Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Imam-i Azam Ebu Hanife -kökeni ve Sia eglimi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Imam-i Azam Ebu Hanife -kökeni ve Sia eglimi

    2009 yılı Hanefi mezhebinin kurucusu, İslam fıkhının temellerini atan büyük alim Nu’man b. Sabit Ebu Hanife’nin doğumunun 1310, ölümünün ise 1240 yılına rastlamaktadır. Bu kapsamda ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde konuya ilişkin herhangi bir yazının kaleme alınmadığını belirtmek benim için çok üzücüdür. Şahsım adına ileride gerçekleştirilecek “1310. Yılında İmam Ebu Hanife” başlıklı konferanslar, oturumlar ve araştırmalar kapsamında ilk makaleye imza atmaktan onur duyarım. Biz burada İslam tarihinin ortaya çıkardığı en gözde alimlerden İmam Ebu Hanife üzerine tartışmalı kalan iki mesele üzerinde duracağız:

    1. Ebu Hanife’nin kökeni meselesi
    2. Ebu Hanife’nin Şia eğilimi

    Kökeni Meselesi
    Ebu Hanife adıyla bilinen bu ünlü din aliminin yaşamı tam olarak aydınlığa kavuşturulmamıştır. Aslen Kabilşah’ta satın alınmış bir köle olan ve müslüman olarak azad edilen Zuta oğlu Sabit, yani Sabit b. Zuta’nın oğludur. Babası Zuta deveci olmuştur. Köle olduğu sırada da devecilik yapmıştır. Babasının soy kökü Tirmiz’e uzanmaktadır (Halim Sabit Şibay, Ebu Hanife mad, İA, c. IV, s. 20). “Zuta” adı “Tuta/Duta” (Tutak/Dutak?) biçminden Arapça bozulması olduğundan Ebu Hanife’nin Türk asıllı olduğuna inanılabilir. Zira, satın alındığı Kabilşah bölgesi ve hatta Kabilşahlar hanedanı bir Uar/Hun bağlantısına sahipken, Zuta’nın memleketi hesap edilecek Tirmiz, Anbar ve Nisa’da (Orta Asya şehirleri) yoğun bir türk nüfusuna sahip bölgelerdir. “Zutaoğlu” olarak bilinen bu şahıs müslüman olduktan sonra Sabit adını almıştır. Bundan dolayı da Sabit b. Zuta olarak kaynaklarda belirtilmiştir. Ancak, Muhammed b. Yusuf ünlü ‘Ukâd el-Cumân adlı eserinin bir yerinde (bu eserin bir yazması İstanbul Halk Kütüphanesinde No: 5197’de korunmaktadır) Ebu Hanife’nin torunu İsmail b. Hammad’ın dilinden “dedesinin (yani Ebu Hanife’nin) köle olmayıp, bir marzuban ailesine mensup olduğunu” kaydeder. Burada “marzuban”, Pehleviler ve Sasaniler döneminde (m.ö. 250-m. 652) “eyalet hakimleri”nin kullandığı askeri bir terimdir. Bununla İsmail b. Hammad, dedesinin Tirmiz yöresindeki bir hanedanlığa göndermede bulunmuş olabilir. Muhammed b. Yusuf’un bizzat Ebu Hanifenin torununa dayanarak verdiği bu bilgi, diğer kayıtlarca da doğrulanmaktadır.

    Zuta (Dutak)’ın ana vatanı olan Tirmiz günümüzde Orta Asya sınırları içinde bulunmaktadır. Burası İslamiyyetten önce Sermencan, Haşimgird ve Tirmiz’le birlikte bir eyalet oluşturmaktaydı. Bu eyaletin merkezi şehri de Tirmiz idi. Burası, hemen Saganiyan (bu eyalet adını İskit/Saklardan alıyordu) eyaletinin yanı başında idi, ki İslam dönemlerinde Saganiyan eyaletinin sınırları içinde gösterilmektedir. Saganiyan ise Maveraünnehr, şimdiki Özbekistan sınırları içindedir. İlk İslam tarihçisi ve coğrafiyacısı Taberi ile Balazuri, İsmail b. Hammad’ın sözlerini doğrular biçimde Tirmiz’de İslamiyetten önce “mahalli bir idarenin” olduğunu ve hükümdarının bulunduğunu belirtirler. Özellikle, Balazuri (öl. 892) ünlü Fütuhü’l-Buldan adlı eserinin bir yerinde Tirmiz hakiminin Türk olduğunu, Sa’id’in burayı fethettiği sırada bölgeyi “Hatun” adlı hükümdarın eşinin yönettiğini zikr eder (Balazuri, Fütuhü’l-Buldan, Tercüme: M. Fayda, Ankara 2002, s. 598). Arap komutanı Sa’id şehri anlaşma yoluyla Emevilere tâbi etmiştir.

    Bugün Eski Tirmiz denilen bölge bir harabeliktir. Selçuklu döneminin ünlü müelliflerinden Sem’ani Ensab adlı eserinde Tirmiz’in Tirmiz şehri içinde el-Tirmizi adlı bir mahalle olduğunu belirtir. 1889 yılına ait bölgeni teftiş eden Rus subaylarının tutanaklarında bölge halkının Tirmiz’e Termiz ve Tarmız dedikleri de bilgilerimiz dahilindedir. Şehrin yerini tespit edecek ilk arkeolojik kazıları ise Poslavsky adlı bir Rus arkeolog gerçekleştirmiştir (Barthold V. V, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Tercüme: H. D. Yıldız, Ankara 1990, s. 78-79, n. 96).

    Ancak muhtemelen daha sonra Tirmiz Arapların idaresinden çıkmış ve bu yüzden Horasan valisi Abdullah b. Hazım’ın oğlu Musa b. Abdullah (689-704) Tirmiz’e hücum etmiş, o sırada Tirmiz’in Türk hükümdarı olan Zuta (Dutak) bir avuç askerle şehrden kaçarken ailesi Arapların eline esir düşmüştür. Musa, bölgeye hakim olunca da buradan Ebu Hanife’nin dedesi Zuta’nın ailesi de dahil topladığı çok sayıda köleni Horasan’a aktarmış ve bunlar Horasan köle pazarlarında satılmışlardır (Balazuri, Fütuh, s. 598-599; Barthold, Moğol, s. 199). Muhtemelen, köle olarak satılanlar arasında Ebu Hanife’nin babası Sabit de bulunuyordu. Zira, Ebu Hanife’nin 699 yılında Kufe’de doğduğu göz önüne alınırsa, babasının da on yıl önce (689’da) Tirmiz’de köle edilip Kabilşah’da satıldığı tarih olarak daha inandırıcıdır.

    Ebu Hanife’nin babası Sabit’i, Arap kabilesi Bekr b. Va’il’den olan Taymullah b. Sa’laba aşirete bağlı aile satın almıştır. Bizzat Ebu Hanife, Taymullah b. Sa’laba’nın “mevla”sı hesap ediliyordu.

    Ebu Hanife’nin babası müslüman olup Sabit adını alınca, Taymullah b. S’alaba aşiretine bağlı ailece azat edilmiş, bunun üzerine Sabit Kufe’ye gelip yerleşmiştir. Nu’man adını taşıyan Ebu Hanife Kufe’de hicri 80 (m. 699) yılında doğmuştur.

    Böylece, tarihçilikte yer alan Ebu Hanife’nin İranlı “Faris oğullarından” olduğuna ilişkin yaygın kanı temelsiz bulunmaktadır. Zira, hiçbir ana kaynakta ona “Farisî” adı isnat edilmemiş, ayrıca, tarihçileri yanılgıya düşüren gerekçe onun babasının köle olarak satıldığı Kabil asıllı hesap edilmesi olmuştur. Şayet, bu böyle olsa bile, yani Ebu Hanife’nin dedesini Kabil hükümdar ailesinden kabul etsek dahi, Kabilşahlar denilen hanedanın da Uar/Hun asıllı bir topluluk olduğu ortadadır. Nitekim, Çin ve Eski Hint kayıtlarına göre, kaynaklarda Uar-Hun’lar olarak belirtilen Avarlar 350 yılında Horasan’da ortaya çıkmış burada Ak-hun Devleti kurmuşlardır (Bu konunu biz daha önce Türkmenistanlı bir tarihçiyle ortak hazırladığımız bir kitabımızda enine boyuna tartışmıştık. Bkz. Necef E. N – Anaberdiyev A, Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul 2003, s. 91-102). Roma dönemi kaynaklarında “Kermichion/Karmin Hyon” adıyla geçen “Kırmızı Hunlar”dan Zavul isimli bir boy Kabil bölgesine inmiş (Kabil adı da bu boyun adı olan Zavul’dan gelmektedir) ve burada Arap kaynaklarında Kabilşahlar olarak belirtilen bir beylik kurmuşlardır. Eski Hint kayıtlarında ise bunlara “Huna” adı verilmektedir (Çin ve Hint kayıtları için bkz. Czegledy K, Turan Kavimlerinin Göçü, Tercüme: G. Karaağaç, İstanbul 1999, s. 48-57; Taşağıl A, Çin Kaynakalrına Göre Eski Türk Boyları, Ankara 2004, s. 48). Yani, bizim görüşümüzün karşısında yer alan Avrupa ve bazı İslam arştırmacılarının Ebu Hanife’nin soyunu Kabil’deki “Farisî”lere bağlamak iddiaları da verdiğimiz son açıklama ile tutarsızdır.

    Neticede, Kufe’de Araplar arasına yerleşen Sabit ve burada doğan oğlu Ebu Hanife Arapça konuşan bir muhite sahiptir. Nitekim, eğitimini de bu dilde almış ve ünlü vaazlarını da bu dilde vermiştir. Ancak, köken itibariyle bir Türk hükümdar ailesinden gelmektedir.

    Ebu Hanife’nin Şia Eğilimi

    Ebu Hanife’nin sıkça vurgulanan Şia’nın altıncı imamı Ca’fer-i Sadık’tan da dersler aldığı bilinmektedir. Halim Sabit Şibay, Ebu Hanife üzerine yazdığı İslam ansklopedisindeki maddede, ona “Ehl-i beyte bağlılık ve dinde ihlas”ın anne ve babasından tevarüs ettiğini söyler (Ebu Hanife, s. 20). Zira, Kufe çevresi de buna müsaittir. Bilindiği gibi, Kufe, Hz. Ali yanlılarının sonraki dönemlerde yoğunlukta oldukları bir bölge olmuştur.

    Ebu Hanife ilk eğitimini Kufe’de almıştır. Burada sırasıyla Kur’anı hatmetmiş, ardından Arapçanın sarf ve nahvini öğrenmiştir. Devamında ise Kufe, Basra ve Irak’ı dolaşan ünlü alimlerden hadis dinlemiştir. Kufe ile Basra’nın en önemli özelliği cedel ile kelam sahasında çok gelişmiş olmalarıdır. Dönemin Kufe’sinin en önemli bilgini Ebu Amr Emir Şa’bî’den (h. 20-104) dersler alan Ebu Hanife, yine onun teşvikiyle ilime yönelmiştir. Gençliğinde bir ara ticaretle uğraşsa da bilginlerin sohbetlerine katılmaktan kendisini alıkoymamıştır. Bir rivayete göre, Ebu Hanife 4000 civarnda din aliminden hadis dinlemiştir.

    Ebu Hanife’nin hocaları arasında Ca’fer-i Sadık b. Muhammed de bulunuyordu. Hz. Ali’ye ve Şia siyasi söylemine karşı ilgisinin pekişmesi de O`nun sayesinde olmuştur. Ama, O`ndaki Şia eğiliminde Ca’fer-i Sadık’ın bir başka etkisi daha bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Ebu Hanife, Irak’ın en ünlü alimlerinden Hammad b. Ebu Süleyman’ın Kufe camisinde oluşturduğu halkasına, hocasının ölümüne kadar katılmıştır. Onun ölümünden sonra ise bir süre boş kalan Hammad’ın kürsüsüne yine Hamamd’ın tilmizlerinin teşvikiyle oturmuş ve böylece Hanefilik olarak tanımlanacak kendi öğretisini bu sohbetlerinde oluşturmuştur. Ebu Hanife bu göreve geldiğinde yaklaşık olarak 40 küsur yaşlarında idi. Buradan da onun aradaki Mekke’de bulunduğu sürgün hayatı göz önüne alınmaz ise 30 yıl süre ile Kufe camiinde dersler verdiği anlaşılıyor.

    Ebu Hanife, İslam’da fıkhın bir ilim haline gelmesini sağlamış ve onun yöntemlerini de belirlemiştir. Ünü İslam dünyasına yayılınca, yönteminden dolayı şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Bunun üzerine Ca’fer-i Sadık başkanlığında Mekke’den gelen bir ilim heyeti Kufe’de Ebu Hanife’yi imtahan etmişlerdir. Ardından da başta Ca’fer-i Sadık olmak üzere heyet Ebu Hanife’nin yöntem ve metodunu olumlu bulmuştur. İşte bu olay, Ebu Hanife’nin Ca’fer-i Sadık’a olan bağlılığını daha da artırmıştır.

    Ama, Ebu Hanife’nin Şia eğilimine olan bağlılığını ortaya koyacak bunun dışında daha net bilgiler de bulunmaktadır. Emevilerin son dönemlerinde Şia ile Abbasi daileri birlikte Emevilere karşı mücadele ediyorlardı. İşte bu dönemde Ebu Hanife’de Kufe’de Emevilere karşı gizliden gizliye Hz. Ali yanlıları lehine vaazlar vermekteydi. Bunu, Irak’taki Emevi otoritesinin sarsıldığını gören vali Yezid b. Hübeyre’nin toplum arasında tanınmış din adamlarını devletin safına çekmek siyaseti sırasında Ebu Hanife’ye de yüksek bir makam önermesinden de anlıyoruz. Ama Ebu Hanife bu önerini geri çevirince işkence ve takiplerden kurtulmak için Kufe’desi derslerini bırakıp hicri 130 yılında Mekke’ye kaçmıştır (Ebu Hanife, s. 24).

    750 yılında Ebu Müslim ayaklanması ile yönetimi ellerine geçiren Abbasiler, Şia ile yollarını ayırınca Ebu Hanife de Abbasilere karşı tutum sergilemiştir. Mahmud Zamahşerî el-Keşşaf adlı eserinde Abbasi halifesi Ebu Ca’fer el-Mansur döneminde Şiilerin Abbasilere karşı ayaklanmasında Ebu Hanife’nin fetva verdiğini belirtir. Bunun en bariz örneğini, Halife Ebu Ca’fer döneminde, yani hicri 145 senesinde Basra’da İbrahim b. Abdullah b. Hasan önderliğinde başlatılan Şii ayaklanmasında Ebu Hanife`nin Kufe camiinde açıkça halkı Şiilere yardıma çağırması oluşturmaktadır. İsyan Abbasilerce bastırıldıktan sonra, isyanın teşvik edicilerinin takibi kapsamında göz altına alınanlar arasında Ebu Hanife de bulunmaktaydı. Hicri 150 (m.769) yılında tutuklanan Ebu Hanife 15 gün gözaltında kalmış ve bazı kaynakların verdiği bilgiye göre 70 yaşında gördüğü işkenceler yüzünden zindanda ölmüştür. El-Namarî el-İntika adlı eserinde onun hapiste zehirlenerek öldüğünü belirtmektedir. Tüm bunlar Ebu Hanife’nin siyaseten Şia söylemini desteklediğini ortaya koymaktadır (Ebu Hanife, s. 25).

    Ancak, bu Ebu Hanife’nin Şia söylemlerini fıkhen kabul ettiği anlamına gelmez. Zira, bu dönemde Şia da bir mezhep olarak tam biçimde oluşmamıştır. Muhtemelen, Ebu Hanife, Emevi ve Abbasi yönetimlerinin despot yönetimi karşısında toplum açısından Şia siyasetini daha olumlu bulmuş ve desteklemiştir. Nitekim, Şia’ya verdiği açıktan açığıa bu destek onun yaşamına malolmuştur.

    Hayat da en Hakiki Mürsit ilimdir ( Hz. Ali )
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X