Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

    [quote author=serdarcan link=topic=3488.msg25750#msg25750 date=1241847380]
    çok güzel kaynaklı delilli mantıklı açıklamalar.ALLAH razı olsun kardeşim
    [/quote]

    Yorum


      #47
      Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

      [quote author=serdarcan link=topic=3488.msg25750#msg25750 date=1241847380]
      çok güzel kaynaklı delilli mantıklı açıklamalar.ALLAH razı olsun kardeşim
      [/quote]


      Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

      Yorum


        #48
        Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

        ÖMER’İN EZAN VE İKAMEDE “HAYYE ALA HAYR’İL-AMEL”İN SÖYLENMESİNİ YASAKLAMASI!

        “Hayye ale hayr’il amel” cümlesi de Peygamber (s.a.a)’in zamanında ezan ve ikamenin bir parçasıydı. Ama ikinci halife dönemindeki valiler halka, en hayırlı amelin sadece Allah yolunda cihat etmek olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Böylece onların teveccühünü cihada yönlendirmek ve tüm çabalarını onun üzerinde temerküz haline getirmek istiyorlardı. Bu yüzden müezzinin “namaz en hayırlı ameldir” diye seslenmesinin, bu amaçlarıyla uyuşmadığını görüyorlardı. Hatta bu cümlenin ezanda baki kalmasının, Müslümanların cihat konusunda gevşemelerine sebep olacağından korkuyorlardı. Zira onlara göre eğer halk barış halinde bile olsa, namazın en hayırlı amel olduğunu anlarsa, sevap elde etmek için sadece onunla yetinecekti ve cihadın -sevabının daha az olmasına karşın- tehlikelerini kabul etmeyecekti.

        O gün valilerin en büyük amaçları, İslam davetini yaymaya, doğu ve batıyı fethetmeye yönelikti. Memleketlerin fethi de halkı, kendilerini tehlikeye atmaya teşvik etmekle sağlanmaktaydı. Öyle ki Müslümanların gönüllerine cihat sevgisini yerleştirmek ve onlara, kıyamet günü kendisine ulaşmak istedikleri ve özlemini çektikleri en hayırlı amelin cihat olduğunu anlatmak gerekirdi.

        Bu nedenle onlar
        “hayye ala hayr’il- amel” cümlesini ezandan atmaya ve kendi düşüncelerini, yüce ve mukaddes İslam şeriatının getirdiği şeyleri kabul etmekten öne geçirmeye karar verdiler! İşte bu yüzden Kuşçu’nun dediği gibi ikinci halife minberde şöyle dedi: “Üç şey Peygamber zamanında vardı ama ben onları yasaklıyor ve haram biliyorum. Kim bunları yaparsa cezalandıracağım: Kadın mutası, Temettü Haccı ve (ezanda) “hayye ale hayril amel” söylemek!!! Şerh-i Tecrid, İmamet bahsinin sonları.

        Daha sonra, Ömer’in böyle bir emir verdiğini kesin bilip şöyle diyor: “Ömer bu konuda kendi içtihadıyla amel etmiştir.”

        Ömer’den sonra gelen Müslümanların geneli -elbette Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanlar hariç- Ömer’e uyarak “hayye ala hayril amel” cümlesini ezan ve ikameden kaldırdılar! Bu cümle tarih boyunca Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanların şiarı olmuş ve Şia mezhebinin kaçınılmaz itikatlarından sayılmıştır. Öyle ki “Fahh Şehidi” (Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Ali b. Ebu Talip), Abbasi halifesi Hadi’nin zamanında Medine’de kıyam ettiğinde müezzine bu cümleyi ezanda okumasını emretti, o da okudu. Ebu’l-Ferec İsfahani, Fahh Şehidinin şerh-i halini ve onun şahadet macerasını “el-Mekatil’ut-Talibiyyin” adlı kitabında yazmıştır.

        Fahh Şehidinin kıyam macerasını yazan herkes, bunu açıkça beyan etmiştir. Halebişöyle nakleder: Abdullah b. Ömer ve İmam Zeyn'ul-Abidin Ali b. Hüseyin (a.s) ezanda
        “hayye ale’l- felah” cümlesinden sonra “hayye ala hayr’il- amel” derlerdi. Sire-i Halebi, c. 2, s. 110 Bab:ezan e ikametin başlangıcı.

        Yazar: Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanların ezan ve ikamede bu cümleyi söyledikleri mütevatirdir. Eğer onların fıkıh ve hadis kitaplarına müracaat edecek olursanız, bunu açıkça görürsünüz.

        Yorum


          #49
          Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

          Hatırlatma

          Biz İmamiye Şiası yanında ezan 18 cüzdür:

          Allah-u Ekber (4 defa)

          Eşhed-u en lâ ilahe illellah (2 defa)

          Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah (2’ defa)

          Hayye ala hayr’il- amel (2 defa)

          Allah-u Ekber (2 defa)

          La ilahe illellah (2 defa).


          İkame de 17 cüzdür. Aynen ezan gibidir; şu farkla ki ikişer ikişer söylenirler sadece ikamenin sonunda yer alan “La ilahe illallah” 1 defa söylenir. Ayrıca “Hayye ala hayr’il- amel” cümlesinden sonra iki defa da “qad qamet’is- salah” söylenir.

          Peygamber (s.a.a)’in ismini söyledikten sonra O Hazrete salavat göndermek müstehaptır. Aynı şekilde Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali’nin vilayetine şehadet vermek de müstehaptır. Yani ezan ve ikamede
          “Eşhed-u enne Emir’el-muminine Aliyyen veliyyullah” söylemek müstehaptır.

          Kim ezan ve ikamede
          “Eşhedu enne Emir’el-muminine Aliyyen veliyyullah” sözünü söylemeyi bidat bilerse, kesinlikle yanılmıştır. Zira müezzinler genellikle ezan cüzleri arasında veya ezana başlamadan önce bir takım dua ve zikirler okurlar. Halbuki bu dua ve zikirlerin hiçbirisi Peygamber (s.a.a) tarafından söylenmemiştir. Ama aynı zamanda bidat ve haram da değildir. Zira müezzinler onları ezanın bir parçası bilmezler. Bilakis bunlar genel delillerin kapsamına girdiklerinden dolayı onları zikrediyorlar. Peygamber (s.a.a)’in risaletine şehadet verildikten sonra Hz. Ali’nin velayetine şahadet vermek de aynı hükmü taşımaktadır.

          Buna ilaveten, ezan ve ikame esnasında söylenen kısa sözler (dua ve zikirler) ezan ve ikameyi batıl etmez ve bunların ezan ve ikamede söylenmesi haram değildir. Peki o zaman; bunlar bidat ve haramdır, sözleri nereden çıktı? Bu asırda Müslümanların safları arasında tefrika ve ayrılık çıkarmaktan amaç nedir?!!!


          Yorum


            #50
            Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

            TALAK VE PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA ONDA ÇIKARILAN BİDAT!

            Şer’i hükümlere göre kocanın, eşini şer’i muhallil ( helal edici) olmadan bir daha nikâhlayamayıcı üçüncü talak, kişinin karısını iki kez boşayıp daha sonra ona geri dönmesinden sonra meydana gelen talâktır (boşamadır).

            Şöyle ki, bir kez boşamış ama tekrar ona geri dönmüştür; ikinci kez boşamış yine ona geri dönmüştür. Eğer üçüncü kez boşayıp tekrar ona dönmek isterse, artık bu kadın ona helal olmaz. Ama bir başka erkekle (yani muhallille) evlenir ve o da onu boşarsa, o zaman önceki kocasına helal olur. İşte bu, meşhur üç talaktır ki, başka bir erkek o kadınla evlenmedikçe ilk kocasına helal olmaz. Nitekim Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’de bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:


            “Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir”Bakara / 229.

            Yine şöyle buyuruyor:

            “Eğer erkek kadını (üç defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz” Bakara / 230.

            Şimdi Arap edebiyatı uzmanlarının bu ayetlerin lafızları hakkında ne söylediklerine bir bakalım: Zemahşeri Keşşaf tefsirinde şöyle der: “Talak”, salıvermek anlamındadır. Aynen “teslim” anlamında olan “selam” gibi.

            “Merretan” (iki defa) yani bu talaklar aralıklı olmak üzere iki defa olmalıdır. Her defanın arasında fasıla olmalıdır. “Boşama iki defadır” derken amaç sadece “iki” değildir. Amaç onun tekrarını belirtmektir. Aynen şunun gibi: “Sümme irci’il- besare kerreteyn” Yani: “Sonra gözünü çevir de iki kez bak.”

            “Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir”
            cümlesine gelince; yani erkekler şu ihtiyara sahiptirler ki, eğer kendi kadınlarıyla yaşamak istiyorlarsa, onları iyilikle tutsunlar. Aksi takdirde, yeni bir hayat başlatmaları için onları güzel bir şekilde serbest bıraksınlar.

            Bazı fakihler şöyle demişlerdir:
            “İki defa”dan maksat, talak-ı ric’inin iki defa oluşudur; diğerinden sonra öbürü. Zira üçüncü talaktan sonra artık dönüş yoktur. Ama eğer erkek kadını, iki talak-ı ric’iden sonra üçüncü kez boşarsa, kadın, muhallil olmadan (diğer biriyle evlenmeden) bir daha kendisine helal olmaz...

            Yazar: Ayetten ilk etapta insanın zihnine ulaşan anlam, Ehl-i Sünnet’in büyük alim ve müfessiri Zemahşeri’nin izahıdır. Tüm Şia ve Sünni müfessirleri de böyle söylemişlerdir. Allah Teala’nın buyurduğu bu söz: “Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz” hanımına; “Seni üç kez boşadım” diyen bir adamın söylediği bu sözü kapsamasına alması mümkün değildir. Elbette bundan önce iki defa ayrı zamanlarda fasılalı olarak boşar ve her birinden sonra ona dönerse, o başka. Bu durum herkes için açıktır.

            Ama Ömer b. Hattab kendi hilafeti zamanında, bir lafızla, arada fasıla olmaksızın kadınlarını boşayan erkekleri görünce, bu yolla onları tembihlemek istedi! Ehl-i Sünnet’in rivayetleri, bu bidat’i Ömer’e nispet vermede oldukça açıktır.

            Örneğin: Tavus-u Yemani şöyle diyor:
            “Üç talak, Ebu Sahba ve Ebu Bekir’in zamanında bir çeşit değil miydi?”

            İbn-i Abbas şöyle cevap verdi: “Evet, bir çeşitti. Ama Ömer’in zamanında erkekler kadınlarını peş peşe (arada fasıla olmaksızın) boşadıklarından dolayı, Ömer de onların böyle boşamalarına izin verdi! Sahih-i Müslim, c. 1, s. 575; Sünen-i Beyhaki, c. 7, s. 336; Sünen-i Ebu Davud, Kitab’ut-Talak. Bu son hadisi “Nesh’ul-Müracia ba’de selas tatlikat” babında görebilirsiniz.

            Yine İbn-i Abbas’tan hepsinin sahih olduğu değişik yollarla şöyle rivayet edilir: “Üç talak (boşama) Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in hilafetinin ilk iki yılında bir çeşitti. Ama Ömer şöyle dedi: “Halk çok sevdikleri bir iş hakkında acele ediyor. Bizim de onu onaylamamız ve onlar için bunu câiz kılmamız iyi olur!” Böylece bir lafızla üç talakı (arada fasıla olmaksızın üç kez boşamayı) onlar için câiz ilan etti! Sahih-i Müslim, c. 5,75

            Hakim-i Nişaburi bu hadisi Müstedrek’inde naklederek Buhari ve Müslim’in şartıyla sahih demiştir.

            Zehebi de Telhis’ul-Müstedrek’te onun sahih olduğunu itiraf ederek Şeyheyn’in şartı ile nakletmiştir.

            Ahmed b. Hanbel de Müsned’inde onu nakletmiştir. Diğerleri de kendi muteber kaynaklarında onu rivayet etmişlerdir.
            Müstedrek ve Telhisuhu, c. 2, s. 196. Telhis’ul-Müstedrek c. 1 s. 314. Sünen-i Beyhaki, c. 7, s. 336; Tefsir-i Kutubi, c. 3, s. 130 ve...

            Seyyid Reşit Rıza da “el-Minar” adlı eserinin c. 4, s. 210’da onu Ebu Davut, Nesai, Hakim ve Beyhaki’den nakletmiş ve şöyle demiştir:

            Peygamber (s.a.a) onun tersine hükmetti. Zira İbn-i Abbas eşi
            “Rükane”yi bir mecliste üç kez boşadı (arada fasıla olmaksızın bir defada üç talakla boşadı), sonra da çok pişman oldu. Daha sonra mevzuu Peygamber (s.a.a)’e açtı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onu nasıl boşadın?”

            İbn-i Abbas: “Üç talakla boşadım.”

            Peygamber (s.a.a): “Bir defada mı?”

            İbn-i Abbas: “Evet.”

            Peygamber (s.a.a): “Bu bir talak sayılır. İstediğin takdirde ona dönebilirsin.”
            Sire-i Muhammed b. İshak, c. 2, s. 191.

            Nesai, Mahremet b. Bukeyr’den, babasından, Muhammed b. Lubeyd’den rivayet eder ki: Peygamber (s.a.a)’e; “Bir adam karısını bir yerde üç talakla boşadı” diye haber verdiler. Peygamber (s.a.a) ayağa kalkarak sinirli bir şekilde şöyle buyurdu: “Ben olmama rağmen Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” Bu sırada birisi kalkarak: “Ya Resulellah! Onu öldürmeyelim mi...?”

            Bu konuda bize ulaşan ve muteber olan daha nice hadisler vardır. Bu yüzden İslam alimlerinin onu mürsel olarak nakletmekte olduklarını görüyorsunuz. Örneğin: Halid Mısri “ed-Dimokratiyye” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Ömer b. Hattab nerede maslahat görseydi, Kur’ân ve Sünnet-i Nebevi’nin kutsal dini naslarını terk ederdi! Örneğin: Kur’ân’ın, zekattan bir payın zayıf imanlıların gönlünü elde etmek için (Muellefet-u Gulub) ayırmasına, Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir’in de onu ödemelerine rağmen Ömer şöyle dedi: “Biz İslam adına kimseye bir şey vermeyiz!!” Veya Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir çocuklu cariyelerin satılmasını câiz bilmelerine karşın Ömer onu haram ediyor! Veya bir toplantıda verilen üç talakın (üç boşamanın), Peygamber (s.a.a)’in sünneti hükmüyle bir talak sayılmasına rağmen Ömer sünneti terk ederek icmayı bozuyor.” Ed-Dimokratiyye, s. 150.

            Üstat doktor Devalibi “Usul-u Fıkıh”adlı kitabında Ömer’in bir lafızla üç talak meselesine gelince şöyle yazıyor: Ömer’in, zamanın değişim ve gereksinimine göre hükümlerin de değişebilir olduğu adı altında meydana getirdiği şeylerden birisi de, bir lafızla (arada zaman farkı olmadan) talakın işlerlik kazanmasıdır. Halbuki Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in de hilafetinin ilk dönemlerinde, eğer erkek bir lafızla karısını üç talak ile boşamış olsaydı bir talak sayılırdı. Nitekim sahih bir hadiste İbn-i Abbas’tan Ömer’in de şöyle dediği nakledilir: “Halk çok sevdikleri bir iş hakkında acele ediyorlar, ben de onu onaylıyorum.” Daha sonra onu câiz ilan ederek tespit etti.” Usul-u Fıkıh s. 246 ve sonraki sayfalar.

            Daha sonra şöyle diyor: İbn-i Kayyim şöyle demiştir: “Ama Emir’ul-müminin Ömer (r.z), halkın talakı (boşamayı) küçük saydıklarını ve defalarca bir lafızla kadınlarını üç talakla boşadıklarını görünce, onların kendi yaptıklarıyla cezalandırmaları gerektiğini anladı. Halkın, bunu görünce bir lafızla üç talak vermeyi (boşamayı) terk etmeleri için bu talakı onayladı. Ömer bu işin o asırda onların faydasına olduğunu zannetti. Ama Peygamber (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetinin ilk dönemlerindeki vaziyet, o günler için daha münasipti. Zira o dönemde boşama azdı! Halk Allah’tan korkuyordu.”

            Sonra şöyle devam ediyor: “Bu, zaman değişimi ile fetvanın da değiştiği durumlardandır. Sahabe de Ömer’in güzel siyaseti ve halkı terbiye etme yöntemini anlamış ve onu kabul etmişlerdir ve buna tasrih etmişlerdir.

            Daha sonra Devalibi şöyle diyor: İbn-i Kayyim, kendi bulunduğu zamanı değerlendirmiş ve ona göre hareket ederek Peygamber (s.a.a) zamanına dönüşün daha iyi olduğunu belirtmiştir. Zira onun zamanı değişmişti! Bir lafızla (arada fasıla olmaksızın) üç talak vermek, sahabe zamanında haram ve yasak sayılan şeylerin helal sayılabilmesi için bir kapıydı. Şöyle diyor: “Eğer cezalandırma, cezalandırılan şahısın yaptığı amelinden fazla olursa, onun terk edilmesi, Allah ve Resulü yanında daha iyidir.”

            Yine diyor ki: İbn-i Teymiye şöyle demiştir: “Eğer Ömer, halkın verdiği talakların abes olduğunu anladıklarını görseydi, mutlaka görüşü, Peygamber (s.a.a)’in zamanında olan üç talaka dönerdi.”

            Daha sonra şöyle diyor: “İbn-i Kayyim ve İbn-i Teymiye’nin akıllarına gelen şey, şu anda Mısır’daki şer’i mahkemelerde yapılmaktadır. “Zaman değişimi ile hükümlerin de değişimi” kuralına uyulması için, Peygamber (s.a.a) asrındaki hakim olan duruma döndüler.

            Yorum


              #51
              Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

              ÖMER’İN MEŞHUR BİD’ATİ OLAN TERAVİH NAMAZI!

              Ömer’in kendi yanından çıkardığı ve nass karşısında içtihat ettiği konulardan birisi de teravih namazı kılınmasını emretmesidir. Zira teravih namazını Peygamber (s.a.a) getirmedi ve O’nun zamanında da yoktu. Hatta Ebu Bekir zamanında bile sabıkası yoktu. Allah (c.c) halkı, İstisqa (cemaatle kılınan yağmur) namazı hariç, müstehap ve nafile namazlarını cemaatle kılmaya davet etmemiştir.

              Allah (c.c), sadece farz olan beş vakit günlük namazlarının cemaatle kılınmasını buyurmuştur. Bu namazları cemaatle kılmak müstehaptır. Aynı şekilde tavaf namazı, bayram namazları, ayet namazı ve cenaze namazını topluca cemaatle kılmak meşrudur.

              Peygamber (s.a.a) şahsen, ramazan ayının nafile namazlarını cemaatsiz olarak yalnız başına kılardı. Halkı da nafile namazlarını kılmaya teşvik ederdi. Halk da bu namazları aynen Peygamber (s.a.a)’in kıldığı gibi kılardı.

              Ebu Bekir’in hilafeti döneminde de (hicretin 13. yılına kadar sürmüştür) durum böyleydi.
              Ömer hilafet makamına geçince, o yılın ramazan ayı orucunu, onda hiçbir değişiklik yapmadan yerine getirdi. Ama hicretin 14. yılı ramazan ayında bir grup sahabe ile mescide geldi. Halk nafile namazı kılıyordu. Bir grup kıyam halinde, bir grup rüku ve diğer bir grup da secde halindeydi. Diğer bir grup da oturup Kur’ân okuyor ya da zikir ile meşgul idi. Bu manzaradan hoşlanmayan Ömer, vaziyeti daha iyi duruma getirmeye karar verdi. Böylece onlar için ramazan gecelerinin başlangıcında teravih namazını teşriy’ ederek herkesin ona katılmasını emretti!! Daha sonra bunu bütün şehirlere bir genelgeyle bildirdi. Medine’de iki kişiyi, bunlardan birisi erkekler, diğeri ise kadınlar için imamlık yapmak üzere teravih namazını kıldırmakla görevlendirdi!

              Ramazan ayının sünnet namazları hakkındaki rivayetler tevatür haddine ulaşmıştır. Örneğin: Buhari ve Müslim şöyle naklederler: Peygamber (s.a.a) buyurdu: “Kim ramazan ayının müstehap namazlarını yerine getirirse, günahları bağışlanmış olur.” Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe vaziyet böyleydi. Yani halk aynen Peygamber (s.a.a) gibi ramazan ayı nafile namazlarını kılardı ve onda hiçbir değişiklik meydana gelmedi. Ebu Bekir zamanında ve Ömer’in hilafetinin ilk yıllarında da durum böyleydi. Bkz. Sahih-i Buhari, c. 1, s. 233, “es-Salat’ut-Teravih” kitabı; Sahih-i Müslim, c. 1, bab: “et-Terğib fi kıyami Ramazan ve Huve et-Teravih”, kitap: “Salat’ul- müsafirin ve kasriha” s. 283 ve sonraki sayfalar

              Yine Buhari “Teravih” kitabında, Abdurrahman b. Abdukari’den şöyle rivayet eder: “Ramazan ayı gecelerinden birinde Ömer’le beraber Mescid-i Nebiye gittik. Halk grup grup ve dağınıktılar. Ömer şöyle dedi. “Bana göre, bunlar bir imama uyarlarsa daha iyi olur.” Daha sonra Ubey b. Ka’b’ın onlara imamlık etmesini emretti. Başka bir gece Ömer’le beraber mescide gittiğimizde halkın nafile namazını cemaatle kıldığını gördük. Ömer şöyle dedi: “Bu güzel bir bidattir!...”

              Allame Kastalani Ömer’in “Bu güzel bir bidattir” sözüne gelince şöyle yazıyor: “Onu bidat olarak nitelemesinin sebebi, Peygamber (s.a.a)’in, ramazan nafilelerinin cemaatle kılmasına emretmediğinden dolayıdır. Ebu Bekir’in zamanında da cemaatle kılınmıyordu. Gecenin ilk saatlerinde de kılınmıyordu, rekat sayıları da bu kadar değildi.”

              Bunun benzerini, Tuhfet’ul-Bari’de ve Sahih-i Buhari’nin diğer şerhlerinde de nakletmişlerdir.

              Ebu Velid Muhammed b. Şahne kendi tarih kitabında (Ravzat’ul-Menazir) hicri 23. Yıl olaylarında Ömer’in ölümünü anlatırken şöyle yazıyor:
              “Ömer, çocuklu cariyelerin satılmasını yasaklayan ilk şahıstır. Yine Ömer, cenaze namazında halkın 4 tekbir söylemesini emreden ilk şahıstır. Yine Ömer, halkın teravih namazını cemaatle kılmasını emreden ilk şahıstır!...”

              Siyuti de “Tarih’ul-Hulefa” adlı kitabında, Ebu Hilal Askeri’den naklen Ömer’in ilk olarak yaptığı işleri sayarken şöyle yazıyor: O “Emir’ul-Müminin” olarak çağırılan ilk şahıstır! Ramazan ayında teravih namazının cemaatle kılınmasını emreden ilk şahıs odur. Mut’a’yı haram kılan ilk şahıs odur. “Cenaze namazında dört tekbir söylenmelidir!” diyen ilk kişi odur.”

              Muhammed b. Sa’d “Tabakat” adlı eserinin 3. cildinde Ömer’den bahsederken şöyle yazıyor: “O, Ramazan ayında teravih namazının cemaatle kılınmasını emreden ve bunu tüm şehirlere ferman olarak gönderen ilk şahıstır. Bu olay hicri 14. Yılda olmuştur. Medine’de, kadın ve erkeklere cemaat imamı olmaları için iki kişi belirledi.”

              İbn-i Abdülbirr “el-İstiab” adlı eserinde, Ömer’in şerhi halinde şöyle yazıyor: “Ramazan ayını, toplu bir şekilde nafile namazı kılmakla nurlu kılan odur!”

              Yazar: Bunlar -Allah bizim ve onların hatalarını bağışlasın- öyle zannediyorlar ki Ömer teravih namazıyla, Allah ve Resulünün, hikmetinden gafil oldukları bir şeyi meydana getirmiştir! Halbuki onlar, ilahi kanun ve nizamlardaki hikmetlerden gafil olmaya daha layıktırlar.

              Ramazan ayı nafile namazlarının cemaatle kılınmasının reddiyesinde şöyle söylememiz yeterlidir: Allah, kullarının gecenin sessiz karanlığında yalnız başlarına O’na yönelmelerini ve O’nun dergahına yönelerek ağlamalarını, dua, zikir okumalarını, tüm ihtiyaçlarını O’ndan istemelerini ve O’nun geniş rahmetine göz dikmelerini, onlara sığınak verenin ve onları kurtaracak olanın sadece ve sadece rahman ve rahim olan Allah olduğunu bilmelerini istemektedir.

              İşte bu yüzden Allah Teala nafileleri cemaat kaydından çıkarmış ve kulların yalnız başlarına istedikleri şekilde Allah’a yaklaşmalarını sağlamıştır. Bunları herkes istediği şekilde -tek başına veya birkaç kişinin yanında- yapabilir. Zira bunlar yapılabilecek en güzel işlerdir. Bu durum Peygamber (s.a.a)’den rivayet edilen hadislerde de geçmiştir. Ama cemaate bağlandığı zaman bu gibi özelliklerini kaybetmektedir.

              Şunu da izafe edeyim ki; nafile namazlarının cemaat namazları kaydından kurtarılması ve onların evlerde tek başına yerine getirilmesi, evlerin de namazın bereket ve şerefinden nasipsiz kalmamalarına sebep olmaktadır. Bu yolla onun neşe, lezzet ve terbiye rolü de korunmuş olur. Zira çocuklar, anne baba ve dedelerine uyarak dindarlık ve Müslümanlık yolunu seçerler. Bu durum onların zihninde çok güzel bir etki bırakır.

              Abdullah b. Mes’ud Peygamber (s.a.a)’den şöyle sordu:
              “Nafile namazını evde kılmak mı daha iyidir yoksa mescitte kılmak mı?”

              Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Benim evimin mescide ne kadar yakın olduğunu görmüyor musun? Buna rağmen ben farz namazlar hariç diğer namazlarımı evde kılmayı seviyorum.”

              Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, İbn-i Mace ve İbn-i Hüzeyme kendi sahihlerinde nakletmişlerdir. Aynı şekilde Rüknüddin Abdülazim b. Abdulkavi Munziri’nin “et-Terğib ve’t-Terhib” adlı kitabının “Nafile Namazlarına Terğib” babında da gelmiştir.

              Zeyd b. Sabit’ten şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
              “Ey insanlar! Namazlarınızı evlerinizde kılın; zira farz namaz hariç insanın kıldığı en iyi namaz evinde kıldığı namazdır.”

              Bu rivayeti Nesai ve İbn-i Huzeyme de sahihlerinde nakletmişlerdir.

              Enes b. Malik şöyle diyor: Peygamber (s.a.a) buyurdular ki:
              “Bazı namazlarınızla evlerinize değer verin.”

              Yine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’ın anıldığı ev ile O’nun anılmadığı ev, (aynen) diriyle ölü gibidir.”

              Bu rivayeti Buhari ve Müslim nakletmişlerdir.

              Cabir b. Abdullah Ensar şöyle diyor: Peygamber (s.a.a)şöyle buyurdu:
              “Sizden birisi namazını mescidde kıldığında, ondan bir pay da evi için ayırmalıdır. Allah Teala, evinde kıldığı namazda hayır kılmaktadır.”

              Müslim ve diğerleri bu rivayeti nakletmişlerdir. İbn-i Mace de bu rivayeti senetleriyle beraber Ebu Said-i Hudri’den nakletmiştir. Bu konuyla ilgili rivayetler oldukça çoktur ama elinizdeki kitabın hacmini aşmaktadır.

              Ama ihtiyatkar ve düzen ehli olan halife! Cemaat namazının şekil ve düzenini, pek çok toplumsal faydalarını ve ilahi şiarın onda daha iyi cilvelendiğini görmekteydi.

              Bilinmesi gerekir ki, İslam şeriatı, bunların farkında olduğundan namazları iki kısma ayırmıştır. Farz namazları cemaat ile müstehap bilmiş, nafileleri ise diğer sebepler için karar kılmıştır.
              “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”

              Yorum


                #52
                Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                CENAZE NAMAZINDA DÖRT TEKBİR

                Peygamber (s.a.a) cenaze namazlarında beş tekbir söylüyordu. Ama ikinci halife dört tekbir söylenilmesi uygun gördü. Halkı da cenaze namazında dört tekbir söylemeye zorladı. Ehl-i Sünnet büyüklerinden bir grup bunu itiraf etmiştir. Örneğin: Siyuti, Ebu Hilal Askeri’den naklen “Tarih’ul-Hulefa” adlı eserinde ve İbn-i Şahne “Kamil-i İbn-i esir”in haşiyesinde basılan “Ravzat’ul-Menazir” adlı eserinde ve diğer araştırmacı alimler kendi kitaplarında bunu belirtmişlerdir.

                Bu konu hakkında, Üstat Halid Muhammed Halid el-Mısri’nin “ed-Dimokratiyye” (demokrasi) kitabında yazılanlar, okurlarımız için yeterlidir. Üçüncü talak konusunda ondan bahsetmiştik.

                Ahmed b. Hanbel Zeyd b. Erkam’dan naklen Abdula’la’dan şöyle nakleder:
                Cenaze namazında Zeyd b. Erkam’ın arkasında durdum. Zeyd beş tekbir söyledi. Abdullah b. Ebu Leyla yerinden kalkıp Zeyd’in elini tutarak şöyle dedi: “Unuttun mu?” Zeyd: “Hayır! Ben bir cenaze namazında Habibim Ebu’l-Kasım’ın (Hz. Muhammed) arkasında durarak cenaze namazı kıldım. O beş tekbir söyledi. Ben kesinlikle onu terk etmeyeceğim” dedi. Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 370.

                Yazar: Zeyd b. Erkam, Sa’d b. Habte diye meşhur olan Sa’d b. Cübeyr’e (ki o da ashaptandır) cenaze namazı kıldı. O da beş tekbir söyledi.

                İbn-i Hacer “el-İsabe” adlı kitabında Sa’d’ın şerhi halinde bunu nakletmiştir. İbn-i Kuteybe de “el-Maarif” adlı kitabında Sa’d’ın torunu Ebu Yusuf Kadı’nın şerhi halinde onu aktarmıştır.

                Yine Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Abdullah el-Cabir yoluyla Hüzeyfe’den şöyle nakleder:
                Medain’de Hüzeyfe’nin kölesi İsa’nın arkasında bir cenaze namazı kıldım. O beş tekbir söyledi. Daha sonra bize dönerek şöyle dedi: “Yanlış yapmadım ve unutmadım da. Tam tersine sahibim ve veli nimetim Hüzeyfe b. Yeman gibi amel ettim. Zira o, bir cenaze namazında beş tekbir söyledi.”

                O sırada bana dönerek şöyle dedi: “Yanlış yapmadım, unutmadım da; aynen Resul-i Ekrem (s.a.a) gibi tekbir söyledim.” Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 406 (Zehebi de “Mizan’ul- İ’tidal” adlı kitabında Yahya b. Abdullah el-Cabir’in hal tercümesinde, Cerir-i Zabbi ve Yahya Cabir’den nakletmiştir.)

                Yorum


                  #53
                  Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                  ERKEK VE KIZ KARDEŞİN MİRAS ALMA ŞARTI VE ÖMER’İN BİDATİ

                  Allah-u Teala Kur’ân-ı Kerim’de, erkek ve kız kardeşin mirası hakkında şöyle buyurmuştur:

                  “Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp de çocuğu olmazsa, erkek kardeş ona varis olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir.” Nisa / 176.

                  Ayette gördüğünüz gibi erkek ve kız kardeşlerin miras alma şartları, ölenin evladının olmaması durumundadır. Arap dili açısından kız da veled (evlat) kelimesinin içine girmektedir. Zira veled; ister kız olsun ister erkek evlat, çocuk anlamındadır.

                  Tüm lügat kitapları bu anlamı belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim de bu kelimeyi aynı anlamda kullanmıştır. Nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor:


                  “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.” Nisa / 11.

                  Araplardan birisine karısının kız çocuğu doğurduğu haber verildiğinde şöyle dedi: “Ma hiye bini’mel veled!” “Bu veled (çocuk) iyi değildir!” [b](Burada, erkek çocuğuna veled denildiği gibi kız çocuğuna da veled denilmiştir.)

                  Ama Ömer b. Hattab miras ayetindeki “veled” kelimesini erkek anlamına yorumladı. Bundan dolayı mirasta, ana babanın kız kardeşlerini ölünün kızıyla eşit tuttu ve onlardan her birine mirasın yarısını verdi. Ömer’den sonra dört mezhep alimleri de onu taklit ettiler!!

                  Ama Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olan Masum İmamlar ve onların dostlarından İmamiye Şiası şunda icma etmişlerdir ki: Ölünün, -ister kız ister erkek, ister bir tane ister daha fazla olsun- evladı olduğu takdirde onun erkek kardeşlerinin, kız kardeşlerinin ya da diğer akrabalarının mirasta bir hakları yoktur.

                  Delilleri ise şu ayettir: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabaların bazıları bazılarından m (mirasta) önceliklidir.” Enfal / 75

                  Şia fakihleri açıkça şöyle diyorlar: Kur’ân ayetine istinaden, ölünün evladı olduğu takdirde, -onun tek bir kız çocuğu olsa dahi- onun akrabalarına mirastan bir şey yetişmez. (İsteyenler Şia’nın fıkhi kitaplarına, özellikle Şeyh Hürr-i Amili’nin “Vesail’uş-Şia” kitabına müracaat edebilirler.

                  İbn-i Abbas’a şöyle sordular:
                  “Bir adam ölmüş, ondan bir kız çocuğu ve aynı ana babadan olan bir kız kardeşi baki kalmıştır.(Bu durumda ölenin mirası kime yetişir?)”

                  İbn-i Abbas: “Kız kardeşinin hiçbir hakkı yoktur. Mirasın yarısı farz olarak kızına verilir; mirastan geri kalan ise yine ona döndürülür.”

                  Soru soran adam: “Ama Ömer tam tersine göre hükmetmiştir!”

                  İbn-i Abbas: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?”

                  Soru soran şahıs diyor ki: “Ben onun sebebini bir türlü anlayamadım. Bundan dolayı İbn-i Abbas’ın sözünü Tavus-i Yemani’den sordum.

                  Tavus-i Yemani şöyle cevap verdi: Babam İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakleder:

                  Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur.”Nisa / 176.

                  Ama siz Ehl-i Sünnet şöyle diyorsunuz: Ölünün evladı olsa bile mirasın yarısı kız kardeşe verilir!”

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                    FARZLARDA AVL VE ÖMER’İN ONA KARŞI CAHİLLİĞİ

                    Müslümanlar Avl’in câiz olup olmadığı konusunda ihtilaflı görüşlere sahiptirler. Avl; ölünün geriye bıraktığı mirasın, varislerin kendilerine düşen haklarından az geldiği zaman ortaya çıkar. Örneğin: Mirasçılar iki kız kardeş ve koca olursa. Zira iki kız kardeş mirasın üçte ikisini (3 / 2); koca ise mirasın yarsını almalıdır.

                    Ömer, hangisinin öncelikli tutulup hangisinin ikinci plana alınacağını anlayamadı. Bu yüzden eksiğin, herkesin hissesine oranla onlara bölünmesini emretti. Bu, konuyu karıştıran Ömer’in bu meselede adaletinin son derecesiydi.

                    Ama Ehl-i Beyt İmamları, hangisinin öncelik hakkına ve hangisinin ikinci plana alınması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle öne geçirilmesi gerekeni öne geçiriyor, geriye atılması gerekeni ise geriye atıyorlardı. Herkese hakkını veriyorlardı. (Çünkü) Ehl-i Beyt, evin içerisinde olanı (İslam’ı) herkesten daha iyi bilmektedir!

                    İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: Emir’ul-Müminin Ali (a.s) şöyle buyururdu:
                    “Çöldeki kumların sayısını bilen Allah, miras hisselerinin altı kısımdan fazla olmadığını bilmektedir. Bunun sebebini bir anlayabilseydiler!”

                    Yazar: Hz. Ali (a.s)’ın zamanında her şeyi altı cüz var sayarlardı; her cüz de altıda birdi. Nitekim günümüzde de her şeyi 24 qırat var sayarlar. Değerli taşların tartılmasında kullanılan bir tür ölçü birimi (M.)

                    Buna binaen, Hz. Ali’nin maksadı şudur: Eğer doğru düşünürseniz, miras paylarının altı kısmı geçmeyeceğini göreceksiniz. İşte bundan dolayı altı hisseden öteye geçtiniz. Zira eksik miktarınca altı hisseye bir şey ekliyorsunuz. Mesela: Ölünün baba ve annesi, iki kızı ve kocası olursa, altı hisseden iki hisse anne babaya, dört hisse de iki kıza verilir. Böylece altı hisse kamil olur. Sonra siz koca için altı hisseye bir buçuk ekliyorsunuz, derken hisseler altıdan yedi buçuk hisseye ulaşıyor. Bu Allah için muhaldır. Allah hiçbir zaman böyle bir varsayımda bulunmaz.

                    İbn-i Abbas şöyle diyordu: “Allah kendi kitabında, (bir malda) iki yarı ve bir tane de üçte bir zikretmemiştir. Kim isterse bu konuda onunla Hacer’ül-Esved’in yanında mübahale etmeye (lanetleşmeye) hazırım.”

                    Yine şöyle söyledi: Sübhanellah! Acaba çöldeki kumların sayısını bilen Allah, bir maldaki hisseyi iki yarı ve üçte bir kıldığını mı zannediyorsunuz? Malın iki yarısı gittikten sonra artık üçte birine yer kalır mı?”

                    Etraftakiler şöyle dediler: “Ya Ebe’l-Abbas! “Peki mirastaki bu fazlalık nereden çıktı?”

                    İbn-i Abbas şöyle dedi: Ömer, varisler arasında mirası taksim ederken şöyle dedi: “Yeminler olsun ki ben, sizden hanginizin önde ve hanginizin geride olduğunu bilmiyorum. Mirası hepinize eşit olarak paylaştırmaktan da başka çıkar bir yol bilmiyorum!”

                    İbn-i Abbas sözünün devamında şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, eğer Allah’ın öne geçirdiğini öne geçirseydiniz ve arkaya attığını arkaya atsaydınız, mirastan bir şey fazla gelmezdi.”

                    Etrafındakiler: “Allah Teala hangisini öne geçirmiş, hangisini arka atmıştır?”

                    İbn-i Abbas: “Allah’ın, her miras sahibi için vermiş olduğu hisse önceliklidir. Arkaya atılan ise mirasının ortadan kalktığı kimsedir. Öncelik sahibi hissesini alıp çıktıktan sonra geriye kalan, arkaya atılan kimse içindir. Allah’ın geriye attığı işte budur.


                    Allah’ın öncelik tanıdığı hisse kocanın payıdır. Mirasın yarısı ona verilir. Bu yarı hisseyi ortadan kaldıracak bir durum mevcut (örneğin, evlat) olursa, kocanın hissesi dörtte bire düşer. Kocanın hissesini bundan daha aşağı düşürecek bir şey yoktur. Kadın ve anne de aynı hükme sahiptirler.

                    Geriye atılanlar ise, mirasın yarısını ve üçte ikisini miras alan ölünün kızları ve kız kardeşleridir. Diğer feraiz, onları bu hisselerinden mahrum bıraktığı zaman mirastan geriye kalanlar onlara ulaşır.

                    O halde; öncelikli olanlar ve arka plana geçirilenler bir araya toplandıkları zaman ilk önce öncelikli olanlara hisseleri verilir. Eğer geriye bir şey kalırsa arka plana geçirilenlere aittir...”

                    Şehid-i Sani bu hadisi “er-Ravzat’ul-Behiyye fi Şerh-i Lüm’at’il-Demeşkiyye” adlı eserinde nakletmiştir. Biz, bir takım faydalarından dolayı bu hadisi kamil olarak aktardık.

                    Hakimi Nişaburi de İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakleder:
                    “Ferâizde (mirasta) Avl’i kabul eden ve tüm hisselerden bir miktar azaltıp tüm hisselere oranla fazlalık çıkaran ilk şahıs Ömer b. Hattap’tır. Allah’a yeminler olsun ki, Allah’ın öncelik tanıdığı kimseye öncelik tanısa ve arka plana geçirdiğini arka plana alsaydı, ferâizde fazlalık ve avl meydana gelmezdi.” Müstedrek-i Hakim, c. 4, Kitab’ul-Feraiz, s. 340.

                    İbn-i Abbas sonra şöyle diyor: “Diğer hisselerin kendisini ortadan kaldıramayan farz hisse öncelik sahibidir. Örneğin: Koca, karı ve anne hissesi. Diğer hissenin kendisini ortadan kaldırdığı ve öncelikli olanın hissesini alıp çıktıktan sonra geriye kalan maldan başka bir şeyi alamayan kimse ise Allah’ın geri plana aldığı kimsedir. Örneğin: Kız kardeşler ve kız evlatlar.

                    O halde, mirasçıların hepsi bir araya toplanırsa, öncelikli olanlara hisseleri kamil olarak verilir; geriye bir şey kalırsa, sonraki tabakada yer alanlara aittir.”


                    Hakim bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: “Bu hadis Müslim’in şartıyla sahihtir. Ama Buhari ve Müslim bunu nakletmemişlerdir.”

                    Zehebi bu hadisi nakletmiş ama sahih bilmemiştir. Biz Musa Carullah’ın Avl konusu etrafındaki cevapları üzerinde çok dakik bahislerde bulunduk. “Ecvibet-u Musa Carullah” adlı kitabımıza bakabilirsiniz.

                    Geçmiş bahislere binaen: Koca, anne ve kızlar (mirasçı olarak) bir araya toplanırlarsa, önce koca ve annenin hisseleri verilmelidir. Kocaya dörtte bir, anneye ise altıda bir verilir. Geri kalan miras ise kız evlatları arasında eşit olarak dağıtılır.

                    Eğer bunlarla beraber iki kız kardeş daha olursa, onlara bir şey yetişmez. Zira varisler, Ehl-i Beyt İmamları ve onların takipçileri olan fakihler açısından üç tabakadır:

                    Birinci tabaka; Anne, baba ve evlatlardır. Geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bakınız.

                    İkinci tabaka; Erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bakınız.

                    Üçüncü tabaka; Amca, hala, dayı ve teyzedir. Bu sınıflandırma, İmamiye Şiası ve Peygamber (s.a.a)’in hanedanına tabi olanların fıkıh ve hadis kitaplarına göre yapılmıştır.

                    Binaenaleyh, birinci tabakadan bir kişi mevcut olduğu müddetçe, ikinci ve üçüncü tabaka fertleri miras alamazlar. Delil ise şu ayettir:


                    “Allah’ın kitabına göre yakın akrabaların bazıları bazılarından (mirasta) önceliklidir.” Enfal / 75.

                    Bu, Allah’ın, Kur’ân’ın bir eşi olarak karar kıldığı, her ikisinin de beraber kıyamet günü Peygamber (s.a.a)’e varacağı Ehl-i Beytin mezhebidir. Şia alimlerinin bu usul üzerine icması vardır. O halde alt tabakadan olan kız kardeşler, anne mevcut olduğu müddetçe mirastan bir hak alamazlar. Allah her şeyin daha iyisini bilir.

                    Yorum


                      #55
                      Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                      ERKEK KARDEŞİN OLMASIYLA DEDENİN MİRAS HAKKI VE ÖMER’İN BU KONUDAKİ FETVASI

                      Beyhaki “Sünen” ve “Şa’b’ul-İman” adlı kitapta ve Muttaki Hindi Kenz’ul-Ummal adlı kitapta rivayet ederler ki Ömer Peygamber (s.a.a)’e şöyle sordu: “Erkek kardeşler olduğu halde dedenin irs hakkı nasıldır?” Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 15.

                      Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu sorudan amacın nedir ey Ömer?” Bunu öğrenmeden öldüğünü görür gibiyim.

                      Hadisin ravisi Said b. Müseyyib şöyle diyor: Ömer bunu öğrenmeden önce öldü.

                      Yazar: Ömer hilafeti boyunca bu meselede bocalayıp durdu. Hatta yetmiş çeşit hüküm verdiği söylenir. Ubeyde Salmani İbn-i Ebi Şeybe’den naklen şöyle der: “Ben Ömer’in dede mirasının hükmü hakkında yüz çeşit fetva okudum ve ezberledim.” Beyhaki Süneninde, İbn-i Sa’d Tabakat’ta ve Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 15’de bu hadis rivayet edilmiştir.

                      Ömer’in kendisi şöyle dedi: “Ben dedenin miras hakkı konusunda birçok hükümler verdim ve haktan da o tarafa geçmedim. Ama sonunda bu zor meselede Zeyd b. Sabit’e müracaat ettim.”Beyhaki “Şüab’ul-İman”dan naklen ve Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 15.

                      Tarık b. Şehab-ı Zohri “Hayat’ul-Hayvan” adlı kitabın Hayye bölümünde Dumeyri’den naklen şöyle diyor: Ömer b. Hattab erkek kardeşler mevcut olduğu halde dedenin hissesi hakkında çeşit çeşit hükümler verdi. Daha sonra sahabeyi topladı ve meseleyi yazmak için koyunun kürek kemiğini aldı. Onlar, Ömer’in dede yerine baba yazmak istediğini gördüler. Tam bu sırada bir yılan ortaya çıktı ve herkes firar etti. Ömer şöyle dedi: “Eğer Allah onu sabit kılmak isteseydi onaylardı.”

                      Daha sonra Ömer Zeyd b. Sabit’in evine giderek ona şöyle dedi: “Seninle dedenin miras hissesi hakkında konuşmak için geldim. Ben dede yerine babaya yer vermek istiyorum.”

                      Zeyd şöyle dedi: “Ben baba olarak yer vermeni onaylamıyorum.” Ömer de sinirli bir şekilde evi terk etti.

                      Bir defa daha birisini Zeyd’e göndererek mevzuu ondan istedi. Zeyd görüşünü bir deri parçasına yazarak ona gönderdi. Ömer Zeyd’in yazdığı şeyi görünce minbere çıkarak onu halka okudu ve şöyle dedi: Zeyd’in dedenin miras hissesi hakkındaki görüşünü ben de onaylıyorum. Ömer’in; dedenin miras hissesi konusundaki şaşkınlığı hakkında daha geniş bilgi için Bkz. Müstedrek-i Hakim ve Kenz’ul-Ummal.

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                        HİMARİYYE DİYE MEŞHUR ORTAK HİSSE

                        Konunun özeti şöyledir: Bir kadın ölerek kendisinden geriye bir koca ve bir de anne bıraktı. Aynı zamanda ana bir iki erkek kardeş ve ana baba bir, iki kardeşe de sahipti. Bu olay ikinci halifenin zamanında meydana geldi. İki defa bu olayı onun huzuruna götürdüler. İlk defasında Ömer kocanın hakkını mirasın yarısı, annenin hakkını mirasın altıda biri ve ana bir kardeşlerin hakkını her birine altıda bir olmak üzere mirasın üçte birini vermelerini hükmederek, ana baba bir kardeşleri mirastan mahrum bıraktı!

                        İkinci defasında da aynı şekilde hüküm vermek istedi, ama ana baba bir kardeşlerden birisi:
                        “Farz edin babamız eşekti, bizi annemizin mirasına ortak kıl” dedi. Ömer de mirasın üçte birini dört kardeş arasında eşit bir şekilde paylaştırdı.

                        Adamın biri:
                        “Sen geçenlerde bu ikisine hiçbir pay vermemiştin!” dedi.

                        Ömer cevaben:
                        “O, o gün verdiğim hükümdü, bu ise bugün verdiğim hükümdür!!” dedi.

                        Beyhaki ve İbn-i Ebi Şeybe bu olayı sünenlerinde nakletmişlerdir. Yine Abdurrazzak, Camii ve Kenz’ul-Ummal kitaplarında ve Fazıl Şerkavi de Şeyh Zekeriyya-yi Ensari’nin Tahririnde bu olayı nakletmişlerdir.
                        Kenz’ul-Ummal, c. 6, Kitab'ul- Feraiz s. 7 Hadis: 110 .

                        “Mecma'ul-Enhur; Şerh-i Mültekal Ebhur” adlı kitabın yazarı şöyle nakleder: “Ömer önce ana baba bir kardeşlerin mirasta hakları olmadığını savunuyordu. Ama sonradan fikri değişti.”

                        Ve yine şöyle diyor: Görüşünün değişmesi ise şudur: Bu konu hakkında sorulan soruya kendi fikrini söyledi. Ana baba bir olan kardeşlerden birisi kalkarak şöyle dedi. “Ya Emir’el-Müminin! Var sayın babamız eşektir, acaba hepimiz bir anneden değil miyiz?”

                        Ömer bir süre başını aşağı salarak düşündü ve şöyle dedi: “Evet, doğru söylüyorsun. Çünkü hepiniz bir annenin çocuklarısınız.”

                        Daha sonra onları mirasın üçte birine ortak yaptı. Ahmed Emin bu olayı aynı şekilde özetleyerek “Fecr’ul-İslam”ın c. 1, s. 285’de nakletmiştir.

                        İki kardeşten birisi halifeye
                        : “Faraza ki babamız eşekti!” dediğinden dolayı bu olay himar (eşek) hissesi diye meşhur olmuştur. Aynı zamanda “Haceriyye” ve “Yemmiyye” diye de bilinir. Zira kardeşlerden birinin: “Farz et ki babamız denize atılan bir taştı” dediği de nakledilmiştir. Bu olay “Ömeriyye” diye de tanınır. Zira Ömer bu konuda iki ayrı görüşe sahiptir!! “Müştereke” diye de bilinir. Muhibbuddin Muhammed Murteza Vasiti bu yüzden “Tac’ul-Erus” adlı kitabının “Şirk” bölümünde genişçe nakletmiştir.

                        Bu mesele dört mezhep alimleri arasında meşhur olan meselelerdendir. Onların da bu konudaki görüşleri farklıdır. Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, Zafer ve İbn-i Ebi Leyla Ömer’in birinci görüşüne uyarak ana baba bir kardeşlerin miras hakkı olmadığına fetva vermişlerdir. Ama Şafii ve Maliki, Ömer’in ikinci görüşünü kabul ederek onları mirasın üçte birine ortak kılmaktadırlar.

                        Ama Ehl-i Beyt İmamları ve O’nların Şiaları (önceden de söylediğimiz gibi) varisleri üç tabakaya ayırmışlardır. Birinci tabaka mevcut olduğu müddetçe ikinci tabaka miras alamaz. Şia açısından anne birinci tabakadan, kardeş ve kız kardeşler ikinci tabakadandır.

                        O halde Şia açısından bu meselenin hükmü şöyledir: Mirasın yarısı kocaya verilir. Geriye kalanı da anne alır. Annenin hayatta olduğundan dolayı ne ana baba bir kardeşler, ne de sadece ana bir olan kardeşler mirastan hiçbir şey alamazlar.


                        Yorum


                          #57
                          Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                          MİRAS KANUNU ARAP VE ACEMİ KAPSAR

                          Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır”Nisa / 7.

                          Yine şöyle buyuruyor: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının iki misli (miras vermenizi) emreder.”Nisa / 9.

                          Miras ayetlerinin tümü aynı tarzdadır ve hepsi de mutlak ve kayıtsızdır. Bunların tümü de Nisa suresindedir.

                          Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki sözü aynı şekildedir. Müslümanların tümü nass ve fetva açısından buna icma etmişlerdir.

                          İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
                          “İslam; Allah’ın birliğine şehadet vermek ve Peygamber (s.a.a)’in risaletini tasdik etmekten ibarettir. Bu iki cümle ile Müslümanların kanı mahfuz olur. Evlilik, boşama ve miras hükümleri de bu temel üzerinedir.”

                          İmam Bakır (a.s) Hamran b. A’yan’ın Sahihinde şöyle buyuruyor: “İslam, söz ve davranıştan meydana gelen bir şeydir ve onun üzerine kuruludur. İşte bu, kanların mahfuz kalmasına neden olur. Miras kanunları ve evliliğin mübah olması bu temel üzerinedir. Müslümanlık da bunlara ilaveten, namaz kılmaktır, zekat vermektir, ramazan ayı orucunu tutmaktır ve hacca gitmektir. Böylece küfürden çıkıp iman nuruna hidayet olurlar.”

                          Ama Malik b. Enes “el-Muvatta” adlı kitabında güvenilir birisinin Said b. Müseyyib’ten şöyle duyduğunu nakleder: “Ömer b. Hattap, Arapların arasında doğmuş bir Acem hariç diğer Acemlerin miras almasını yasaklıyordu!”

                          Malik şöyle diyor: “Eğer düşman topraklarından hamile bir kadın gelir de Müslümanlar arasında doğum yaparsa çocuk ona aitti ve Allah’ın kanununa göre annesi ölürse çocuk onun mirasını alabilir, (annesine varis olabilir) anne de ona varis olarak çocuğunun mirasını alabilir.” Bkz. Muvatta, Malik, c. 2, s. 11 Kitab’ul-Feraiz.

                          Yorum


                            #58
                            Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                            DAYININ YEĞENİNDEN MİRAS ALMASI

                            Said b. Mensur kendi süneninde şöyle nakleder: Cahiliyet zamanında kız kardeşi esir olan bir adam, daha sonra kız kardeşini bulur ve bir erkek çocuğunun olduğunu görür. Ama çocuğun babası belli olmuyor. Bu adam kız kardeşini satın alarak hürriyetine kavuşturur. Kız kardeşinin oğlu büyük bir servet kazanır ve daha sonra ölür. Abdullah b. Mes’ud’un yanına gelerek meselenin hükmünü sorurlar.

                            İbn-i Mes’ud kadının kardeşine şöyle diyor.
                            “Ömer’in yanına git ve meseleyi ondan sor, sonra bana gelerek meselenin cevabını bana söyle.”

                            Erkek kardeş Ömer’e giderek olayı anlatır. Ömer şöyle diyor: “Ben seni kız kardeşinin oğlunun yakınlarından birisi olarak görmüyorum ve o mirasta hiçbir hakkın yoktur.”

                            Bu nedenle ona mirastan hiçbir şey vermiyor. Bu adam geri dönerek olayı İbn-i Mes’ud’a anlatır. İbn-i Mes’ud o adamla beraber Ömer’in yanına gidiyor ve bu adam hakkında nasıl bir fetva verdiğini soruyor.

                            Ömer şöyle diyor:
                            “Bu adamı, ne ölünün akrabalarından birisi olarak görüyorum, ne de mirastan bir hisse sahibi olarak görüyorum. Bu yüzden miras alması için hiçbir delil yoktur. Ey Abdullah! (İbn-i Mes’ud) Senin görüşün nedir?”

                            Abdullah cevaben şöyle diyor: “Bana kalırsa bu adam ölünün yakınlarındandır. Zira onun dayısı ve veli nimetidir. Çünkü onu kölelikten kurtarıp hürriyetine kavuşturmuştur. Bana göre miras alması gerekir.”

                            Ömer de ilk hükmünü iptal ederek o adama mirastan hak verir!!

                            Bu olayı Kenz’ul-Ummal’ın yazarı nakletmiştir. Elbette İbn-i Mes’ud’un fetvası, ölen çocuğun annesinin ondan önce ölmüş olması durumunda doğrudur. Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 8, Kitab'ul- Feraiz.

                            Yorum


                              #59
                              Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                              KOCASININ ÖLÜMÜNDEN SONRA HAMİLE KADININ İDDETİ

                              Beyhaki “Şüab’ul-İman” adlı kitabında şöyle rivayet eder: “Bir kadın Ömer’den şöyle sordu: “Ben ölen kocamın iddeti bitmeden doğum yaptım. (hüküm nedir?)”

                              Ömer şöyle fetva verdi: “Dört ay on gün geçene dek sabretmelisin.”

                              Ama Ubey b. Ka’b ona itiraz ederek şöyle dedi: “Bu kadının iddeti doğum yapmasına kadardır ve ondan sonra dört ay on günü doldurmadan önce evlenebilir.”

                              Ömer kadına: “Ben de senin duyduğunu duyuyorum” dedi. Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 166, hadis: 3376.

                              Daha sonra fetvasından dönerek hükmetmedi. Ama sonra Ubey b. Ka’b’in görüşünü kabul ederek şöyle dedi: “Kocasının cenazesi defnedilmeden önce doğum yapmış olursa evlenmesi câizdir.” Beyhaki ve İbn-i Ebi Şeybe bu fetvayı kendi sünenlerinde getirmişlerdir. Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 166, hadis: 3379.

                              Dört mezhebe tabi olanlar da günümüze kadar bu fetvaya amel etmişlerdir.

                              Ama biz İmamiye Şiaları Kur’ân’da, kocası ölmüş kadının iddeti ile çelişen iki ayet bulduk. O ayetlerden biri şudur:
                              “Gebe olanların iddeti (bekleme süresi), yüklerini bırakmalarıdır (doğum yapmalarıdır).” Talak / 4.

                              Diğeri ise şudur: “Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, (evlenmeden) dört ay on gün beklerler.” Bakara / 234.

                              O halde kocası ölen hamile kadın birinci ayete amel etmek isterse, ikinci ayetteki 4 ay 10 gün iddeti bitmeden önce doğumdan sonra evlenebilir. Ama eğer ikinci ayetin hükmüne göre amel edilirse, doğum yapmadan önce bile dört ay on gün sabrettikten sonra evlenebilir. Her iki varsayımda, varsayımların her biri ayetlerden birisine muhaliftir. Aynı zamanda en uzak müddeti seçmek hariç her iki ayete amel etmek de mümkün değildir. İşte bu İmam Ali (a.s) ve İbn-i Abbas’tan rivayet edilen hadisin aynısıdır. İmamiye Şia’sı, masum İmamların açıklaması ile bu işi yapmaktadırlar (yani en uzun müddeti beklemesi gerektiğini söylemektedirler).

                              Yorum


                                #60
                                Ynt: HZ. ÖMER VE YANDAŞLARININ KURÂNIN AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETE KARŞI İÇTİHATLARI

                                Bir Hatırlatma

                                Müslümanlar dört ay on gün olan vefat iddetinin başlangıcı hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Ehl-i Sünnet şöyle diyor: İddetin başlangıcı, kocanın ölümü iledir, ister kadının olaydan haberi olsun ister olmasın. Ama biz İmamiye Şia’sına göre; vefat iddeti kadının, kocasının ölümünü öğrendiği andan itibaren başlar. O andan itibaren dört ay on gün süre beklemelidir. Bu müddet sona erdikten sonra evlilik ona helal olur.

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X