Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Muhammed Ebu Zehra mezhepler tarihi imam sadık a.s

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Muhammed Ebu Zehra mezhepler tarihi imam sadık a.s

    İmamiyye mezhebine göre oniki imamın altıncısı olan Ca’fer−i Sadık, Muhammed Bakır’ın oğludur. Ehl−i beyt’in Kerbela’dan sonra geriye kalan tek ferdi ve ilimle şeref cihetiyle Medine’nin büyüğü olan Zeynelabidin Ali b. Hüseyn’in büyük oğlu olup babasından sonra ilim önderliğini devralan Muhammed’e, ilmi yarıp en ince ayrıntılarına dalabilmesinden, ‘İlimleri yarıp çıkaran’ manasında “Bakır−ü’l Ulûm” denmiştir.

    Özellikle tefsir, fıkıh ve hadiste çağdaşı âlimlerin rehberi olarak kabul gören Muhammed Bakır’ı, dört bir taraftan gelip ziyaret eden ulema arasında İslam fıkhının ve hadisin büyük imamlarından Süfyan es−Sevri, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife ve Malik b. Enes’in de yer alışı ilmi seviyesini göstermede yeterlidir.

    “… Muhammed Bakır’ın imamlığını tüm alimler kabul ediyor, reisleriymiş gibi kendi görüşleri konusunda ona hesap veriyor ve ondan rehberlik diliyorlardı…” (Mezhepler Tarihi, Ebu Zehra, 652)

    Ehl−i beyt’in fertlerinde bulunan −semadan tasdikli− tüm güzel hasletleri kendinde toplamış bulunan Muhammed Bakır’ın, Hz. Ebu Bekir (ra)’ın torunu Kasım b. Muhammed’in kızı olan Ümmü Ferve’yle izdivacından doğan Ca’fer’de böylelikle hem Ehl−i beyt’in bütün özellikleri hem de Hz. Ebubekir’in, fedakarlık, sabır ve vakarı birleşmiş, tabiatıyla tarihin ender rastladığı eşsiz bir şahsiyet vücuda gelmiştir.

    Ehl−i beyt hanedanının tertemiz ortamında doğup büyüyen Ca’fer−i Sadık da tüm büyük şahsiyetler gibi çok küçük yaşta ilimle uğraşmaya başlamıştır. Ehl−i beyt’in büyüğü dedesi Zeynelabidin’in ilim ve ma’rifetinden ondört yaşına kadar beslenme şerefine nail olan küçük Ca’fer, “Bakır−u’l Ulûm” olan babası başta olmak üzere Medine’nin ileri gelen tüm büyük zatlarından azami derecede istifade ederek büyümüş, aralarında İbn−i Şihab ez−Zühri’nin de bulunduğu büyük tabiinden ders tahsil etmiştir. Baba tarafından olduğu gibi, anne tarafından da ilim hazinesinin mirasını devralmış bulunan İmam Ca'fer; böylelikle 25−30 yaşlarına eriştiğinde doğu ve batıdaki ulema arasında adı duyulan büyük bir âlim şahsiyet olarak ortaya çıkmıştır.

    34-35 yaşlarında babasını kaybeden Ca'fer−i Sadık rasih ilmi ve engin zekasıyla, yerleşik iki fıkhi ekol (Irak ve Medine ekolleri) arasında mukayese yapabilecek seviyeye ulaşmış, kendine has bir fıkhi karakter sahibi olmuş; başta Süfyan es−Sevri, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife, Malik b. Enes olmak üzere ileri gelen birçok âlime babası gibi ders vermiştir.

    Uzun bir dönem, Zeynelabidin ve Muhammed Bakır gibi Medine’de kalarak kendisinden ilim ve marifet öğrenip feyz almaya gelenlere ders vermekle meşgul olmuş, sonrasında da Irak’a gidip bir müddet orada ikamet etmiş, sapkın akım ve fikirlere karşı halkı irşad etmiştir.

    Ömrünün ilk yarısı Emeviler, son yarısı da Abbasiler dönemine tekabül eden İmam Ca'fer es−Sadık, Ehl−i beyt’in başına gelen birçok faciaya da bizzat tanıklık etmiştir. Yaşıtı olan amcası Zeyd b. Ali’nin ve akabinde de oğlu Yahya b. Zeyd’in Emeviler tarafından gaddarca katlinden büyük teessür yaşamış bulunan İmam Ca'fer, Abbasiler döneminde de, önce amcazadelerinden Muhammed Nefs−ü’z Zekiye b. Abdullah ve kardeşi İbrahim b. Abdullah’ın katledilişi, sonrasında da bu iki zatın babası, Ehl−i beyt’in büyüğü ve en yaşlısı, Ebu Hanife’nin hocası Abdullah b. Hasan’ın hapsedildiği hücrede gördüğü işkence ve baskıdan vefat edişi gibi hadiseleri gözleriyle görmüş; belki bunların da etkisiyle siyasetin çirkin ve çetrefilli yollarından uzaklaşarak Hakk’a ulaştıran yolda insanlara kılavuzluk edip bütünüyle ilim ve marifetle uğraşmış ve vefat ettiği H.148 tarihine kadar de hep bu istikamette süluk etmiştir.

    Babasının hikmet dolu “Fasıkla arkadaşlık etme, çünkü fasık seni, arzulayıp ulaşamadığı bir lokmacığa değişir. Cimriyle de arkadaşlık etme, o da en çok muhtaç olduğun anda, malım gider korkusuyla seni terk eder. Yalancı ile de arkadaşlık etme, yalancı serap gibidir, sana uzağı yakın, yakını da uzak gösterir. Ahmak ile de arkadaşlık etme, çünkü ahmak sana iyilik edeyim derken kötülük eder. Sılayı kesenlerle de arkadaşlık etme. Böylelerinin Allah’ın kitabında lanetlendiğini gördüm” nasihatine sarılıp; hep faziletli kişilerle beraber olan İmam Ca'fer−i Sadık’ın o yüce ilim, ahlak ve hikmetinden, onu ziyaret edenler istifade etmiş, onu ve ilmini ta’zim etmişlerdir.

    Ondan iki yıl kadar ders alan İmam Ebu Hanife’nin “O iki yıl olmasaydı Nu’man (kendisini kastediyor) helak olurdu” diyerek övdüğü İmam Ca'fer için İmam Malik b. Enes de “… Ona gidip ders alırdım… Hz. Peygamber (sav)’in adı anıldığında sararırdı… O’nu her gördüğümde üç şeyden birisiyle meşgul idi. Ya namaz kılar, ya Kur’an okur veya oruçlu bulunurdu. Abdestsiz olarak Hz. Peygamber (sav)’den hadis rivayet ettiğini hiç görmedim. Asla boş yere konuşmazdı. O, Allah’tan korkan zahit ve abit âlimlerden idi. Ona her gittiğimde altındaki minderi alıp bana vermeye çalışırdı…” demiştir.

    Hz. Peygamber (sav)’in “Allah−u Teala şüpheleri basiretleri ile ve şehvetleri de olgun akıllarıyla def’eden kullarını sever” hadisini şiar edinip şüpheli şeylerden hep uzak duran Ca'fer−i Sadık’a, takvası, kendini ibadete ve ilme vererek dünyevi arzulardan yüz çevirmesi ve her hareket ve davranışında Allah’tan başka hiç kimseyi hesaba katmaksızın sadece onun rızasını esas alması eşsiz bir ihlâs kazandırmış, çağdaşlarının tümüne rehberlik edecek bir şahsiyet olmasına vesile olmuştur.

    Dünyaya karşı bütünüyle zahid olmakla beraber zühdünün kimsece bilinmemesine azami dikkat gösterip tüm kurtuluşun takvada ve Allah’a itaatte olduğunu vurgulamış; “Her kim kavmi ve aşireti olmadan izzet isterse, saltanat ve hükümet olmadan büyüklük ve heybet isterse, mal olmadan sermaye ve zenginlik isterse, masiyetin (günahın) zilletinden Allah’a itaat izzetine geçmelidir” demiştir.

    “İyilik ancak üç şeyle tamamlanır: Biran önce yapmakla, yapılan iyiliği çok görmemekle ve onu gizli tutmakla” deyip bu düsturla muhtaçlara bolca ihsanda bulunan İmam, dedesi Zeynelabidin gibi bazen ekmek, et ve parayla doldurduğu bir torbayı omuzlayarak geceleyin Medine’deki fakirlere dağıtmıştır.

    “Affetmek insanı küçük düşürmez” hadisi mucibince çok affedici ve hoşgörülü olan ve arkasından kötü konuşulduğunu duyduğunda abdest alarak namaz kılıp gıybette bulunanların affı için Allah’a dua eden İmam Cafer-i Sadık “Eğer kardeşinin sevgisinin sana sefa, berrak ve doğal kalmasını istiyorsan onunla şaka, cedel, rekabet, çekişme ve keşmekeşe girme” diyerek muamelelerde yakalanması gereken ölçüyü göstermiştir.

    Henüz küçükken babası Muhammad Bakır’dan dinlediği “Yavrucuğum, tembellik ve bezginlikten sakın. Çünkü bunlar her kötülüğün anahtarıdır. Tembellik edersen hakkı yerine getiremezsin. Bezginlik gösterirsen hak üzere sabredemezsin” nasihati ışığında ilim ve irfanla dolu bir hayat yaşayan ve hakkı ifa edip sebat etmede numune−i imtisal teşkil etmiş bulunan bu eşsiz şahsiyetin hayatının her anı istifade edilecek yüceliktedir.

    İmam Cafer-i Sadık, Hicri 148’de Abbasi halifesi Mansur’un emriyle zehirletilmekle suretiyle şehit edildi. Allah bizleri, kendisinin ve ceddinin hayır ve bereketinden mahrum etmesin.



    insan olma bilincinizi selamlıyorum

    #2
    Ynt: Muhammed Ebu Zehra mezhepler tarihi imam sadık a.s

    Şüphesiz Allah, (müşriklerin saldırı ve sinsi tuzaklarını) iman edenlerden uzaklaştırmaktadır. Gerçekten Allah, hain ve nankör olan kimseyi sevmez.” (Hac 38)
    insan olma bilincinizi selamlıyorum

    Yorum


      #3
      dört mezhep mi haktır

      Kur'ân-i Kerim buyuruyor ki: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra, 36) Bu âyetten anlaşıldığı üzere insan, bilgisi olmadan bir yargıda bulunması ve bir şeye bağlı olması caiz değil ve Allah karşısında böyle bir tutumundan dolayı insan mutlaka sorumlu tutulacaktır. Şimdi "Dört mezhep haktır" görüşünü inceleyerek bu görüşün sağlam bir delilinin olup olmadığını araştıralım.

      1-Dört mezhebin kurucuları şunlardan ibarettir:

      1-Ebu Hanife, Numan b. Sabit el-Kufi Hicri 80'de doğmuş ve Hicri 150'de vefat etmiştir.

      2-Malik b. Enes, Hicri 93'de doğmuş ve Hicri 179'da vefat etmiştir.

      3-Muhammed b. İdris Şafii, Hicri 105'de doğmuş ve Hicri 204'de vefat etmiştir.

      4-Ahmed b. Hanbel Hicri 164'de doğmuş ve Hicri 241'de vefat etmiştir.

      Görüldüğü gibi bu dört mezhebin hepsinin temelleri Peygamber (s.a.a)'den en az yüz yıl sonra atılmaya başlanmıştır. Birinci ve ikinci hicri yüzyılda Ehl-i Beyt'i ilmi merci' olarak bilenler, bumezheplerden hiç birine bağlılık söz konusu olmadan yaşayıp dünyadan gitmişlerdir. Mezheplerin dörtle sınırlandırılması her hangi bir şer'i delile dayanmamaktadır. İkinci hicri yüzyıldan başlayarak Ehl-i Beyt'i ilmi merci' olarak kabul etmeyen Müslümanlar, çeşitli mezheplere bölünmüşlerdir. Böylece onlarca fıkhi mezhep ortaya çıkmıştır. Ancak Abbasî halifelerinin ve onlardan sonraki bazı yöneticilerin baskıları neticesinde bu dört mezhep resmi mezhep olarak yayılmış ve mezhepler dörtle sınırlandırılmaya çalışılmıştır.

      Meşhur ve muteber tarihçi Makrizi "El-Hutat" adlı eserinde bu hususta şöyle yazıyor:
      "Kadı Ebu Yusuf Hicri 170'de Abbasi Halifesi Harun Reşid tarafından kadılık makamına atandı; o işini sürdürerek baş kadılık makamına kadar yükseldi. O bu makamda Horasan'dan ta Şam'a kadar bütün beldelerde özellikle Ebu Hanife'yi taklit edenleri bu makama atamaya dikkat ediyordu. Böylece Hanefi mezhebinin yayılmasında Ebu Yusuf en büyük rolü oynadı." Doğuda Hanefi mezhebinin yayılmasıyla birlikte Batı'da (Afrıka'da) Ziyad b. Abdurrahman vasıtasıyla Maliki mezhebi yayılmaktaydı. Makrizi diğer mezheplerin yayılmasına işaretle şöyle diyor: "Daha sonra Mısır sultanı Baybaros, Mısır'a Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli olarak dört kadı tayin etti. Baybaros Hicri 658'de saltanatı ele geçirmiş ve Hicri 676'da vefat etmiştir." Makrizi şöyle devam ediyor: "Hicri 665 yılında Mısırda dört mezhebe bağlı dört kadının (hakimin) atanması ve bu işin sürdürülmesi üzerine tüm İslam beldelerinde dört mezhebin dışında resmi tanınan başka bir mezhep kalmadı. Bu mezheplerden başkasına bağlı olanlarla düşmanlık edildi; onlara karşı çıkıldı bu mezheplerden birine bağlı olmayan kimse kadı olarak tayin edilmedi; hitabet, cemaat İmâmlığı ve tedris kürsüsü ona verilmedi. Bu müddet zarfında çeşitli fakihler de bu mezheplere uymanın farz ve diğer mezheplere uymanın haram olduğuna dair fetvalar verdiler..."

      İbn-i Futi'de El-Havadis-ül Camia adlı eserinde 631 yılının olaylarını anlatırken mezheplerin dörtle sınırlandırılışının Abbasi Halifesi Müstansirubillah'ın emriyle Bağdat'taki "Müstansariyye" Medresesi'nde bu mezheplerden her birine bir tedris kürsüsü verilerek gerçekleştirildiğini açıkça vurgulamaktadır. Bu husustaki tarihi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

      Kısacası bu dört mezhebin hak olup diğer mezheplerin hak olmadığı görüşü, her hangi bir şeri delile dayanmamaktadır. Bu mezheplerin dörtle sınırlandırılmasında en önemli rolü zalim sultanlar oynamıştır. Kısacası tahkik ehline göre, dört mezhebin hak ve diğer mezheplerin batıl olduğuna dair her hangi bir delil ortada yoktur. Hatta bu mezheplerin kurucuları olan mezhep İmâmları bile ortaya koydukları görüşlerin (ki sonradan bir fıkhi mezhep haline gelmiştir) bir içtihattan ibaret olduğunu açıklamışlardır. Bunlar kendi içtihatlarının hak ve diğerlerinin geçersiz olduğunu iddia etmemişlerdir. Örneğin Hatip Bağdadi Meşhur tarih kitabında (13. cildinde) Mezahim b. Zefr'den naklediyor ki: Ebu Hanife'ye "Bu verdiğin fetvalar ve kitaplarında yazdığın bu konular, şüphesi olmayan hak mıdır?" diye sordum. Ebu Hanife: "Allah'a yemin ederim ki bilmiyorum. (Benim bu fetvalarım) şüphesi olmayan bir batıl da olabilir" dedi.

      Ehl-i Beyt İmâmlarının Ebu Hanife'nin içtihadının batıl temele dayandığını açıkça ifade ettikleri sabittir. Ebu Nuaym, meşhur Hilyet-ül Evliya kitabında (C.3, S.196) Amr b. Cemi'den şöyle nakleder: "Ben ve İbn-i Ebi Leyla ve Ebu Hanife, İmâm Cafer Sâdık'ın huzuruna gittik İmâm, İbn-i Ebi Leyla'dan "Bu şahıs kimdir? diye sordu. İbn-i Ebi Leyla din hususunda bilinçli bir şahıstır diye cevap verdi. İmâm: "Şâyet o dini kendi görüşüyle kıyas ediyor? (Mukayese yoluyla hükümleri çıkarmaya çalışıyor) dedi. O "Evet" dedi. Sonra İmâm kıyasın batıl olduğunu ispatlamak için ondan bazı sorular sordu. Ebu Hanife İmâm'ın sorularını cevaplayamadı. İmâm, o soruların cevabını verdikten sonra şöyle buyurdu: "Ey Nu'man (Ebu Hanife'nin ismi Nu'man'dır) babam, büyükbabamdan nakletmiştir ki, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Din işlerinde ilk kıyas (mukayese ve benzetme) yoluna giden İblis'tir (Şeytan'dır). Allah-u Teala ona: "Adem'e secde et", dedi. O ise "Ben ondan daha üstünüm; beni ateşten ve onu topraktan yaratmışsın" (yani Şeytan ateşle toprağı birbirine mukayese ederek kendi üstünlüğünü ortaya koymaya çalışmıştır) dedi. Her kim dinde kendi görüşüyle kıyas ederse Allah Teâlâ onu kıyamet günü İblis'le birlikte kılar. Çünkü o, kıyasta ona (İblis'e) uymuştur."

      Bu hadisi Ebu Nuaym başka bir senetle de nakleder; bu ikinci nakilde şöyle der: İmâm Cafer Sâdık Ebu Hanife'den sordu ki: "Adam öldürmek mi daha büyüktür (büyük günahtır) yoksa zina mı? Ebu Hanife, adam öldürmek, diye cevap verdi. İmâm dedi ki (Öyleyse neden) Allah Teala adam öldürmede (adam öldürmenin ispatında) iki şahidi yeterli bilmiştir; ama zinada dört şahit istemiştir. Yine İmâm Cafer Sâdık sordu ki "Namaz mı daha önemlidir yoksa oruç mu? O namaz diye cevap verdi. Bunun üzerine İmâm şöyle dedi: "Öyleyse neden kadın hayız (adet) olduğu zamandaki orucunu kaza etmesi gerekir, ama namazını kaza etmesi gerekmez? Yazıklar olsun sana kıyas nasıl doğru olabilir? Allah'tan kork ve dini kendi görüşünle kıyas etme."

      İbn-i Hallikan Ka'nebi'den naklediyor ki: "Malik'in (Malikî mezhebinin İmâmı) ölüm hastalığında iken yanına gittim; selam vererek oturdum. Malik'in ağladığını gördüm. "Neden ağlıyorsun?" dedim. O, "Nasıl ağlamayayım? Ağlamaya benden daha müstahak olan kim olabilir? Allah'a yemin ederim ki kendi görüşüm üzere fetva verdiğim her konuda bana bir kırbaç vurulmasını ve benim o fetvayı vermemiş olmamı isterdim. Keşke kendi reyimle hiç fetvam olmasaydı..." dedi."

      Diğer iki mezhepler için de aynı şeyler söz konusudur. Kendi içtihadı ve reyiyle fetva veren ve kıyasın temelini atan İkinci Halife Ömer b. Hattab'ın bile "Din hakkındaki görüşlere kötümser olun; bizim görüşler zanna ve tekellüfe dayanır" dediğini, İbn-i Hazm El-Muhella kitabında nakleder. Ebu Davud Secistani de kendi Sünenin'de Ömer'in, "Hak olan Peygamber'in sözüdür, bizim görüş ve sözlerimiz böyle değildir; bizim sözlerimizi bırakın" manasını ifade eden bir sözünü nakleder. (Oysa Ömer'in bizzat kendisi kıyas yoluyla hüküm çıkarmanın temelini atan şahıslardan sayılır. Ömer'in kendi valisi olan Ebu Musa Eş'ari'ye şöyle yazdığı nakledilmiştir: "Kur'ân ve sünnette olamayan ve senin hatırına bir şey gelmeyen konularda çabuk fetva verme; çok düşün ve benzeri konuları bil ve onları birbiriyle karşılaştır ve hakka daha benzer olanına kıyas et" (Ebu İshak Şirazi, Tebekatu'l-fukaha, İbn-i Kayyim, A'lam'ul Mukiin)

      Kısacası yukarıda işaret edildiği üzere Ehl-i Beyt İmâmlarının bu mezheplerin dayandıkları temelin (kıyas)'ın batıl olduğunu açıkladıklarını nazara alarak ve bizzat söz konusu mezhep İmâmlarının bile, kendi görüşlerinin hak olmayacağını itiraf etmelerini göz önünde bulundurarak şöyle deriz: Dört mezhep haktır demek din adına büyük bir pervasızlıktır. Allah bizleri büyük yanılgılardan korusun.

      Ama Caferi mezhebine gelince iş tamamen farklıdır; çünkü bu mezhep Peygamber (s.a.a)'in Kur'ân ve Ehl-i Beyt'e sarılmaya dair kesin emri doğrultusunda şer'i hükümlerde Ehl-i Beyt'e uymayı esas almak temeli üzerine kuruludur. Bu mezhepte herhangi bir kıyas ve benzeri batıl yöntemlere başvurulmaz. Ehl-i Beyt İmâmları (12 masum İmâm) sadece Allah'ın onlara verdiği vehbi ilimle Allah'ın dinini her hangi bir zann, içtihat ve re'ye başvurmadan ortaya koymuşlardır. Caferilik veya başka bir ismiyle Şia (Ehl-i Beyt mektebi) Peygamber'in, ilminin kapısı olarak tanıttığı Hz. Ali ve onun soyundan olan masum İmâmlara uymak temeli üzere kuruludur. Bu mezhebin Caferi olarak adlandırılması, İmâm Cafer Sâdık'ın bu mezhebin tek İmâmı olmasından değildir; Emevilerin çöküşü ve Abbasilerin başa geçmesi döneminde meydan gelen gevşemenin İmâm Cafer Sâdık'ın dönemine rastlaması ve bu iki grubun (Abbasilerle Emevi'lerin) birbiriyle uğraşmasından dolayı meydana gelen nisbi rahatlıktan yararlanarak İmâm Cafer Sâdık'ın, Şia'nın inançları ve fıkhi meselelerini beyan etmesinden dolayıdır.ndan sonraki dönemlerde olduğu gibi, şer'i konularda Ehl-i Beyt'e bağlı kalmışlardır.
      insan olma bilincinizi selamlıyorum

      Yorum

      YUKARI ÇIK
      Çalışıyor...
      X