna göre savaşa çağıran Ebu Bekir (r.a.) ya da Ömer (r.a.) değil, Allah Rasülü’dür (s.a.v.).
    Sünni: Ümmeti savaşa çağıran kişinin Hz. Rasülullah (s.a.v.) olması mühaldir. Çünkü O buyurdu ki; “Artık bundan sonra benimle birlikte sefere çıkamayacak, düşmanla savaşmayacaksınız.” Hadisin delalet ettiği mana savaşa çağıranın Allah Rasülü (s.a.v.) olmasına manidir. Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalini takiben ümmeti muharebeye çağıran ilk kişi Ebu Bekir sonra Ömer olduğuna göre bizim naklettiğimiz tefsir tercihe şayan olandır.[36]
    Bu ayetin inişiyle Ebu Bekir’in savaş çağrısı arasında, İslam Devleti tarafından yapılmış hiçbir harp daveti yoktur. Bu hususta ulema hem fikirdir.[37] Hakikatin bu minval üzere olmasındandır ki Sünnet ve Cemaat alimleri; “Ebu Bekir’in hilafetinin Kur’ani şahidi bu ayettir” demişlerdir.
    “Bu İkisinden Birine Biat Ediniz”
    Şii: Madem naklettiğiniz ayet ve hadisler Ebu Bekir’in hilafetine işaret ediyor bu durumda niçin O, Ben-u Saide çardağında Hz Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde’yi göstererek “Bu ikisinden birine biat ediniz” demiştir. Ebu Bekir’in tavrı halife olacağına işaret eden her hangi bir delilin ademiyetini göstermez mi? Ya da kendi adına nass varken hilafeti başkalarına havale etmek haram değil mi?
    Sünni: Hz. Ebu Bekir bu hareketiyle göreve talip olmadığını, bizzat matlup olduğunu sahabenin ileri gelenlerine de söyletmek istemiştir. Bir anlamda bu “malumu i’lam” kabilindendir. Nitekim Hz Ali “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) umur-u diniyyede imamımız olmasına razı olduğu Ebu Bekir’i niçin dünya işlerinde de imam yapmayalım.” diyerek Ebu Bekir’in niyetini ilk okuyan sahabi olmuştur.



    DİPNOTLAR:
    [1] Buhari, Kitabu’l-Cenaiz, 5; Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 5; İbn Mace, Sünen, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 220.
    [2] Mes’ud b. Ömer b. Abdillah Teftazani, Şerhu’l-Makasıd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, III, 474.
    [3] Seyyid Şerif Ali Muhammed Cürcani, Şerhu’l-Mevakif, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, VIII, 378.
    [4] Bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495.
    [5] Kur’an, Maide (5): 55.
    [6] Kur’an Maide (5): 51.
    [7] Kur’an, Maide (5): 57.
    [8] Ayrıntı için bkz. Fahruddin Muhammed b. Ömer Razi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990,XII, 24-25; Teftazani, a.g.e., III, s.501-503.
    [9] Bkz. Buhari, Menakib, 1; Tirmizi, Tefsir-u Suret-i 42, 1; Ahmed, Müsned, I, 286.
    [10] Kur’an, Tevbe (9):40.
    [11] Tirmizi Sünen, V, 619 , Ahmed, Müsned, IV, s.154; Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali İbn Hacer Askalani, Fethu’l-Bâri bi Şerh-i Sahihi’l-Buhâri, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1988, VII, 51.
    [12] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11.
    [13] Kur’an, Tevbe (9):71.
    [14] Tirmizi, Menakib, 5; İbn Mace, Sünen (Mukaddime), 11.
    [15] Buhari, Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 9; Tirmizi Menakib, 20; İbn Mace, Mukaddime, 11; Ahmed, Müsned, I, 170.
    [16] Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref Nevevi, Şerh-u Sahih-i Müslim, (tah. M.Fuad Abdulbaki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I, 195; İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Aclûni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nâs, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 550.
    [17] Muhammed Rıza, Muhammed Rasülullah, Beyrut, ty., s. 418.
    [18] Buhari, 62/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 5; Müslim, 44/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 54; Tirmizi, Sünen, 50/Kitabu’l-Menakib, 58.
    [19] Buhari ,Sahih, II, 932 ; Müslim, Sahih, IV,1962; Tirmizi, Sünen, IV, 549; İbn Mace, Sünen, II,791.
    [20] Celaluddin Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, Daru’l-Marife, Beyrut, 1996, s.40.
    [21] Suyuti, a.g.e., s. 70.
    [22] Buhari, Sahih, IV, 225, IX, 92-93.
    [23] Tirmizi, Sünen, V, 672; Hakim, Müstedrek, III,79-80.
    [24] Hakim, Müstedrek, III, 82.
    [25] Müslim’in rivayet ettiği hadis için bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495.
    [26] Müslim, Sahih, V, 313.
    [27] Suyuti, a.g.e., s. 6.
    [28] Kur’an, Haşr (28): 8.
    [29] Şihabuddin Ahmed b. Hacer Mekki, el-Hayratu’l-Hisan, Beyrut, ty., s. 33.
    [30] Tirmizi, a.g.e., s.48/Kitab-u Tefsiri’l-Kur’an, 1, (IV, 439-440, H.no: 2959-2960).
    [31] Suyuti, a.g.e., s.59.
    [32] Kur’an, Maide (5): 54.
    [33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, Daru’l-Kurani’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 527.
    [34] Suyuti, a.g.e., s. 61.
    [35] Kur’an, Fetih (48): 16.
    [36] Görüşlerin tahlili için bkz. Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, XVI, 180.
    [37] Suyuti, a.g.e., s.62.
    Haktır Allahım Muhammed mahım
    Ali'dir şahım efendim Allah eyvallah

    #2
    Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

    [color=rgb(51, 51, 51)]SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI - 2.BÖLÜM[/color][color=rgb(51, 51, 51)][/color](BİR Şİİ MOLLASI İLE YAPILAN MÜNAZARA)İHSAN ŞENOCAK HOCA / İNKİŞAF DERGİSİ

    2.BÖLÜM
    FEDEK
    Şii: Efendimiz (s.a.v.) ahirete irtihal ettiğinde Hayber’de yer alan “Fedek” adındaki köy şahsi mülkündeydi. Hz. Fatıma “Eğer (babadan geriye kalan) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur.”[38] ayetine istinaden Fedek’in yarısını talep etmişti.
    Nasıl ki Allah Rasülü (s.a.v.) masumdur, Onun kızı da günah ve yalandan korunmuştur. Çünkü O (s.a.v.) buyurmuştu ki; “Fatıma (r.ah.) benden bir parçadır.” Küll masumsa O’nun (s.a.v.) parçası da masum olur. Fatıma masum olduğuna göre miras iddiasında Hz Rasülullah’a (s.a.v.) yalan ya da yanlış isnat etmesi mümkün değildir. Fakat Ebu Bekir, masumiyeti aşikar olan Fatıma’nın bu talebini reddetmiştir. Fedek arazisini ona vermemiştir. Halife tarafından sergilenen bu tavır, açık nasslara muhaliftir. Böyle birisinin hilafetini nasıl ve niçin savunuyorsunuz?
    Sünni: Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vefatından hemen önce atadığı Usame b. Zeyd’in komutanlığı Ebu Bekir’in devr-i hilafetinin ilk günlerinde tartışmaya açıldığında (Usame’nin değiştirilmesi talep edildiğinde); “Değil Usame’yi değiştirmek, Hazreti Rasüllah’ın (s.a.v.) attığı bir düğümü dahi zait görüp çözmem.”[39] diyen Ebu Bekir’in miras ayetine muhalefet ettiğini nasıl iddia edebilirsiniz?! Kur’an’a muhalefet etmekle itham ettiğiniz Ebu Bekir bu noktada öylesine hassastır ki; şu serzenişler O’na aittir: “Bilmediğim konularda Allah’ın kitabı hakkında tefsirde bulunursam hangi sema beni gölgesine kabul eder ve hangi arz beni üzerinde barındırır.”[40]
    Hz. Ebu Bekir, Fedek arazisinin Hz. Fatıma’ya verilmesi meselesinde ayete muhalefet etmemiş bilakis bütün ayetleri açıklama vazifesi kendisine verilen Allah Rasülü’nün (s.a.v.) sünnetiyle miras ayetini tahsis etmiştir. Şöyleki; “Âmm” olan miras ayetini “Biz Peygamberler cemaati miras bırakmayız. Bize kimse varis olmaz. Terikemiz sadakadır.” hadis ile sınırlandırmıştır.
    Şii: Muhassıs (tahsis eden) olarak ileri sürdüğünüz delil neticede bir hadistir. Karşıda ise vurud-u kat’iyyet ifade eden bir ayet vardır. Ayete mukabil hadis nasıl tercihe neden olabilir?
    Sünni: Bu noktada haber-i vahid’in hükmünü, hangi durumlarda nasıl değerlendirilmesi gerektiğini konuşacak değilim. Buna gerek de yok. Çünkü Hz. Ebu Bekir Rasülullah’tan (s.a.v.) neyi, nasıl ve ne kadar işittiğine hakimdir. Merviyyatını karıştırdığına işaret eden hiçbir emare mevcut değildir.
    Miras meselesinde karinelerle ihtimaller ortadan kalkmış, Hz. Ebu Bekir katında “haber-i vahid” mirasla ilgili genel hükümleri sınırlandıran kesin bir delile dönüşmüştür. Ayrıca peygamberlerin hakiki miraslarının ilim olması, Ebu Bekir’in uygulamasını desteklemektedir.
    Veraset
    Şii: Kur’an “Süleyman Davud’a (a.s.) varis oldu.”[41] diyor. Önceki peygamberlerin çocukları babalarına varis oluyor da Fatıma niçin babası Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) malından hissesini alamıyor?
    Sünni: İstidlal ettiğiniz ayette bahsi geçen veraset hakiki manada müsta’mel değildir. Çünkü Hz. Davud’un (a.s.) on dokuz tane evladı vardı. Süleymen (a.s.) onlar içinde nübüvvet ve idareye varis olmakla temayüz etmişti. Eğer ayette bahsi geçen miras hakiki manada kullanılmış olsa idi o takdirde Davud’un (a.s.) bütün çocukları verasette eşit olmalı idi. Fakat mana buna müsait değildir. Çünkü ayette zikr olunan miras, mecazi anlama masruftur. Tıpkı “alimler nebilerin varisleridir.” hadisinde olduğu gibi.[42]
    Hz. Fatıma’nın masumiyeti meselesine gelince; İstidlal ettiniz hadis mecazi manadadır.[43] Buna göre hadis, karabet yoluyla oluşan kül-cüz ilişkisini ifade etmektir. Bu yüzden Allah Rasülü’nün (s.a.v.) masumiyetinin aynısını Hz. Fatıma’da aramak doğru değildir.
    Fedek’teki Şahitler
    Şii: Hz. Fatıma Fedek arazisini Hz. Ebu Bekir’den talep ederken Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Eymen (r.anhum) ona şehadet etmişti. Ebu Bekir onların şehadetini reddederek zulme irtikap etmiştir.
    Sünni: İsimleri yan yana tâdat ederek söz bolluğuyla hakikati perdelemek ister bir tavrınız var. Söz konusu isimleri tek tek tahlil edersek ortaya şöyle bir netice çıkar: Hasan ve Hüseyin, Fatıma’nın (r.anhum) çocuklarıdır. Çocuğun anne-baba lehine şehadeti makbul değildir. Bütün bunlardan öte, o ikisi şehadet vaktinde küçük çocuktular. Nasıl şehadet etsinler?! Hz Ali ve Ümmü Eymen’e gelince onların şehadeti nisab için yeterli değildir. Çünkü bu nevi davaların şehadeti için ya iki erkek ya da bir erkek iki kadın gereklidir.[44]Ayrıca bazı müctehidler eşlerin birbirleri lehine yaptıkları şehadeti reddetmektedir.[45]
    Hâdisenin Ebu Bekir’i destekleyen bir başka yönü de var ki oda şöyledir: Allah Rasülü (s.a.v.) şahsi mallarında nasıl tasarrufta bulunduysa Ebu Bekir uygulamaya aynen muvafık kalmıştır. Efendimiz’in (s.a.v.) Beni Nadr, Hayber ve Fedek’de hurmalıkları vardı. Beni Nadr’ın gelirini memurlarına, Fedek’tekini fakirlere, Hayber’dekini ise üçe ayırırdı: Üçte ikisini Müslümanlara birini de “Ehl-i Beyt”ine verirdi.[46] Hz. Ebu Bekir halife olunca Allah Rasülü’nün (s.a.v.) uygulamasını değiştirmedi. Bu yüzden “Fedek” arazisindeki tavrı sünnete tıpkısıyla iktidadır. Hz. Ömer, devlet başkanı olunca Ali ve Abbas’ı çağırdı. Onlara Hz. Ebu Bekir’in Fedek hususunda ictihadına delil kullandığı hadis-i şerifi Rasülullah’tan (s.a.v.) işitip-işitmediklerini sordu. İşittik dediler. Nitekim Hz Ali’de devr-i hilafetinde mezkür Fedek arazisini çocuklarına vermedi. Eğer Ebu Bekir’in hükmüne itirazı olsa idi mukakkak ki onu değiştirirdi.
    Hadis-i Şerife rağmen Hz. Fatıma validemiz’in Fedek arazisini istemesi ise babası Hz. Rasülullah’ın (s.a.v.) malı ile bereketlenmek içindir. O da bir insandı ve beşeri hasletleriyle hadiseye yaklaşıyordu. Fakat Hz. Ali’nin devr-i hilafetinde ki tavrı netice itibariyle Ebu Bekir’in ictihadının doğrulunu teyit etmektedir.
    HAC BAHSİ
    Şii: Allah Rasülü (s.a.v.) ehemmiyet arz eden hiçbir meselede Ebu Bekir’e görev vermemiştir. Hac mevsiminde “Berae” süresini okuması için Onu Mekke’ye göndermişti ki Ali’yi ardından yollayıp Onu azletmiştir. Buyurdu ki; “Bunu ancak benden olan birisi tebliğ edebilir.” Bu da göstermektedir ki Ebu Bekir sureyi tebliğ etmeye ehil değildir. Hüccaca emir olamayan nasıl olur da bütün bir ümmete halife olabilir.
    Sünni: Naklettiğiniz hadiseye tarihi malumat çerçevesinde bakıldığında onu doğrulamak mümkün değildir. Çünkü Allah Rasülü (s.a.v.) Hz. Ebu Ebu Bekir’i görevden azletmiyor bilakis Hz. Ali’yi onun emrine veriyor. “Berae” süresi Hac kafilesinin Medine’den ayrılmasını muteakip nazil olduğundan dolayı Ebu Bekir sureden haberdar olamıyor. Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) sureyi Hz. Ali’ye veriyor. İlan etme vazifesini Hz. Ali’ye vermesi ise şunun içindir; Bir anlaşma yapılırken ya da iptal edilirken bunu ya bizzat kişinin kendisi ya da amca oğullarından birisi yapmalıydı. Arapların adeti böyleydi. Hadiseye mevcut gelenek çerçevesinde bakıldığında görülecektir ki Ebu Bekir’in azledilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Hz. Ali’nin ilan vazifesini Ebu Bekir’in emri altında ifa etmesi Şia’nın lehine değil aleyhine bir delidir.
    MESNEDSİZ BİR İDDİA
    Şii: Peki Allah Rasülü’nün (s.a.v.) Ebu Bekir’i namaz kıldırmaktan azletmesine ne diyeceksiniz?
    Sünni: Bu en hafif ifade ile yalandır, uydurmadır, Hz. Rasülullah’a (s.a.v.) iftiradır. Bu husustaki sahih rivayetler iddialarınızın meşrep taassubuyla söylendiğini teyit etmektedir. Hz. Ali’nin amcaoğlu Abdullah b. Abbas diyor ki; “Allah Rasülü (s.a.v.) iki kişinin arkasında namaz kılmıştır. Biri Ebu Bekir diğeri ise Abdurrahman b. Avf’tır.” Enes b. Malik rivayet ediyor: “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vefat ettiği hastalığı esnasında Ebu Bekir ashaba imamlık etmekteydi. Pazartesi günü onlarla namaz safındaydı. Allah Rasülü (s.a.v.) hücre-i saadetin perdesini kaldırdı, ayakta bize bakıyordu. Sanki yüzü mushaf sahifesiydi. Sonra tebessüm etti. Onu o halde görünce biz neredeyse sevincimizden uçacaktık. Hadiseye tanıklık eden Ebu Bekir namaz kıldırmaktan kendini geri aldı. Zannetti ki Allah Rasülü (s.a.v.) namaza çıkacak. Efendimiz (s.a.v.), “namazınızı tamamlayın” diye işaret etti ve perdeyi indirdi. O gün de vefat etti.”[47] İşte Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) dünyadaki son anları… Mübarek bakışlarıyla mihrabındaki halifesi Ebu Bekir’in (r.a.) imametini tasdik ediyor. Fazla söze ne hacet.
    KIRTAS HADİSESİ
    Şii: Allah Rasülü (s.a.v.) son hastalığında ağrısı şiddetlenince; “Yazı ile alakalı edevatı getirin, size öyle bir belge yaz(dır)ayım ki benden sonra sapıklığa düşmeyiniz.” buyurmuştu. Fakat Hz. Ömer; Hz. Rasülüllah’ın (s.a.v.) hastalığı arttı, yanımızda Allah’ın kitabı var o bize yeter.” diyerek buna engel oldu.[48]
    Hz. Ömer bu tavrıyla Rasülullah’ın (s.a.v.) ilahi emri tebliğ etmesine karşı çıkmıştır. Gayesi ise Hz. Ali’nin halife olarak atanmasına mani olmaktır.
    Sünni: Faraziyeler üzerine akide inşa ediyorsunuz. Söyledikleriniz ilmi esaslardan uzaktır. Nereden biliyorsunuz Efendimiz’in (s.a.v.) Hz. Ali’yi halife olarak atayacağını. Ahmed b. Hanbel Müsned’inde Allah Rasülü’nün (s.a.v.) “Yazı yazacak edevatı getiriniz.”[49] mealindeki emrinin Hz Ali’ye (r.a.) yönelik olduğunu bildirmektedir. Zaten müşarün ileyh’in hilafete getirilmesini muhtevi bir belgenin kendisi tarafından kaleme alınması inandırıcılığını zedeler. Çünkü kişinin kendi görev kağıdını telif etmesi töhmete yol açar. Hz. Ali ile alakalı durum bu noktada iken Allah Rasülü (s.a.v.) bizzat Aişe’ye Hz. Ebu Bekir’in hilafetine dair belge yazdırmak istediğini beyan etmiştir. Bu da göstermektedir ki; Efendimiz (s.a.v.) tarafından halife tayini söz konusu olacak idiyse bu listenin başında Ebu Bekir’in adı olacaktı. Çünkü Allah Rasülü (s.a.v.) hastalığının başında Onun adını telaffüz etmişti.[50]
    Hz. Ömer’in malum tavrının arka planında müslümanların yapmaktan aciz kalacakları emirlerin kayda geçirilme korkusu vardı. Beyhagi’ye göre Hz. Ömer’in maksadı son hastalığında Allah Rasülü’nün (s.a.v.) rahat bırakılmasıydı. Eğer Efendimiz’in (s.a.v.) isteği, murat ettiği meselenin yazılmasından yana olsaydı, sahabenin ihtilafından dolayı bunu terk etmez, ısrarcı olurdu. Fakat öyle yapmadı. Bir anlamda hadise İlahi takdire havale edildi.
    Sahabe Allah Rasulü’nün (s.a.v.) kesin bir şekilde görüş beyan etmediği hususlarda Onunla istişare eder bazen de farklı görüş izhar ederdi. Nitekim akli meseleler ve ictihadi hükümlerde ashabın Allah Rasülü (s.a.v.) ile fikir teatisinde bulunmasını Kur’an da desteklemiştir. Allah Teala; “(Umuma ait) işlerde onlara danış.”[51] buyurmaktadır. Buna göre ashabın ictihadi meseleleri reddetme ve değiştirme yetkisi vardır. Zira bir işin istişare ile tasavvur edilmesi değiştirmeye musait olduğunu gösterir. Bu çerçevede Allah Rasülü (s.a.v.) bir çok hususta ashabı ile istişare etmiştir. Bedir esirleriyle alakalı meselede istişare edilmiş, Hz. Ömer genel kanaate muhalif fikir beyan etmiştir. Çoğunluk fidye almaktan yana iken Hz. Ömer “katl”den yana tavır almıştır. Neticede ayet Hz. Ömer’in görüşüne muvafık olarak nazil olmuştur. Allah Rasülü (s.a.v.); “Eğer bu hadiseden dolayı azap inecek olsaydı Ömer ve Sa’d b. Muaz’dan başka kurtulan olmazdı” buyurmuştur.[52] Abdullah b. Übeyy’in cenaze namazının kılınıp-kılınmaması, Hudeybiye’de Kureyşlilerle yapılan sulh üzerine akdedilen konuşmalar, ashapla Efendimiz (s.a.v.) arasındaki fikir alış verişinin en canlı örneklerindendir.
    Hz. Ömer’in “Efendimiz’in (s.a.v.) hastalığı arttı, yanımızda Allah’ın kitabı var, o bize yeter.” şeklindeki ifadesi istişarenin bir parçasıdır. Allah Rasülü (s.a.v.) kağıdı tekrar istemeyerek, Hz. Ömer’in ictihat ederek istişareye yaptığı katkıyı tasvip etmiştir. Sahabenin bu nevi bir bakışa sahip olmasında Allah Rasülü’nün (s.a.v.) teşvik ve onayı vardır. Sahabe dini ve dünyevi bütün meselelerini vahiyle çözmekteydi. Vahyin tamamlanmasını müteakip zuhur edecek problemleri fasl edebilmeleri için istişarede meleke kesbetmeleri gerekliydi. Efendimiz (s.a.v.) sahabeye istişare imkanı vererek bir anlamda onları kendinden sonraki hayata hazırlıyordu, kabiliyeti olanları yetiştiriyordu. Yapılan istişareler neticesinde Allah Rasülü (s.a.v.) bir görüşü benimsediyse bu tasvip yoluyla sünnete dönüşmüştür. Kırtas hadisesinde Hz. Ömer Allah Rasülü’nün (s.a.v.) rahat bırakılması gerektiğini, dinin kemal bulduğunu, yirmi üç yılda söylenmesi gereken her şeyin söylendiğini,[53] şimdi ise Hz. Peygamber’i Cenab-ı Hakk ile baş başa bırakmanın elzem olduğunu söylemekteydi. Onu, “bize Allah’ın kitabı yeter” dedirten düşüncenin arka planında işte bu hakikatler vardır. Ayrıca Allah Rasülü’nün (s.a.v.) “kağıt getirin” emri “vücup” değil “ibaha” ifade eder. Yani kağıt getirme işlemi huzurda bulunan ashabın ihtiyarına terk edilmiştir. Eğer emir “vucup” ifade etseydi hadiseden sonra dört gün daha yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.) talebini yinelerdi. Nitekim O (s.a.v.) kendisine karşı yapılan muhalefeti dikkate alarak hiçbir vazifeyi terk etmedi. Bu noktada aksi bir kanaate sahip olmak Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tebliğ vazifesini ifa etmediği anlamına gelir ki bu da Kur’an’ın şu ayetini inkar olur: “Rasüle düşen (vazife) ancak tebliğdir.”[54]
    Şii: Ortada bir talep bir de Hz. Ömer’in onu reddedişi var. Hâdise bu kadar basitken Ömer’den yana konuşmak için derin izahlara girişmek sadece kelam israfı olur.
    Sünni: Hz. Ömer’in kağıdın getirilmesine engel olması red ya da inkar değildir. Beklemeden yana tavır almıştır. Gayesi ise Efendimiz’in (s.a.v.) meramını anlayabilmektir. Yani eğer Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v.) kağıdı ısrarla isterse, emir vahiydir ve kağıt getirilmelidir. Aksi takdirde bu bir ictihattır bunun için de Allah Rasülü’nün (s.a.v.) başını ağrıtmak doğru olmaz. Çünkü ictihad Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hayatında ve hatta huzurunda caiz olduğuna göre O’nun irtihalinden sonra da evleviyetle caiz olur.
    Efendimiz’in (s.a.v.) kağıt talebinde ısrar etmemesi/vazgeçmesi göstermektedir ki; bu ictihadi bir meseledir.
    Talebi anlamak için durup beklemek -şer’an- yadırganmamıştır. Zira Melekler bile Hz. Adem’in hilafeti söz konusu olunca anlama ve bilgi sahibi olma kabilinden Melik-i Allâm’a (c.c.) şöyle bir arzda bulunmuşlardır: “Bizler seni hamd ile tesbih ve takdis ederken yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?”[55] Yine istifsar yani hadiseyi öğrenme babından Zekeriyya (a.s.) kendisine Yahya (a.s.) müjdelendiğinde; “Bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik eşimde kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?”[56] diye sormuştur. Hz. Meryem de aynı şekilde; “Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?”[57]diye teennide bulunarak durumunu tefsir etmeye çalışmıştır.[58]
    Görüldüğü gibi metafizik boyutu olan her hangi bir hadise hakkında kesin ve tam malumat sahibi olabilmek için durup bekleyen, sözün muradını “istifsar” etmeye çalışan sadece Hz. Ömer değil, Kur’an-ı Hakim’in ifadesiyle grupta melekler, peygamber ve peygamber annesi de var. Bu durumda –haşa- onlara da mı küfür isnadında bulunacaksınız?! Ayetlerde bahsi geçen anlama ameliyesi ne kadar içten ve samimi ise Hz. Ömer’in ki de aynı içtenlik ve samimiyettedir.
    Şii: Kur’an’ı Hakim Allah Rasülü’nün (s.a.v.) söze dair tasarrufunu beyan ederken; “O, kötü arzularına göre konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.”[59] buyurmaktadır. Bu ayete göre Hz. Ömer vahyi engellemiş oluyor. Onu engellemek de Kur’ani ifade ile küfürdür: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.”[60]
    Sünni: Küfürle itham ettiğiniz kişi Allah Rasülü (s.a.v.) ile birlikte olabilme devletine erişenlerin en büyüklerindendir. Allah Rasülü (s.a.v.) Onun için buyuruyor ki; “Eğer benden sonra Peygamber gelseydi muhakkak ki O Hattap oğlu Ömer olurdu.” O Ömer, İslam’ı yüceltmek ve Hazreti Rasülullah’a (s.a.v.) yardım etmek için gece gündüz demeden malını infak etmiştir. O’nun (s.a.v.) sevgisi uğruna yurdunu terk etmiştir. Cibril’in gelişine, vahyin inişine, mucizelerin oluşuna tanık olmuştur. Allah Teala’nın rızasına ulaşan 1400 civarındaki Hudeybiye cemaati içinde O da vardır: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur.” ayetinin ifade ettiği mana gereği Allah Teala’nın rızasına nail olan Ömer’e küfür isnadında bulunmak ne çürük bir idraktir. Şunu da unutmamak gerekir ki Efendimiz (s.a.v.); “Semre ağacı altında biat edenlerden hiçbirisi cehenneme girmeyecek”[61] buyurmaktadır. Ömer Hudeybiye’de biat edenlerin ilklerindendir. Sonra O, dünyada iken cennetle müjdelenen on büyük sahabiden birisidir. Bu hadis “manevi tevatür” derecesindedir.
    Hz. Ömer İslam için O kadar mühimdir ki; Abdullah b. Abbas diyor ki; “Ey peygamber! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah yeter.” ayeti Hz. Ömer’in Müslüman olması üzerine inmiştir.[62]
    Bütün bunları alt alta koyun, sonrada “Müslüman’a küfür isnadında bulunan kafir olur.” hadisi fehvasınca söylediklerinizi yeniden tahlil edin. İşte o zaman küfür yaftasının kime münasip olduğunu doğru bir şekilde idrak etme imkanı bulacaksınız.
    Hz. Ömer’i küfürle itham babında İstidlal ettiğiniz ayet, Efendimiz’in (s.a.v.) Peygamber kimliğiyle söyleyip, yaptıklarıyla alakalıdır. İnsan olmanın gereği olarak yaptıkları bu fasla dahil değildir. Bütün müfessirler bu görüştedir.
    Şii: Bu tadat ettiğiniz meseleler ne ifade eder? Ortada cevap bekleyen azim bir hadise var. Hz. Ömer vahyin tatbikine mani olmuştur.
    Sünni: Söyledikleriniz hilafı hakikattir. Çünkü Efendimiz’in (s.a.v.) bütün konuşmaları “vahyi” değildir. Eğer öyle olsaydı bir takım tasarrufatına Cenab-ı Hakk’ın müdahalesi yersiz olurdu. Bu durumda Tebük seferine çıkarken özür beyan edip izin isteyen münafıklara olumlu cevap vermesini konu edinen şu ayetteki affın bir anlamı kalmazdı: “Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?”[63]
    Şii: Hz. Ömer’in tavrı ve onu yorumlamadaki mütalaanız Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hayatında sehvin mümkün olduğuna işaret ediyor. Bu durumda İslam zarfı içinde hataların mevcudiyetini iddia edenlere fırsat vermiş oluyorsunuz.
    Sünni: Sehiv ve unutma Allah Rasülü (s.a.v.) için caizdir. Hatta olmuştur da. Bir defasında dört rekatlı namazın ikinci rekatında selam verdi. Zülyedeyn; “Ya Rasülellah (s.a.v.) namaz mı kısaldı yoksa son iki rekatı mı unuttunuz.” diye sordu. Zülyedeyn’in söylediği hazirun tarafından da doğrulanınca Allah Rasülü (s.a.v.) kalkıp iki rekat daha kıldı.
    Beşeriyetin bir gereği olarak sıhhatli halinde Allah Rasülunden (s.a.v.) sehiv ve nisyanın sadır olması caiz olduğuna göre ölüm hastalığında hiçbir kasıt ve ihtiyar olmadan yine beşeriyetin bir gereği olarak sehvin vaki olması neden caiz olmasın? Böyle bir durumda niçin şer-i hükümlere güven kalksın?[64]
    Kaldı ki Cenab-ı Hakk Allah Rasülü’nü (s.a.v.) unutma ve sehve karşı kesin bilgi sahibi yapmış, mutlaka vahiyle gerçeğe muttali kılmıştır. Bu yolla doğru, yanlıştan temyiz edilmiştir. Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hata üzerine takriri/tasvibi caiz değildir.
    Efendimiz (s.a.v.) neticede bir insandı. Onda da insani özellikler vardı. Bu, örnek alınabilmesi için de en ideal olanıydı. Yanılmasında bile hikmetler saklıydı. Eğer namazda sehiv ya da unutması söz konusu olmasaydı ibadet ederken yanılan ne yapacaktı, bunu nereden ve nasıl öğrenecekti? Beşeriyete onların içinden bir Rasül (s.a.v.) gönderildi, bir çok özelliği onlarla ayniyet arz eden bir Rasül (s.a.v.) … Fakat İslam’la alakalı beşeri özellikleri sehiv halinde mutlaka vahiyle tashih edilmiş bir Rasül (s.a.v.) … Bu yüzden hadiseyle bağlantı kurup şer’i hükümlerin güvenini tartışmak “kıyas-ı me’al farık”tır.
    ***
    Ashaba hüsn-ü zan göstermek imani bir zorunluluktur. Çünkü Allah Rasülü (s.a.v.) Onları sevmeyi kendini sevmeye, onlara buğzetmeyi de kendine olan nefrete bağlamıştır. Onlar Peygamberlerden sonra insanlık tarihinin en hayırlı kuşağıdır. Hz. Ömer de o hayırlı kuşağın en büyüklerindendir. Öyle ki Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v.) O’nun için (önceden de nakledildiği gibi) buyurdu ki, “Eğer benden sonra peygamber olsaydı muhakkak ki O, Ömer b. Hattap olurdu.”[65]
    Kırtas hadisesinin arka planında Hz. Ömer’in halife olma sevdası vardır, iddianız Onun şu sözü karşısında ne kadar anlamsız durmaktadır; “Eğer halifeliği satın alacak birisini bulsam şüphesiz onu bir dirheme satarım.”[66]
    NETİCE
    Hz. Osman, Aişe, Muaviye ve onların içinde yer aldığı hadiseler… Bunları da konuştuk. Ne ki müdafaanın bu bölümleri yerin azizliğine uğradı. Bizde saklı olan malumatı ileride, kitap çapında yapılacak bir çalışmaya havale edelim.
    ***
    Kur’an sahabenin birbirine bakışını anlatırken, merhamette son derece hasbi olduklarını ifade ediyor.[67] Bize düşen de Kur’an’ı, hareket noktası kabul etmektir. Aralarındaki savaşlara gelince; İmam Şafi’nin şu sözü takınılması gereken tavrı ne güzel özetliyor: “O bir kandı. Allah ondan yana ellerimizi temiz tuttu. Biz de sükut ederek dillerimizi temiz tutalım.”[68]
    Ehli Sünnet’in Ehli Beyti sevdiği kadar Şia da sahabeye muhabbet beslese ortada hiçbir müşkil kalmayacaktır. Maalesef ki bu noktada az da olsa bir mesafe kat edilememiştir. Şia’nın programladığı bazı Sünnilerin de desteklediği “et-Takrib beyne’l-Mezahib” (mezhepleri birbirine yaklaştırma) projesi gerçekte Şia’nın doğrularını kabul ettirme amacına matuf bir çalışmadır. Sünni görünerek Ezher’de okuyan Hintli bir Şiinin yıllar sonra Zahit Kevseri Hazretlerinin huzurunda yaptığı itiraf bu acı gerçeğin belgelerinden sadece biridir: “Şu mavi kubbenin altında Ebu Bekir ve Ömer’in Müslüman olduğuna inanan İmamiye’ye mensup hiçbir Şii yoktur.”[69] (Bunun istisnaları olabilir.)
    Aslında bu hususta teberriden yanayız. Mesele ne kadar konuşulursa ümmet arasında ki adavet o kadar derinleşecektir. Bunun bilincindeyiz. Alem-i İslam’ın bu gün vahdete duyduğu ihtiyaç her zamankinden daha ileri derecededir. Bu da aşikar. Fakat mezhepleri birbirine yaklaştırma projesiyle etkisiz hale getirilen nice Sünni Müslüman zamanla sahabeye ta’n eder hale gelmiştir. Bu durum, bir Şii ile yaptığımız münazarayı neşretmeye bizi mecbur etmiştir. Birilerinin bilerek ya da bilmeyerek Şia meddahlığına soyunup ashaba ta’n etmeleri Sünnet ve Cemaat şuuruna sahip müslümanlara yeni bir vazife yüklemiştir. Hakkı tutup kaldırmak birinci ödevimiz olmuştur.

    DİPNOTLAR:
    [38] Kur’an, Nisa (4): 11.
    [39] S.
    [40] İbn Kesir, a.g.e., I, 13.
    [41] Kur’an, Neml (27): 16.
    [42] Kurtubi, a.g.e., XIII, 110; İbn Kesir, a.g.e., II, 667.
    [43] Cürcani, a.g.e., VIII, 387.
    [44] Kur’an, Bakara (2): 282.
    [45] Cürcani, a.g.e., VIII, 387.
    [46] Ebu Davud, Sünen, III, 141, H. No :2967, Beyhaki, Sünen, VII, 59, H. No:13148.
    [47] Buhari’nin rivayet ettiği hadis için bkz. Teftazani, a.g.e., VIII, 388.
    [48] Bkz. Buhari, İlim, 39; Cihad, 176; Cizye, 6; Megazi, 83; İ’tisam; 26; Müslim; Vasiyyet, 20-33; Hadisin mealindeki tasarruflar için bkz. Ebu’l-Fadl Şihabuddin Ahmed b. Hacer Askalani, Fethu’l-Bari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Beyrut, 1988, I, 168-169; Bedruddin Ebu Muhammed Ahmed Ayni, Umdetu’l-Kari Şerh-u Sahihi’l-Buhari,Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, II, 255-259.
    [49] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 222, H. No: 1935.
    [50] Müslim, Sahih, I,313, H. No: 418.
    [51] Kur’an, Al-i İmran (3): 159.
    [52] Bkz. Ahmed Faruk Serhendi İmam-ı Rabbani, el-Mektubat, Fazilet Neşriyat, İstanbul, ty., II, 227.
    [53] İlgili ayetler için bkz. En’am,(6) 38; Nahl (11) 89.
    [54] Kur’an, Maide (5): 99.
    [55] Kur’an, Bakara (2): 30.
    [56] Kur’an, Al-i İmran (3): 40.
    [57] Kur’an, Meryem (19): 20.
    [58] Bkz. İmam Rabbani, a.g.e., II, 230.
    [59] Kur’an, Necm (53): 3-4.
    [60] Kur’an, Maide (5): 44.
    [61] Begavi’nin Mealimu’t-Tenzil’inden naklen bkz. İmam-ı Rabbani, a.g.e., II, 229.
    [62] Celaluddin Suyuti, Lübabu’n-Nukul fi Esbabi’n-Nüzül, Daru’l-Marife, Beyrut, 1997, s. 145.
    [63] Kur’an, Tevbe (9): 43.
    [64] İmam Rabbani, a.g.e., II, 228.
    [65] Tirmizi, Sünen, V, 619; Ahmed, Müsned, IV, 154 , İbn Hacer, Fethu’l Bari, VII, 51.
    [66] İmam Rabbani, a.g.e., II, 232.
    [67] Kur’an, Fetih (48) 29.
    [68] Cürcani, a.g.e. VIII, 380.
    [69] Muhammed Zahid Kevseri, Makalatu’l-Kevseri, el-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire, ty., s. 128.
    Haktır Allahım Muhammed mahım
    Ali'dir şahım efendim Allah eyvallah

    Yorum


      #3
      Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

      bu tür yazılara cevap yazıp hiç bir itirazı cezapsız bırakmamaya bayılıyorum. ah bir de yeterince zaman olsa.. bu tartışmanın foyasını ortaya koysam... ama en kısa zamanda tertemiz Ehlibeyt mektebinden öğrendiklerimi burada paylaşacak sünninin iddialarının kendi içinde ne kadar büyük çelişkilere sahip olduğunu, şii diye verilen kimsenin bilerek nasıl sessiz bırakıldığını ya da şiayı bilmeyen birinden seçildiğini ispatlyacağım bi iznillah. sünninin söylediklerinin getirdiği delil niteliğideki bilgilerin (ki bunlara bilgi bile demeye gönlüm varmıyor) ne kadar çürük geçersiz temelsiz ve cevaplara neden olan sorulardan daha büyük soru ve sıkıntıları doğurduğunu, aynı zamanda ne büyük yalan ve yanlışlardan oluştuğunu bir bir ortaya koyacağım bi iznillah...

      Şianın vahiy kaynaklı, sünniliğin vahye sızan insan kaynaklı olduğunu bu tür yazılara verilecek cevaplarla ayan beyan görmek mümkün olacaktır...

      Yorum


        #4
        Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

        inşALLAH abi bekliyoruz bende burada bi kaç tane bilidğim kadarıyla cevaplıycamdan vaktim yok.
        Haktır Allahım Muhammed mahım
        Ali'dir şahım efendim Allah eyvallah

        Yorum


          #5
          Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

          bu yazi sahibinin yalanci oldugunu belgelemek icin yeterlidir. kurgulanmis olan bu uyduruk munazara senaryosu aynen "hücceti katiyye" adli kitaptan, sözde sünni alim Süveydi ile sia alim Mollabasi (?) arasinda gecen uyduruk munazaradan alinmistir. her iki uyduruk munazarada:

          1. ne hikmetse sia tarafi temsil eden molla mechuldür, hakkinda bilgi verilmemektedir.

          2. sia tarafi temsil eden uydurulmus molla en kücük bir mukavemet göstermemekte, sadece iddalarini dile getirip kemdisine verilen cevaplar karsisinda tek kelime etmemektedir.

          3. sia tarafi temsil eden uyduruk molla sia'nin önde gelenlerinden olup, bu sünni'ye gelene kadar bir cok sünni'yi maglup etmistir.

          Cihandar kardesim, bu uyduruk molla hikayesinin benzeri olan uyduruk "hücceti katiyye" kitabi hakkinda formumuzda genisce konusmustuk fakat tel'den yazdigim icin onlarin linkini veremiyorum, forumda munazara bölümünde ararsan bula bilirsin.

          Yorum


            #6
            Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

            Cihandar linklerden birini buldum, dikkatle incelersen diger konulara gecis icin linkleri de göre bilirsin: http://www.velayet.com/munazara/cafe...-16403.25.html

            Yorum


              #7
              Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

              1

              SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI - 1.BÖLÜM(BİR Şİİ MOLLASI İLE YAPILAN MÜNAZARA)İHSAN ŞENOCAK HOCA / İNKİŞAF DERGİSİ

              Kardeşlerim bu münazara dikkatimi çekti bizde bir yerde münazaraya karşı burada cevaplayalım düşüncesiyle paylaşmak istedim
              .
              Sahabe kelimesi Kur’an’da iki tür insan için kullanılıyor: 1- Ashabı nar, (Cehennemlikler) 2- Ashabı cennet (cennetlikler) Kur’an’ın bu kullanımının zıttına cehennem ashabını inkar edip/unutturup sadece cennet ashabını gündemde tutan ve öğreten sünnilik, sahabe kelimesini öyle kutsamıştır ki Peygamber s.a.a.’ten sonra gelen Ehlibeyt’i unutturmuştur. Ehlibeytin artık onlar indinde bir değeri, hayatı şekillendiren bir etkisi kalmamış Peygamber s.a.a’ten sonra dini Ehlibeyte değil Sahabeye emanet etmiştir sünniler. Sahabe kelimesine kiram (cömert) kelimesi eklenerek buna kutsiyet üzerine kutsiyet kazandırılmaktadır. Oysa bu kullanımın hiçbir delili olmadığı gibi zıttına bir çok Kur’an ayetinde delil mevcuttur. Bunları aşağıda irdeleyeceğiz inşaAllah. Bu delilsizliğe rağmen delil delillendirme nedir batıl delil nedir bilmeyen halkın cehaletinden istifadeyle sünni hocalar bir çok uydurma hikaye ve masallarla sahabeyi dini bir otorite haline koyar. Artık sahabeye karşı gelmek onu eleştirmek dine karşı gelmek, olur. Sahabeyi o dönemde yaşatarak Allah bilinçli bir tercih yapmış ve sünnilere göre onlara kutsiyeti vermiştir. Siz Peygamberi göremediğinize göre görenlerin karşısında eğilmelisiniz(!) Hatta öyle ki Peygamberin bile akıl edemeyip hataya düştüğü yerler olup sahabe onu idare etmiş düzeltmiş yanlışın getireceği sonuçları engellemiştir(!) Artık sahabe ile ilgili olarak inmiş ayetler tamamen gizlenmekte, ya da hiç şahsi varlığı pratikte olmayan münafıklar hesaplanmaz olmuştur. Sanki hakkında ayet inen münafıklar Peygamber zamanında yaşamamış, da O hazretin zamanında yaşayan herkes sahabe kutsallığına çıkmıştır. Sünnilere göre münafıklar sanki Peygamber zamanında yaşamayan ya da o zamanda yaşasa bile Peygamber ve sahabeye karışmayan, elleri kolları bağlı tecrit edilmiş, kim olduğu net belli olan ve müslümanlarla hiç ilgisi olmayan kimselerdi!.. Münafık sahabe asla olamayacağı gibi sünnilere göre, Peygamber s.a.a’ten sonra dinden çıkmış birbirinin boyununu vurmuş, bidatlara dalmış hiç sahabe yoktur. Onlar artık garanti cennetlik ve eleştirilmez otorite ve masumiyettedirler. O kadar ki masumiyetlerine laf atanların imanı gider! Zaten aşağıdaki yazının kaleme alınış niyeti budur. Sahabeyi korumak sünnilere göre Peygamberi ve dini korumak anlamına gelir. Sahabeye saldırıysa dine saldırı…

              Merak etmeyin biz sahbeye saldırmayacağız. Ancak Kur’an ve sahih hadislerle sahabenin inanç ve yaşamları hakkında tanımlara ve betimlemelere gidecek, sünniliğin sahabeye yüklediği misyon ve anlamın kökeninde yatan ihtiyacı ve çürük delilleri ortaya çıkaracağız.

              Bir pazartesi gecesiydi. Fatih’in çevresinde Haliç’e bakan bir evde dört köşesi kitaplarla dolu bir odada “Usul-u Fıkh” okuyorduk. Aslında başka dersler de vardı okuduklarımız arasında. Fakat bahse konu olan zamanda, rahlelerin üzerinde sadece “Usul” kitapları bulunuyordu. Dersin son anlarına doğru içeriye uzun boylu, kırk yaşlarında birisi girdi. Selamlaştık. Boş bir yere oturup dersi dinlemeye başladı. “Fatiha” dedikten sonra, nereli olduğunu sordum. “Azeriyim fakat İran’da ikamet etmekteyim” dedi. Ne işle iştigal ettiğini sorunca; tahsil için bulunduğu bütün mektepleri uzun uzun tâdat etti. Bunlar arasında teşehhüt miktarı bulundukları da vardı. Anlaşılan ya da anlatılmak istenen karşımızdakinin sıkı bir molla olduğuydu. Elân bir üniversitede ders okutmaktaydı.



              umarız senaryo değil gerçektir. Ancak bize olay biraz düzmece gibi gelse de biz sui zanla değil ifadelerle hareket etmeliyiz.


              Molla’nın ifadeleri heyecanlı olduğunu ihsas ettirmekte idi. Münazara yapmaya geldiği her halinden belliydi. Harici hadiselere dair birkaç kelam henüz etmiştik ki meramını yani gelişinin nedenini izhar etti; “Ben dedi, sizinle asırların davasını yani Ehl-i Sünnet’le Şia arasında ihtilafa sebep olan “İmamet meselesini, Hz. Ali’ye (r.a.) karşı(!) olan sahabenin durumunu konuşmaya geldim.”
              Karşımızda, okuduğu mantık ilminin kudretine sığınan bir Şii Molla vardı. Kendince haklı olduğunu ve bütün Müslümanların da onun gibi inanması gerektiğini iddia ediyordu. Çeşitli mekanlarda tartıştığı Sünnilerin suallerini yanıtlayamadığını, suküt ederek bir anlamda haklılığını kabul ettiklerini söylüyordu.



              Türk filimlerinde kahramanın büyük gösterilmesi için öncelikle onunla savaşacak olanlar gösterilir, bunların ne büyük savaşçı olduğu ortaya konur. Burda da o yapılmış. Karşıdaki sıradan biri değil denerek şiayı en üst düzeyde biri savundu bak savunamadı demek şia bu dedirtecek şekilde bir giriş.


              Hâdiselere bu zaviyeden bakan ve anlamamada ısrar eden mağrur Şii Molla’ya, İslam’ın hakikatini bildirmek haktan öte bir vazife olmuştu. Fakat münazaranın ilmi usuller çerçevesinde cereyan edebilmesi için bir takım esaslar tayin etmek gerekliydi. Teklifimiz üzerine delillerin Kur’an ve Sünnet’ten getirilmesini, sahabenin rivayet ettiği, senedinde problem olmayan hadislere muhalefet edilmemesini kerhen de olsa kabul etti.

              Teklif; deliller Kur’an ve sünnetten getirilecek ve sahabenin rivayet ettiği hadisler olacak. Hemen ilk çelişkiyi ve mantık hatasını işarert edelim. Konu neydi? Sahabe!. Sahabenin üstünlüğü neyle ispatlanacak? Sahabenin rivayet ettiği hadislerle!.
              Bunu hiçbir şii kabul etmez. Kerhen (kötü görerek) bile olsa kabul etmez. En azından buradan bir alacaklı olarak tartışmaya girer. Şöyle ki: Hak, haksa her iki ekolde de bulunması gerekir. Muhammed (s.a.a.) hak peygamber mi? Evet Hak! Allah herkesi hakka inanmaktan sorgulayacak mı? Evet sorgulayacak. O halde sorgulayacağı her insana bu hakkı iletmek Adil ve şefkatli olan Allah’ın yapması gereken bir iş mi? Evet. Ve Allah sınavı yapmak istiyor mu? Evet. Sınamadığı hiç insan kalmayacak. Hristiyanı yahudisi hepsi.. bu yüzden Allah, herkesin kitabına, incile tevrata Muhammed’in s.a.a hak peygamber olduğunu gösteren ayet koydu ve oralarda bu ayetleri hala koruyor. Bunun misali eğer sahabenin sünnilerin inandığı gibi oluşu hak ise, Allah’ın buna dair delilleri şii kitaplara da koyması gerekirdi. Bunu her şii molanın bildiği kesindir. Ve bu molla da şayet şii molla ise bu noktayı açıklayıp en azından şöyle demesi gerekirdi: biz şiiler tüm inançlarımızı sünnilerin kitaplarından da ispatlıyoruz. Çünkü hak yer yerdedir. Siz de eğer bir şiiye sahabenin inandığınız şeklinin hak olduğunu anlatmak istiyorsanız şii kaynaklardan delil getireceksiniz!.

              Sizce böyle deseydi ne olurdu? Sünnileri tanıyanlar hemen derler ki bu tartışma daha başlamadan biterdi. Çünkü sünniler şiilerin kitaplarından habersizdirler. Değil şiilerin, kendi kitaplarından bile habersizdir sünni hocalar. Tamam kabul! Şia kaynaklarından habersizler. Bunu onların kişisel eksikliği kabul eden şii molla, tamam bunu bağışlıyorum, ama bizim hak olduğumuz her kitaptan ispatlandığına göre sorun yok, ben sizin sünni kaynaklardan gidecek ve sizin sahabeyle ilgili inanç ve iddialarınızı sünni kitaplardan delillerle reddedeceğim. Demesi gerekirdi. Heyhaat, gördüğümüz gibi daha baştan süt dökmüş bir molla profili kondu önümüze. Artık biz bunun galip gelemeyeceğini hemen kestirmiş oluyoruz. Ancak biz senaryoları değil fikirleri konuşacağımızdan devam ediyoruz:

              Konuya geçmeden bir şey daha: senedinde problem olmayan hadisler denmiş. Şia hadislerinin senedinde problem mi var? Hayır. Ama böyle denip sadece sünni rivayetler kullanılacak denmekle kaynakların sahihliği konusunda zihinlere bir şey kazınıyor!

              Yorum


                #8
                Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                -2-

                İMAMET

                Şii: Müslümanların din ve dünya işleri ile alakalı devlet başkanlığı sistemi olan “İmamet”in ne olduğunu tesbit, atanacak kişiyi tayin, şer’i hususların işleyişi, değişim ve ziyadelikten korunması, Allah Teala’ya vaciptir. Cenab-ı Hakk adına vücübiyet kesp eden böylesine mühim bir konuda nass bulunmaması, imametin kime ait olduğunun tayin edilmemesi muhaldir. Sahabenin önemli bir bölümü bu husustaki nassları redderek irtidat etmiştir.


                Sünniler tarafından kaleme alınmış şii sünni tartışmaları, tamamen sünnilere yönelik olup, zaten sayı olarak çoğunlukta olan sünnilerin şii olarak kaybedilmemesi amacındadır. Burada da durum aynı olmuş. Şii öyle konuşturulmuş ki, sünnilerin en hassas olduğu inançlarında şii birden kendini ele vermiş ve asla kabul edemeyecekleri iddiayla başlamış konuşmaya. Tekfir! Yani sahabeyi dinden çıkmakla suçlama! Oysa şia geleneğinde bu yoktur. Bir şii asla sahabeyi tekfir edip sonra da onu ispatlamak için deliller getirme uğraşı vermez. Hem de konuşmasının ilk başında tekfirle başlamaz. İşte ilk konuşmanın ilk cümlesinin tekfir olması, bizde bu tartışmanın şiilere değil sünnilere yönelik yazıldığı kanaatini uyandırdı. Artık bu adam (şii molla) ağzıyla kuş tutsa bu sözlerden sonra sünnileri etkileyemeyecektir. Çünkü bir kere sünniler, din anlamına gelen Sahabenin tekfir edildiğini duydular. Artık alıcılarını bu adamdan uzaklaştırmış durumdalar. Aslında sünni burada söylememiş ama ben diyeyim, bu konuşma gerçekten olduysa daha konuşmanın bu ilk başında dinleyicilerden birkaç kişi sahabenin tekfir edildiğini görünce salonu din adına terk etmişlerdir. Böyle dinsiz (şii molla) birini konuşturmakla kendi şeyhlerine (şeyh dememizin nedeni konuşma ortamının bir tarikat ortamı olmasından) bile kızmış olabilirler.

                Şii mollanın (şayet böyle bir molla varsa) ikinci büyük yanlışı burada Allah’a vücubiyet (zorunluluk) yüklemesidir. Oysa şiaya göre Allah’a bir şeyi zorunlu görmek caiz değildir. Nehcül Belağadaki konuyla ilgili ifadeler tüm şiiler için bağlayıcıdır. Denir ki: Allah hiçbir şeye mecbur olmaksızın bunları yapmayı prensip edindi. Çünkü adaleti ilmi ve şefkati bunları gerektiriyordu. Allah’ın zalim olmama mecburiyeti yoktur. Çünkü O hiçbir şeye mecbur değildir. Ancak bu Allah’ın zulme girebileceğinin mümkünlüğünü göstermez. Allah adaleti, ilmi ve şefkati gereği asla zulmetmez. Zulüm olan davranışları Allah’tan uzak tutmak bize vaciptir. Şii burada gerçekten şiay anlatmış olaydı İmamet konusunu Allah’ın ilmi, kudreti, adaleti şefkati gereği belirtmiştir. Siz (sünniler) belirtmedi diyerek Allah’a zulüm, ilimsizlik, unutkanlık, ihmal ve şefkatsizlik ithamlarında bulunmuş oluyorsunuz.

                Üçüncü bir yanlış: Hiçbir şia İmameti ispatlarken hem de akletmeyenlere bunu yaparken imametin akli delilleriyle başlamaz. Önce nakli delilerden Kur’ani delilleri ardından muhatabın sahih gördüğü hadisleri son olarak akli delilleri sunar. Burda sunulan deliller tamamen akli delillerden biridir. Ki o da adam gibi sunulmamış. Önüne gelen sünnileri yenmiş birinin daha sünnilerin hassasiyetlerini ve Şia'nın öncelikleriyle inançlarını bile bilmediği ortada..
                Şimdi cevaba bakalım:
                Sünni: Her hangi bir hususun Cenab-ı Hakk’a vacip olduğunu iddia etmek aynı zamanda O’nun aciz olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Eğer bahsettiğiniz husus vacipse muhakkak ki onu vacip kılan bir güç vardır. Bu durumda Cenab-ı Hakk’ın üzerinde bir otorite kabul etmiş oluyorsunuz ki bu insanı küfre götürür.

                Allah’ın şanına yakışmayan davranışlarda bulunduğu mu söylenmelidir? Halbuki burda denen Allah’ın eksik sıfatlardan tenzih etme sorumluluğumuz söz konusu edilmektedir. Allah şefkatli mi? Evet. Hem de karı koca arasında bir geçimsizlik, ihtilaf çıkınca onun bile çözüm yolunu öğretecek kadar da mı şefkatlidir? Evet. Öyleyse bu kadar şefkatli olan Allah’ın, koskoca dünyada milarlarca müslümanın hatta tüm insanlığın ihtilafı birbirini yiyip boğazlaması karşısında şefkatli olmaması mümkün müdür? Ümmetin kıyamete kadar ihtilaflarında onları kesin olarak çözecek bir İmam bir Baş atamamış mı? Atamamışsa bu Onun şefkatli olmadığı anlamında değil midir? Bu gün müslümanların her coğrafyada onlarcasının kanı akıtılıyor. Hristiyanlar zevkten birbirlerine domates atıyorlarken bize kıs kıs gülüyorlar. Müslümanların kanın kendileri de hristiyanların paralı askerleri de budistlerin canileri de katledip duruyor. Niçin peki? Müslümanların ihtilaf içinde birbirleriyle anlaşamamaları bir araya gelip birlikte iş yapamamalarından değil mi? Evet ondan. Peki bunları nedeni ne? Tek başlılık, imamlarının olmayışından değil mi? Evet! Herkesin itaatte uzlaşacağı bir başları (imamları) olmadığından bir araya gelemiyor müslümanlar. Peki bu durumda İmamet (yönetici) sorunun halletmeyen Allah’ın (haşa) şefkatli olduğu nasıl düşünülebilecektir? Bu sünninin her gün köpek kanı kadar değersiz görülerek (haşa) her gün onlarcasının yüzlercesinin kanını dökülmesi umrunda mıdır? Umrundaysa o zaman müslümanları birleştirmek için ne gibi bir çözümü vardır? Hadi şiileri bırakalım onlar bidat ehli kafirler (!) haşa. O zaman sünnileri birleştirsin. 1.3milyar sünni müslümanın vahdeti karşısında kim ne yapabilir? Üstelik dünyanın tüm petrol doğalgaz vs enerji dopoları islam coğrafyasındayken! Ama adamın umrunda mı? Değil. O halde kendine bir medrese binası kiralayıp, suud dolarları bağlayabilen, etrafında koyun birkaç dinleyici sorgulamadan sorgulatmadan dinler birkaç da şakşakçı varsa.. tamam al sana bir tarikat.. Allah’a giden binlerce yoldan bir tanesiymiş!

                Oysa Şia'nın inandığı Allah güçlü, bilgili, (işin nereye gideceğini ahirzmanda zalimlerin neler yapacağın önceden bilen) şefkatli bir Allah’tır. Bu yüzden kıyamete kadar müslümanların başlarına 12 tane masum imam atamıştır. Bu imamlar evrenin sigortalarıdır. Allah’ın insanlığı barış ve huzura sevketsin diye gönderdiği son dini hakim kılmak için ve sapma ve kişisel karıştırmalardan (bidat) korumak için bunları atamıştır müslümanların başına. Müslümanların başında masum (hatasız) bir tam mü’min olsa her müslüman ona teslim olmaz mı? Olur. O halde bizim düşündüğümüzü Allah düşünememiş mi de bir imam atamamış? Medine’den üç günlüğüne dışarı çıkarken yerine yönetim işleri aksayıp halk zarara uğramasın diye bir yönetici atayan bırakan Peygamber Kendinden sonra ümmetin birbirinin boyunlarını vuran mürtetler olacağını bildiği halde.. evet bunu bile bile o da mı atamamış?
                O halde sünninin inandığı Allah ihmalkar, müslümanlara karş şefkatsiz, cahil, güçsüz olmuş olmaz mı? Mutlaka bu sıfatlardan birini taşıması zorunludur. İmam atamayan bir tanrı!


                O (c.c.) her şeyin hak ve yetkisini sınırlandırır fakat kendisi sınırlandırılamaz. Bu yüzden “imamet”in ne olduğunu tespit ve kime ait olduğunu tayin, ancak müslümanlara vaciptir. Devlet başkanını tayin etmenin Allah Teala’ya değil, ümmete vacip olduğunu gösteren deliller bağlamında şunlar söylenebilir:

                Mantık eğer şefkat ve bilgin olan Allah’ın bu sıfatlar gereği bir imam ataması olarak işletilmeyip, Allah’a zorunluluk yüklemekten dolayı bir imam atamayacağı yönünde işletilirse sorun bitmez ki? Biter mi? Allah’ı sınırlandırmadık. Ancak bir imam zorunlu. Yoksa insanlar seçemiyorlar, bir tanesini seçemiyorlar. Görüyoruz bu gün seçebiliyorlar mı? Seçiyorlarsa neden sünniler binbir parça? Binbir liderli. Her lider öldüğünde üç lider daha türüyor yerine? Ebubekir zamanında böyle değil miydi? Seçebildiler mi? Hayır seçemediler! Seçtiler de neden ridde savaşları oldu onbinlerce müslümanın kanı döküldü Fatıma s.a.’nın şehadetine kadar giden zulümler yapıldı? Halife Ömer: Ebubekire biat bir oldu bitti meselesidir. Bundan sonra kim yeterince istişare etmeden halife seçmeye ya da olmaya kalkışırsa boynunu vurun!” dedi? Demek ki seçememişler kendisi de itiraf ediyor biz bir oldu bittiye getirdik işi de üzerimize aldık diye…

                Burada Allah imam seçince kendi otoritesi sarsılacak da ümmet bunu seçip Allah’a dayatınca, Allah’ın otoritesi sarsılmayacak mı? İnsanlar birleşip en iyi insanı seçebilirler mi? Bir insan kendini bile tam tanıyamıyor. Bazen yaptıklarına şaşırıyor yapacaklarını kestiremiyor. Böyleyken karşıdakinin bir sürü kendine gaybi tarafı varken, onun en iyi en az hatasız olduğunu bilebilir tanıyabilir mi? Her insanın tanıyıp seçebileceği nitelikte özel işaretleri olanlar mı vardır?

                Geçtik! İnsanlar gaybi bilgilere gizli hallere vakıf oldular içlerinden en az hatalı mükemmel birini bulup seçtiler başlarına. Hepsi de onu gördü tanıdı seçti. Şimdi bu kişi tamamen masum mu olacak? Sünniliğe göre peygamberler bile masum değil. Bu insan da masum olmayacak. Ve bu insan sünnilere göre vahiyle de düzeltilemeyeceğine göre? Yanlış yaptığında ne olacak? Allah’ım bak ha biz bunu seçtik yanlış yaptığında bile buna itaat edeceğiz sana isyan bile olsa buna itaat edeceğiz sen de bunu kabul edeceksin bizi idare edeceksin mi diyecekler? Sen bize buna itaati farz kıl, hatta bizim çakmadığımız tespit edemeyeceğimiz kendisinin de bilmediği bir yanlış olsa bile bizim buna itaatimiz farz olsun mu diyecekler? Demeyeceklerse o zaman bu seçtikleri imama sınırlı itaat mi olacak? Peki bu sınırı kim çizecek? Her önüne gelen önüne geldiği gibi düşünüp hata gördüğü alanlarda buna itaatsizlik mi edecek? Ederse ortalık curcuna olmaz mı? Allah’a dayatma olmaz mı bu? Bu konuda söylenecek daha çok söz vardır ama biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

                Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ahirete irtihalini takip eden süreç içerisinde ümmetin yaptığı ilk iş devletin başına kimin geçeceğini belirlemek olmuştur.

                Yalan! Tüm ümmet değil çoğunluğu değil birkaç bin kişi bile bu işle iştigal etmedi! Ümmetin çoğu Peygamberin vefatına konsantra oldu. O ölmedi demeleri halifenin akıllarında olmayıp Peygamberde olduğunun göstergesi denebilir. Halife seçim işiyle meşgul olan, bu işi Muhacirlere bırakmama telaşıyla apar topar bir araya gelen, ancak iki kabileden oluştuğundan işi halledemeyen Ensardan Evs ve Hazreç kabileleri idi. Bu kabilelerin de topladığı sadece 100 kadar kişiydi. Beni saide gölgeliğine o kadar kişi sığabiliyordu. Onlar da seçemediler. Ebubekir Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah işi üzerlerine almayı başardı. Bu yüz kişinin tamamı da seçmedi onları. Yolda herkese biat edildi diyerek onları bu işe kendileri çağırdı. Eğer Peygamber s.a.a’den sonra ilk iş olarak bunu görseydi ümmetin sayısı olan 124bin kişi toplanırdı. Hatta bu sayı sadece veda haccına gelenlerin sayısı olup toplam müslümanların sayısı 200binden az değildi. Ümmetin hepsi dendiğinde acaba sünni iddiacı 100 kişi dışındakileri tekfir mi ediyor da ümmetten saymıyor? Ya ilk iş olarak Mübarek Cenazeyle uğraşan Ehlibeyt ve yakınları ümmete dahil değil midir? Bu adam Ehlibeyti ümmetten saymıyor ki hiçbir istisna yapmadan ümmetin tümü halife belirlemek olmuştur diyebilmiş!


                Sahabe halife tayinini en mühim vazife kabul etmiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.) henüz Efendimiz (s.a.v.) defnedilmeden şu meyanda meşhur bir hutbe irat etmiştir: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e (s.a.v.) ibadet ediyorsa bilsin ki O vefat etmiştir. Kim de Muhammed’in (s.a.v.) Rabbine ibadet ediyorsa bilsin ki O (c.c.) Hayy’dır ve asla ölmeyecektir. Bu dinin işlerini yürütecek bir emirin olması gerekir. Düşünün, görüşlerinizi getirin.”[1] Hz Ebu Bekir’i dinleyenler doğru söylüyorsun dediler; Görüşlerini onayladılar ve bu hususta ittifak ettiler.

                Bu konuşma nerede olmuş da nerede haklısın demişler? Beni saide sakifesinde (gölgeliğinde) sadece 100 kadar ensar ve üç muhacir vardı. Oysa Ebubekirin yukarıdaki konuşmasının ilk bölümü Peygamberin cenazesinin yakınında söylediği aktarılır. Halife konusunun burada dile getirildiğiyse doğru değildir. Çünkü onlar bizzat Beni Saideye gidiyorlar direk… yoksa orada bir meclis kurarlar ve halifeyi orada seçerlerdi…

                O an, Allah Rasülü’nün (s.a.v.) tekfin ve techizi en mühim meseleydi. Fakat sahabe bunları bırakıp “imamet” meselesini halledebilmek için “Ben-u Saide” çardağında toplandı.[2] Bu, sahabenin ehem mühim karşılaştırması yaptığına ve sorumlulukları itibariyle “imamet”i ehem gördüğüne tanıklık eder.

                İmamet Ehem mesele ise:
                1-Allah ve Peygamber bu konuyu neden bir kurala esasa bağlamadı, İmam atamadı?
                2-Sahabe en mühüm mesele olarak imameti gördüyse neden Beni Saide sakifesine sadece üç muhacir gidiyor da diğerleri gitmiyor? Sonra bunun seçimle olacağı hangi esasa göre bildirilmştir?
                3-Allah bir kadının kocası hakkında şikayetini duydu diyerek çözüm için ayet indirecek kadar basit bir konuda duyarlı da, ayet indirmiş de, İmamet gibi en ehem meselede ayet indirmemiş mi? Hani bu konuda nas yoktu? Bu konu önemli olduğu için mi Allah ve Resulünce halledilmedi ümmete bıraktı

                Yorum


                  #9
                  Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                  Qom u aşk hocam Allah (cc) imanınızı ve ilminizi artırsın inşaallah. Sünni kardeşlerimizin bence anlamakta zorlandıkları konu "şu anda yaşayan bir İmam'ın olması, ama kimseye görünmemesi". Siz yukarıda örneklerle açıklamışsınız yanlız bu konu hakkında şimdi yada başka bir zaman ayrıntılı bir şekilde "İmam Medi (as)'ın işleri nasıl idare ettiği" ile ilgili siz veya başka bir hocamızın bir yazı yazması mümkün olabilirmi. Vesselam.

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                    [quote author=Sebzivar link=topic=23907.msg160032#msg160032 date=1346491880]
                    Qom u aşk hocam Allah (cc) imanınızı ve ilminizi artırsın inşaallah. Sünni kardeşlerimizin bence anlamakta zorlandıkları konu "şu anda yaşayan bir İmam'ın olması, ama kimseye görünmemesi". Siz yukarıda örneklerle açıklamışsınız yanlız bu konu hakkında şimdi yada başka bir zaman ayrıntılı bir şekilde "İmam Medi (as)'ın işleri nasıl idare ettiği" ile ilgili siz veya başka bir hocamızın bir yazı yazması mümkün olabilirmi. Vesselam.
                    [/quote]

                    Allah razı olsun abi, inşaAllah bu cevap dizisi bitince dediğini yazalım. Ancak İmam Zaman a.f.'in İmametini gizlilik döneminde nasıl sürdürdüğünü yazmıştık. bulması zor oluyor ama yeniden yazarız inşaAllah. ya da diğer kardeşlerimiz bu önemli güncel ve yaşamımızı yakından etkileyen konuyu sürekli yazarak güncellerler umarız...

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                      -3-






                      Allah Teala cezaların ikamesini, İslam coğrafyasının müdafaasını, orduların ihzarını, devletin bir nizam dahilinde işlemesini emretmektedir. Bütün bunlar devlet başkanın mevcudiyetine bağlıdır. Söz konusu hususlar vacipse onların tahakkuku için gerekli olan devlet başkanın tayini de vacip olur.

                      Hayır her tayini şart olanın kullar tarafından tayin edilmesi şartı yoktur. İmamet bunlardan biridir. İmametin önemli oluşu, İmamın tayinin vacip oluşu, bu vücubiyetin halk üzerinde olduğuna delil teşkil etmez. Allah zaten bunu belirlemiştir. Kaldı ki insanların kendilerinin seçtiği ya da bir kısmının seçip diğer kısmını itaate zorunlu kılması yoluyla kendilerini itaate sevketmeleri ne aklen ne naklen mevcut değildir.

                      Cemiyet için mukadder olan zararların def’i, faydaların temini devlet başkanının varlığıyla mümkündür. Güçleri yettiği ölçüde zararı def etmek müslümanlara vacip olduğuna göre imamete kimin geleceğini tayin de vacip olur. Aksi halde cemiyette anarşi zuhur eder. İnsanlar eşkıyaya karşı can ve mallarını korumaktan, din ve dünya işlerine vakit ayıramazlar. Bu durum, dinin terk edilmesine Müslümanların yok olmasına yol açar.[3]


                      Şiiler bu konuda farklı düşünmüyor. Hatta bu denilenlerin gerçekleşmesi sadece Şia'nın inandığı Allah atamasıyla mümkündür. Yoksa insanların sünnilerin iddiasında olduğu gibi insanların seçtiği kişiyle bu işler yürümez. Bu gün yürümediği gibi. Bu gün yöneticileri insanlar seçiyor, yürüyor mu bu işler? Şeriat olmadığından denebilir, Şeriatsal demokrasi olsa bu olur mu dersiniz? Olmuş mu? Ebubekir seçimle geldi diyelim, bu işler yürümüş mü? Yürüdüyse neden Muaviye ile Ali a.s. çatıştı? Onların çatıştığı olaylara geldi süreç? Neden Ömerle Osman öldürülecek kadar karıştı ülke?

                      Bu hususta icma vardır. Yani Sünnet ve Cemaat alimleri de ‘halifenin tayini vaciptir’ diyorlar. Fakat bunu, sizin gibi Allah Teala’ya değil ümmete tahsis ediyorlar.

                      İcma’nın İslami bir değeri yoktur. Hiçbir ayet ve hadiste gösterilemez ki ümmetin alimleri toplansın ve Kur’an’la sünnette belirtilmemiş bir konuda hüküm icad (ihdas) etsinler de bu hüküm müslümanlar için bağlayıcı dini emir olsun! Dini kuralların koyucusu Allah’tır. Ümmetin alimleri değil kainatın tüm varlıkları bir araya gelip icma etseler bir tek hüküm koyamazlar ki bu hükme insanların itaat zorunluluğu olsun! İnsanın hüküm koyma değil var olan hükümlere uyma zorunlulukları vardır. Ve sünni sistem çerçevesinde düşünülecek olursak, üzerinde tüm sünni alimlerin ittifak ettiği tek husus bile gösterilemez! Burada olduğu gibi falanca konuda icma vardır denilen konular aslında bir gurup sünninin icması olup tüm sünnilerin iştirak ettiği (ortak olduğu) bir icma (birleşme) değildir. Örneğin burdaki hususa bakalım: Ehli sünnet alimlerinin tamamı halifenin halk tarafından tayini onların üzerine vaciptir mi diyor! Hayır!. Eğer öyle olsaydı Ebubekirin halife ataması meşru olmazdı. O da tayin işini halka bırakırdı!. Ömer de bir şura oluşturmazdı tayin için. Allah’a değil ümmete tahsis ediyorlar diyerek bununla övünmeye de ne demeli! Sanki Allah buna layık ve ehil değil de ümmet daha layık! Sanki Allah ve Resulü bu işten anlamaz da sünnet ve cemaat alimleri buna ehil! Bu düşünceye ancak yuh gidin iman edin demek düşer!

                      İmametin aidiyetiyle alakalı nassa gelince; “Ben-u Saide” çardağında mesele konuşulurken sahabeden tek bir kişi çıkıp da imamet şu ayetin açık delaletiyle falanca sahabiye aittir dememiştir. Bilakis kibar-ı sahabe birbirine biat etmeyi teklif etmiştir; Hz Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar Peygamberin amcası yeğenine biat etti derler.” demiştir. Hz Ömer, Ebu Ubeyde’ye aynı teklifi yöneltmiştir. Hz Ebu Bekir ise ne yapmaları gerektiğini soranlara; “Ömer ya da Ebu Ubeyde’ye biat edilmesini” telkin etmiştir. Bütün bunlar, söylediğiniz meyanda bir nassın olmadığını göstermektedir.

                      Burada düşülen temel hata sünni inançtan kaynaklanmakta, hakkı Allah hükmünde değil çoğunlukta aramaktadır. Bir kere hüküm kaynağı olarak insanları yetkili görürseniz artık sonraki uğrayacağınız tüm limanlar güvensiz olacaktır. Yani şimdi sahabe bir konuda farklı davranırsa, İlahi hüküm de farklı mı olacaktır? Sahabenin çoğunun saptığı olaylar olmamış mıdır? Peygamber s.a.a. bile içlerindeyken sahabe yanlış yapmamış mıdır? Bunun çok sayıda örnekleri vardır. O kadardır ki önemli olduğundan sakın sahabe deyip sizi yanıltanlara pirim vermeyin dercesine Kur’an bu sapmaları kaydetmiştir. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

                      1-Sahabe (12 kişi hariç ki onlar da Ehlibeyt ve taraftarlarıydı) Peygamberi Cuma namazında namazda ayakta yalnız bırakıp ticari kazanç ve eğlence için camiyi namazı terk etti
                      2-Sahabe (12 kişi hariç ki onlar da Ehlibeyt ve onlara yakınlardı) Uhud ve Huneyn’de Peygamberi terk edip arkalarını dönüp kaçtı.
                      3-Sahabe (12 kişi hariç ki onlar da Ehlibeyt ve onlara yakınlardı) Hudeybiye’de Peygambere itaat etmedi hatta ona karşı çıkanlar oldu

                      Bunlar sahabenin tamamının düştüğü hem de büyük hatalar ve hepsi de ayetlerle sabittir. İsteyene ayetleri gösteririz. Beni saide sakifesinde Ehlibeytten ve onların dostlarından bir tek kişi bile yoktu. Yani Peygamber s.a.a. başlarındayken tamamıyla sapıtan bu insanlardan oluşan topluluğun Beni Saide Sakifesinde toplandıklarında doğru karara varmaları mümkün müdür? Mümkün olsa bile bunun garantisi nedir? Garanti olsa bile bunu Allah’ın meşru ve itaatini zorunlu kıldığının delili nedir?
                      Beni Saide Sakifesinde hiçbir sahabenin Ali a.s.’ın velayetinin Allah ve Resulünce yasalaştırıldığından gafil olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ve bu inkar edilemeyecek delillerle sabittir. En iyimser bir tabirle bu insanlar bu konuda o kadar eminler ki ancak ortamdan dolayı bunu herkesin bildiğini ve hatırlatmaya gerek olmadığını düşündüler. Çünkü öyle meclisler vardır ki hakikati kimse dile getirmez orada. Bunun iki nedeni olur:

                      1-Hatırlatılmayan gerçek o kadar nettir ki herkes onu bilir, hatırlatana: Günaydın! Biz bilmiyor muyuz diye alayla cevap verme ihtimali vardır
                      2-Herkesin bildiği için gerçeği uygulama şansı olmadığı düşünülür. Ortam gergindir, faydası olmayacağı düşünülür ve hakkı dile getirip olayları bu doğrultuda yönlendirme imkanı görülmez. Bu ve daha başka nedenlerden dolayı gerçek o meclistlerde dile getirilmez. Beni Saide Sakifesinde Ömer b. Hattab’ın gösterdiği agresif çıkışlar göze alındığında olanın bundan farklı olmadığı açıkça görülecektir.

                      Hem sonra Şia’ya ait kitaplar Hz Ebu Bekir’i anlatırlarken O’nun korkak bir adam olduğundan bahsederler. Bu iftiranın bir an doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda Halilfe’ye “eğer yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyen sahabenin “imamet” ile alakalı bir nassın mevcudiyetine rağmen Hz Ebu Bekir’in (r.a.) konuşmasına ya da seçilmesine sessiz kalmaları mümkün müdür?!

                      Ebubekirin korkak olduğundan, Bedir ve Huneyn’de kaçtığını yazan sünni kitaplar bahsetmiyor mu? Bu iftira değil gerçektir. Hem de sünni kitaplarla. Başına seçtiği halifeye seni kılıçla düzeltiriz demenin çelişkilerle dolu olduğunu akıl sahibi her insan anlar:
                      Çünkü ehli sünnete göre halifeye itaat şarttır. Halifeleri Allaha peygambere ve ulul emre itaat ediniz (nisa 59) ayetindeki ulul emr olarak görürler. Bu durumda sünnileri anlamak mümkün değildir anlayan biri bana anlatsın:

                      -Halife seçtiler ve halifeye itaat Allah’a itaat gibi şart
                      -halifenin yanlış yapma ihtimali var
                      -yanlış yapıp Allah’ın helalini haram haramını helal yapabilecek bir halifeye itaat farz
                      -bu halifeye itaati farz kılan Allah
                      -Allah insanlara, emrine muhalif olabilecek birini seçme hakkı veriyor, sonra onun itaatini farz kılıyor sonra da emirlerine itaat etmeyecekleri ahirette hesaba çekecek
                      - Allah’a isyan eden halifeyi kılıçla düzeltmek övünülecek bir davranış ve sahabenin sapmayacağının delili olarak görülür
                      - Halifeye isyan eden idam edilir

                      Bunların hepsi sünni anlayış ve savunular. Ne kadar tehlikeli ve aynı zamanda birbirleriyle çelişkili olduğu bu kadar açıkken, şii mollanın bunların hiç birine değinmemesi zerre kadar sünniliği ve şiiliği bilmediğinin ispatı olmuyor da ne oluyor? İşte yazı boyunca bunca delil bizi, şii molla diye takdim edilen kişinin düzmece hayali şahsiyet olduğu fikrine götürüyor. Bu ise yazıyı kalema alanın güvenilir adil şahit vasfını yitirmesine neden olmakta olup bundan sonra bu saptırıcı nitelik haline dönüşen yazının saptırmaması için yazacağız.
                      deniyor

                      Ya da O böyle bir şeye cesaret edebilir mi idi?!

                      Halife tamam, iyi niyetle diyelim ki Allah’a isyan olan bir yanlışı bilerek yapmaz. Peki o halde masum mudur? Sünnilik buna da evet demiyor. Ne için masum değildir diye soruyoruz! “Şiaya benzememek için”den başka bir tutulur cevapları görülmüyor. Cesaret edemezse o zaman Ebubekir yaptığı üç büyük yanlışı ne için ölüm döşeğinde zikrederek günahlarını itiraf etti? Cesaret edemez diyelim hadi, ama bilmeden yanlış yaparsa? Bu durumun vebali halifeye mi onu seçenlere mi, itaat edenlere mi, yoksa hepsine mi? Ve ne kadar ceza. Sünniler bunu açıkça bildirmek ve topluma ilan etmek zorundalar ki insanları bile bile saptırsınlar!

                      Allah Teala’nın “sahabi” olma şerefine erdirdiği o mübarek ve mübeccel kuşağın, Efendimiz’in (s.a.v.) ahirete irtihalinden birkaç saat sonra imametle alakalı nassları reddederek toptan irtidat etmesi nasıl söylenebilir?! İmam Razi’nin de naklettiği gibi “Gulat-ı Şia”nın “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden geriye sadece on kadar sahabi kaldı.” iddiası kayıtlara, insanlık tarihinin en büyük iftiralarından biri olarak geçmiştir.[4]

                      Sahabi olmak bir şerefse bizim bu şereften uzak olmamızın vebali Allah mıdır? Bu düşünce insanı Allah’ın adaletsizliğine götürmez mi? Bu zamanda yaşayıp Peygamber s.a.a zamanında dünyaya gelmemeyi ben mi tercih ettim. Tercih etmediğim yüzünden ben geriye atılırken, sahabe de tercih etmediği yüzünden üst makama taşınıyor. Bu adalet midir? Adalet değilse bunun sorumlusu kimdir? Sünnilikte tamam, iman esasları arasında Adalet prensibi yoktur, ama bu demek değildir ki sünniler Allah’ı adaletsiz olarak gösterme hakları vardır! Sahabi olma şerefine ben hangi suçtan dolayı eremedim, erenler hangi üstünlüğü nedeniyle erdi? Deniyor ki sen o dönemde olsaydın belki müşrik olurdun da yine sahabe olma şerefine eremezdin. O halde bu günkü aklımla müslüman olan ben o gün bu aklımı neden müşrik olmada kullanayım bi iznillah!
                      Sahabe evet Gadiri hum başta olmak üzere çok sayıda İlahi hükmü devre dışı bırakmıştır. Ancak Peygamberi mescidde terk edip ayak üstü bırakıp ticarete satanlar, savaş meydanında kaçanlar onun vasiyetini engelleyenler, hudeybiyede ona itaat etmeyenler, ganimet malını peygamber aşırmış olabilir diyenler için Ehli sünnet ne diyorsa, biz de İmamet konusunda inkara dalanlara aynısın diyoruz!.


                      İmam Razi’nin de naklettiği gibi “Gulat-ı Şia”nın “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden geriye sadece on kadar sahabi kaldı.”


                      İşte Şiaya sataşan sünnilerin yaptığı hem budur! Şiayla tartışıyoruz deler, gulatın fikirlerini şia gibi gösterip eleştirir kendilerini haklı sandırırlar! Hani şia mollayla tartışıyrodun! Gulat fikri nasıl da şii fikir diye göstere göstere soktun ve sünnilere yutturdun. Bu yazıyı okuyan tüm sünniler burdaki gulat-şia ayrımını yapmayacak yapamaycaktır. Çünkü şiadan bahseden bu tip garaz sahibi kişiler hiçbir zaman şia ile gulat arasındaki farkı öğretmezler. Öğrenmeyen sünnilerse gulatı da şiadan bir mezhep sanır. Şiada mezhepler varmış gibi düşünür.

                      Oysa şiaya göre Peygamberin vefatından sonra Ali a.s.’ın imametine inanmayan çok sayıda sahabe olmuştur. Bunlardan sünni kitapların da şahitlik ettiği 50 kadarı Fatıma evine sığınmıştır. Yani biat etmeyip Ali’yi imam tanıyan çok kişi var kimi zorla biat etmiş kimi zorlandığı halde biat etmediğinden biat etmemek için Fatıma s.a. evine sığınmıştır. Yine Ebubekirin, biat etmeyenlerle savaştığı bu savaşlarda 20bin ile 30bin kadar kişiyi katlettiği hem şii hem sünni kitaplarca kaydedilmiştir. Ama burdaki rakama bakın: 10

                      Bu durumda şiaya göre Peygamber s.a.a.’ten sonra biat etmeyen onbinlerce sahabe vardır ve şia böyle abartılı irtidat söylentilerine pirim vermediği gibi bu iftiralarla sarsılacak bir mektep de değildir. Ve yine

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                        Ehl-i Sünnet Yazar ve Alimler, Şia'ya karşı Sahabeyi Müdafaa ettikleri Kadar, Emevilere, Abbasilere ve İftiracılara ve katillere KArşı Ehl-i Beyti Asla Müdafaa etmemiştir.

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                          -4-


                          Şia’nın Hz. Ali İçin Kullandığı Delil Ebu Bekir’e İşaret Etmektedir

                          İddia eğer sadece şia tarafından yapılsaydı belki ACABA? Denebilirdi. Ancak aynı deliller Ali a.s. için sünnilerce de kullanılıyor. Şia bu konuda yalnız değil ki! Şia tüm delillerini sünni kitaplardan da getiriyor. Bu nedenle herhangi bir yerde şia yanlış şia haksız Şia'nın bu delili çürük gibi çıkarımlar iddia edenlerin kendilerini yalanmasına neden olur. Çünkü şia tüm delillerini muhaliflerin kitaplarından da getiriyor. Ali a.s için kullanılan delilleri sadece şia değil her ekolden insaf sahibi alimler de kullanmışlardır.



                          Şii: Ben-u Saide çardağında ve diğer yerlerde Hz. Ali’nin hilafetine işaret eden deliller serdedilmiştir. Fakat, malum sahabiler onlara itibar etmemiştir. Bu husustaki deliller bağlamında şunları söyleyebilirim: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı verirler.”[5] Bu ayet, rukû halinde iken yanına gelen dilenciye yüzüğünü veren Hz. Ali (r.a.) hakkında inmiştir. Ayette ki “veliyy” kelimesi, işleri idare eden (mutasarrıf) anlamındadır. Buna göre mana şu şekildedir; “Ey müminler! işlerinizin idarecisi Allah, Rasülü (s.a.v.) ve namaz kılmak-zekat vermek gibi sıfatlarla anılan falanca müminlerdir.” Ayet, Hz. Ali hakkında indiğine göre “veliyy” kelimesinin muhatabı da odur. Ayrıca “velayet”in yardım anlamı içeren versiyonu da her hususa şamildir. Mana nasıl verilirse verilsin her halukarda Hz. Ali ümmetin bütün işlerinin velisidir. Bu da devlet başkanı O’nun olması gerektiğine işaret eder.

                          Şii diye belirtilen kişi ya hayali biri ya da o sınırlı konuşturulmuş ve konuşmaları değiştirilmiştir. Bunun ispatlarından biri hiçbir şii Peygamber s.a.a. için (S.A.V) salavatını kullanmaz. Bir diğeri buradaki ayete verilen yanlış mealdir. Şiiler bu ayetteki ilgili bölüme Kur’an’daki şeklinin arap dili kurallarına uygun düşecek şekilde şöyle meal verirler: Rukuda (olduğu halde) iken sadaka verirler.” Burada ise boyun eğerek namaz kılarlar denmiştir. Sadaka verme anında ayette geçen hal ile sadaka verme eylemi birbirinden ayrılmıştır. Ayetteki bu tahrifattan kasıt İmam ayetin inişine neden olan (nüzul sebebi) tüm kitapların mütevatir olarak naklettiği dilenciye sadaka verme olayıdır. İmam Ali a.s, mescidde kimseye sadaka vermeyen dilenciye Rukuda ikne parmağını işaret etmiş ve onu tasadduk etmiştir. Hiçbir şii ayetin ilgili bölümünü burada geçtiği şekilde çevirmez ve yorumlamaz: ““Ey müminler! işlerinizin idarecisi Allah, Rasülü (s.a.v.) ve namaz kılmak-zekat vermek gibi sıfatlarla anılan falanca müminlerdir.” Namaz kılmak ve zekat vermek şeklinde dendiğinde bu yorum ayete terstir. Çünkü ayetteki ve hum rakiun haldir. Yani iman edip tasadduk eden kimsenin o andaki hal’i durumudur. Hal nedeniyle bu bölümdeki tasadduk etme namaz kılma ve ruku halleri birleştirmek şartı vardır. Ancak sünniler ayetin nüzul sebebi olan mütevatir rivayetlerle bu ayetin bağlantısını unutturmak ve ayeti hiç olmayacak şekilde genelleştirmek amacı güderler. Sadece bu ayette değil Ehlibeytle ilgili inmiş olan 300 ayette aynı tahrifatı, zahirde tahrifata (zahiri kelmelere zıt meal verme) gitme pahasına bile olsa yanlış yorumlayan sünniler Kur’an dışı anlama gelmiş tefsir kültürü oluşturdu. Şimdi bu 300 ayetin Ehlibeytle ilgili olduğunu söylediğimizde, işte tahrifat kültürüyle büyüyen sünni halk, bir ayetin yanlış verilmiş mealine, üstelik saptırılmış kültürle bakıyor bir de Şia'nın ayetin orijinal ifadesiyle birebir uyuşan anlam ve yorumuna bakıyorlar! Ne alaka ayette hiç de bundan söz etmiyor diyorlar! Ayette neden söz edildiğini doğru olarak tespit edebilmek için öncelikle ayetlerin zahiri anlamlarına sadık kalma şartı vardır, ikinci olarak arap gramerine sadık kalma şartı üçüncü olaraksa ayetin nüzul sebepleri olarak aktarılan mütevatir hadisleri kullanma şartı olmalıdır. İşte bu durumda ayetleri doğru anlama imkanı olur.

                          Sünni: Ayette zikredilen “veliyy” kelimesinin her iki anlamının; -“yardım eden” ve “mutasarrıf”ın- birlikte kullanılması caiz değildir. Hâdise “usul-u fıkh”ın ilgi alanına girer ki, o da “müşterek lafzı” iki anlamıyla birlikte kullanmaktır.

                          Keşke sünniler bu inançta samimi olsalar! Yani dini nasların fıkıhta çift anlama gelmediğini, eğer birden fazla anlama yorumlanırsa bir anlamın doğru diğerlerinin yanlış olduğunu hep kabul etseler ve bunu fıkıhlarında uygulasalar! İşte o zaman sünnilikte tonla fırkalar mezhepler cemaatler, Allah’a ulaşmanın binlerce yolu vardır denen anlayışlar yok olacaktır! Burada bir ayette bir kelimenin birden fazla anlama gelemeyeceğini söyleyen sünniye, abdesti bozan şeylerde kadın mı bozar kan mı bozar sorusu yöneltildiğinde her ikisinin de bozduğuna dair birden fazla üstelik birbirini nakzeden (ortadan kaldıran) anlamın ikisinin de hak olduğu cevabını verebilir mi?

                          Oysa burdaki iki anlam birbirini nakzeden nitelikte değildir. Yani ayete hem dost hem yönetici şeklinde iki anlam vardır dendiğinde bu iki anlamdan biri diğerini nakzediyor mu ki! Hayır! İnsan bir insanı hem yönetici hem dost edinemez mi? Edinebilir. Üstelik bu bir kişiyi sadece yönetici kabul etmekten daha mükemmel ve istenen ileri aşamadır. Yani yöneticin ama dost olacak kadar samimiyetin yok, resmi bir ilişkin var! Halbuki Mü’minlere Allah Resulü ve Masum İmamlarla kuracakları ilişkide hem yönetici kabul etme hem de onları dost, yürekten bağlı olacakları bir sevgi merkezi sayma zorunlulukları vardır. Ayette her iki anlamın kastedilmesi bu açıdan ne lugata ne de manaya aykırı durum değildir. Arap şiirinde bir cümle söylenip birden çok anlamın kastedildiği çok vakidir. Yukarda dediğimiz gibi burda önemli olan bir anlamın diğer anlamı ortadan kaldırmayacak zıtlıkta olmamasıdır. Paralel anlamlarda birden çok anlam bir arada kullanılabilir.

                          “Veliyy” kelimesini sizin yaptığınız gibi “mutasarrıf” anlamında değil, “yardım eden/dost” anlamında kullanmak gerekir. Çünkü ayetin öncesi ve sonrası sizin mana edişinize uygun değildir. Nitekim ayetin başında Cenab-ı Hakk; “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin (veliyy/evliya)”.[6] buyurmaktadır. Burada ki “veliyy/evliya”dan gaye, “Yahudi ve Hrıstiyanları mallarınızda ve vicdanlarınızda mutasarrıf değil hayatınızda dostlar/yardımcılar edinmeyin” demektir.


                          Veli kelimesinin ilk anlamı dost değil mutasarrıftır. Yani insanın hayatı ve mal varlıığı üzerinde sahiplik ve düzenleme yetkisine sahip (tasarruf) olma anlamıdır. Bu temel anlamı sebebiyle ki veli kelimesinden vali (şehirde mal ve canlar üzerinde tasarruf yetkisine sahip kişi) veli ( çocuklarının ya da bakmakla yükümlü olduklarının üzerinde sahiplik ve düzenleyici hakkı bulunduran kişi) mütevelli (örneğin vaktıfta mali düzenlemeler ve tüzük koyma makamı) heyeti kelimelerinde olduğu gibi. Veli kelimesi dost anlamına da gelir. Ancak bu anlam kelimenin birinci (temel) anlamı olmayıp 2. (yan) anlamıdır. Bu durumda ayetteki veli kelimesine bu anlam verilmek zorundadır. Ayetlerde tüm müfessirlerin kabul ettiği kural budur ki, bir kelimeye önce temel anlam verilmesi şarttır. Eğer temel anlamı vermek bazen mümkün olmaz. Bu anlam verildiğinde ayet anlaşılmaz, mana yanlış olur, ya da ayette ya da başka dini hükümlerde bu anlamın zıttına anlamlar mevcuttur. İşte bu durumda kelimenin ikinci anlamı ya da mecaz anlamları devreye sokulur. Veli kelimesinin ilk anlamı yönetici, ikinci anlamıysa dosttur. Burada birinci anlamı kullanmaya bir engel olmadığı gibi, ikinci anlamı kullanmayı gerektirecen ek bir karine de mevcut değildir. Dediğimiz gibi tefsir kurallarına göre kelimenin ikinci anlamı seçildiğinde bunun bir gerekçesi ve ayette bu anlamı kullanmaya zorlayan ek bir karine (delil) olması gereklidir. Oysa burada ek bir karine mevcut değildir.

                          Sünni tartışmacının dediğinin aksine ayetin (maide 55) öncesi ve sonrasındaki (siyak sibak) ayetlere baktığımızda birinci anlamın zorunlu olduğu daha da ortaya çıkar. Örneğin: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin (veliyy/evliya)” .[6] buyurmaktadır. Burada ki “veliyy/evliya”dan gaye, “Yahudi ve Hrıstiyanları mallarınızda ve vicdanlarınızda mutasarrıf değil hayatınızda dostlar/yardımcılar edinmeyin” demektir.” Yorumu tutarlı değildir. Çünkü zaten müslümanlar yahudi ve hristiyanları dost edinmezler genel olarak. Çünkü onların inançlarının farklı olduğu daha çok ortadadır. Ancak onların yönetim ve tasarruf durumlar, zorla yönetici olmaları tehlikesi her zaman daha baskındır. Ayet de bu durumu yasaklamaktadır. Başlarınıza sizi Allah Resulü ve İmamları değil de Yahudi ve Hristiyanları mı yönetici edineceksiniz! Denmektedir. Buna olan delilimiz ayetlerin Medeni bir sure olan Maide suresinde yer alıp, Peygamberimizin (s.a.a) Medine döneminin sonlarında nazil olmuş olmasıdır. Yani Müslümanlar Mekke’de inançsal konularda eğitildiler. Kafirleri dost edinmeyecekleri onlara sevgi beslememek gerektiği İslam toplumunun ayrı bir toplum olduğu inançları tevhidin irdelendiği Mekke döneminde ağırlıklı olarak işlendi. Medine döneminde ise bu inancın hayata pratize edilişini görüyoruz. Yani hukuki ve devlet düzeni günlük ibadet ve davranışları Allah’ın dilediği şekilde oluşturuldu. Buna yönelik ayetler nazil oldu. Örneğin Mekki ayetlerde Müslümanların dostluk duygu ve imanları ele alınırken, Medine’de günlük ticari ilişkiler, evlenme miras ve devletin yasaları açısından dini tamamlayan düzenlemelere gidildi. Bu nedenle burada zaten 20 yıldır gayri müslimlerle duygusal bağ yok oldu, şimdi bu oluşan ayrı inancın, ekonomi ve devlet düzeninde nasıl uygulanacağı düzenlenmesi gerekliydi. Bu nedenle ayette müslümanlara denen şudur: Allah ve Muhammed s.a.a sizin yöneticiniz oldu. Bu yönetim sizi gayri müslimlerin tasarrufundan kurtardı. Müslümanların yöneticileri bunlardır. Muhammed’in (s.a.a) ölümünden sonra da bu böyle olmalıdır. İşte Onun nefsinden olan Ali size bunun için seçilip atanmış bir veliniz (yöneticiniz)dir. Gördüğünüz gibi o hem gönülden namaz kılar ve ruku halindeyken bile sosyal zulüm ve muhtaçlık durumundan gafil değildir. Seküler bir anlayışa sahip değildir. Güya birileri gib kendini Allah’a verip ruhbanlık adına inzivaya çekilip ülkesinde açlıktan kırılanları görmezlikten gelmez, hiçbir durum onu açlara karşı kayıtsız bırakamaz. O Allah’a gönülden boyun eğme rukusu anında bile toplumda zulme uğramış mahrum kalmış açları doyurabilmektedir.
                          Evet ayette böylesine mükemmel bir anlatım vardır.

                          Allah Teala “Ehl-i Kitap”la dostluğu en üst perdeden yasakladığını göstermek için de, yasaklanan “velayet”in (dostluğun) müslümanlarca hangi koordinatlar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini bildirmektedir: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Rasülü’dür (s.a.v.), iman edenlerdir.” Yani Hz. Ali’nin imametini isbat için getirdiğiniz ayetteki “velayet” dostluk anlamındadır. Söz konusu[7] ayetin devamı da te’vilinizin aleyhine delildir: “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin.” Görüldüğü gibi Allah Teala’nın yasakladığı “velayet”ten maksat, “dostluk”tur. Kimlerle dost olamayacakları bildirilen müslümanlara söz konusu ayetle kimlerle dost oldukları belirtilmektedir. Dolayısıyla Maide 55’teki ayette geçen “veliyy”den murad; yardımcıdır.[8]


                          Buradaki gerekçe de geçersiz olup tersine veli kelimesinin yönetici anlamının baskın olduğunu elevermektedir. Allah ve Resulünü oluşan iman gereği zaten dost edindiler. Onları dost edinmeyen bir insanın imanı yotkur zaten ki.. Ayet iman edenlere hitap etsin ve onlara Allah’ı ve resulünü dost edinin desin. Evet bunu der ama bu vugulanacak kadar yüksek sesle dile getirilmez hem de Allah ve Resulüne iman evresinin geçilip hukuki düzenlemelerin eğitiminin yapıldığı Medine’de.

                          Sonra Ayette Ali a.s’ın mü’minlerin dostudur diye vurgulanmasının espirisi en ola ki! Onun farkı ne? Zaten tüm Mü’minler birbirlerine dost değil mi? Demek burada Mü’minlere söz edilen başka bir ilişki! Tüm mü’minler tüm mü’minler üzerinde tasarruf yetkisine sahip değil. Bu sadece Allah ve Resulüne aitti. Ve sonrasında bu ayetle de bunlara Ali a.s eklenmiş bulunuyor. Yoksa Ali bizim dostumuz ve yardımcımız da diğer mü’minler değil mi! Sorusu gelir ki bu da ayetin abesle iştigal ettiği sonucunu doğurur. Bu durumda ayetteki veli kelimesine ikinci anlamı vermenin imkanı yoktur.

                          Ayrıca ayetin iniş sebebiyle alakalı farklı sahabilerin adları da zikredilmektedir. Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) işaret ettiğine dair sahih rivayetler vardır. Muhal farz, “veliyy” ile alakalı te’viliniz doğru olsa dahi bu Hz. Ali’nin (r.a.) değil, Hz. Ebu Bekir’in hilafetini teyit eder.


                          Nasıl yani! Ben de bu yazıdaki Ali için kullanılan delil aslında Ebubekire işaret eder diye bu bölümün başlığa taşındığını görünce sandım ki baya bir kanıt getirecek! Hiçbir kanıt göstermeksizin iddiada bulunma serbestliği sünnilere bir hakarettir. Yani bu adamın karşısında nasıl yani hani ayet Ali için olduğunda veli kelimesi yönetici anlamına gelmez, ama bu anlama gelse bile diğer rivayetlerden dolayı Ebubekir için bu anlama gelir! Bu nasıl oluyor diye soran bir sünni çıkmaz mı? Hadi burdaki şii tartışmacı üstelik herkesi yenmiş bir şii olarak takdim edilen hayali kişi itiraz etmiyor, ama bu sohbeti okuyan ya da dinleyen sünniler de mi sormuyor? Hocam bu rivayetler nelerdir? Hangileri sahihtir diye!

                          Biz bu ayetin Ebubekir hakkında indiğine dair rivayetlerin gösterilmesini ve sıhhatinin Ali a.s. ile ilgili mütevatir rivayetlerden daha sahih olduğunun ispatının yapılmasını beklerdik. Yoksa bu anlama gelse bile buradakinin Ebubekir olduğuna dair rivayetler nedeniyle bu delil Ebubekire işaret eder! Denerek kafalarda şüphe bırakılması ilim ve ahlaka sığmaz.

                          Yazar, bir çarpıtayım da nereye varırsa varsın! Diyor! Eğer burda Ebubekirdir derse yazar, daha önceki imametin Allah tarafından açıklandığına karşı çıkmadaki tüm iddialarını da yalanlamış olur. Çünkü sünni tartışmacı imam (halife) seçme işinin nasla Allah tarafından belirtilmediğini, bu işin hakla bırakıldığını iddia etmişti. Şimdi ise ayette veli kelimesi Ebubekire işaret eder diyerek Ebubekirin Allah tarafından veli (yönetici) olarak atandığını iddia etmekte! Tabi bunu da soracak kimse yok! Ama acele etmeyelim belki hayali kişi bunu sorar!

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                            KONU İLE İLGİLİ BAŞLIK AŞAĞIDAKİ LİNKTİR. DAHA ÖNCE Kİ YILLARDA BU KONU FORUMDA KONUŞULMUŞ VE CEVAPLAR VERİLMİŞTİR.

                            http://www.velayet.com/munazara/ince...m-t2992.0.html

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: SAHABE-İ KİRAM MÜDAFAASI

                              ben emin değilim. verdiğiniz linki inceledim benzer konular işlenmiş. Ama bu yazıya cevap yok. ben göremediysem hangi sayfa/mesajda bu yazı paylaşılmış ve hangisinde reddiyesi var bunu paylaşır mısınız? boşuna reddiye yazıyorum diye uğraşmayayım?


                              yukarıda Elmedin'in verdiği linki de inceledim orda da yok!

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X