Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

    HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HALİFETE LİYAKATİ

    NASS VE İÇTİHAT KİTABININ HATİMESİ

    Kitabımıza aynen başladığımız gibi Peygamber (s.a.a)’den sonra imamet bahsi ile son veriyoruz. Bu ise Allah ve Resulünün bu konuya olan has ilgileri sebebiyledir. Bu durum tüm Müslümanların dini ve dünyevi işlerinde ona ihtiyaç duymalarından kaynaklanır. İşte bu yüzden Peygamber (s.a.a) Allah’ın emriyle bu yolda hiçbir fedakarlıktan çekinmemiştir.

    Peygamber (s.a.a)’in daha ilk günden İslam devletini tesis ederken izlediği yolu bilen herkes, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in hanedanı içerisinden O’nun veziri, işinin ortağı, düşmanlarına karşı muhafızı, ilminin sahibi, hikmetinin varisi, veli ahdi ve halifesi olduğunu çok iyi bilir.

    Kim Peygamber (s.a.a)’in, daha bisetin başlangıcından ölümüne dek söz ve davranışlarına dikkat ederse, O Hazretin her fırsatta bu mevzuu açtığını ve Ali (a.s)’ı övdüğünü görecektir.

    Peygamber (s.a.a) bisetin başlangıcında, daha davetini herkese ilan etmeden önce, Mekke’de olduğu zaman, Beni Haşim’den olan akrabalarını kendi evinde toplayarak bu konuda açıklamalarda bulunmuştur. İşte burada elini, herkesten yaşça küçük olan Hz. Ali’nin omzuna koyarak şöyle buyurdu:
    “Bu benim, kardeşim, vasim ve varisimdir. Onu dinleyin ve itaat edin.” el-Müracaat adlı kitapta bu hadisi, zincirleme senetlerle Ehl-i Sünnet kaynaklarında naklederek Ehl-i Sünnet’in bu hadisin sahih olduğunu itiraf ettiğini ispatladık. Bkz. el-Müracaat Mektup: 22

    Bundan sonra da bazen açıkça Hz. Ali’nin hilafetini ilan ederdi. Örneğin: Hz. Peygamber (s.a.a) Tebük savaşına giderken Hz. Ali’yi yerine bırakarak şöyle buyurdu: “Seni, halifem ve temsilcim olarak kendi yerime bırakmadan önce gitmem doğru olmaz.” Biz bu hadisi el-Müracaat’ta 26. Mektup olarak getirip genişçe bahsettik, oraya müracaat ediniz.

    Bazen de bu konuya üstü kapalı deyinirdi. Şöyle ki Bureyde Hz. Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet edince şöyle buyurdu: “Ali hakkında bir şey söyleme. Zira o bendendir; ben de ondanım. O, benden sonra sizin önderinizdir.”

    Bu, Ahmed b. Hanbel’in, Müsned kitabında naklettiği hadisin aynısıdır.

    Ama Nesai Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
    “Ey Bureyde! Ali’yi bana bir düşman gibi gösterme. Zira Ali benden, ben de ondanım. Ali benden sonra sizin önderinizdir.”

    Taberani bu hadisi daha geniş bir şekilde naklederek şöyle der: Peygamber (s.a.a) öfkeli bir şekilde şöyle buyurdu:

    “Ne olmuş da halktan bazıları Ali’ye itiraz ederler? Kim Ali’ye düşman olursa bana düşman olmuştur. Kim Ali’yi bırakırsa benden uzaklaşmıştır. Ali bendendir; ben de O’ndanım. Ali benim çamurumdan yaratılmıştır; ben de İbrahim’in çamurundan yaratıldım. Ben İbrahim’den daha üstünüm. Biz, birbirinden türeyen bir ocaktanız. Allah her şeyi duyandır, bilendir!

    Ey Bureyde! Ali’nin hakkının, aldığı cariyeden daha fazla olduğunu bilmiyor musun? O, benden sonra sizin önderinizdir!!”


    Bunun bir benzerini İmran b. Hasin rivayet ederek şöyle der: Sahabeden 4 kişi Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet etmeyi kararlaştırdı. Onlardan birisi kalkarak şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ali’nin şöyle yaptığını bilmiyor musun?”

    Peygamber (s.a.a) yüzünü ondan çevirdi.

    İkinci şahıs kalkarak aynı sözleri tekrarladı. Peygamber (s.a.a) yine yüzünü ondan da çevirdi. Üçüncüleri de aynı sözleri tekrarladı ama Peygamber (s.a.a) ona da yüz vermedi. Dördüncü şahıs da kalkarak üç arkadaşının sözlerini tekrarladı.

    Tam bu sırada çok sinirlenen Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
    “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz? Ali benden, ben de ondanım. Ali benden sonra her müminin önderidir.”

    Bu hadise benzer bir hadisi de el-İsabe’de Veheb b. Hamza’nın şerhi halinde ondan naklederler. O şöyle diyor: “Ali b. Ebi Talip ile yolculuğa çıktım. Yolculuk esnasında ondan incindim. Geri dönünce onu Peygamber (s.a.a)’e şikayet ettim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali hakkında böyle konuşma. Zira o, benden sonra sizin önderinizdir.” Bureyde, bahsi geçen 4 sahabe ve Veheb b. Hamza’nın Hz. Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet etme konusu için bkz: el-Müracaat, mektup: 36.

    Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’nin hilafetini açıkça belirttiği, O Hazretin Selman-ı Farisi gibi has sahabeleri tarafından nakledilmiştir. Örneğin: Taberani Mucem’ul-Kebir adlı kitabında Selman’dan şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Benin halifem, vasim, sırdaşım, kendimden sonra geriye bıraktığım en iyi şahıs, vasiyetime amel edecek ve borçlarımı ödeyecek olan Ali b. Ebi Taliptir.”

    Onlardan bazıları da Bureyde gibi kalpleri hasta olanlar tarafından rivayet edilmiştir. Muhammed b. Hamid Razi Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Her peygamberin vasi ve varisi vardır. Benim vasi ve varisim de Ali b. Ebi Taliptir.”

    Enes b. Malik, Ebu Naim İsfahani’den şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.a) bana şöyle buyurdu: “Ey Enes! Bu kapıdan ilk içeri giren şahıs, muttakilerin İmamı, elçilerin efendisi, dinin koruyucusu ve vasilerin sonuncusudur...”

    Enes şöyle dedi: Ali içeri girdi. Peygamber (s.a.a) sevinçle yerinden kalkıp onunla tokalaştıktan sonra şöyle buyurdu: “Sen benim sözlerimi iletecek, sesimi onlara duyuracak ve aralarındaki ihtilafı halledeceksin.” Enes, Bureyde ve Selman’ın hadisleri için Bkz. El-Müracaat, Mektup: 68

    Yine Hatip, Enes b. Malik’den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum. “Ben ve bu; yani Ali, kıyamet günü ümmetime hüccetiz.” Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 157 hadis, 2632.

    Ümm’ül-Müminin, Ümmü Seleme, amcasının zevcesi Ümm’ül-Fazl, Ümeys kızı Esma, Ümmü Selim Ensari vb. birçok faziletli mümin kadınlar da bu konu hakkında rivayet etmişlerdir.

    Peygamber (s.a.a) bu konuya, bazen de minberde deyinirdi. Bazı zaman ise, Baki mezarlığında yarenlerinden bazılarına söylerdi. Bir zaman da Mekke ve Medine’de Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik ilan ettiğinde bu konuya değindi. Her defasında da Hz. Ali’yi kendisi için seçerek onu kendisine kardeş yaptı. Böylece Hz. Ali’yi diğerlerinden üstün kılarak ona şöyle buyururdu:
    “Sen bana, Harun’un Musa’ya olduğu konumdasın. Şu farkla ki benden sonra Peygamber gelmeyecektir.”

    Yine Peygamber (s.a.a), Muhacirlerin, Mescid-i Harama açılan evlerinin kapısını kapattırıp Hz. Ali’nin kapısını açık bıraktığı gün yukarıdaki hadisi buyurdu. Bkz. El-Müracaat, Mektup: 32 Orada Menzilet hadisi için 7 konu bulacaksınız.

    Ümmet de unutmadı. Ebu Bekir’in, hilafeti zamanında naklettiği şeyi de unutmayacaktır. O şöyle rivayet etmişti: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali bana nispetle, benim Allah’a olan nispetim gibidir.” Ve “Adalette benim ve Ali’nin eli birdir.” Savaik’ul-Muhrika, İbn-i Hacer, s. 106 bab 11. Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 153 hadis, 2539. Bu hadis ve Ebu Bekir’in hadisi için Bkz.El-Müracaat Mektup 48.

    “Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir hidayet edeni vardır.” ayeti nazil olunca, Peygamber (s.a.a) onu tefsir ederek şöyle buyurdu: “Ben uyarıcıyım, Ali de hidayet edendir. Ya Ali! Benden sonra hidayet olacaklar senin vesilen ile hidayet olacaklardır.” Ra’d /7.--Kenz’ul-Ummal, Hadis: 2631.

    Hatip Burra’dan, Deylemi de İbn-i Abbas’tan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: “Ali bana nispet, başımın bedenime olan nispeti gibidir.” Savaik, İbn-i Hacer, s. 75 (Fasıl 2, bab: 9, 40 hadisten 35. Hadis)

    Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali, Kur’ân iledir; Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi havuzun başında bana gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 124. (Bab: Marifet’us-Sahabe)

    Yazar: Sayın okurların şunu bilmesi yeterlidir: Ali Kur’ân anlamındadır. Ali ve Kur’ân birbirinden ayrılmazlar. Peki ey Müslümanlar! Onun ismetine ve Peygamber (s.a.a)’den sonra itaat edilişinin farz olduğu konusunda bundan daha açık hangi hüccet vardır?!

    Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
    “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. O halde kim ilim isterse kapıdan gelsin.”

    Bu hadisi, Siyuti, Cami’us-Sağir, s. 107’de, Hakim Nişaburi, iki sahih senetle Müstedrek, c. 3 s. 126-127’de Menakıb-i Ali’de Taberani’den nakletmiştir. İki sahih senetten birisi iki yolla İbn-i Abbas’tan, ikinci sahih senet ise Cabir b. Abdullah Ensari’den nakledilmiştir.

    Hakim Nişaburi bu hadisin nakledilen yollarının sahih olduğuna dair kesin deliller sunmuştur. Kahire’de oturan Ahmed b. Muhammed b. Sıddık (Fas asıllıdır) bu hadisin sahih olduğuna dair “Feth’ul-Mulk’ul-Ali Bi Sıhhat-i Bab-i Medinet’il-İlm-i Ali” isminde bir kitap yazmıştır ve H. K. 1353’de Mısır’da basılmıştır. İlgilenenler oraya müracaat edebilir.

    O halde Nasibilerin (Ehl-i Beyt düşmanlarının) bu hadisin sıhhatine itiraz etmeye hiçbir hakları yoktur. Biz onların itirazlarını iyice inceledik. Onlarda taassupta arsızlıktan başka hiçbir şey bulamadık. Nitekim Hafız Salahattin Alai buna tasrih etmiştir; zira Zehebi ve diğerlerinden onun batıl olduğuna dair kaviller naklederek şöyle diyor:
    “Hadisin uyduruk olduğunu iddia etmeleri hariç onu reddedebilecek hiçbir delil getirememişlerdir.”

    Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben hikmet eviyim; Ali de o evin kapısıdır.” Tirmizi, Sahih-i Tirmizi’de, Taberani ve Muttaki Hindi (Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 401) bu hadisi nakletmişlerdir.

    Yine şöyle buyurmuştur: “Ya Ali! Sen, ümmetimin ihtilafa düştükleri konuları aydınlatacaksın.” Hakim bu hadisi Enes b. Malik’ten (Müstedrek, c. 3, s. 122) naklederek şöyle der: Bu hadis Buhari ve Müslim’in şartıyla sahihtir. Ama onu nakletmemişlerdir.

    Yine şöyle buyurmuştur: “Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir; kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiştir; kim Ali’ye itaat ederse, bana itaat etmiştir; kim de Ali’ye karşı gelirse bana karşı gelmiştir.” Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 121, Zehebi de “Telhis”inde aynı sayfada.

    Aynı hedefi takip eden bu ve buna benzer birçok rivayet vardır. Gerçi lafız olarak biraz farklıdırlar ama mana itibarı ile tevatür haddine ulaşmışlardır. Bu rivayetlerin her biri Peygamber (s.a.a)’in makamlarından birisini Hz. Ali’ye vermektedir. Bu makamların, Peygamber (s.a.a)’in veliahdı ve halifesinden başkasına verilmesi doğru değildir. Zihnin bunları duyduğunda anladığı ilk şey ve örfün çıkardığı anlam da budur.

    Buna ek olarak, sahih sünenlerde Hz. Ali ve onun vasilerini Peygamber (s.a.a)’in hak vasileri olduğunu belirtmekte ve her devirde ümmetin onlara itaat etmesini farz bilmektedir. Zira ümmeti iki iple bağlı kılmış ve iki değerli emanetle (Kur’ân ve Ehl-i Beyt) de onları kıyamet gününe kadar korumuştur.

    Ümmetin bütün kadın ve erkeği, alim ve cahilleri, hür ve köleleri, reis ve tüccarları bu hususta eşittirler; öyle ki Sıddık, Faruk ve Zu’n-Nureyn hiçbir surette istisna edilmemiştir!!

    Peygamber (s.a.a) tüm ümmetini, onlara sarılmamaları durumunda haktan uzaklaşacakları hususunda uyarmış ve sakındırmıştır. Ayrıca Peygamber (s.a.a) ümmetine bu ikisinin (Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in) birbirinden ayrılmayacağı, her zaman yeryüzünde baki kalacakları, Kevser havuzunda Peygamber’in yanına beraber gidecekleri haberini vermiş, böylece her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırarak hak ve hakikati aşikar etmiştir.

    Buna ilave olarak, Peygamber (s.a.a) sadece “Sekaleyn” hadisiyle de yetinmedi. Tam aksine Ehl-i Beyt’i, Nuh’un gemisine benzetti. Bazen de altından geçtikleri takdirde bağışlanacakları Hıtta kapısına teşbih etti. Bazen ise onları, yeryüzünün, ihtilaflar karşısında güvenceleri olarak vurguladı. Öyle ki bir kabile onlarla muhalefet ederse dağılır ve Şeytanın grubuna geçer.

    Peygamber (s.a.a) bu şekilde elinden geldiğince ümmetini onlara tabi etmeye çalışmış ve bu hususta hiç kimseyi de, ister malik olsun ister köle istisna etmemiştir.

    Ehl-i Beyt, Nuh’un gemisi, Hıtta kapısı ve Kur’ân’ın eşi olduğu bilindikten sonra kim onlardan uzaklaşabilir? Hiçbir Müslüman onlara sırt çeviremez. Bütün Müslümanların, bunları bildikten sonra Ehl-i Beyt’e tabi olmaktan başka çareleri yoktur.

    Soru: Birisi şöyle söyleyebilir: Eğer bu konuda Peygamber (s.a.a)’in ashabının eline nass ve rivayet ulaştıysa, onların bu nass ve rivayete aykırı amel etmeleri nasıl mümkün olabilir? Hz. Ali (a.s) nasıl taahhütlü hakkı bırakıverdi? Eğer Hz. Ali böyle bir hakka sahip idiyse neden bu hakkını savunmadı ve muhaliflerine karşı koymadı? Hz. Ali (a.s) ilk üç halifenin hilafetlik zamanında çekilip evinde oturdu. Her fırsatta ilk üç halifeye fikri yardımlar bile ediyordu. Şia, Peygamber (s.a.a)’in şu hadisi
    “Benim ümmetim dalalet ve hata üzerine icma etmez” hakkında ne söylüyor?

    Neden Hz. Ali (a.s) ve O’nun Beni Haşim ve diğerlerinden olan taraftarları Sakıfe’de Ebu Bekir’e biat alınırken hiçbir itirazda bulunmadılar? Neden Hz. Ali’nin hilafeti hakkında, nübüvvet, adalet, tevhit ve kıyamet günü dirilmek gibi konularda açık ayetler nazil olduğu gibi açık ve muhkem bir ayet nazil olmadı?

    Cevap: Siz onların naslarla (Allah ve Resulünün açık seçik söz ve hükümleri) muhalefetlerini elinizdeki bu kitapla tanıyacaksınız. Zira onların açık naslara olan muhalefetleri ve onlara sırt çevirmeleri o kadar fazladır ki onları zikretmeye ihtiyaç bile duymuyoruz.

    Biz, Peygamber (s.a.a)’in bazı dünya perest sahabelerinin yaşantısından şunu anladık: Onların, Peygamber (s.a.a)’in açık naslarına amel ettikleri konular sırf dini olan ve sadece din ile ilgili konulardı. Örneğin: Namaz, kıbleye yönelme, oruç vb. meseleler. Ama Peygamber (s.a.a)’in nasları yöneticilik, komutanlık, devlet işlerinin idaresi vb. gibi siyaset ile ilgili konuları içerdiğinde, bu naslara bağlı kalmayı farz bilmezlerdi. Aksine onların kendileri bu konuda şahsi görüşlere sahiptiler. Daha geniş bilgi için bkz. el-Müracaat ve el-Fusul’ul-Muhimme
    Bkz. el-Müracaat, mektup: 48, el-Fusul’ul-Muhmme, Fasıl 8, “Tenbih” başlığı.

    Hz. Ali’nin kendi hakkını savunmama ve muhaliflerine karşı koymama konusuna gelince; biz, Şia’nın bu konudaki görüşünü el-Müracaat’ta geniş bir şekilde zikrettik. Oraya müracaat ediniz. el-Müracaat, Mektup 82-83.

    Sakıfe biati konusunu da el-Müracaat adlı kitapta 102. Mektup olarak genişçe bahsettik, oraya müracaat ediniz.

    Tevhit, adalet, nübüvvet, ölümden sonraki hayat vb. gibi konularda ayet nazil olduğu gibi Hz. Ali’nin hilafeti hakkında neden ayet nazil olmadığına gelince; bu sorunun cevabını da “Misak ve Velayet’in Felsefesi” adlı kitabımıza havale ediyoruz. Zira orada hak ve hakikat aydınlığa kavuşturulmuştur.


    Şimdi söylediğimiz şeye geri dönüyoruz. Peygamber (s.a.a) kendi yakınlarını evine toplayıp Hz. Ali’nin hilafet ve velayetini açıkladıktan sonra sürekli bu durumu vurgulardı. Değişik yollarla Hz. Ali’nin hilafeti konusunu açar onlara tavsiyelerde bulunurdu. Bu durum Peygamber (s.a.a) hastalanıp yatağa düşene kadar devam etti.

    Peygamber (s.a.a), odası sahabe ile dolu bir haldeyken şöyle buyurdu:
    “Ey insanlar! Ruhumun alınması ve götürülmem yakındır. Şimdi size bir şey söyleyeceğim ve umarım onu dinlersiniz. Biliniz ki ben Allah’ın kitabını ve itretimi yani Ehl-i Beytimi sizin aranızda bırakıyorum.”

    Daha sonra Hz. Ali’nin elini tutup yukarı kaldırarak şöyle buyurdu: “Bu Ali, Kur’ân iledir. Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” Bkz. Savaik’ul-Muhrika, İbn-i Hacer 2. Faslın sonlarına doğru

    Peygamber (s.a.a)’in velayet konusu ve onun beyanı hakkında ne kadar hassas olduğu hususunda şöyle söylememiz yeterlidir: Peygamber (s.a.a), ölümünün yakın olduğunu hissedince hacca gideceğini ilan etti. “O, arzusuna göre de konuşmaz.” Necm / 3.

    Bu hac, Peygamber (s.a.a)’in Veda haccı idi. Peygamber (s.a.a)’in doksan bin kişi ile (daha fazla olduğu da söylenmiştir) Medine’den ayrıldı. Nitekim Sire-i Halebiye, Sire-i Dehlani ve diğer kitaplarda da nakledilmiştir. Bu rakam, yolda ve Arafat’ta Peygamber (s.a.a)’e katılanlardan ayrıdır.

    Peygamber (s.a.a), Arafat’ta hacıları kendi ve kendisinden önceki peygamberlerin nasihatleri ile nasihat edip müjdeledi. Onları itaatsizliklere karşı uyararak sakındırdı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
    “Ey İnsanlar! Aranızdan ayrılmam yakındır. Size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız. O, Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelene dek birbirinden ayrılmazlar. İyi bakın, bu ikisi hususunda benim hakkımı nasıl riayet edeceksiniz.”

    Önceden de söylediğimiz gibi Peygamber (s.a.a), hem o günden önce hem de sonra ümmetini bu iki ipiyle irtibata geçiriyordu ve onlardan her nesli bu iki değerli emanetle yani Allah’ın kitabı ve ailesinden olan masum İmamlarla koruyordu; sürekli, bu ikisine bağlı kaldıkları müddetçe baki kalacaklarını müjdeliyor, ümmetini onlara itina göstermemeleri durumunda sapma tehlikesine karşı uyarıyordu. Aynı zamanda bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağı ve yeryüzünün de bu ikisinden boş kalmayacağı haberini veriyordu.

    Ama o zamana kadar bu konunun beyanı genel ve umumi değildi. Ama Arafat ve Gadir-i Hum’da söyledikleri, Müslümanların genelini muhatap alıyordu.

    İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’ul-Muhrika kitabında “Sekaleyn” hadisini naklettikten sonra şöyle diyor:


    “Peygamber (s.a.a)’in ümmete Kur’ân ve Ehl-i Beyt’e sarılmalarını emrettiği bu hadis, birçok yolla nakledilmiştir. Yirmi küsur sahabe bu hadisi rivayet etmiştir.”

    Daha sonra şöyle diyor: “On birinci şüphede geniş yollarla onu naklettik. O yolların bazılarında Peygamber (s.a.a)’in bu hadisi Veda haccında, Arafat’ta söylediği belirtilmiştir.”

    Diğer bir tarikde şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) bu hadisi, Medine’de hasta iken, odası da sahabe ile doluyken buyurdu.”

    Başka bir tarikte de şöyle diyor: “Bu sözü, Gadir-i Hum’da buyurdu.”

    Bu yolların bazılarında ise şöyle geçer: Peygamber (s.a.a), Taif’ten dönüp bir hutbe okurken bu hadisi buyurdu. Sonra şöyle diyor: Söylenilen yerlerin değişik olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Zira Peygamber (s.a.a)’in bu konuyu Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in makamını göz önüne alarak bütün bu yerlerde ve başka yerlerde söylemiş olması mümkündür... (Bkz. Savaik, s. 89, bab: 11, Saffat / 74 ayetinin tefsiri).

    Yazar: İbn-i Hacer-i Mekki, Peygamber (s.a.a)’in bu hadisi, sözü geçen her yerde ve daha başka yerlerde buyurduğunu itiraf etmiştir. Daha sonra şöyle diyor: Bu hadis yirmi küsur sahabeden rivayet edilmiştir. Eğer Peygamber (s.a.a) bu hadisi sadece Arafat’ta veya Gadir-i Hum’da söylemiş olsa bile bu hadisin mütevatir olması gerekir. Zira bu hadisi Peygamber (s.a.a)’den duyanlar en küçük ihtimalle 90 bin kişi idi. Peygamber (s.a.a) Arafat’tan ayrılmadan önce devesine binip yüksek sesle şöyle buyurdu:


    “Ali benden, ben de Ali’denim. Benim hakkımı, kendimden veya Ali’den başka kimse ödeyemez.”

    Ahmed b. Hanbel, Habeşi b. Cünade’den hepsinin sahih olduğu değişik yollarla bu hadisi nakletmiştir. Söylememiz gerekir ki, o, bu hadisi Yahya b. Adem’den, İsrail b. Yunus’tan dedesi Ebu İshak-ı Sebii’den ve adı geçen Habeşi’den nakletmiştir. Bunların hepsi de Buhari ve Müslim’in kabul ettiği şahıslardır. Onların ikisi de sahih adlı kitaplarında onlardan tahriç etmişlerdir. Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 164.

    Kim Ahmed b. Hanbel’in Müsnedin’de bu hadise bakarsa, onun Veda haccında söylendiğini anlayacaktır. İbn-i Mace de bu hadisi Sünen adlı kitabında nakleder. Tirmizi ve Nesai de onu nakletmiştir. Kenz’ul-Ummal’da (c. 6 s. 153) 2531. hadis olarak rivayet edilir. Sünen-i İbn-i Mace, c. 1, s. 92 (bab: Marifet’us- Sahabe)

    Peygamber (s.a.a)’in bu hadiste Ali (a.s) ile yaptığı bu ahitleşme dilde kolay ama terazide ağırdır. Zira Peygamber (s.a.a) kendisinde olan liyakatin aynısını Hz. Ali’ye de vermiştir. Bu, Peygamber (s.a.a)’in, kendisinden sonra halkın karşı karşıya kalacağı şer’i hükümlerde Hz. Ali’ye kanun koyma yetkisi veren izinidir!

    Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından Hz. Ali için sabit olan eda etme manası ve ondan başka kimse bu özelliğe sahip değildir sözünün anlamı da budur. Zira fakihler, furu-u dini Peygamber (s.a.a)’den taraf, usul alimleri de usul-u fıkhı O Hazretten taraf, Muhaddisler de, hadis ve rivayetleri O’ndan taraf eda ediyor ve yerine getiriyorlar. Herkes bu işi yapabilir. Kim de Allah ve Resulüne yalan atfederse cehennem ateşini boylar.

    Evet, Peygamber (s.a.a) bu hadisiyle Hz. Ali’yi kendi işine ortak kıldı. Hz. Ali’yi kendisine emin ve vasi seçti. Nitekim Harun Musa’ya nispet böyle idi. Şu farkla ki Hz. Ali peygamber değildi, Peygamberin vasisi ve veziri idi ve onun metodunu göre hareket ediyordu. O yani Hz. Ali, diğerlerinin Peygamber (s.a.a) tarafından eda edemediklerini eda ediyordu.

    Peygamber (s.a.a), bu hekimane metotla, velayet mevzusunu tebliğ etti ve bu meşru yollarla, onu ümmeti arasında yaydı...

    Aynı zamanda Peygamber (s.a.a), muhaliflerin tevil ve içtihat adı altında nass ve gerçekleri değiştirebilme yollarını da, Allah ve Peygamberin zıddına ayaklanmamaları için onların yüzüne açık bıraktı. Bu nedenle onlara karşı hekimce bir metot uyguladı. Şöyle ki onların isyan ve serkeşliklerinin önünü aldı. Onların sinir sistemlerini uyuşturdu. Sonuçta onlar görünüşte Peygamber (s.a.a)’le beraberdiler ve O’nun sözlerini kabul ediyorlardı. Ama gönülleri muhalefet ve itiraza meyilliydi. Peygamber (s.a.a)’in onları bu kadar gözetmesi, Peygamber (s.a.a)’in din ve İslam ümmetine olan ilgisinin yüksek düzeyinin bir göstergesidir.


    #2
    Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

    GADİR-İ HUM OLAYI

    Nihayet Peygamber (s.a.a) yanındakilerle beraber Veda Haccından döndü. Allah’tan kendisi ve ümmetinin bu asi insanların (muhaliflerin) şerrinden korumasını gönülden diliyordu. Topluluk Gadir-i Hum’a ulaşır ulaşmaz Allah (c.c) vahiy nazil etti: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu hidayet etmez.” Maide / 67.

    Yazar: Bu ayet-i kerimenin Gadir-i Hum’da Hz. Ali’nin velayeti hakkında nazil olduğuna dair biz Şialar arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bu hususta rivayet edilen hadislerimiz mütevatirdir. Bu konuda Şia yolu haricinde nakledilenler okuyucular için yeterlidir.

    Vahidi, sözü geçen ayetin tefsirinde iki sahih ve muteber yolla yani Atiyye ve Ebu Said-i Hudri’den şöyle dediklerini rivayet eder:
    “Bu ayet (Maide 67) Gadir-i Hum’da Hz. Ali hakkında nazil oldu.” Esbab’un-Nüzul, s. 150.

    Diyorum ki: Bu, Hafız Ebu Naim’in, sözü geçen ayetin tefsirinde kendi kitabı “Nüzul’ul-Kur’ân”da iki senetle yani Ebu Said ve Ebu Rafi’den rivayet ettiği şeyin aynısıdır.

    İbrahim b. Muhammed Himvini “el-Feraid” adlı kitabında bu hadisi değişik yollarla Ebu Hureyre’den nakleder.

    Ebu İshak Sa’lebi de kendi tefsir kitabında bu hadisi iki muteber senetle nakleder. Ayyaşi de tefsirinde Mecma’ul-Beyan’dan naklen kendi senediyle İbn-i Ebi Ümeyr'den, İbn-i Üzeyne’den, Kelbi’den, Ebu Salih’ten, İbn-i Abbas’tan ve Cabir b. Abdullah Ensari’den şöyle dediklerini rivayet eder
    : “Allah (c.c) Muhammed (s.a.a)’e, Ali’yi yükseltip onun hilafet ve velayetini halka ilan etmesini emretti.”

    Peygamber (s.a.a) halkın; “Kendi amcası oğlunu seçerek halife yaptı” deyip onu eleştirmelerinden çekiniyordu. Bunun üzerine Allah Teala bu ayeti (Maide / 67) nazil etti. Peygamber (s.a.a) de Gadir-i Hum’da Hz. Ali’nin velayetini halka tebliğ ve ilan etti.

    Mecma’ul-Beyan’da şöyle der: Seyyid Ebu’l-Hamd, Hakim Ebu’l-Kasım Haskani’den naklen kendi senetleriyle Ebu Ümeyr’den “Şevahid’ut-Tenzil li Kavaid’it-Tefsil ve’t- Te’vil” adlı kitabında bu hadisi aynen bize nakletti.

    Mecma’ul-Beyan’da şöyle der: Bu kitapta zincirleme senetle Hayyan b. Ali el-Alevi’den ve Ebu Salih’ten ve İbn-i Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilir: Bu ayet (Maide / 67) Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Peygamber (s.a.a) de Ali’nin elini tutarak şöyle buyurdu:
    “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onun dostuna dost, düşmanına düşman ol...” (Mecma’ul-Beyan’daki hadisin sonuna kadar)

    Gadir-i Hum olayının, Hz. Ali’nin hilafet makamı olduğuna dair şahit şudur ki; bu ayetin nazil olmasından önce namaz kılınıyor, zekat veriliyor, ramazan ayı orucu tutuluyor, hac yerine getiriliyor ve tüm helal ve haramlar tanınıyordu. İlahi cezalar da uygulamada idi. Dinin tüm hükümleri gelmiş idi. O halde, hilafet ve veliahtlıktan başka hangi konu kalmıştı da Allah tarafından tebliği bu kadar şiddetle vurgulanıyordu? Hilafet meselesinden başka hangi konu vardı da Peygamber (s.a.a) onun tebliğinin fitneye yol açmasından korkuyordu? Hangi mevzu vardı da onu tebliğ etmek halkın şerrinden korunmaya ihtiyaç duyuluyordu. Bu konu muhalifleri şöyle tehdit ediyordu: “Doğrusu Allah kafirler topluluğunu hidayet etmez.” Maide / 67.

    Kur’ân’a tabi olan Müslümanların bu ayet ve bu ayette bulunan tehdit üzerinde biraz düşünmeleri yeterlidir. Eğer bu konuda biraz derin düşünselerdi, Ali (a.s)’ın velayet makamının, onların ebedi olan İslam dinlerinde nübüvvet makamından sadece bir basamak aşağı olduğunu görürlerdi. Bu velayet, nübüvvetin devamıdır. Özellikle görüyoruz ki Allah Teala ayeti “Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu hidayet etmez” tehdidi ile bitiriyor.

    Velayeti terk etmek hakkındaki tehdidin, tevhidi terk etmek hükmünde bir tehdit olduğunu görmüyor musunuz:


    “(Resulüm! Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahy olunmuştur: And olsun (bilfarz) Allah’a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!” Zümer / 65.

    Eğer İslam ümmeti (Kur’ân ve Muhammed ümmeti) tebliğ ayeti (Maide/67) üzerinde biraz derin düşünseydi, ayette geçen tehdidin, Peygamber (s.a.a)’e değil, velayet tebliğine muhalif olanlara yönelik olduğunu anlardı. Bu tehdidin Peygamber (s.a.a)’e yöneltilmesinin imkanı yoktur. Bu tehdit aynen şu ata sözü misali gibidir: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit.”

    “Allah’a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider” ayeti de böyledir. Tehdit bütün peygamberlerin efendisi Muhammed’e değil aksine onun ümmetinden şirk koşanlara yöneliktir. Bu, tartışmaya bile gerek görülmeyecek kadar açık bir konudur.

    Tebliğ ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.a) ve yanındakiler konakladılar. Peygamber (s.a.a) birisini göndererek ileri gidenleri geri çevirmelerini ve geride kalanları da gelip toplanmalarını emretti. Böylece tüm hacılar çölde bir noktada toplandılar. Peygamber (s.a.a) öğlen namazını cemaatle kıldıktan sonra deve cihazlarından, gölgeli iki ağaç arasında bir minber yapmalarını istedi.

    Daha sonra minbere çıktı. Hz. Ali’yi de kendisinden bir basamak aşağıya çıkardı. Böylece bu kalabalık arasında konuşmaya başladı. Allah’a hamd ve senadan sonra herkesin duyacağı yüksek bir sesle, söylemek istediği esas konuları beyan etti. Hacılar da tam bir sükut içerisinde Peygamber (s.a.a)’in sözlerini, o kritik anda ve yakıcı sahrada dinlemeye çalışıyorlardı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:


    “Ey insanlar! Aranızdan ayrılmam yakındır. Benim de sizin de sorumluluklarımız var. Şimdi bana karşı ne söylüyorsunuz?”

    Halk hep bir ağızdan: “Şahadet ederiz ki sen risaletini tebliğ ettin, nasihatte bulundun... Allah seni mükafatlandırsın” dedi.

    Peygamber (s.a.a) şöyle devam etti:
    “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, cennetin, cehennemin, ölümün var olduğuna, ölümden sonra herkesin dirileceğine, kıyametin geleceğine ve Allah’ın ölüleri kabirlerinden çıkaracağına şahadet eder misiniz?”

    Halk: “Evet, ederiz” diye cevap verdiler.

    Hz. Peygamber (s.a.a): “Allah’ım! Şahit ol!” dedi.

    Daha sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah benim velimdir. Ben de müminlerin velisiyim. Ben müminlerin kendilerine onlardan daha evlayım. O halde: Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Ali’nin dostuna dost, düşmanına düşman ol.”

    Daha sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Ben sizden önce dünyadan göçeceğim. Siz Kevser havuzunun başında bana geleceksiniz. Bu havuzun genişliği Busra ve San’a şehirleri arası kadardır. Oradaki kadehler de gümüştendir. Benim yanıma geldiğiniz vakit sizden iki değerli emanetim hakkında sizden soru soracağım. Bu iki emanetten büyük olanı Allah’ın kitabıdır (Kur’ân-ı Kerim). Kur’ân, bir ucu Allah’ın yanında diğer ucu da sizin elinizde olan bir vesiledir. O halde bu ilahi vesileye sarılın da sapmayın. Onu sakın değiştirmeyin. İki emanetten küçük olanı ise itretim; Ehl-i Beytimdir. Allah (c.c) bana, bu ikisinin havuzda bana gelene kadar birbirinden ayrılmayacaklarını haber vermiştir...”

    Yorum


      #3
      Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

      MISIR EL-EZHER REİSİNİN SÖYLEDİKLERİ

      Bu hadisin naklettiğimiz lafızlarla sahih olduğunda hiçbir ihtilaf yoktur. Birbirine yakın lafızlarla bu hadisin mana ve içerik bakımından tevatür haddine ulaştığında da şüphe yoktur. Buna rağmen Şeyh’ul-İslam Bişri, aramızda geçen mektuplaşmaların birisinde (29. Mektup) şöyle diyor: Sahabenin davranış ve amelini doğruya yorumlamak gerektiğinden bu hadisi -Gadir-i Hum hadisini- ister mütevatir olsun ister olmasın tevil etmek zorundayız!!!

      Bu yüzden Ehl-i Sünnet şöyle söylemiştir:
      “Mevla” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bazen “yakışan, yaraşan” anlamındadır. Örneğin şu ayet: “Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir dönüş yeridir.” Hadid / 15.

      Bazen “yardımcı” anlamındadır. Örneğin: “Bu, Allah’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kafirlere gelince onların yardımcıları yoktur.” Muhammed / 11.

      Bazen “varis” anlamındadır. Örneğin: “(Erkek ve kadından) her biri için, ana, baba ve akrabalarının bıraktığından hisselerini alacak olan varisler kıldık” Nisa / 33.

      Bazen “yakınlar” anlamında kullanılmıştır. Örneğin: “Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum.” Meryem / 5.

      Bazen de “dost” anlamında kullanılmıştır. Örneğin: “O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz.” Duhan / 41.

      Aynı şekilde “veli” kelimesi, evla ve önder anlamında da kullanılmıştır. Örneğin şöyle diyoruz: “Şu adam bu çocuğun velisidir.”

      Yardımcı ve sevgili anlamlarında da kullanılır. Bu nedenle Gadir-i Hum hadisinin anlamı şu da olabilir: “Ben kimin yardımcısı, dostu ve sevgilisi isem, Ali de öyledir.” Bu anlam yüce büyüklerin ve üç halifenin şanı ile uyumluluk göstermektedir.

      Yorum


        #4
        Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

        EL-EZHER REİSİNE CEVAP

        Ben ona cevaben şöyle dedim: Ben söylediklerinizi gönülden kabul etmediğinizi biliyorum. Zira sizler Resulullah’ı hikmette, ismette, nübüvvetinin hatemiyetinde yüce sayanlardansınız. Onu hükemanın efendisi ve peygamberlerin sonuncusu biliyorsunuz.

        “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildikleri) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti.” Necm / 3-5.

        Eğer yabancı filozoflar sizden Gadir-i Hum meselesini sorup şöyle derlerse: Peygamber neden o binlerce insanı hareketten alı koydu?

        Neden onları beyinleri kaynatan sıcak altında tuttu?

        Neden ileri gidenleri geri çevirdi ve geride kalanlar ulaşıncaya kadar da sabretti?

        Neden onların hepsini ot bitmez bir çölde konaklattı?

        Neden tüm şehirlerin yollarının ayrıldığı bir noktada onlara hutbe okudu da orada olanların olmayanlara haber vermesini istedi?

        Neden hutbesinin başlangıcında kendi ölümünden bahsederek “Aranızdan ayrılmam yakındır. Benim bir sorumluluğum var sizin de bir sorumluluğunuz var” buyurdu?

        Bu hangi işti ki Peygamber (s.a.a) onun tebliğinden sorumluydu ve ümmetten de ona itaat konusunda soru sorulacaktı?

        Peygamber (s.a.a) neden şöyle buyurdu: “Allah’ın birliğine ve Peygamberin risaletine şehadet eder misiniz? Cennet, cehennem, ölüm, ölümden sonraki hayatın, şüphesiz gelecek olan kıyametin olduğuna ve ölülerin diriltileceğine şehadet eder misiniz?” ve herkes de: “Evet şehadet ederiz” dedi?

        Peki neden hemen bunların ardı sıra Ali’nin elini havaya kaldırarak (Hatta koltuk altı beyazlığı bile gözükmüştü) şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah benim mevlamdır, ben de müminlerin mevlasıyım.”

        Neden son sözünü tefsir ederek: “Ben onlara kendilerinden daha evlayım” dedi?

        Neden bu tefsirden sonra “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” dedi?

        Veya neden “Ben kimin velisi ve önderi isem, Ali de onun velisidir. Allah’ım! Onun dostuna dost, düşmanına düşman ol. Yardımını esirgeyerek onu yalnız bırakanı yalnız bırak!” dedi?

        Peki neden Peygamber (s.a.a), hak imamlar ve gerçek halifelere edilebilecek bu duayı Ali’ye layık gördü?

        Neden önce onları şahit tutarak: “Ben size kendinizden daha evla değil miyim?” Onlar da öylesin dediğinde “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” veya “Ben kimin önderi isem Ali de onun önderidir” diye buyurdu?

        Neden Ehl-i Beytini Kur’ân ile aynı kefeye koyarak kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını söyledi?

        Neden Ehl-i Beyt, Peygamber (s.a.a)’in yanında Kur’ân’ın dengiydi?

        Neden Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in birbirinden ayrılmayacakları haberini verdi?

        Neden, onlara sarılanları kurtuluşla müjdeleyip onlardan ayrılanı uyardı?

        Peygamber (s.a.a)’in bu kadar ilgi ve özen göstermesinin sebebi ne idi?

        Bu ne kadar önemli bir mevzuydu da Peygamber (s.a.a) onun için bu kadar ön hazırlık yapıyordu?

        Bu büyük günde neyi hedefliyordu?

        Bu ne kadar önemli bir şey idi de Allah: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kafirler topluluğunu hidayet etmez” diye Peygamberine hitap ediyordu?

        Bu ne önemli bir mevzu idi de bu kadar vurgu gerektiriyordu?

        Bu ne idi de onun tebliği emri tehdit hükmünde idi.

        Bu ne işti de Peygamber (s.a.a), onun tebliğinde fitne çıkması korkusu taşıyordu da Allah’ın O’nu münafıkların şerrinden korumasına muhtaçtı?!!

        Evet bunlar ve bunlara benzer binlerce soruyu yabancı filozof ve düşünürler sorarlarsa onlara: “Allah ve Resulü sadece Müslümanlardan Ali’ye yardımcı ve dost olmalarını istedi” cevabını mı verecek siniz?


        Bu cevabı beğendiğinizi zannetmiyorum. Bunun içeriğini Allah ve peygamberlerin efendisine câiz bildiğinizi zannetmiyorum.

        Siz, Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki çabalarının, beyana bile ihtiyacı olmayan bir konu için olduğuna inanmayacak kadar şahsiyetli birisiniz. Zira bu konu vicdan hükmüyle apaçık ortada idi. Sizin, Peygamber (s.a.a)’in akıl ve mantığın kabul etmeyeceği veya düşünürlerin eleştirisine maruz kalacak sözler söylemesini veya davranışlarda bulunmasını imkanı olmayan bir ihtimal olarak kabul edeceğinizde hiçbir şüphem yoktur.

        Sizin, Peygamber (s.a.a)’in söz ve davranışlarının yüce makamını bildiğinizde şüphem yoktur. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:


        “O (Kur’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin getirdiği bir sözdür. O, orada sayılan güvenilen (bir elçidir) arkadaşınız (Muhammed) da mecnun değildir.” Tekvir / 19-22

        Bildiğiniz gibi, O Hazret, herkesin gibi bildiği bir şeyin açıklanması için, amacı ile alakası olmayan bir sürü ön hazırlık yapmaz. Hayır! Allah ve Resulü bundan daha yücedir.

        Siz de biliyorsunuz ki Peygamber (s.a.a)’in yüce makamına uygun olan şey, binlerce hacıyı o sıcak altında durdurup söyleyeceği şey kendi risaletinin iblağı ve kendisinden sonraki halifenin seçimidir. Akli ve nakli deliller, Peygamber (s.a.a)’in bu hedeften başka amacı olmadığına yakin etmemizi sağlamaktadır.

        O halde “Gadir-i Hum hadisi” sahip olduğu deliller ile Hz. Ali’nin halife olduğunu ispatlamaktadır. Aynı zamanda hiçbir te’vil ve yorumu da kabul etmez. Bu konu oldukça açıktır.
        “Şüphesiz bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” Kaf / 37.

        Buna ilave olarak, Gadir hadisi bu özet olmasıyla ondan bir takım şeylerin eksildiğini göstermektedir. Zira faal ve sahnede olan kuvvet ve halkın çoğunluğu muhaliflerin doğrultusundaydı. Galebe ve işbaşına geçme de onlara nasip oldu. Buna rağmen Gadir-i Hum hadisinden geri kalan miktar da bizi hedefimize ulaştırmaktadır.

        Şaşırılması gereken konu şudur: Gadir hadisinin bu kadarcık bölümünün elimize geçmesi de şunun içindir:


        “Helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için.” Enfal / 42.

        Şia fırkası açısından Gadir Hadisi İmam Sadık (a.s)’ın babalarından, onların da Peygamber (s.a.a)’den nakli mütevatir haddindedir. Aynı zamanda Hz. Ali’nin hilafeti hakkında da açık bir nastır. Şöyle ki Peygamber (s.a.a) ashabına: “Gelin de Ali’ye: “Emir’ul-Müminin” diye selam verin ve tebrik edin” diye buyurması ve ashabın da bunu yapması, O’nun hilafetinin göstergesidir. Bazıları tebrikte bulunmuş ama hiçbir şey söylememişti. Bazıları ise Peygamber (s.a.a)’e: Bu makamı Allah ve Resulü mü verdi? diye sormuşlardır. Peygamber (s.a.a) de: “Evet, Allah ve Resulü tarafından verilmiştir” diye cevap vermiştir.

        Allah’a hamd olsun ki böylece hak ve hakikat aşikar oldu, gerçek şafak doğdu. Ebu Tamam-i Tai bir kasidesinde şöyle söylemiştir:


        “Gadir günü Peygamber hakkı halka açıkladı; öyle bir çölde ki ne engel vardı ne de perde. Peygamber, ellerini kaldırarak şöyle ilan etti: “Ali’nin sizin veli ve mevlanız olduğunu biliyor musunuz?” Peygamber, bu konuyu etrafında sel gibi dalgalananlara söyledi. Peygamber, Ali’nin hakkını tam bir açıklıkla sabitleştirdi. Onlar da tam bir açıklıkla bu hakkın üstünü örttüler! Acaba Peygamber dünyadan gider gitmez, Ali’nin hakkını ayaklar altına mı aldınız?!”

        Kumeyt b. Zeyd (Ehl-i Beyt’in büyük şairi) bu konuda şöyle diyor: “Eğer itaat etselerdi, Peygamber Gadir-i Hum toplantısında hilafeti Ali’ye vermişti. Hazır bulunan erkekler biat etti. Ama onun gibi tehlikeye düşen bir şey görmedim. Onun gibi bir gün görmedim. Onun gibi zayi edilen bir hâk görmedim! Ben bu işi yapana lanet okumuyorum. Ama onların ilki kötü bir iş yaptı diyorum!!”

        Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “And olsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu.”Tevbe / 48.

        Muhalif olanlar, Peygamber (s.a.a)’in Gadir-i Hum’da yaptığı bu işi hiç ummuyorlardı. Peygamber (s.a.a) onları bitmiş bir işle karşı karşıya koyup Allah’tan aldığı emri yerine getirince onlar, Peygamber (s.a.a)’in ömrünün sonlarına doğru tüm Arapların O’na itaat ettiği ve insanların bölük bölük İslam dinine girdiği günde Peygamber (s.a.a)’e muhalefet etmenin kendileri için hiçbir faydası olmayacağını gördüler. Aksine bu muhalefetin onlara büyük zararları olacaktı. Zira onların çöküşüne veya Müslümanların genelinin yok olmasına sebep olacaktı. Her iki durumda da (kendi çöküşleri ve Müslümanların yok olması) ele geçirmeyi arzuladıkları makamı kaybedeceklerdi.

        Bu nedenle, bu hareket hakkında sabretmeyi ve onu Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonraya bırakmayı uygun gördüler. Zira onların her türlü itirazı, Peygamber (s.a.a)’e karşı ayaklanma olarak algılanabilirdi.

        Onlar, İslam’a ettikleri hizmet ve İslam yolunda yaptıkları onca cihada rağmen bu hedefi takip etmekteydiler! Allah da onların kalplerinde olan her şeyi Peygamberine bildirdi. Meydana gelecek her şeyi Resulüne açıkladı. Ama din kemale ermeli, Allah’ın nimeti tamamlanmalı ve Peygamber (s.a.a)’in risaleti de iblağ edilmeliydi. “Helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için.” “Peygamber’e düşen yalnız açık bir tebliğdi.”
        Enfal / 42.Ankebut / 18.

        Evet, Peygamber (s.a.a) onlara halifesini açıkladı ve onlara karşı yumuşak davranmasını, onların tecavüz ve haksızlıklarına sabretmesini, İslam ve ümmetin korunması için o belalara soğuk kanlılık ve sabır ile yaklaşmasını vasiyet etti.

        Peygamber (s.a.a)’in bu husustaki emri hakkında Huzeyfe b. Yemani’den nakledilen hadise dikkat etmeniz yeterlidir. Bu hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
        “Benden sonra öyle idareciler geleceklerdir ki, benim söylediklerimle hidayet olmazlar. Benim sünnetime amel etmezler. Onlar arasında öyle insanlar bulunacaktır ki kalpleri insan bedenlerinde olan şeytanların kalpleridir.” Sahih-i Müslim, c. 2, s. 120, ve diğer Sünen yazarları.

        Hüzeyfe şöyle dedi: Ya Resulellah! Eğer o zamana kadar yaşayacak olursam ne yapayım?

        Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “O, idarecileri dinlemeli ve onlara itaat etmelisin. Eğer seni döver, malını da yağmalarlarsa, ses çıkarma ve itaat et.”


        Yine buna benzer bir rivayeti Müslim Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bundan sonra sizin hoşlanmayacağınız şeyler meydana gelir.”

        Şöyle arz ettiler: Eğer o zamana kadar yaşarsak ne yapmamızı emredersin?

        Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Boynunuzda olan hakkı eda edin ve Allah’tan size lütufta bulunmasını dileyin.”
        Sahih-i Müslim, c. 2, s. 18.

        Yine Müslim sahihinde şöyle yazar: Ebuzer şöyle derdi: “Habibim Allah Resulü bana şöyle vasiyet etti: “Benden sonra çirkin bir köle dahi başa geçse onu dinle.”

        Yine Müslim Selme b. Cufi’den şöyle dediğini rivayet eder: Ya Resulellah! Eğer başımıza, bizden kendi haklarını isteyip, bizim haklarımızı da ayaklar altına alan idareciler iş başına geçerse, bu zaman bizim görevimiz nedir? a.g.e. c. 2, s. 119.

        Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onları dinleyin ve itaat edin. Zira onların yaptığı her şey kendi hesaplarına yazılır, sizin yaptıklarınız da kendi hesabınıza yazılır.”

        Yine Müslim, Ümmü Seleme’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Benden sonra sizlere idareciler hükümet edeceklerdir. Onları hem tanırsınız hem de (kalbinizle) inkar edersiniz. Onları tanıyan herkes onlardan uzak durur; kim de onları (kalbiyle) inkar ederse salim kalır.”

        Şöyle söylendi: Onlarla savaşmayalım mı?

        Peygamber (s.a.a): “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” buyurdu.


        Bu konuda olan sahih rivayetler özellikle Ehl-i Beyt yoluyla nakledilen rivayetler tevatür haddindedir. Bu nedenle boğazlarında kemik, gözlerinde diken kalmasına rağmen sabrettiler. Bu yolda, Peygamber (s.a.a)’in buyruklarına amel etmekten başka hiçbir amaçları yoktu. Bunun sebebi ise sadece ve sadece İslam ümmetinin korunması, kudretlerinin kaybolmaması ve İslam dininin mahfuz kalması idi.

        El-Müracaat adlı kitabımızda da söylediğimiz gibi Ehl-i Beyt İmamları her fırsatta baştaki idarecilere rehberlik etmekteydiler. Böylece çelişki durumunda “ehem mühim” (önemli daha önemli) kuralına amel etmiş oluyorlardı.

        Bu nedenle Hz. Ali (a.s) ilk üç halifeye nasihat etmede ihmallik etmedi. Onlarla istişare etmekten çekinmedi. Zira kendi hakkını almaktan ümidini kesince barışçı yolu kat etmeye başladı. Kendi hakkı olan hilafet makamı onlar tarafından gasp edilmesine rağmen onlara karşı savaşmaya kalkışmadı. Bu da sadece İslam ümmetini korumak için idi. O İslam dinini düşünüyordu. O, bu yolda hiç kimsenin görmediği belalarla karşılaştı. Zira iki mahzur arasında sıkışıp kalmıştı. Bir taraftan naslı “hilafet” ve onun ahitleri onu yardıma çağırıyor ve canları yakan bir sesle kıyama davet ediyordu.

        Diğer taraftan ise kıyam ettiği takdirde, içten ayaklanmalar, Medine ve etrafındaki münafıkların fitneleri, İslam’a karşı henüz bile düşmanlıklarını koruyan Mekkelilerin isyanları ortalığı kasıp kavuracaktı. Zira Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra İslam’ı çok büyük tehlikeler tehdit etmekteydi.

        Müseyleme-i Kezzab, Tuleyhe b. Huveyled, laubali kadın Seccah, Haris ve onların taraftarları hep birden İslam’ı kökünden yok etme amacında idiler. Rum İmparatorluğu da İslam’a pusu kurmuş uygun bir fırsat kolluyordu. Bunlardan başka daha nice tehlikeler pusuya yatmış, ortaya çıkmak için münasip bir ortam arıyorlardı. Bütün bunlar, Peygamber (s.a.a)’in vefatını iyi bir fırsat olarak görüp İslam’ın ilk haline dönmesinden önce işi bitirmeleri gerektiği inancındaydılar.

        Emir’ul-Müminin Ali (a.s) işte bu iki tehlike arasında kalmış idi. O’nun, kendi hakkını İslam ve İslam ümmetine feda etmesi gayet doğal bir şeydi. Bu nedenle evinde oturarak O’nu zorla evinden çıkarana kadar biat etmedi. Zorla evinden çıkarılınca da kendi hakkını korumak istedi. Böylece O’nun hakkını gasp edenlere ve kıyamete kadar onların taraftarlarına ihticac etti. Eğer Hz. Ali biat almak için acele etseydi hiçbir hücceti olmazdı. Kendi dostları için de hiçbir delil kalmazdı. Ama öyle bir davranış tarzı sergiledi ki hem din ve Müslümanları korudu hem de Müslümanlara önderlik etme hakkını korudu.

        Bunların tümü Hz. Ali’nin asaletli görüşünün ve geniş sabrının delilleridir. Hz. Ali (a.s) ileri görüşlülüğü ile genel maslahata riayet etti.

        Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s)’ın yaptığı iş, O’nun için en büyük mükafat ve sevabı kazandıracak, O’nun Allah’a daha fazla yaklaşmasına sebep olacak en faydalı ve yararlı iş idi.

        Sübhaneke rabb’il- izzeti amma yesifun ve selamun ale’l- mürseline ve’l- hamdu lillahi rabb’il- alemin ve sallallahu ala seyyid’in- nebiyyin ve hatem’il- mürselin ve Âlih’il- hüdat’il- meyamin.

        Allah’ın yardım ve ihsanı ile bu eser 10 Recep Hicri 1375 yılında Çarşamba günü (Sur) şehrinde Allah’a muhtaç, onun bağışlanma ve affını dileyen Abdulhüseyin b. Yusuf b. Cevad b. İsmail b. Muhammed b. Muhammed b. İbrahim; Şerefuddin b. Zeynelabidin b. Ali Nuruddin b. Nureddin Ali b. Hüseyin b. Muhammed b. Hüseyin b. Ali b. Muhammed b. Tacuddin (Ebu’l-Hasan künyesiyle meşhurdur) b. Muhammed Şemsuddin b. Abdullah Celaluddin b. Ahmed b. Hamza b. Sa’dullah b. Hamza b. Ebu’s-Seadat Muhammed b. Ebu Muhammed Abdullah (Bağdat’ta Ebu Talip ailesinin lideri) Ebu’l-Hars Muhammed b. Ebu’l-Hasan Ali (İbn-i Deyleme diye meşhurdur) b. Ebu Tahir Abdullah b. Ebu’l-Hasan Muhammed Muhaddis b. Ebu’t-Tayyip Tahir b. Hüseyin Kat’i b. Musa Ebu Sebha b. İbrahim Murteza b. İmam Kazım b. İmam Bakır b. İmam Zeyn’ul-Abidin b. İmam Hüseyin b. İmam Ali b. Ebi Talip tarafından yazılmıştır.


        “Onların son duaları; “Bütün hamtlar alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” demekti.”

        Yorum


          #5
          Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

          BEN ARANIZDA İKİ AĞIR EMANET BIRAKIYORUM (SAQALAYN)HADİSİ
          Sadece Şia'nın gerçek sünnet ehli olduğuna gösteren açık delillerden biri de Resul-i Ekrem'in buyurmuş olduğu Sakaleyn Hadisi'dir. Allah resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de Ehlibeyt'imdir. Bunlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız. Onlardan öne geçmeye çalışmayın, helak olursunuz; geri de kalmayın, yine helak olursunuz. Onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın. Zira onlar sizden daha bilgilidirler."[143]

          Bazı rivayetlerde de şöyle gelmiştir: "Her şeyden haberdar olan Allah, bu ikisinin, Kevser Havuzu'nun başında benimle buluşuncaya dek hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmayacağını bana bildirmiştir." Bu Sakaleyn Hadisi'ni Ehlisünnet ve'l-Cemaat, sahih ve müsned kitapları başta olmak üzere senetleriyle birlikte yirmiden fazla kitapta nakletmişlerdir. Şia da bu hadisi tüm hadis kitaplarında nakletmiştir. Görüldüğü gibi bu hadis açıkça belirtmektedir ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, doğru yoldan sapmıştır. İki emanete birden sarılmamıştır. Hidayet karşısında helaki seçmiştir. Ebu Hanife, Malik, Şafiî ve İbn-i Hanbel'in Ehlibeyt'ten daha bilgili olduklarını sanmışlar, böylece Ehlibeyt'in önüne geçmeye çalışmışlardır. Onları Ehlibeyt'e tercih etmişler ve Ehlibeyt'i kenara itmişlerdir.

          Bazıları "Biz Kurân-ı Kerim'e sarılmışız" deseler de bu, doğru değildir. Çünkü Kurân'da anlaşılır ayetler olduğu gibi tefsire ve açıklamaya ihtiyaç duyulan ayetler de vardır. Tıpkı sünnetlerin doğru sözlü ravilere ve şerh ehline ihtiyacı olduğu gibi… Dolayısıyla bu problemin çözümü için Ehlibeyt'e, yani Peygamber'in (s.a.a) pak neslinden gelen imamlara müracaat etmekten başka çare yoktur. Zaten Peygamberimiz de bize bunu emretmiştir. Bazı hadisleri incelediğimizde İmam Ali'yi terk edenlerin Kurân'ı terk ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

          "Kurân Ali iledir ve Ali Kurân iledir; bu ikisi Kevser Havuzu başında benimle buluşuncaya dek birbirlerinden ayrılmaz."[144]

          "Ali hak ile hak da Ali iledir; Kıyamet günü Kevser Havuzu'na varıncaya dek asla birbirlerinden ayrılmazlar."[145]

          Bu hadislere binaen İmam Ali'yi terk eden, Kurân'ın gerçek tefsirini terk etmiş; ona sırt çeviren, hakka sırt çevirmiş ve batılı öncü edinmiştir. Gerçek de şu ki, haktan başka ne varsa, batıldır. Biz inanıyoruz ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat, İmam Ali'yi (a.s) terk etmekle Kurân ve sünneti de terk etmiş oldu. Böylece Resul-i Ekrem'in (s.a.a) önceden haber verdiği "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak ve bunlardan sadece biri haktır, diğerleri sapacaktır" şeklindeki hadisi de gerçekleşmiş oluyor. Kurtuluşa eren bu grup, hakkın temsilci olan Ali'nin (a.s) takipçileridir. Zira Ali'nin takipçileri onun düşmanlarıyla savaşmış, dostlarıyla dost olmuş, Ali ilminden faydalanmış, evlatlarının yolunu izlemiş ve onları kendilerine öncü kabul etmiştir.

          "Şüphesiz, iman edip, salih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur."[146]

          Ehlisünnet'e Göre Sakaleyn Hadisi

          Bundan önce de belirttiğimiz gibi mezkûr hadisi Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimleri yirmiden fazla kitapta yazmış ve doğruluğunu itiraf etmişlerdir. Onlar bu hadisin doğruluğunu itiraf etmekle kendi yanlışlıklarını doğrulamış oluyorlar. Çünkü Ehlibeyt'e sarılmamış, haklarında Allah ve resulünün beyanatı bulunmayan temelsiz mezheplere bağlanmışlardır. Emevî ve Abbasîlerin uzun yıllar önce yıkılmasına ve kitle iletişim araçlarının bunca gelişmesine rağmen Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin hâlâ tövbe etmeyip Allah'a yönelmemeleri bize çok şaşırtıcı gelmektedir. Hâlbuki önceki yanlışlıklarından dönüp Allah'a yönelseler, şu ayetin kapsamına gireceklerdir:

          "Gerçekten ben, tövbe eden, inanan, salih amellerde bulunan ve sonra doğru yola ulaşan kimseyi hiç şüphesiz bağışlarım."[147]

          Geçmişteki insanlar kılıç zoruyla ve tehditlerle hâkim yönetime uymak zorunda kalıyorlardı, diyelim; ama bugünkü insanların ne özrü olabilir? Oysaki bugün, devletlerin dinle bir ilişiği yok. Hatta Demokrasi ve insan hakları gibi şeylerle övünüyorlar. Demokrasinin insanlara sunduğu yeniliklerden biri de düşünce ve inanç özgürlüğüdür. Hal böyleyken geriye sadece bir bahaneleri kalıyor; o da Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin Sakaleyn Hadisi'ne olan itirazlarıdır.

          Şöyle diyorlar: "Bu hadis, 'Ben sizin aranızda Allah'ın kitabını ve sünnetimi bırakıyorum' şeklinde de rivayet edilmiştir."[148] Bunlara en azından şunu söyleyebiliriz: Sizler ilmin ölçülerinden, ortaya delil koymaktan ve iddianızı ispat etmekten uzaksınız. Nitekim ileriki konularda bunları hep birlikte göreceğiz.

          [143]-Sahih-i Tirmizî, c.5, s.621, Hadis no: 3786; Sahih-i Müslim, c.7, s.123; Müs-tedrek, Hakim; Müsned-i Ahmed, c.3, s.14; Kenzu'l-Ummal, c.1, s.185-187; Hasais, Nesaî, c.15, s.79, Mahmudî baskısı; Tabakat, İbn-i Sâd, c.2, s.194; el-Mu'cemu'l-Kebîr, c.3, s.63, Hadis no: 2678 ve s.64, Hadis no: 2681 ve s.65, Hadis no: 2683; ed-Dürru'l-Mensur, Suyutî, c.2, s.285 (Âl-i İmran suresi tefsiri); es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer, s.126; en-Nihaye, İbn-i Esir, c.1, s.216, Mektebetu'l-İslamiye baskısı.

          [144]-Müstedrek, Hakim, c.3, s.124; Telhis, Zehebî.

          [145]-Müsned-i Ahmed, c.5, s.30; Müntahab-u Kenzi'l-Ummal, c.5, s.30; Tarih, İbn-i Asakir, c.3, s.119.

          [146]-Beyyine, 7-8.

          [147]-Tâhâ, 82.

          [148]-Daha önceki konularda da söylediğimiz gibi, "Allah'ın kitabı ve sünnetim" şeklinde rivayet edilen bu hadis, senetsiz ve mürsel (Tabiînden birinin senedinde sahabeyi zikretmeksizin, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in adını anarak rivayet ettiği hadis) bir hadistir. Sahih kitaplarında senetlerine yer verilmemiş ve incelenmemiştir. Oysaki "Allah'ın kitabı ve itretim (Ehlibeyt'im)" şeklindeki hadis, sahih ve mütevatir (herkes tarafından çokça nakledildiği için yalan olasılığı bulunmayan hadis türü) bir hadistir. Şia ve Sünnî bütün sahih kaynaklar bu hadisi rivayet etmiştir.

          Allah'ın Kitabı ve İtretim mi doğru yoksa
          Allah'ın Kitabı ve Sünnetim mi?

          Biz, bu konuda Doğrularla Birlikte adlı kitabımızda geniş olarak açıklama yapmıştık. Özetle şunu söylememiz yeterli olur: Bu iki hadis, aslında birbiriyle çelişmez. Zira Peygamber'in (s.a.a) sünnetini dahi en iyi bilen yine Ehlibeyt (a.s) idi. Ali b. Ebu Talib (a.s) Peygamber sünnetinin kapısıdır. Hadisleri nakletmede en liyakatli kimse odur. Ebu Hureyre veya Kâbu'l-Ahbar Vahab b. Münebbih değil. Yine de tekrarın faydalı olacağını düşündüğümüz için konuyu biraz daha açalım. Belki Doğrularla Birlikte adlı kitabımızı okumayanlar olabilir ya da okuyanlar, burada farklı bir açıklamaya daha rastlayabilir. Böylece okuyucular, bu kitapta "Allah'ın kitabı ve itretim (Ehlibeyti'm)" hadisinin asıl ve sağlam hadis olduğunu, halifelerin bu hadisten itretim (Ehlibeyt'im) kelimesini çıkarıp yerine "sünnetim" kelimesini ekleyerek Ehlibeyt'i tarih sayfasından silmeye çalıştıklarını daha iyi anlayacaklardır.

          Dikkat edilecek olursa, "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisi, Ehlisünnet ve'l-Cemaat nezdinde sahih değildir. Çünkü onlar sahih kitaplarında Peygamberimizin (s.a.a) hadis yazmayı yasakladığını rivayet etmişlerdir. O zaman söylesinler bakalım; yazılmamış ve anlatılmamış bir sünnete Müslümanlar nasıl inansın, nasıl sarılsınlar? Peygamber (s.a.a) hem yazılmasını, hem de anlatılmasını yasakladığı bir şeye insanları nasıl sevk edebilir? Daha da önemlisi, eğer "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisini doğru kabul edersek, o zaman nasıl olur da Ömer b. Hattab, Allah'ın resulüne muhalefet ederek "Allah'ın kitabı bize yeter!" diyebilir? Ve eğer Peygamberimiz yazılmış bir sünneti geriye bırakmışsa, o halde neden Ebubekir ve Ömer bu hadisleri yakıp insanları hadis yazmaktan men etmişlerdir? Ve eğer bu hadis doğruysa, Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra neden Ebubekir minberde, "Allah resulünden hiçbir şey rivayet etmeyin. (Bundan dolayı) biri size bir şey soracak olursa, deyin ki: Allah'ın kitabı aramızdadır; helalini helal sayın, haramlarından da kaçının!"[149] demiştir?
          Eğer "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisi doğruysa, neden Ebubekir zekât vermeyenlerle savaşmış ve Peygamber'in sünnetini ayaklar altına almıştır? Hâlbuki Peygamberimiz şöyle buyurmamış mıdır? "La ilâhe illallah diyen herkesin canı ve malı güvendedir, hesabı da Allah iledir."
          Eğer "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisi doğruysa, neden Ebubekir, Ömer ve beraberindekiler Hz. Fatıma'nın evine saldırarak ona saygısızlık ettiler? Neden evini içindekilerle birlikte yakmakla tehdit ettiler?

          Onlar Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şu sözünü duymamışlar mıydı? "Fatıma bedenimin bir parçasıdır; onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır ve onu inciten beni incitmiştir."

          Evet, Allah'a ant olsun ki onlar bu sözü duymuş ve çok iyi anlamışlardı. Ehlibeyt hakkında Allah'ın şu sözünü de mi duymamışlardı?
          "De ki: Ben risaletime karşılık akrabalarıma sevgiden başka sizden hiçbir ücret istemiyorum."[150]

          Bu ayet Fatıma, kocası ve iki oğlu (a.s) hakkında nazil olmuştur. Acaba buradaki Ehlibeyt sevgisinden maksat onlara saldırmak, tehdit etmek ve evlerini ateşe vermek midir? Bunu yaparken kapıyı öyle ittirmişlerdi ki Fatıma'nın karnındaki bebek düşük olarak dünyaya geldi. Anam-babam Fatıma'ya feda olsun! Eğer "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisi doğru ise, neden Muaviye ve yandaşları İmam Ali'ye (a.s) lanet okuyup bu çirkin geleneği Emevî hükümdarlığı boyunca devam ettirdiler? Acaba Allah'ın, Peygamber'e (s.a.a) olduğu gibi Ali'ye de selam gönderilmesi konusunda emrini duymamışlar mıydı? Onlar, Peygamberimizin şu hadisini duymamışlar mıydı? "Ali'ye küfreden bana küfretmiştir ve bana küfreden Allah'a küfretmiştir."[151]

          Eğer "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisi doğru ise, o halde neden bu sünnet sahabenin çoğundan gizli tutuldu, öğrenilmedi ve sünnet var olduğu halde şahsî görüşlere dayanılarak fetvalar verildi? Eğer Peygamber (s.a.a) insanlar arasında kitap ve sünneti bırakarak onların sapmalarını önlemek istemişse, o zaman Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in çıkardığı onca bidate ne gerek vardı? Zira Peygamberimizin de buyurduğu gibi her bidat sapkınlıktır ve her sapkınlığın sonu ateştir.
          Bunlara ilave olarak, akıl sahibi ve araştırmacılar Peygamberimizi, sünnetini iyi korumadığı için eleştirmişler, Ehlisünnet düşüncesine göre haklı olarak, "Neden Peygamber (s.a.a) sünneti toplamadığı, ihtilaf, tahrif ve safsatalara karşı tedbir almadığı halde 'Ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; biri Allah'ın kitabı, diğeri sünetim-dir' şeklinde açıklamada bulunmuştur?" demişlerdir. Şimdi bu akıl sahiplerine "Peygamber (s.a.a), sünnetin yazılmasına izin vermemiştir" dersek, haklı olarak bize gülmezler mi? Tabii ki gülerler. Çünkü bu, mantıklı değil. Müslümanlara sünneti yazmayı yasakladığı halde "Ben size sünnetimi bırakıyorum" nasıl diyebilir ki?

          Dahası, asırlardır yazılagelen sünnete rağmen yine de nasih, mensuh, has, umum, muhkem, müteşabih vb. ayetler içeren Kurân-ı Kerim ile sünnet arasında pek fark yoktur. Sünnet de Kurân gibidir. Aralarındaki fark, Kurân'ın tamamının doğru olmasıdır. Çünkü Allah, onu koruduğunu beyan etmiştir. Daha doğrusu Kurân yazılmıştır, ama sünnet hakkında uydurulanlar, doğrularından daha fazladır. Dolayısıyla Peygamberimizin sünnetinin bize doğru olarak ulaşması ve doğrularıyla yanlışların birbirinden ayırt edilebilmesi için her şeyden önce bir masuma ihtiyaç vardır. Masum olmayan biri allame de olsa, sonuçta bu görevi layıkıyla yerine getiremeyecektir.

          Kurân ve sünnet birlikte olsa bile yine de insanlık, bunların hükümlerini bilen, ilimlerine vakıf olan ve Peygamber'den sonra ümmetin ihtilafa düştüğü hususlarda onlara yol gösteren usta bir âlime muhtaçtır. Görmez misiniz ki, Allah-u Taâla dahi Kurân-ı Kerim'de onun bir açıklayıcısı olması gerektiğini belirtmiştir:

          "…Sana da zikri (Kurân'ı) indirdik; insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye."[152]

          Eğer Peygamberimiz (s.a.a) nazil olan ayetleri açıklamasaydı, Kurân kendi dillerinde nazil olsa bile insanlar Allah'ın hükümlerini bilemezlerdi. Bu, herkesin bildiği çok açık bir meseledir. Mesela Kurân'da namaz, oruç, hac vb. gibi vacip ameller emredilmiş olmasına rağmen Müslümanların yine de Peygamber'in açıklamalarına ihtiyacı vardır. Çünkü namazı nasıl kılacaklarını, zekâtı ne şekilde vereceklerini, oruç hükümleri ve hac amellerini insanlar ancak Peygamber'den öğrenebilirlerdi ve o olmasaydı bunları bilemezlerdi.

          Hakkında hiçbir ihtilaf bulunmayan ve içine batıl karışma olasılığı olmayan Kurân'ın dahi bir açıklayıcıya ihtiyacı varken, hakkında çokça ihtilaf edilen, tahrif, uydurma ve gerçeklerin birbirine karıştığı Peygamber sünneti için nasıl olur da bir açıklayıcıya ihtiyaç olmaz? Demek oluyor ki, sünnetin açıklayıcıya olan ihtiyacı Kurân'dan daha fazladır. Aklıselim olan herkes peygamberlerin en azından şöyle bir tedbir aldıklarını düşünmelidir: Ölümünden sonra nübüvvet ve risaletinin baki kalmasını isteyen her peygamber, kendisinden sonra yerine bir halife belirler ve bu kimse, onun öğretilerini halka anlatır. Dolayısıyla her peygamberin bir halifesi vardır.

          Bu nedenledir ki, Peygamberimiz de (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'i (a.s) çocuk yaştan itibaren kendi ahlakıyla yetiştirmiş ve ümmet içerisinde onu halifesi olarak bırakmıştır. Ona öncekilerin ve sonrakilerin ilmini öğretmiş, hiç kimseye vermediği sırları ona vermiştir. İnsanları defalarca ona yönlendirerek şöyle buyurmuştur:

          "Benim kardeşim, vasim ve halifem budur."
          "Peygamberlerin en üstünü benim, Ali de halifelerin ve benden sonraki insanların en üstünüdür."

          "Ben nazil olan Kurân('ı kabullendirmek) için savaştım, Ali de onun yorumu için savaşacak ve ümmetimi ihtilaf ettikleri konularda aydınlatacaktır."
          "Ali'den başkası benim adıma size mesaj ulaştırmaz. Benden sonra bütün müminlerin efendisi odur."

          "Benim katımda Ali, Musa katındaki Harun gibidir. O bendendir, ben de ondanım. İlmimin kapısı da odur."

          Tüm bu rivayetler Ehlisünnet ve'l-Cemaat katında sahihtir ve hepsini sahih kabul etmişlerdir. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: el-Müracaat, Hüseyin Razî tahkikiyle. Peygamber efendimizin hayatını konu alan siyer kitaplarında yazılanlara ve yine ilmî ve tarihî delillere bakacak olursak, İmam Ali'nin (a.s), sahabelerin tek ilim mercii olduğunu kesin bir şekilde görmek mümkündür. İster âlim olsun, ister cahil herkes ona müracaat ederdi. Sadece şu örnek yeterlidir ki, Ehlisünnet'in "ümmetin bilgini" diye adlandırdığı İbn-i Abbas, Hz. Ali'nin öğrencisiydi. İbn-i Abbas, onun mektebinde ilim öğrenmişti. Bu da bütün Müslümanların, ilimlerini Hz. Ali'den aldıklarını gösterir.[153]

          Eğer "Allah'ın kitabı ve sünnetim" hadisiyle "Allah'ın kitabı ve itretim (Ehlibeyt'im)" hadisi arasından birini seçmek istersek, ikinci hadisi tercih etmemiz gerekecektir. Zira ancak bu tercihle Kurân ve sünneti doğru bir şekilde öğrenebiliriz. Sadece birinci tercihi kabul edersek, hem Kurân, hem de sünnet konusunda tereddütte kalırız. Bu konularda bizim için meçhul kalan hükümleri aydınlatacak ve merciimiz olacak birine ihtiyaç duyarız. Ulemanın ihtilaf ettiği, bir çıkış yolu bulamadığı, yer yer birbirlerinin tersine hüküm verdiği göz önüne getirilirse bir yere varamayız. Hal böyleyken şu veya bu âlimin sözünü esas almak ya da şu veya bu mezhebin görüşüne uymak, taassuptan öteye gitmeyen ve delile dayalı olmayan asılsız bir iş olacaktır. Yüce Allah Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:

          "Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir."[154]

          Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek daha vermek istiyorum. Yüce Allah Kurân-ı Kerim'de, abdest hakkında şöyle buyurmuştur:

          "Meshedin başınızı ve ayaklarınızı da (üzerindeki) çıkıntılara kadar…"[155]

          Bu ayete baktığımızda ilk aklımıza gelen şey, başımızı mesheder gibi ayaklarımızın da meshedilmesi gerektiğidir. Ama Müslümanların işine bakın ki, bu konuda dahi ihtilaf etmişlerdir. Ehlisünnet ve'l-Ce-maat'in tamamı ayaklarını yıkarken Şiîler de ayaklarını meshetmek-tedirler. Bu durumda neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl anlayacağız?
          Ehlisünnet'in alim ve müfessirlerine baktığımızda, bunların kendi aralarında dahi ihtilaf ettiklerini görüyoruz. Ayette geçen "erculekum" (ayaklarınızı) kelimesini bazıları "üstün" (ــَ) işaretiyle okumuş, bazıları da "esre" (ــِ) işaretiyle. Diyorlar ki: Her iki şekilde de okun-ması sahihtir; "erculekum" şeklinde okuyanlar ayakların yıkanmasını, "erculikum" şeklinde okuyanlar da meshedilmesini vacip bilmiş olur. Oysaki Arap edebiyatına vakıf olan edebiyatçı bir Ehlisünnet alimi[156] bakınız ne diyor: "Her iki kıraat de meshi vacip kılar. Çünkü 'ercul' kelimesi mahallen mensub veya mecrurdur. Kurân bize meshetmeyi emrediyor, ama sünnet bize ayaklarımızı yıkamayı emretmiştir."

          Görüyor musunuz, saygıdeğer okuyucular? Ehlisünnet âlimleri bu konuda bizi aydınlatamamışlardır. Kendi sözleri dahi oldukça karışık ve anlaşılır gibi değil. Hatta bunlar kafamızı daha da karıştırmışlardır. Nasıl olur da sünnet, Kurân ile muhalif olabilir? Bu, olacak iş mi? Peygamberimizin Kurân ile muhalefet etmesi asla mümkün olamaz. Kurân meshi emrederken Peygamber ayaklarını yıkayamaz. Eğer Peygamberimiz abdest alırken ayaklarını yıkamışsa, özellikle ilimde öncü olan Ali b. Ebu Talib, İbn-i Abbas, Hasan, Hüseyin, Huzeyfe b. Yeman, Enes b. Malik vb. sahabeler ve yine ayeti "erculikum" olarak okuyan diğer tüm sahabeler ona muhalefet edemezdi. Ve yine Peygamber'in pak Ehlibeyt'ine (a.s) uyan ve daima onlarla birlikte olan Şiîler, neden bunu inkâr edip "Hayır, meshetmemiz gerekir!" desinler ki?


          O halde çözüm yolu nedir?

          Sayın okuyucu! Güvenilir biri olsa da Müslüman bir kimse basit bir konu hakkında nasıl da çelişki içerisinde kalıyor ve doğru hüküm ile yanlış hükmü birbirinden ayırt edemiyor, görüyor musunuz? Ehlisünnet ve'l-Cemaat alimleri arasındaki ihtilafların ne derecede olduğunu bilmeniz açısından bu konuyu bilerek ve örnek olarak göstermiştim. Onlar, Peygamber efendimizin (s.a.a) 23 yıl boyunca her gün defalarca tekrar ettiği basit bir amel hakkında bile ihtilaf etmişlerdir. Avam tabakasından bilge insanlara kadar Peygamberimizin tüm dostlarının bilmesi gereken bu mesele hakkında Ehlisünnet alimleri ayetin kıraatinde ihtilaf ediyor ve bazen "erculekum", bazen de "erculikum" okuyarak bundan çeşitli hükümler çıkarıyorlar. Bir harekenin (esre, üstün, ötre) farklı okunmasıyla ondan çıkacak hükümlerin bile değişebildiğini bütün herkes bilmektedir. Kurân'da bu kadar ihtilaf ettiklerine göre sünnette daha fazla ihtilaf etmeleri doğaldır.

          Eğer Allah'ın hükümlerini ve Peygamber'in sünnetini bize açıklayacak güvenilir kimselere müracaat etmenin gerekli olduğu sonucuna varacak olursak, bu durumda karşımıza ikinci bir soru çıkar: Bu şahıs kim olmalıdır? Çünkü Kurân ve sünnet sessizdir ve konuşmaz. Abdest ayetinde gördüğümüz gibi, onları birkaç şekilde yorumlamak mümkün olabiliyor. Şimdi, ey aziz okuyucu! Her ikimiz de Kurân ve sünneti bize doğru bir şekilde anlatacak güvenilir kimselere başvurulması gerektiği konusunda hemfikiriz. Geriye sadece bir şey kalıyor: O da bu kimselerin kimler olduğu konusu. Eğer bunların, başta Peygamberimizin (s.a.a) sahabeleri olmak üzere ümmetin alimleri olduğunu söyleyecek olursak, geriye dönmemiz gerekecek. Çünkü daha önce onların basit bir abdest meselesinde nasıl bir ihtilafa düştüklerini görmüştük. Ayrıca birkaç sayfa geride sahabelerin birbirlerini nasıl tekfir ettiklerini ve hatta birbirleriyle nasıl savaştıklarını da gördük. Öyleyse sahabelerin de hepsine güvenmemiz mümkün değil. Çünkü bu durumda da hangisinin hak yolda, hangisinin batıl yolda olduğunu bilmemiz gerekir. Dolayısıyla bizim sorunumuz hâlâ çözülmüş olmuyor.

          Eğer dört mezhep imamlarına müracaat edelim derseniz, bildiğiniz gibi onlar da kendi aralarında birçok konuda ihtilaf etmişlerdir. Mesela, biri namazda "Bismillah" demenin mekruh olduğunu savunurken bir başkası da "Bismillah" denmediği takdirde namazın batıl olacağını söylüyor. Üstelik, daha önce de anlattığımız gibi, bunlar Peygamber (s.a.a) döneminden çok sonraları yaşamış insanlardır. Bırakın Peygamberimizi, onlar sahabeleri dahi görmemişlerdir. Ayrıca onların mezheplerinin zalim halifeler tarafından tesis edildiğini de ispat etmiştik. Dolayısıyla geriye sadece bir yol kalmaktadır. O da Peygamber efendimizin (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt imamlarına (a.s) müracaat etmektir. Allah, onları tertemiz kılmış ve her türlü pisliği onlardan uzak tutmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki ilim ve amelde, takva ve fazilette kimse onlara erişemez. Onlar yalan ve hatadan uzaktırlar. Bu, Kurân'ın açık ayeti ve Peygamberimizin tartışmasız hadisiyle ispatlanmıştır:

          "Ancak ve ancak Allah, ey Ehlibeyt, sizden her çeşit pisliği gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek diler."[157]

          "Ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de Ehlibeyt'imdir. Bunlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız. Onlardan öne geçmeye çalışmayın, helak olursunuz; geri de kalmayın, yine helak olursunuz. Onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın. Zira onlar sizden daha bilgilidirler."[158]

          Allah-u Taâla Kurân ve din ilmini onlara bağışlamıştır. Peygamber efendimiz (s.a.a) insanların neye ihtiyacı varsa, hepsini Ehlibeyt imamlarına öğretmiş, ümmetini bu imamlara yönlendirmiş ve şöyle buyurmuştur:

          "Benim Ehlibeyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, yüz çeviren boğulur."


          Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimlerinden İbn-i Hacer, bu hadisin sahih olduğunu itiraf ettikten sonra şöyle söylemiştir: "Onların gemiye benzetilmesinden maksat şudur: Kim onları severse, Peygamberimizin zahmetleri karşılığında onlara saygı duyarsa ve bilginlerinin gösterdiği yolda giderse, Allah ile muhalefet etme karanlığından kurtulur. Ve kim onlardan ayrılırsa, nankörlük deryasında boğulur; asilik çöllerinde helak olup gider."[159]


          Tüm bunlara ilave olarak, tarih boyunca, İslam ümmeti içerisinde, Peygamberimizin (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt'inden (a.s) daha bilgili olduğunu iddia eden tek bir kişi dahi çıkmamış; Ehlibeyt imamlarına bir kelime dahi öğrettiğini iddia eden olmamıştır.


          Aziz okuyucularımız; bu konu hakkında geniş bilgi almak istiyorsanız, el-Müracaat ve el-Gadir adlı kitaplara müracaat etmenizi tavsiye ederim. Gerçi benim burada yazdıklarımın okuyucularımız için yeterli olduğu kanısındayım. Zira "Allah'ın kitabı ve itretim (Ehlibeyt'im)" hadisi karşısında akıl ve vicdan, ister istemez teslim olmaktadır. Onca yazılanlardan sonra kısaca özetlemek gerekirse, delilleriyle birlikte bir kez daha şunu anladık ki, İmamiye Şia'sı, Peygamber (s.a.a) sünnetinin gerçek takipçisidir. Ehlisünnet ve'l-Cemaat ise, Şafiî mezhebi mensubu İbn-i Hacer'in de dediği gibi onları doğru yoldan uzaklaştıran, karanlıklara iten, nankörlük deryasında boğulma durumuna getiren ve asilik çöllerinde helake sürükleyen öncülerinin takipçileridir.

          Ve biz, hâlis kullarını hidayet ettiği için âlemlerin rabbi Allah'a hamd ediyoruz.



          [149]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.3.

          [150]-Şûra, 23.

          [151]-Müstedrek, Hakim, c.3, s.121 (Hakim, bu hadis hakkında, "Buharî ve Müslim'in şartıyla sahihtir" demiştir.); Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.173; Hasais, Nesaî, s.169; Menakıb, Harezmî, s.82.

          [152]-Nahl, 44.

          [153]-Bkz: Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, Mukaddime bölümü.

          [154]-Yusuf, 36.

          [155]-Maide, 6.

          [156]-Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razî, c.11, s.161.

          [157]-Ahzab, 33.

          [158]-Sahih-i Tirmizi, c.5, s.621, Hadis no: 3786; Sahih-i Müslim, c.7, s.123; Müs-tedrek, Hakim; Müsned-i Ahmed, c.3, s.14; Kenzu'l-Ummal, c.1, s.185-187; Hasais, Nesaî, c.15, s.79, Mahmudî baskısı; Tabakat, İbn-i Sâd, c.2, s.194; el-Mu'cemu'l-Kebîr, c.3, s.63, Hadis no: 2678 ve s.64, Hadis no: 2681 ve s.65, Hadis no: 2683; ed-Dürru'l-Mensur, Suyutî, c.2, s.285 (Âl-i İmran suresi tefsiri); es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer, s.126; en-Nihaye, İbn-i Esir, c.1, s.216, Mektebetu'l-İslamiye baskısı.

          [159]-es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer Şafiî, s.152.

          Yorum


            #6
            Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

            [b][/bHİLAFET VE İMAMET
            Konuya girmeden önce "İmam" ve "Halife" kelimelerinin lügat, şeriat ve müteşerriler açısından anlamını incelememiz gerekiyor.
            1- Halife:
            Halife veliaht, bir kişinin diğer bir kişinin yerine geçmesi anlamındadır.
            Dolayısıyla, halife kelimesi devamlı diğer bir kelimeye izafe edilerek -eklenerek- kullanılmaktadır. Öreğin "halifet-ul alim" (alimin halifesi), "halifet-ul vali" (valinin halifesi) gibi.
            Halife kelimesi Kur'an-ı Kerim'de de bu anlamda kullanılmıştır. Örneğin: "Hani Rabbin, meleklere: muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti." (Bakara/30)
            Yine: "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık." (Sâd/26)
            Her iki ayette de "halife" kelimesinin izafe olduğu "Allah" kelimesi belli olduğundan ayette zikredilmemiştir. O halde Adem ve Davud Allah Teala'nın yeryüzündeki iki halifesidir.
            Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen hadislerde de halife kelimesi bu anlamda kullanılmaktadır. Mesela Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen bir hadiste şöyle geçmektedir:
            "Allah'ım halifelerime rahmet gönder, Allah'ım halifelerime rahmet gönder, Allah'ın halifelerime rahmet gönder" Ya Resulullah, halifeleriniz kimlerdir? denilince buyurdular ki: "Benden sonra gelerek hadis ve sünnetimi rivayet edenlerdir."[1]
            Resulullah'ın (s.a.a) risalet makamında vazifesi ilahi risaleti tebliğ etmek ve halka ulaştırmaktı. Bu hususta Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
            "Biliniz ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir." (Maide/92).
            Yine: "Peygambere düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir." (Nur/54) buyurmaktadır.
            Yine bir çok ayet-i kerimede bu anlam vurgulanmaktadır. Resul-i Ekerm'in (s.a.a) vazifesi ilahi risaleti tebliğ olduğundan dolayı Resulullah'ın halifeleri de hadis ve siretini tebliğ etmede bu vazifeyi üstlenen kimseler olmalıdır.
            "Halife" kelimesi Ebu Bekr'in zamanında da bu anlamında kullanılmaktaydı. Çünkü Ebu Bekr'e biat edildikten sonra şahsen kendisini "Resulullah'ın (s.a.a) halifesi" olarak tanıtıyordu, mutlak şekilde kendisini halife olarak nitelendirmiyor; “Resulullah’ın halifesi” olarak nitelendiriyordu.
            Ömer'in Hilafeti Döneminde
            Ömer hilafetinin başlarında kendisini "Ebu Bekr'in halifesi" ve bazen de "Resulullah'ın halifesinin halifesi" olarak tanıtıyordu. Bir gün Irak valisi Lebid b. Rabia ve Adiy b. Hatem adındaki yakınlarından iki kişiyi bir iş için halifenin yanına gönderdi. Bu iki kişi Medine'ye girince Mescid-un Nebi'de Amr-ı As'la görüşerek: Emirü’l-Müminin'den bizim için görüşme izni al dediler. Amr halifenin yanına giderek "Es selamu aleykum ya Emir-el müminin" dedi. Ömer, "niçin beni bu lakapla çağırdın?" dediğinde Amr, Lübeyde ve yanındaki arkadaşının bu adı halifeye verdiklerini anlatarak dedi ki:
            "Bizler müminiz sen de bizim emirimizsin; dolayısıyla sizi Emirü’l-Müminin diye çağırıyoruz."
            O günden itibaren Ömer'i "Emir-ül müminin" diye çağırdılar ve ona bundan başka bir ad vermediler.[2]
            Osman'ın Hilafeti Döneminde
            Osman'ı da hilafeti döneminde "Emir-ül müminin" diye çağırıyorlardı ve bazen de ona "İmam" diye hitap ediyorlardı. Emevi halifelerinin dönemine kadar durum böyleydi.
            Emevi Halifeleri Döneminde
            Emevi halifelerini bazen "Emir-el müminin", bazen "İmam" ve bazen de "Halifetullah" diye çağırıyorlardı.
            Ebu Davud Ehl-i Sünnet'in Sihah-i Sitte'sinden biri olan Sünen'inde "el-hulefa" babında şöyle bir rivayet naklediyor:
            Haccac Yusuf-i Sakafi bir gün hutbesinde şöyle dedi: "Allah'ın halifesi ve seçtiği Abdulmelik Mervan'ı dinleyin ve itaat edin!"[3]
            Yine Haccac hutbesinde halktan: "O'nun yanında sizin halifeniz mi üstündür yoksa sizin Resulünüz mü? diye soruyordu.[4]
            Haccac burada demek istiyor ki, Allah'ın halifesi Abdulmelik Mervan, Allah Teala'ya Resul-i Ekrem'den daha yakın ve daha azizdir!
            Yine döneminin meşhur fasıklarından olan, Allah Teala'nın azap ayetlerine öfkelenerek okla sarhoşken Kur'an'ı paramparça eden ve Ka'be'nin damına çıkarak kadeh kaldırıp şarap içmek isteyen[5] Emevi halifesi Velid b. Yezid hilafete geçip İslam memleketlerine hakim olunca "Ermeniyye" valisi bu münasebetten dolayı yazmış olduğu tebrik mektubunda şöyle hitap ediyor Velide:
            "Allah'ın halifeliği size mübarek olsun!"[6]
            Abbasiler Döneminde Hilafet Lakabı
            Bir gün Abbasi halifesi Mehdi'nin meclisinde bir kişi "Velid b. Yezid'e" Zındık ve Kafir diye küfür etmesi üzerine halife Mehdi Abbasi ona hitaben dedi ki:
            "Allah'ın halifeliği bir zındık ve kafire bırakılmaktan daha üstündür."[7]
            Abbasi halifesi Mehdi demek istiyor ki, Velid b. Yezid "halifetullah" olduğuna göre zındık olamaz!
            Yeri gelmişken şunu da hatırlatalım ki, Abbasiler Ehl-i Beyt adına, Hz. Ali'nin (a.s) evlatlarına haklarını onlara geri çevirmek için Emeviler'e karşı Ehl-i Beyt taraftarlarıyla birleşmişlerdi. Tam Emeviler'e galip gelmek üzereyken âni bir siyasi hareketle yönetimi ele geçirerek Ehl-i Beyt taraftarlarını kenara ittiler. Ancak Ehl-i Beyt’in intikamını almak adına Emeviler'e karşı düşmanlık beslemeyi, onların ve taraftarlarının kökünü kazımayı kendileri için bir propaganda vesilesi olarak koruyorlardı. Ama yukarıda geçen olayda Abbasi halifelerinden üçüncüsü olan Mehdi, Velid b. Yezid'i savunarak "zındık" suçlamasını onun üzerinden kaldırıyor. Bu da tabii ki Mehdi'nin onu ve kendisini Allah'ın halifesi bildiği ve belkide onun Allah'ın halifesi olduğuna inandığı içindir!
            Abbasiler'in hilafetinin başlarında "halife" kelimesi "veliahd" ve "naip" anlamında kullanılıyordu. Bunu açıklarken de "halifetullah, halifet-i Resulullah, ya halifet-u halifeti Resulullah" diyorlardı.
            Abbasiler'in döneminden itibaren hitabe ve mektuplarda "halife kelimesini başka bir kelimeye izafe etmeksizin tek başına kullanıyor ve bu kelimden sadece "Resulullah'ın halifesi"ni kastediyorlardı. Abbasiler döneminde bir süre de "halife" kelimesini "halifetullah" (Allah'ın halifesi) anlamında kullandılar; ancak çok geçmeden "halife" kelimesi tekrar "Resulullah'ın halifesi" anlamında meşhur oldu.
            Bilginler de o tarihten itibaren lügat kitaplarında "halife" kelimesini şöyle açıklamışlardır:
            “Halife: Birinin yerine geçen ve onun makamında oturan kimse, en büyük sultan. Şeriatta: Kendisinden üstünü olmayan en büyük imam."[8]
            2- İmam ve İmamet
            "İmam" kelimesi salat, zekat, hac kelimeleri gibi Arap lügatinde olan, ancak İslam'da onlar için bir takım şart ve kurallar belirtilen ve sonuçta cahiliye dönemindeki anlamından çıkarak farklı bir anlam kazanan kelimelerdendir. Örneğin telbiye denilen "lebbeyk" demek hacc farizalarından biridir. Cahiliye Arapları da telbiye söylüyorlardı, ancak bunu söylerken Allah Teala'nın neuzu billah ortağı olduğunu dile getiriyorlardı. Cahiliye arapları şöyle diyorlardı: "Lebbeyk la şerkie lek, illa şerikun huve lek" (Lebbeyk, bir şerikten ve ortaktan başka senin şerik ve ortağın yoktur.)
            Ancak telbiyenin İslam'daki anlamı cahiliye dönemindeki anlamından tamamen farklıdır. İslam'da telbiye şöyledir:
            "Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk la şerike leke lebbeyk, innel hamde ven nimete leke vel mülk, la şerike leke lebbeyk" (Lebbeyk ya Rabb lebbeyk, Lebbeyk senin ortağın yoktur lebbeyk, doğrusu, hamd, nimet ve mülk -saltanat- senindir lebbeyk, senin ortağın yoktur lebbeyk).
            Cahiliye döneminde "talak" kelimesi vardı ve erkek eşinden ayrılmak -eşini boşamak- için hiç bir şart ve kural olmaksızın "kuntu ve febintu" kelimesini söyleyerek onu boşuyordu ve ondan sonra kadın ve erkek her biri kendi yoluna gidiyorlardı.
            İslam'da da "talak" kelimesi vardır, ancak karı-kocanın boşanabilmeleri için bir takım şart ve kurallar belirtilmiş ve bu işin doğru bir şekilde gerçekleşmesi için o şart ve kurallara uyulması şart bilinmiştir.
            Salat kelimesi de Arapça’da "dua" anlamındadır. İslam da bu kelimeyi kullanmıştır. Ancak bu kelimenin İslam'da kullanıldığı anlam lügatteki anlamıyla farklıdır. Salat kelimesi İslam'da özel şart ve kurallar altında yerine getirilen özel bir takım hareketler ve belli başlı ayet ve duaları okumak için kullanılmıştır ki ona "namaz" demekteyiz.
            Buna nazaran diyoruz ki, hac, talak ve salat kelimeleri gerçi İslam'dan önce de Arapça’da vardıysa da, ancak bunların her birinin önceki anlamlarıyla tamamen farklı olan özel anlamları vardı. İslam'da özel anlamı olan veya bir takım özel hareket ve şartlar alan bu kelimelere "şer-i kavram" denilmektedir. Dolayısıyla, Müslümanların kullandığı hac, talak ve salat kelimeleri şer'i ve İslami ıstılahlardır.
            İmam ve imamet kelimesi de böyledir. Çünkü "imam" Arap lügatinde kılavuz ve öncü "imamet" ise kılavuzluk anlamındadır. İslam da bu kelimeyi bu anlamda kabul ederek kullanmış, ancak özel bir takım şartlarla onu Arap lügatindeki anlamından ayırmıştır. Dolayısıyla, genel olarak imam ve imamet kelimesi de hac, talak ve salat kelimeleri gibi şer'i ve İslami bir ıstılahtır. İslam'da bu kelime kullanılırken Arap lügatinde olan genel imamet ve kılavuzluk kastedilmemektedir.
            Bunları dikkate alarak şimdi imam ve imamet bahsine girip Ehl-i Beyt mektebi açısından bunu inceleyelim.
            Ehl-i Beyt Mektebinde İmam ve Halife
            Daha önce de dediğimiz gibi İslam'da da halife kelimesi lügatte kullanıldığı anlamda kullanılmaktadır. Halife kelimesinin lügat anlamına bu mektebe göre nazaran Ehl-i Beyt mektebi izcileri imam ve Resulullah'ın (s.a.a) halifesi için şu şartları gerekli bilmişlerdir:
            1- İmam Masum Olmalıdır
            Allah’ın hükümlerini ve İslam akaidini tebliğ etmekle görevli olan Resulullah (s.a.a) masum olduğu için onun yerine geçecek olan kimse de bu özelliklere sahip olmalıdır. Yani tam bir güvenle emir ve nehiyleri kabul edilip uyulabilmesi için İmam da günah ve hata işlemekten masum ve korunmuş olmalıdır. Çünkü imam da diğer insanlar gibi günah ve hata işler, fasık ve zalim olursa onun emir ve nehiyleri şahsı duygularına dayanabilir ve insanın böyle birini Resulullah'ın (s.a.a) halifesi bilerek iman ve varlığının mukadderatını onun eline bırakması nasıl farz olabilir?
            2- İmam Allah Tarafından Tayin Olmalıdır
            Allah'tan başka hiç kimse insanların içini bilmediğinden Resulullah'ın (s.a.a) yerine oturacak halifeyi de -ki masum olması gerekiyor- Allah Teala tayin etmeli ve peygamberi vasıtasıyla onu halka tanıtmalıdır.
            Buna binaen, imamı tanıtmak peygamberin vazifesidir. Peygamber kendisinden sonra ümmetinin vazifelerini bilmeleri ve sapıklığa düşmemeleri için kendisinden sonraki imamı tanıtmak zorundadır. Bakara suresinin 124. ayeti bunun için en iyi delildir:
            "-O zaman İbrahim'e:- Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım demişti. -İbrahim:- Ya soyumdan olanlar? deyince -Allah:- Zalimler benim ahdime erişemez demişti."
            Dolayısıyla, imamet Allah Teala'nın ahit ve emanetidir ve Resulullah (s.a.a) Allah Teala'nın diğer emirlerini tebliğ edip insanlara ulaştırdığı gibi O’nun imamet vazifesini kime bıraktığını ve böyle bir ahdi kimlere verdiğini de bildirmektedir. Ayette açıkça belirtildiği üzere Allah tarafından böyle bir ahid tam anlamıyla zalim bir kişiye yapılmaz, kendisine veya diğerlerine nasıl olursa olsun zulmeden bir kimse yüce imamet makamına layık olmaz. Masum kelimesinin mana ve mefhumu da aynen budur.
            Ancak ismet ve masumiyet meselesine girmeden önce bilinmesi gerekir ki, imam, bilfiil hükümet gücüne sahip olmasa bile ümmetin önder ve kılavuzu demektir. Yani halka hükümet etmek imametin şartı değildir. Hz. İbrahim (a.s), ümmetinin imamıydı, fakat hakimiyete ulaşmamıştı. Hz. İbrahim'in (a.s) soyundan olan Hz. İsa (a.s) da imamdı ama hakimiyete ulaşmamıştı. Resul-i Ekrem'de (s.a.a) hicretten önce Mekke'de imamdı ama egemelik kurmuş değildi. Elbette bu, hak İslam hükümetinin imamet ve rehberlikle birbirinden farklı iki ayrı şey olduğu anlamında değil. Tam aksine, imam olduğu zaman İslam'da onun rıza ve teyidi dışında hiçbir hükümet meşru olmaz. Yine bilinmesi gerekir ki, Hz. İbrahim (a.s), Hz. İsa (a.s) ve hatta Mekke'den Medine'ye hicret etmeden önce Resulullah'ın (s.a.a.) hükümet ve yönetimde olmamaları onlardan imametin alınmasına sebep olmadığı gibi, imamın hakim ve hükümet makamında olmaması onun ümmete imametinin olmamasına sebep olmaz.
            İmamın vazifesi, söz ve hareketleriyle İslam ahkamını ve akaidi halka tebliğ etmek ve onları tahriflerden korumaktır.
            İmam, bazen bu hüküm ve akaidi doğrudan doğruya vahiy yoluyla Allah Teala'dan alır; bu durumda ona "resul" ve "peygamber" denir. Bezen de imam bu hükümleri, emir ve nehiyleri peygamberden alarak onu tebliğ eder; bu durumda o imama peygamberin vasisi denir.
            Bu vazifenin asıl mihveri sadece Allah Teala'nın hükümlerini tebliğ etmektir.
            Şimdi konumuza geçerek Kur'an-ı Kerim ve Resulullah'ın (s.a.a) hadisleriyle imamların masumiyetini inceleyelim.
            Tathir Ayetinin İnişi
            Ebu Talib'in torunu Abdullah Cafer'den şöyle nakledilmektedir: Resulullah (s.a.a) Allah'ın rahmetinin inmek üzere olduğunu görünce buyurdu ki: "Söyle yanıma gelsinler, söyle yanıma gelsinler!"
            Safiyye: Kimler, ya Resulullah? diye sordu.
            Resulullah: "Ehl-i Beyt'im: Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn diye buyurdu..
            Bu dört kişi huzuruna çıkınca Resulullah (s.a.a) üzerindeki abayı onların üstüne çekerek ellerini göğe kaldırıp şöyle buyurdu:
            "Ya Rabbi! Bunlar benim Ehl-i Beytim'dirler. O halde Muhammed ve Ehl-i Beyti'ne selam gönder."
            O sırada Allah Teala bu ayeti indirdi:
            "Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab/33)[9]
            Ümm-ül Müminin Aişe der ki: O aba siyah nakışları olan yünden dokunmuştu.
            Ümm-ül Müminin Aişe, Resulullah'ın Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i o abanın altında topladığını Tathir ayetinin bu dört kişi hakkında nazil olduğunu ve Resulullah'ın bu ayeti onlar hakkında okuduğunu vurgulamıştır.[10]
            Sahabeden Vasele b. Askaa'den nakledilen bir rivayette şöyle yer almaktadır: "Resulullah (s.a.a) Ali ve Fatıma'yı yanına çağırarak karşısında oturttu, Hasan ve Hüseyin'i de dizlerinin üzerinde oturttu ve..."[11]
            Bir rivayete göre Ümm-ül müminin Ümm-ü Seleme şöyle diyor: “Tathir ayeti nazil olduktan sonra Resulullah'a: Ben de Ehl-i Beyt'ten miyim? dedim. Resulullah buyurdu ki: Senin akıbetin hayırdır; sen Resulullah'ın zevcelerindensin"[12]
            Bunlardan başka Tathir ayeti ve iniş sebebini Abdullah b. Abbas,[13] Resulullah'ın evlat edindiği Ömer b. Ebi Selme,[14] Ebu Said-i Hudri,[15] Sa'd b. Ebi Vakkas,[16] Enes b. Malik[17]... gibi meşhur şahsiyetler rivayet etmişlerdir.
            Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inden de bazıları kendi makam ve mevkilerini ispatlamak için Tathir ayetini delil göstermişlerdir. Örneğin:
            1- Resulullah'ın büyük torunu Hasan b. Ali Kufe mescidinin minberinde Tathir ayetine ve bu ayetin iniş sebebine dayanarak bu açıdan kendi makam ve mevkisini oradakilere açıklamıştır.[18]
            2- Ali b. Hüseyn Zeynülabidin Şam mescidinin minberinde Yezid ve taraftarları ve mescidde hazır olan Müslümanlar karşısında Tathir ayetine istinaden kendi makam ve mevkisini açıklamış, Yezid ve diğer Ümeyye Oğulları'nın Ehl-i Beyt hakkındaki zulüm ve haksızlıklarını ifşa etmiştir.[19]
            Resulullah'ın Ehl-i Beyt'i Tanıtımı
            Tathir ayetinin Resulullah (s.a.a), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyi (a.s) hakkında inmesinden sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) kaç ay boyunca devamlı sabah namazlarında Ali ve Fatıma'nın evlerinin kapısına gelerek evdekilere “size selam olsun ey Ehl-i Beyt” diye hitap ediyor ve sonra Tathir ayetini okuyarak sabah namazının vaktinin geldiğini onlara bildiriyordu.
            İleride onların yerine başkalarının Ehl-i Beyt olarak tanıtılmasını önlemek için Resulullah'ın (s.a.a) bu hareketini Mescid'de ve ashabından bir grubun gözleri önünde uzun süre tekrarlayarak amelen Kur'an-ı Kerim'in kastettiği Ehl-i Beyt'i onlara tanıtıyordu.
            Resulullah'ın (s.a.a) bu hareketini şahsen görerek nakleden sahabilerin sayıları oldukça çoktur. Biz burada onların meşhurlarından bazılarına değineceğiz:
            1- Abdullah b. Abbas diyor ki: Dokuz ay boyunca Resulullah'ın (s.a.a) her gün namaz vakti Ali b. Ebi Talib'in kapısının önünde durarak şöyle buyuruyordu: "Allah'ın özel selamı, rahmet ve bereketleri siz Ehl-i Beyt'in üzerine olsun." Sonra şu ayeti okuyordu "Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor." Daha sonra "Rabbiniz size rahmet etsin; namaz vaktidir." diyordu.
            Resulullah (s.a.a) bu hareketini her gün beş kere namaz vakitleri tekrarlıyordu.[20]
            2- Resul-i Ekrem'in (s.a.a) azat etmiş olduğu kölesi Ebu Hamra'dan (Hilal b. Haris) şöyle rivayet edilmiştir:
            Medine'de sekiz ay boyunca dikkat ettim Resulullah (s.a.a) bir kere değil, her gün sabah namazı vaktinde evden çıkarak Ali'nin evinin kapısının önünde durup ellerini kapının iki tarafına bırakarak evdekilere hitaben şöyle buyuruyordu: "Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor."[21]
            3- Resulullah'ın (s.a.a) sahabilerinden olan Ebu Berzeh diyor ki:
            "Yedi ay Medine'de Resulullah'la (s.a.a) namaz kıldım. Bu süre içerisinde gördüm ki, her zaman Resul-i Ekrem (s.a.a) namaz kılmak için evden çıktığında Fatıma'nın kapısının önünde durarak Tathir ayetini okuyordu."[22]
            4- Enes b. Malik, Tathir ayeti indikten sonra Resulullah'ın altı ay boyunca Hz. Ali ve Fatıma’nın kapısına gelerek bu işi tekrarladığını söylemektedir.[23]
            Daha önce de söylediğimiz gibi ashaptan bir çoğu Resulullah'ın (s.a.a) Tathir ayeti indikten sonra Ehl-i Byet’ini bu yolla tanıttığını nakletmişlerdir. Bu konuda sadece Resulullah'ın (s.a.a) bu işi ne kadar devam ettiğinde ihtilaf vardır.
            Allah Teala bu ayette özellikle Resulullah'ın (s.a.a) zamanında masumların varlığından haber vermiş, Resul-i Ekrem (s.a.a) de abasını onların üzerine örtmekle ve aylarca ashabının gözü önünde onların evinin önünde durup Tathir ayetini okumakla Ehl-i Beyt'inin masumlarını herkese tanıtmış ve bu hususta hiç bir şüpheye yer bırakmamıştır.
            Yine Tanıtma
            Her iki mektebin kabul ettiği, imamların masumiyetine dair Ehl-i Beyt mektebinin en büyük delili olan Tathir ayetinin nazil olmasının peşinden Ehl-i Beyt'i tanıtmada Resulullah'ın (s.a.a) şahsen söz ve hareketleriyle hadisler ve ashabın sözlerinin arasından Kisa hadisini özetle inceledikten sonra şimdi Resul-i Ekrem'in (s.a.a) kendisinden sonra ümmetin imam ve önderlerini tanıttığı diğer yerleri inceleyelim. Ama her şeyden önce Resulullah (s.a.a)’in Allah tarafından bir emir olmaksızın boş ve kendi yanından hiç birşeyi tebliğ etmeyeceğini dikkate almak gerektiğini de hatırlatalım. Çünkü Kur'an-ı Kerim bu hususta buyuruyor ki: "O, hevadan -kendi istek, düşünce ve tutkularına göre- konuşmaz. O -söyledikleri-, yalnızca vahiy olunmakta olan bir vahiydir." (Necm/3-4)
            Resul-i Ekrem'in (s.a.a) İmametten Bahsettiği Yerler
            Resulullah (s.a.a) münasip durumlarda Ehl-i Beyt imamlarının imametlerinden bahsederek açıkça bu alanda açıklamada bulunmuştur. Bu açık nassı iki gruba ayırmak mümkündür: 1- Resulullah'ın (s.a.a) onların imametlerinden genel ve toplu olarak bahsettiği naslar. 2- Belli bir kişinin imametinden bahsettiği naslar.
            Şimdi bu ikisini ayrı ayrı inceleyelim:
            1- Resulullah'ın (s.a.a) Toplu olarak Bütün İmamlar Hakkındaki Buyrukları
            Veda Haccında Sekaleyn Hadisi
            Büyük Ehl-i Sünnet bilginlerinden olan Tirmizi, Cabir b. Abdullah-i Ensari'den naklen şöyle diyor:[24]
            Resulullah (s.a.a) veda haccında, Arefe günü "Kasvi" adındaki devesinin üzerinde oturduğu halde şöyle buyurduğunu duydum:
            "Ey millet! Ben kendimden sonra sizin aranızda öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarılacak olursanız asla sapmazsınız. O, Allah'ın kitabı ve itretim Ehl-i Beyt'imdir."
            Tirmizi diyor ki: Bu hadisi Ebu Said-i Hudri, Zeyd b. Erkam ve Huzeyfe b. Useyd de rivayet etmişlerdir.
            Gadir-i Hum'da Sekaleyn Hadisi
            Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed, Sünen-i Daremi, Sünen-i Beyheki ve diğer kitaplarda Zeyd b. Erkam'dan naklen şöyle rivayet edilmiştir:[25]
            Resulullah (s.a.a) Mekke ve Medine arasında su alınan Gadir-i Hum denilen yerde bir hitabede bulunarak konuşması arasında şöyle buyurdu:
            "Şunu bilin ki, ben de bir beşerim. Yakın zamanda Allah'ın elçisi gelecek ve ben davetine icabet edeceğim. Ben aranızda iki paha biçilmez şeyi bırakıyorum: O ikisinden biri içinde nur ve hidayet olan Allah'ın kitabıdır. Allah'ın kitabını alın ve ona sımsıkı sarılın ve... Diğeri ise Ehl-i Beyt'imdir..."
            Bu hadis Sahih-i Tirmizi ve Müsned-i Ahmed'de şöyle nakledilmiştir:[26]
            "...Ben sizin aranızda öyle bir şey bırakıyorum ki, benden sonra ona sarılacak olursanız asla sapmazsınız. Biri diğerinden daha önemli olan -o iki şey- gökyüzünden yeryüzüne uzanmış bir ip olan Allah'ın kitabı ve diğeri itretim (öz yakınlarım olan) Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisi havuzun başında bana kavuşuncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. O halde benden sonra o ikisine nasıl davranacağınıza dikkat edin."
            Bu hadis Müstedrek-üs Sahihayn'de şöyle geçmektedir:[27]
            "Yakında çağrılacağım ve -çağrıya- icabet edeceğim, ben sizin arasızda iki değerli şey bırakıyorum ki biri diğerinden daha üstündür: Allah'ın kitabı ve itretim -Ehl-i Beyt'im-. Bu ikisine nasıl davranacağınıza dikkat edin. Bu ikisi havuzun -Kevser'in- başında bana kavuşuncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.
            Başka bir rivayette de şöyle nakledilmektedir:[28]
            "Ey millet! Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum, bu ikisine uysanız asla sapmazsınız. O ikisi Allah'ın kitabı ve itretim Ehl-i Beytim'dir."
            Hakim kitabında şöyle yazıyor:
            "Bu hadis Buhari ve Müslim'e göre sahihtir."
            Bu hadis Müsned-i Ahmed'de, Hilyet-ul Evliya'da ve diğer Ehl-i Sünnet ve Şia kaynaklarında başka tabirlerle nakledilmiştir.[29]
            Yukardaki hadiste Resulullah (s.a.a) hayatlarının son yılında kendisinin de beşer olduğunu, yakında Allah'a döneceğini ve bu dünyadan diğer dünyaya göçmek üzere Hakk'ın davetine lebbeyk diyerek icabet edeceğini haber veriyor. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra vuku bulacak olaylardan dolayı İslam ve Müslümanlar için endişeleniyor ve bu endişesinden dolayı diyor ki:
            “Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum; onlara sarılarak hürmetlerini koruyup emirlerine uyduğunuz müddetçe asla sapmazsınız.
            Bu iki şeyden, biri diğerinden daha değerlidir. Biri Allah tarafından inen emirleri kapsamına alan Allah'ın kitabı ve diğeri Aba hadisinde isimleri geçen benim itretim ve Ehl-i Beyt'imdir. Allah'ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt'im olan bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve biri diğerine tercih verilmez. Allah Teala'nın bütün hükümleri bu ikisinden alınmalı öğrenilmelidir. Kur'an-ı Kerim’i beyan eden, tefsir eden ve hükümlerini tebliğ eden Ehl-i Beyt'tir. Kur'an ve Ehl-i Beyt kıyamet günü bana varıncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar.”
            Resulullah (s.a.a) bu sözleri bir kere Arafat'da, bir kere de Gadir-i Hum'da dile getirmiştir.
            Ehl-i Beyt hakkındaki yukarıdaki ayet ve hadisler Resulullah'tan (s.a.a) sonra ümmetin imamı olan 12 Ehl-i Beyt imamlarını kapsamına almaktadır. Bunu bizzat Resulullah (s.a.a)’ın hadislerinden ve her imamın sonraki imamı tanıtmasından anlamak mümkündür.
            İlerdeki bahislerimizde bu imamların kaç kişi oldukları ve bu alanda Resululah'ın (s.a.a) hadislerini ve Ehl-i Sünnet'in Resulullah'ın bu alandaki hadisler hakkındaki yorumlarını inceleyeceğiz.




            --------------------------------------------------------------------------------

            [1]- Ehl-i Beyt Mektebi kaynaklarından: Meani-il Ahbar, s.374; Uyun-ul Ahbar, c.2, s.36; Men La Yahzuruh-ul Fakih -Gaffari-, c.4, s.420; Bihar-ul Envar -Meclisi- c.2, s.145.
            Ehl-i Sünnet kaynaklarından: Mecma-uz Zevaid-i Haysemi, c.8, s.126 el-Feth-ul Kebir, c.1, s.233; Muhaddis-il Fazil -Hasan b. Abdurrahman-i Ramhormuzi- s.163; Kavaid-ul Tahdis -Kayimi- s.48 Tarafi ve diğerlerinden naklen.

            [2]- Tarih-i Hulefa -Suyuti-, Evveliyat-ı Ömer babı, s.138.
            [3]- Sünen-i Ebu Davud, c.4, s.210.
            [4]- Sünen-i Ebu Davud, c.4, s.209 Hulefa babı.
            [5]- Muruc-uz Zeheb -Mesudi-, c.3, s.216; Futuh-ul A'sem, c.8, s.137; Tarih-i İbn-i Kesir, c.10, s.2 ve c.10, s.7-8.
            [6]- Tarih-i İbn-i Kesir, c.10, s.4.
            [7]- Tarih-i İbn-i Kesir, c.10, s.8.
            [8]- el-Akreb-ul Mevarid, "halife" kelimesi, 1889 Beyrut basımı.
            [9]- Müstedrek-us Sahihayn, c.3, s.143.
            [10]- Sahih-i Müslim, "Fezail-i Ehl-i Beyt" babı, c.7, s.130, hadis: 2424; Müstedrek-us Sahihayn, c.3, s.147; Taberi, Dürr-ül Mensur-i Suyuti, Zemahşeri, Razi ve... tefsirleri; Sünen-i Beyhaki, c.2, s.149 ve diğer kaynaklar.
            [11]- Müstedrek-us Sahihayn, c.3, s.147.
            [12]- Tefsir-i Suyuti, c.5, s.198-199; Sahih-i Tirmizi, c.13, s.248; Müsned-u Ahmed, c.2, s.292 ve c.6, s.306; Usd-ul Gabe, c.4, s.29 ve c.2, s.297; Tahzib-ut Tahzib, c.3, s.297; Müstedrek-us Sahihayn, c.2, s.147, 416; Sünen-i Beyhaki, c.2, s.150; Usd-ul Gabe, c.5, s.289, 521; Tarih-i Bağdad, c.9, s.126.
            [13]- Müsned-u Ahmed, c.1, s.330; Hasais-un Nesai, s.11, Riyaz-un Nazara, c.2, s.269, Mecma-uz Zevaid, c.9, s.119-207; Tefsir-i Suyuti.
            [14]- Riyaz-un Nazara, c.2, s.269, Mecma-uz Zevaid, c.9, s.119-207; Suyuti'nin Dürr-ül Mensur tefsiri.
            [15]- Tefsir-i Suyuti, Tarih-i Bağdad, c.10, s.278, Mecma-uz Zevaid, c.9, s.167-169.
            [16]- Hasais-un Nesai, s.4 - 5; Sahih-i Tirmizi, c.3, s.171-172.
            [17]- Sahih-u Tirmizi, c.13, s.248, Mecma-uz Zevaid, c.9, s.206; Tefsir-i Taberi; Suyuti.
            [18]- Müstedrek-üs Sahihayn, c.3, s.172; Mecma-uz Zevaid, c.9, s. 146 ve 172.
            [19]- Tefsir-i Taberi, Tathir ayetinin tefsiri hakkında.
            [20]- "ve'mur ehleke ayetinin tefsirinde İbn-i Abbas'ın rivayeti Suyuti-nin Dürr-ül Mensur'unda ve yine Mecma-uz Zevaid, c.9, s. 168'de gelmiştir.
            [21]- İstiab, c.2, s.598; Usd-ul Gabe, c.5, s.174, Mecma-uz Zevaid, c.9, s. 168.
            [22]- Mecma-uz Zevaid, c.9, s. 169.
            [23]- Müsned-u Ahmed, c.3, s.252; Müsbed-u Tayalsi, c.7, s.274, hadis:2059; Usd-ul Gabe, c.5, s.521; Taberi ve Suyuti tefsirleri.
            [24]- Sahih-i Tirmizi, c.13, s.199, "Menakib-i Ehl-ul Beyt" babı; Kenz-ül Ummal, c.1, s.38.
            [25]- Sahih-i Müslim, "Fezail-i Ali b. Ebi Talib" babı; Müsned-i Ahmed, c.4, s.366. Sünen-i Daremi, c.2, s.431 özetle; Sünen-i Beyhaki, c.2, s.148 ve c.7, s.30; Müşkil-ul Asar-i Tahavi, c.4, s.368. Biz bu hadisi Sahih-i Müslim'den naklettik.
            [26]- Sahih-i Tirmizi, c.13, s.201; Usd-ul Gabe, İmam Hasan'ın hayatı bölümünde. Dürr-ül Mensur-i Suyuti Şura suresinde "el-Meveddet" ayetinin tefsirinde.
            [27]- Müstedrek-us Sahihayn, c.3, s.109; Hasais-un Nesai, s.30, Müsned-i Ahmed, c.3, s.17; Tabakat-i İbn-i Sa'd, c.2, s.2; Mecma-uz Zevaid-i Haysemi, c.9, s.163; Kenz-ül Ummal, c.1, s.47-48 ve 97.
            [28]- Müstedrek-us Sahihayn, c.3, s.109 ve bu anlama yakın olarak c.3, s.148.
            [29]- Müsned-i Ahmed, c.4, s.368-371 ve yine c.5, s.181; Tarih-i Bağdad, c.8, s.442; Hilyet-ul Evliya, c.1, s.355 ve c.9, s.64; Usd-ul Gabe, c.3, s.147; Mecma-uz Zevaid-i Haysemi, c.9, s.163-164.
            ]

            Yorum


              #7
              Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

              [b][/bHz.Resul (saa)'İn,imam Ali (ssa) hakkında ki hadisleri

              1- Resululallah sallallah'u aleyhi ve âlih Emirulmüminin Ali aleyhisselam'a işaret ederek şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Evlatlarınızı (helâlzade olup olmadığını öğrenmek için) onun sevgisiyle imtihan edin; doğrusu Ali dalalete davet etmez ve hidayetten de uzak olmaz; dolayısıyla kim onu severse, sizdendir ve kim de ona düşmanlık ederse, sizden değildir."[1]

              2- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih buyurmuştur ki: "Ey Ali! Beni seven, seni seven ve senin evlatlarından olan imamları seven doğumunun iyi (helâlzâde) olmasından dolayı Allah'a hamdetmelidir; bizi doğumu iyi olandan başkası sevmez ve bize doğumu habis (harâmzâde) olandan başkası düşmanlık yapmaz."[2]

              3- İbade b. Samit der ki: Biz evlatlarmızı, Ali b. Ebutalib'i sevmekle imtihan ederdik; birisinin Ali b. Ebutalibi sevmediğini görseydik, onun bizden olmadığını ve onun gayri meşru olduğunu bilirdik.[3]

              4- Mahbub b. Ebu Zinad diyor ki: Ensar, biz insanların, Ali b. Ebutalib'e düşmanlık etmeleriyle, babasından başkasından olduğunu tanırdık, diyordu."[4]

              5- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih buyuruyor ki: "Kıyamet günü insan dört şeyden sorguya çekilmedikçe adım atmaz: Ömrünü nede geçirdiğinden, bedenini nede çürüttüğünden, malını nerede harcadığı ve nereden kazandığından ve biz Ehlibeyti sevmekten." Ömer dedi ki: Ya Resulullah Senden sonra size olan sevginizin işareti nedir?

              Resulullah yanında oturan Ali’nin başına eline koyup şöyle buyurdu : “Bana olan sevgi, benden sonra buna gösterilen sevgidir. Ona itaat etmek bana itaat etmektir ve ona muhalefet etmek bana muhalefet etmektir.”[5]



              6- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih buyuruyor ki: "Müminin sayfasının (amel defterinin) başlığı, Ali sevgisidir"[6]

              7- Yine buyuruyor ki: "Cehennem ateşinden kurtuluş, Ali sevgisidir"[7]

              8- Başka bir yerde ise şöyle buyuruyor: "Ey Ali! Ne mutlu seni sevene ve sende sadık olana ve vay haline sana düşmanlık edenin ve seni yalanlayanın"[8]


              9- Bureyde babasından şöyle nakleder: Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih buyurdu ki: "Allah Teala bana dört kişiyi sevmemi emretti ve kendisinin de onları sevdiğini bildirdi." Oradakiler, onlar kimlerdir ya Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih? diye sorunca, üç defa, "Ali onlardandır, Ali onlardandır" buyurdu ve sonra da, "Ebuzer, Mikdad ve Selman; bana bunları sevmemi emretti"[9] buyurdu.

              10- Enes b. Malik'ten şöyle nakledilir: Resulullah'ın yanında bir kuş eti vardı. O sırada Resul-i Ekrem sallallah'u aleyhi ve âlih, "Allah'ım! Bu kuşun etini benimle birlikte yemesi için senin yanında kullarının en sevgilisi olanı getir bana." buyurdu. Bunun peşinden Ali içeri girdi; fakat onu geri çevirdim; sonra yine geldi; tekrar onu geri çevirdim. Ve üçüncüsünde veya dördüncüsünde gelerek içeri girdi. Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih, "Seni benden uzak tutan şey ne idi ya Ali?" diye sordu. Ali dedi ki: "Seni peygamberliğe gönderene andolsun, ben üç defa kapıyı çaldım; fakat her defasında Enes beni geri çevirdi."

              Bunun üzerine Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih, "Neden onu geri çevirdin?" diye sordu. Ben, onun beraberinde Ensar'dan bir kişinin de olmasını istedim, dedim. Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih bu cevaba tebessüm etti.[10]

              11- Hayber savaşında Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih bayrağı önce Ebubekire vermiş, Ebubekir giderek bir şey yapamadan geri dönmüş, sonra Ömer'e vermiş, o da gitmiş, ama Hayber'i fethedemeden geri dönmüştür. Bunun üzerine Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih ayağa kalkarak şöyle buyurdu: "Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve Resulü'nü sever, Allah ve Resulü de onu severler; o, kaçmaz ve sürekli hamle eder." Başka bir rivayette ise: "Hiçbir zaman Allah onu alçaltmaz ve ona fetih vermedikçe asla geri dönmez."[11]

              12- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih buyurmuştur ki: "Kim Ali'yi severse beni sevmiş olur ve kim de Ali'ye düşmanlık yaparsa bana düşmanlık yapmış olur."[12]

              13- Yine Buyurmuştur ki: "Beni seven Ali'yi sevsin; Ali'ye düşmanlık yapan bana düşmanlık yapmış olur; bana düşmanlık yapan Allah'a düşmanlık yapmış olur ve Allah'a düşmanlık yapanı da Allah cehenneme sokar."[13]

              14- "Ali'yi seven beni sevmiş, beni seven de Allah'ı sevmiş olur; Ali'ye düşmanlık yapan bana düşmanlık yapmış ve bana düşmanlık yapan da Allah'a düşmanlık yapmış olur."[14]

              15- Senetlerle Ümm-ü Seleme'den şöyle rivayet edilir: Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih şöyle buyuruyordu: "Münafık Ali'yi sevmez; mümin ise Ali'ye buğzetmez."[15]

              16- Emirulmüminin Ali aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Tohumu yaran ve mahlukatı yaratana andolsun ki Ümmi Peygamber'in bana ahdidir bu: Beni ancak mümin sever ve bana ancak münafık düşmanlık yapar."[16]

              17- Yine buyurmuştur ki: "Bana düşmanlık yapması için bu kılıcımla müminin genizine vursam, yine de bana düşmanlık yapmaz ve beni sevmesi için dünyayı ondaki tüm varlıklarla birlikte münafığın üzerine (ayağına) döksem, yine de beni sevmez; çünkü buna hükmedilmiş ve Resul-i Ekrem'in sözünde geçmiştir. Nitelim şöyle buyurmuştur: Ey Ali! Mümin sana düşmanlık yapmaz ve münafık seni sevmez."[17]

              18- Eba Said-i Hudrî'den şöyle rivayet edilir: "Biz -Ensar topluluğu- münafıkları, Ali b. Ebutalib'e düşmanlık yapmalarıyla tanırdık."[18]

              19- Ebuzer'den şöyle rivayet edilmiştir: "Biz, münafıkları ancak Allah ve Resulünü yalanlamaları, namaz kılmamaları ve Ali'ye düşmanlık yapmalarıyla tanırdırk."[19]

              20- Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: "Ancak Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih hiçbir şüphe olmayan hadisinde, "Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık düşmanlık yapar" buyurmuştur ve Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar."(Nisa 145) Dolayısıyla, Ali aleyhisselam'a düşmanlık yapan cehennemin en aşağı tabakasındadır."[20]



              21- Emirulmüminin Ali aleyhisselam, Haris-i A'ver'e buyurmuştur ki: "Üç yerde bizim sevgimiz sana yarar dokunduracaktır: Ölüm meleği gelince, mezarda sorguya tutulunca ve Allah Teala'nın huzurunda durunca."[21]

              22- Emirulmüminin Ali aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Kim biz Ehlibeyt'i severse iyiliği büyür, terazisi ağır olur, ameli kabul olur, sürçmeleri bağışlanır; kim de bize buğzederse, İslam'ı ona bir yarar sağlamaz."[22]

              23- Emirulmüminin Ali aleyhisselam yine şöyle buyurmuştur: "Kim bizi severse, kıyamet gününde bizimle birlikte olur; eğer birisi taşı sevecek olursa, Allah onu o taşla birlikte haşreder."[23]

              24- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih'ten şöyle rivayet edilir? "Benim sevgimden dolayı Ehlibeytimi sevmeden hiç kimse iman getirmiş olamaz." "Bunun üzerine Ömer, "Senin Ehlibeytini sevmenin nişanesi nedir?" diye sorunca Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih eliyle Ali aleyhisselam'a vurarak "budur" buyurdu[24]

              25- Resulullah (saa) şöyle buyurdu : Her kim Ali’yi severse Allah o kişinin namazını, orucunu ve kıya**nı kabul edecek ve duasına icabet edecektir. Her kim Ali’yi severse Allah o kişiye bedenince damar olduğu kadar Cennette şehirler verecektir. Her kim Ali Muhammedi severse, onun hesabı, mizanı ve sırat köprüsünden geçidi emniyet içinde olacaktır. Her kim Ali Muhammedin sevgisi üzere vefat ederse Peygamber ile beraber ben onun kefili olacağım. Her kim Ali Muhammedi buğz ederse, Kıyamet gününde alnına : Allahın rahmetinden uzaktır. Yazılı olarak gelecektir. [25]

              26- Resulullah (saa) şöyle buyurdu: “Mübarek olanların en mübareki odur ki, Ali’yi hayatında ve vefatından sonra sever ve kötü olanların en kötüsü odur ki, Ali’yi hayatında ve vefatından sonra buğz eder.”[26]

              27- Resulullah (saa) şöyle buyurdu: “Ey Ali! Şanı yüce olan Allah seni öyle bir şekilde süsledi ki, bu süs Allah'ın kullarına vermiş olduğu en güzel şeydir. Bu süs ise senin dünyadaki zühdündür ki, bundan dolayı dünya seni buğz eder. Sen kendini yoksullara sevdirdin, onları senin yandaşların ettin ve kendileri de seni imam olarak edinmişlerdir. Ey Ali, seni sevip, seni tasdik edene ne mutlu ve seni buğz edip seni tekzip edenlerin vay haline! Her kim seni sevip, seni doğrularsa, işte onlar senin dinde kardeşlerin ve cennetinde senin ortaklarındır. Fakat her kim seni buğz edip, seni yalanlarsa, şanı yüce olan Allah için, o kişileri kıyamet gününde yalancıların makamında tutması için hak olacaktır.” [27]

              28- Resulullah (saa) şöyle buyurdu: “Allah'ın kudret eliyle cennette dikmiş olduğu kırmızı yakuttan olan dala tutunmak kimi sevindirirse Ali bin Ebi Talib’in sevgisine tutunsun”[28]

              29- Resulullah (saa) şöyle buyurdu: “Ali’yi kalbiyle seven kişi, ümmetimin sevabının üçte birini kazanır, kalbi ve lisanı ile seven kişi, ümmetimin sevabının üçte ikisini kazanır, Ali’yi kalbi, dili ve eliyle seven kişi, ümmetimin sevabının tümü kadar kazanır”[29]

              30- İmam Cafer es-Sadık şöyle buyurdu: “Ali’ yi sevmek ibadettir ve ibadetlerin en faziletlisi de gizlenilendir.” [30]

              31- Ebu Zer’den naklen, Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu: “Ali ilmimin kapısı ve risaletimi benden sonra ümmetime açıklayacak olandır. Onu sevmek iman, onu buğz etmek nifaktır. Ona bakmak huzur ve refah getirir, ona yakınlık ibadettir.”



              (ed-Deylemi “el-Firdevs” c.3, s.65, Hadis No: 4181; es-Seyyid Ali bin Şehabettin el-Hemedani “Meveddet’ül Kurba” s.74; eş-Şeyh Abdullah el-Hanefi el-Âmirtesri “Ercah’ul Metalib” s.509, 514, 522; Süleyman el-Kunduzi "Yenabi' ul Mevedde" s.235; Necmettin el-Askeri “Makam el-İmam Ali” s.8; es-Seyyid Murtada Hüseyni "Fedail'ül Hamse min es-Sıhah es-Sitte" c.2, s.210; el-Hilli “Keşf’ül Yakin” s.225; es-Salihi eş-Şami “Sebl’ül Hüda ver-Rişad” s.293; Muhammed Hayat el-Ansari “Müntehab Mines Sihah es-Sitte” s.200)



              32- Ebi Said el-Hudri dedi ki: Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem Ali’ye hitaben şöyle buyurdu:

              “Seni sevmek iman, sana düşmanlık ise nifaktır. Cennet’e ilk girecek olan seni sevenin, Cehenneme ilk girecek olan sana düşmanlık yapandır”



              (İbn-i Sabbağ el-Maliki “Fusul el-Mühimme” s.109; eş-Şeblenci "Nur'ül Absar" s.72; eş-Şeyh Abdullah el-Hanefi el-Âmirtesri “Ercah’ul Metalib” s.514; Tevfik Ebu İlim “Ehlil Beyt” s.233 Mısır bas.; eş-Şeyh Ali el-Behrani “Menar’ül Hüda” s.381; Muhammed Biyumi Mihran “el-İmamet ve Ehlil Beyt” c.2, s.192; es-Seyyid Muhammed bin Akil “en-Nesaih’ül Kafiye” s.93; Hicazi ve Hasrü Şahi “Dürer’ül Ahbar” s.264; Es-Seyyid Murtada Hüseyni "Fedail'ül Hamse min es-Sıhah es-Sitte" c.2, s.211 / et-Tüsteri el-Meraşi "Şerh-i İhkak’ul Hak" c.7, s.247-c.17, s.163)



              33- Resulullah (saa) şöyle buyurdu: “Ali’ye sevmek imanın ayetidir, ve onu buğzetmek nifakın ayetidir”



              (Paşa Veli el-Hanefi ed-Dehlevi “İzalet’ül Hafa” c.2, s.450; et-Tüsteri el-Meraşi "Şerh-i İhkak’ul Hak" c.17, s.164; Eş-Şeyh Veliyyullah bin Abdürrahim ed-Dehlevi “Hüccetüllah el-Baliğa” c.1, s.163, Kahire Bas.)



              34- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Ali’yi sevmek iyiliktir, onunla birlikte hiçbir günah zarar vermez; Ali’ye olan düşmanlık ise bir günahtır ki, onunla birlikte hiçbir iyilik fayda vermez.”



              (Şeyh Abdurrauf Menavi el-Mısri “Menakıb’is- Seb’in” s.239; Mir Seyyid Ali Fakih-i Hemdani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. Meveddesinde; Taberi “Zehair’ul- Ukba”nın Ehl-i Beyt’in fazileti hakkında nakletmiş olduğu 70 hadisten 59. hadisi)



              35- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Ali'yi sevmek, nifaktan kurtuluştur.”

              (El-Münavi "Künuz el-Hakaik" s.63)



              36- "Topluca Allah'ın ipine sımsıkı yapışın."[1]

              İmam Rıza aleyhisselam, babaları kanalıyla İmam Ali aleyhisselam'dan şöyle nakletmektedir: Resulullah (saa) buyurdu ki:

              “Kurtuluş gemisine binmek, sağlam kulpa sarılmak ve Allah'ın sağlam ipine yapışmak isteyen; Ali'yi sevsin ve onun evlatlarından olan hidayetçileri izlesin."



              (el-Haskani “Şevahid-ut Tenzil” c.1, s.168/177.)



              37- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Ali'yi sevmek ibadettir"

              (Tefrih’ul Ehbab fi Menakib el-Âl vel Ashab s. 340; et-Tüsteri'nin "İhkak'ul Hak" c.17, s.234)



              38- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Ali'ye olan sevgi, günahları ateşin odunu yediği gibi yer”



              (İbn-i Asakir "Tarih-i Dimaşk" c.2, s.103 Hadis no: 610; el-Künci eş-Şafii "Kifayet üt-Talip" s. 184; Hatip el-Bağdadi "Tarih-i Bağdat" c.4, s.194; Tabari "Zehair'ul Ukba" s.91-92 ve "Riyad'ul Nadara" c.2, s.215; İbn-i Hacer “Lisan’ül Mizan” c.1, s.185; es-Safvari “Nezhet'ül Mecalis” c.2, s.207; el-Münavi "Künüz el-Hakaik" c.1, s.17; el-Müttaki el-Hindi "Kenz'ul Ummal" c.11, s.621 Hadis No: 33021 ve "Muntahab'ul Kenz" c.5, s.34; ed-Deylemi “el-Firdevs” c.2, s.142, Hadis No: 2722; Seyyid Eyyub bin Sıddık “Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn” 6. Bab, 25. Menâkıb, 23. Hadis; el-Hemedani eş-Şafii “Meveddet’ül Kurba” 6. Meveddet.;Ramuz’ ul Ahadis s.394 Hadis No: 3405; es-Seb’in fi Menakıb Emir’ül Müminin Hadis No: 33; el-Kunduzi el-Hanefi "Yenabi'ül Mevedde" s. 180, 236)



              39- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              "İnsanlar, Ali bin Ebi Tâlib'in sevgisi üzerine toplansaydılar, Allah Cehennem’i yaratmazdı"



              (el-Müttaki el-Hindi "Kenz' ul Ummal" c.11, s.611; es-Suyuti “Zeyl el-Âli” s.62; Muhammed bin Salih et-Tirmizi "el-Kevkeb ed-Dürri" s.122; el-İyni el-Haydar el-Abadi “Menakib Ali” s.45; el-Askeri "Makam Emir'ül Müminin İnd'ül Hulefa" s.45; Menakıb-ı Hüvarezmi el-Hanefi s.28; el-Hemedani “Meveddet’ül Kurba” s.61-Lahur baskısı; Hatip Hüvarezmi “Maktel-il Hüseyn” s.37; Emrutesri el-Hanefi “Ercah’ül Metalib” s.522 – Lahur baskısı; ed-Deylemi "el-Firdevs bi Masur’ul Hitab” c.3, s.88 ;el-Kunduzi "Yenabi'ül Mevedde" s. 91, 125, 237, 251; el-Musuli el-Hasneviyye “Dürr Bahr’ül Menakib” s.58; ed-Deylemi “Münahic el-Fadiliyn” s.377; Seyyid Eyyub bin Sıddık “Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn” 6. Bab, 25. Menâkıb, 32. Hadis.; ed-Dehlevi “Kurret’il Aynayn fi Tefdil eş-Şeyheyn” s.234 Peyşaver bas.; et-Tüsteri "İhkak'ul Hak" c.7, s.149-151; c.17, s.240-241)



              40- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Her kim Allah'ın gazabını söndürmek ve amelinin Allah'ın yanında kabul edilmesini istiyorsa Ali bin Ebi Talib’i sevsin. Çünkü onun sevgisi imanı arttırır, onun sevgisi kötülükleri eritir, tıpkı ateşin kurşunları erittiği gibi.”

              (Süleyman el-Kunduzi "Yenabi' ul Mevedde" s.255)



              41- Adamın biri Selman-ı Farisi'ye sordu ki: "Ali'yi neden aşırı derecede seversin?" Selman dedi ki: Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem in şöyle buyurduğunu duydum:

              “Her kim Ali'yi severse beni sevmiş olur ve kim Ali'yi buğzederse beni buğzetmiş olur"

              (el-Hakim Nişaburi "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s.130; Menakıb-ı Hüvarezmi el-Hanefi s.30; el-Müttaki el-Hindi "Kenz'ul Ummal" c.6, s.157-158; el-Münavi "Künüz el-Hakaik" s.188; el-Heysemi "Mecma'üz Zevaid" c.9, s.132; Tabari "Riyad'ul Nadara" c.2, s.2, s.166; el-Suyuti "Cami'üs Sağir" s.160; et-Tüsteri “İhkak’ul Hak” c.16, s.608)



              42- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Ya Ali! Halk arasındaki misalin, Kur’ân’daki ‘Kulhuvallahu ahad’ (İhlas) suresine benzer; kim onu bir defa okursa, Kur’ân’ın üçte birini okumuş gibi olur; kim onu iki defa okursa, Kur’ân’ın üçte ikisini okumuş gibi olur; kim onu üç defa okursa, Kur’ân’nın hepsini okumuş gibi olur. Ya Ali, sen de böylesin! Kim seni kalbiyle severse, imanın üçte birini elde etmiştir; kim kalbi ve diliyle seni severse imanın üçte ikisini elde etmiştir; kim seni kalbi, dili ve eliyle severse imanın hepsini elde etmiştir. Beni hak olarak peygamber gönderen Allah’a ant olsun ki, eğer yeryüzünün ehli, gök ehli gibi seni sevmiş olsaydı, Allah onlardan hiç birini ateşle azap etmezdi.”

              (el-Kunduzi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde” s.125; Enis Emir "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" ve “Kuran’da Ehli Beyt”)



              43- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem Ansar halkına şöyle buyurdu:

              "Ey Ansar halkı, ona tutunduğunuz müddetçe benden sonra asla sapmayacağınız bir şeyi sizlere tavsiye edeyim mi? " Dediler ki: "Evet ey Resulullah" Bunun üzerine Resulullah (saa) onlara hitaben şöyle buyurdu:

              "Bu, Ali'dir, beni sevdiğiniz gibi onu seviniz ve bana ikramda bulunduğunuz gibi ona ikramda bulununuz. Size söylediklerimi Cebrail vasıtasıyla Allah bana emretti."

              (İbn-i Ebil Hadit "Şerh-u Nehc'ül Belağa" c.9, s.170; Ebu Naim "Hilyet'ül Evliya" c.1, s.63; el-Heysemi “Mecma'üz Zevaid” c.9, s.132; el-Künci eş-Şafii "Kifayet üt-Talip" s.210; el-Kunduzi el-Hanefi "Yenabi'ül Mevedde" s.313; el-Müttaki el-Hindi "Kenz'ul Ummal" c.15, s.126, Hadis No: 363; el-Tabari "Riyad'ul Nadara" c.2, s.233; el-Hamvini "Feraid es-Simtayn" c.1, s.197, Hadis No: 154; İbn-i Ebi Talha eş-Şafii "Metalib üs-Süül" c.1, s.60)



              44- Ashabın büyüklerinden Selman-ı Farisi'ye Hz.Ali ve Hz. Fatıma'yı sordular, kendisi dedi ki: Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem in şöyle buyurduğunu kendim duydum:



              "Sizlere Ali bin Ebi Talib'i tavsiye ederim, kendisi sizin mevlanızdır ki onu seviniz, sizin büyüğünüzdür ki ona tabi olunuz, sizin bilgininizdir ki ona ikramda bulununuz, kendisi sizleri cennete götürendir ki ona saygılı olunuz, Ali, sizleri davet ederse icabet ediniz, sizlere emir verirse ona uyun, beni sevdiğiniz gibi onu seviniz, bana ikramda bulunduğunuz gibi ona ikramda bulununuz. Ben sizlere Ali hakkında ancak Allah’ın bana emretmiş olduğunu söyledim."

              (Hatip Hüvarezmi el-Hanefi “Maktel-il Hüseyn” c.1, s.41 ve “Menakıb-ı Hüvarezmi” s.226; el-Hamvini “Feraid es-Simtayn c.1, s.78 Hadis No: 45)



              45- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              "Kıyamet Günü’nde Ali bin Ebi Talib, Cennet’in yüksekliklerinde olan Firdevs Dağı’nın üzerinde bulunacak, o dağın üstünde Alemlerin Rabbinin arşı ve altında kol kol akan Cennet’in içine akan nehirler vardır, kendisi nurdan bir kürsüye oturup elinde tesnim (içecek) olacak, onun ve Ehl-i Beyt’inin velayetini kabul etmeyenler, sıratın üstünden geçemeyecek. Ali o gün, sevenlerini Cennet’e, buğz edenlerini de Cehennem’e geçirecektir"

              (Hatip el-Bağdadi "Tarih-i Bağdat" c.3, s.161; Muhibeddin et-Tabari "Riyad'ul Nadara" c.2, s.173, 177, 244; el-Hamvini eş-Şafii "Feraid es-Simtayn" c.1, s.292 Hadis No: 230; er-Rahmani el-Hemedani “el-İmam Ali bin Ebi Talib” s.364, Hadis No: 4; Hatip el-Hüvarezmi el-Hanefi "Maktel-i Hüseyn" c.2, s.32; el-Kunduzi el-Hanefi "Yenabi'ül Mevedde" s.86, 113; Menakıb-ı Hüvarezmi el-Hanefi s.31; Emrutesri “Ercah’ül Metalib” s.550; Muhammed Salih et-Tirmizi “Menakib’ül Murtadaviyye” s.105; el-Bahrani “Gayet’ül Meram” s.207 Hadis No: 12; et-Tüsteri "İhkak'ul Hak" c.7, s.114-121 ve c.17, s.158-162; Muhammed Miri el-Antaki "Limaze ahtertü Mezhebe Ehl’il Beyt" s.294-295; Ebu Bekir bin Şihabiddin eş-Şafii “Reşfet’üs Sadi”)



              46- Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurdu:

              “Ey Ali, sen havuzumun ve sancağımın sahibi ve kalbimin sevgilisisin. Sen benim vasim, ilmimin varisi ve benden önceki peygamberlerin mirasının emanetçisisin. Sen Allah'ın yeryüzündeki güvendiği ve insanlar üzerinde onun hüccetisin. Sen imanın rüknü ve İslamın direğisin. Sen, zifri karanlığın meşalesi, hidayetin nuru ve dünya ehli için yükseltilmiş nişanesin. Ey Ali, her kim sana uyarsa kurtulur, her kim senden yüz çevirirse helak olur. Sen aşikar, belli olan yol ve dosdoğru olan sıratsın. Sen ak yüzlülerin önderi ve müminlerin sultanısın. Ben kimin mevlası isem sen de onun mevlasısın. Ben ise her erkek ve kadın müminlerin mevlasıyım. Seni ancak temiz doğumlu bir kişi sever ve ancak kötü doğumlu olan kişi düşman olur. Miraç’ta Allah beni katına aldığında bana şöyle bildirdi: Ey Muhammed, Ali'ye benden selam oku ve bildir ki, kendisi evliyamın imamı ve bana itaat edenlerin nurudur. Ona bu keramet kutlu olsun.”

              (Hüsâmettin el-Mirdi el-Hanefi “Âli Muhammed” s.45; el-Kunduzi el-Hanefi "Yenabi'ul Mevedde" s.133; et-Tüsteri "İhkâk'ul Hak" c.20 s.407; Enis Emir "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.346)



              47- İbn-i Ömer dedi ki: Resulullah (saa)’a sordular ki: Mirac gecesinde Allah seninle kimin lugatı ile muhatab oldu?

              Resulullah buyurdu ki : Allah, Ali bin Ebi Talib’in lugatı ile bana muhatab oldu ve bana ilham edip ona sordum ki: Ey Rab, sen mi bana muhatab oluyorsun yoksa Ali mi? Allah bana buyurdu ki : Ey Ahmed, ben eşyalar gibi bir şey değilim, insanlar ile kıyas edilemem ve eşyalar ile vasıflanamam. Seni nurumdan yarattım ve senin nurundan Ali’yi yarattım. Kalbinin içine baktım, kalbinde Ali bin Ebi Talib’den daha sevgili olanı görmedim ve böylece kalbin mütmain olsun diye onun lugatı ile sana muhatab oldum.



              (Menakıb-ı Hüvarezmi s.37; Süleyman el-Kunduzi' nin "Yenabi' ul Mevedde" s.83; Enis Emir'in "Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resulullah" s.463)



              48- İmam Cafer’üs-Sadık babalarından, Ali bin Ebi Talib'ten naklen Resulullah (saa) şöyle buyurdu: "Ey Ali, sen benden Şit'in Adem'e olan mertebesinde, Sam'ın Nuh'a olan mertebesinde, İshak'ın İbrahim'e olan mertebesin-de Ki Allah’ın buyurduğu gibi: 'İbrahim de bunu oğullarına vasiyyet etti ve Yakup da' (Bakara-132), Harun'un Musa'ya olan mertebesinde ve Şem'un'un İsa'ya olan mertebesindesin, sen de benim vasim ve varisimsin. Sen onlardan daha kıdemli, daha bilgili ve daha anlayışlısın, kalbin onların kalplerinden daha şecaatlidir, sen onlardan daha cömertsin. Sen ümmetimin imamı ve Cennet ve Cehennem’in taksimcisisin. Senin sevginle müminler, kafirler ve münafıklar ayırt edilir." (Süleyman el-Kunduzi' nin "Yenabi' ul Mevedde" S: 86)

              49- Resulullah (saa) şöyle buyurdu: “Her kim Ali’yi severse, sağlam olan kulpa yapışmış olur”



              (Ahmet bin Ahmet Aktib “Nîl’ül İbtihac” s.81 Mısır Bas. / et-Tüsteri el-Meraşi "Şerh-i İhkak’ul Hak" c.7, s.160)



              50- “Bizi Sırât’ul Müstakim (dosdoğru olan yol)’e hidayet et” (Fatiha 6. Ayet)



              a) Bu ayet hakkında İmam Ali kerremallahu vechehü şöyle buyurdu: “Sırat’ul Müstakim biz Ehl-i Beyt’in sevgisidir.”





              (Muhammed Salih el-Kaşfi et-Tirmizi “Menakibu Murtadavi” S.49 Müminun 74 ün tefsiri / et-Tüsteri el-Meraşi "Şerh-i İhkak’ul Hak" c.3, s.557)]

              Yorum


                #8
                Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

                Hadislerde Ehli Beyt
                Resul-u Ekrem (sav) buyuruyorki:
                a) Ehl-i Beyt’in (as) Fazilet ve Üstünlüğü:
                1-“Biz nübüvvet ağacının meyvesi ve risalet madeninin Ehl-i Bey’iyiz; mahlukat içerisinde benden başka Ehl-i Beyt’imden üstün olan birisi yoktur.”
                2-“Şüphesiz Allah-u Teala, bütün fazilet, şeref, cömertlik, cesaret, ilim ve hilmi bende ve Ehl-i Beyt’imde toplamıştır; ve muhakkak ahiret bizim içindir, dünya da sizin için.”
                3-“Hiçbir kimse biz Ehl-i Beyt’e kıyas edilemez.”
                b) Ehl-i Beyt’in (as) Çizgisi ve Yolu:
                4-“Ey İnsanlar! Hiç şüphesiz fazilet, şeref ve üstünlük Allah’ın Resulü’ne ve onun zürriyetine (Ehl-i Beyt’ine) aittir; öyleyse batıl (yollar-görüşler-şahıslar) sizi alıp kendisiyle götürmesin.”
                c) Ehl-i Beyt’in (as) Ümmet Arasındaki Konumu:
                5-“Benim Ehl-i Beyt’im, Nuh’un gemisi gibidir; kim ona binerse kurtulur ve kim ondan geri kalırsa boğulur; ve (yine) Ehl-i Beyt’im sizin (müslümanların) aranızda, Beni İsrail (kavminin) “Hıtta” kapısı gibidir; kim o kapıdan girerse bağışlanır.”
                6-“Yıldızlar (denizlerde yolunu kaybedenlerin) boğulmaktan emanda kalmalarına (kurtulmalarına) vesiledir; benim Ehl-i Beyt’im ise ümmetimin ihtilaftan emanda kalmalarına vesiledir. Bu yüzden Arap’tan bir kabile onlarla muhalefet ederse ihtilafa düşer ve şeytanın hizbinde yer alır.”
                7-“Benim Ehl-i Beyt’imi kendi aranızda, vücuttaki baş ve baştaki iki göz gibi kabul edin. (Tabiatıyla) Baş, gözler olmadan yolunu bulamaz.”
                d) Ehl-i Beyt’in (as) İlim ve Hikmeti:
                8-Resul-u Ekrem (sav) Kur’an ve Ehl-i Beyt’ine işaret ederek:
                “O ikisinden öne geçmeyin, yoksa helak olursunuz; onlardan geriye de kalmayın, yoksa helak olursunuz. Onlara (Ehl-i Beyt’e) bir şey öğretmeğe kalkışmayın; zira onlar sizden daha bilgilidirler.”
                e) Ehl-i Beyt (as) İmamları:
                9-“Benden sonra hepsi Kureyş’ten olan on iki halife olacaktır.” (Cabir ibn-i Semure diyor)

                10- Cabir ibn-i Abdullah-ı Ensari, Resul-u Ekrem’den şöyle naklediyor:
                “Ey Cabir, benim vasilerim ve benden sonra müslümanların İmamları; önce Ali’dir, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali ibn-i Hüseyin, sonra “Bakır” olarak meşhur olacak Muhammed ibn-i Ali; -ey Cabir, sen onu (İmam Bakır’ı) göreceksin, onunla karşılaştığın vakit benim selamımı kendisine söyle- sonra Cafer ibn-i Muhammed, sonra Musa ibn-i Cafer, sonra Ali ibn-i Musa, sonra Muhammed ibn-i Ali, sonra Ali ibn-i Muhammed, sonra Hasan ibn-i Ali, sonra da Kaim (Mehdi)’dir. O, hasan ibn-i Ali’nin oğludur. Allah onun eliyle yeryüzünün doğusu ve batısını fetheder. O, kendi dostlarına o kadar gizli kalır ki, artık Allah’ın, kalplerini iman ile imtihan ettiği kimselerden başkası onun imametine inanmakta sabit kalmaz.”
                f) Ehl-i Beyt’i (as) Tanımak:
                11-“ Biz Ehl-i Beyt’i sevmeye önem verin. Zira hiç şüphesiz, bizi sevdiği halde ölen birisi bizim şefaatimiz ile cennete girecektir. Canım elende olan’a (Allah’a) andolsun ki, bizim (Ehl-i Beyt’in) hakkımızı tanımadan, hiçbir kula, yaptığı amel fayda vermez.”
                g) Ehl-i Beyt’i (as) Sevmek:
                12- İbn-i Abbas’tan şöyle nakledilmiştir:
                “Ey peygamber, de ki: Ben onun (risaletin tebliği) karşılığı olarak, sizden yakınlarımı sevmekten başka hiçbir ücret ve mükafat istemiyorum.” Ayeti nazil olduğu vakit, müslümanlar: “Ey Allah’ın Resulü, sevgileri bize vacip olan akrabaların kimlerdir?” diye sorduklarında: “Ali, Fatıma ve iki çocukları (Hasan ve Hüseyin) dır.” buyurdu.”
                13-“Her şeyin bir esası vardır; dinin esası da biz Ehl-i Beyt’i sevmektir.”
                14-“Bilin ki, kim Al-i Muhammed’in (Peygamber’in Ehl-i Beyti’nin) sevgisi üzere ölürse, şehid olarak ölmüştür; kim Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölürse, (günahları) bağışlanmış halde ölmüştür; Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölen tevbe etmiş şekilde ölmüştür; Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölen, İmanı kamilleşen bir Mü’min olarak ölmüştür; Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölen kimseyi, (önce) ölüm meleği, sonra da Münker ve Nekir cennet ile müjdeler; Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölen kimse, bir gelinin kocasının evine uğurlandığı gibi cennete doğru uğurlanır; Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölen kimse için kabrinde cennete doğru iki kapı açılır; kim Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölürse, Allah onun kabrini rahmet meleklerinin ziyaret yeri yapar; Al-i Muhammed’in sevgisi üzere ölen kimse, (Resulullah’ın) sünneti ve (hak) cemaatının çizgisinde ölmüştür; kim Al-i Muhammed’in buğzu ve düşmanlığı üzere ölürse, kıyamet günü alnına “Allah’ın rahmetinden umudu kesilmiştir” diye yazılı olarak mahşur olur; Al-i Muhammed’in buğzu ve düşmanlığı üzere ölen bir kimse kafir olarak ölmüştür; Al-i Muhammed’in buğzu ve düşmanlığı üzere ölen kimse hiçbir zaman cennet kokusunu almıyacaktır.”
                h) Ehl-i Beyt’e (as) İtaat Etmek Ve Onların Çizgisinde Yürümek
                15-“Kim kurtuluş gemisine binmeyi, güvenilir bir kulptan tutmayı ve sağlam bir ipe sarılmayı severse, Ali’yi sevsin; onun düşmanıyla düşman olsun; ve onun evladından olan hidayet imamlarına uysun; zira onlar benim halifelerim ve vasilerim ve benden sonra Allah’ın yarattıklarına olan hüccetleri, ümmetimin efendileri ve takvalıları cennete rehberlik eden kimselerdir. Onların hizbi, benim hizbim ve benim hizbim Hizbullah’tır. Onların düşmanlarının hizbi ise, Hizbuşşeytan’dır.”
                i) Peygamber’e (sav) Ve Ehl-i Beyt’ine (as) Salavat Getirmek
                16-“Bana kesik salavat getirmeyin.” Kesik salavat nedir? dediler. Buyurdu: “Allahumme Salli ala Muhammed” deyip durmanız. (Kesik ve sonuçsuz salavat olur) Salavatı şöyle söyleyin: “Allahumme Salli ala Muhammed’in ve ala Al-i Muhammed (Ey Allah! Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine rahmed eyle).”
                17-“Kim bir namaz kılar ve onda (namazında) bana ve Ehl-i Beyt’ime salavat getirmezse, o namaz ondan kabul olmaz.”
                j) Ehl-i Beyt’i (as) Ziyaret Etmek
                18-“Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibi olur. Kim Fatıma’yı ziyaret ederse, sanki beni ziyaret etmiştir. Kim Ali’yi ziyaret ederse, aynı Fatıma’yı ziyaret etmiş gibi olar. Kim Hasan ve Hüseyn’i ziyaret ederse, Ali’yi ziyaret etmiş gibi olur ve kim o ikisinin zürriyetini ziyaret ederse, aynı o ikisini ziyaret etmiş gibi olur.”
                k) Ehl-i Beyt’e (as) Tevessül Etmek
                19-“Biz kurtuluş gemisiyiz; kum bu gemiye binerse, kurtulur ve kim ondan uzaklaşırsa helak olur. O halde kimin Allah’tan bir haceti, isteği olursa, onu biz Ehl-i Beyt’e tevessül ederek (bizi vasıta kılarak) dilesin.”
                20-İbni Abbas şöyle diyor:
                “Ben Resulullah’a (sav) Hz.Adem’in, Rabb’inden öğrenip onlarla tevbe ettiği kelimelerin ne olduğunu sorunca buyurdu: “O şöyle yalvardı Rabb’ine: “Muhammed’in, Ali’nin, Fatıma’nın, Hasan ve Hüseyn’in hakkına benim tevbemi kabul eyle.” Böylece (Allah’da)onun tevbesini kabul etti.”
                Peygamberimiz Buyuruyorki;
                “Ya Ali, SEN BANA İLK İMAN EDENSİN. SEN MUSA’YA HARUN NE MENZİLDEYSE, BANA O MENZİLDESİN. ANCAK BENDEN SONRA PEYGAMBER YOK, SEN DÜNYA’DA DA BENİM KARDEŞİMSİN AHİRET’TE DE BENİM KARDEŞİMSİN.”(Ebu Abdullah Buhari-i, Mağazi kitabı, c.3, s.54; Müslim Bin-i Haccac, Sahih-i Müslim Kitabı, s.236-237; İmam Ahmet bin-i Hanbeli, Müsned, c.1, s.98-118-119; Celaed-dini Suyuti “Tarih-il Hülefa”, s.65; İmam-ı Fahri Razi “Mefatihül Gayb” kitabında)
                “GERÇEKTEN BU BENİM KARDEŞİM VE BENDEN SONRA VASİM VE HALİFEMDİR, ONUN SÖZLERİNİ DİNLEYİN VE ONA İTAAT EDİN.” (Tarih-i Taberi, c.1, s.329; Tarih’i İbn’i Kesir, c.2, s.62; Tefsir’ul Gazin, Alauddin şafii, c.3, s.371)
                Resulullah(sav), peygamberlik görevinin henüz başlangıcında vuku bulan hadisleri yazdıklarında bu hadiside yazmışlar ve ona Resulullah(sav)’ın mucizelerinden saymışlardır.



                Yorum


                  #9
                  Ynt: HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HİLAFETE LİYAKATİ

                  gasb edilen hilafet
                  HZ. ALİ (A.S)
                  HİLAFETTEN NASIL MAHRUM BIRAKILDI?




                  Üstat Miyaneci ve Husrovşahi


                  Hz. Ali (a.s) Allah'ın emriyle ve Hz. Resulullah (s.a.a.)'in açık beyan ve tebliğiyle Gadir-i Hum günü halifelik makamına atanmış, ama daha sonra gelişen olaylarda ümmet, Allah ve Resulünün emrini uygulamamışlardı. Hz. Resulullah (s.a.a)'in Gadir-i Hum günü açıkça irâd buyurduğu hutbe henüz bütün Müslümanların kulağında çınlamaktayken, böyle bir şeyin nasıl ve niçin meydana geldiğine şaşırmamak gerçekten mümkün değildir.

                  Mevzunun biraz olsun aydınlığa kavuşması için burada tarihin bir dilimine kısaca değinmek, şu "Sakiyfe hadisesi"nin niçin ve nasıl vuku bulduğunu özetle incelemek durumundayız:

                  1- Târihi belgelerin de sarihen ortaya koyduğu üzere Kureyşliler öteden beri Haşimilere karşı düşmanlık besliyorlardı. Hatta Hz. Resulullah (s.a.a)’in sağlığında bile çeşitli yollarla bu kinlerini defalarca kusmuşlardır ve bu konuda Süleyman Belhi çokça rivayet nakletmektedir.

                  Hatta iş öyle bir hadde vardı ki Hz. Resulullah (s.a.a) "Bazıları, Ehl-i Beyt'im konusunda eziyet ediyorlar bana" diye buyurdular. Bunu duyan Ensar derhal silahlanıp savaşa hazır halde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in yanına gittiler. Muhib Taberi ve Bezzaz'dan gelen bir rivayette Kureyşlilerin bir gün Benî Hâşim'e küstahça çatarak "Çiçek, bazen de bataklıkta yeşerir" (Hz. Peygamber (s.a.a) Haşimilerdendir) dedikleri ve Hz. Resul-ü Ekrem'in bu sözden pek rahatsız olduğu geçer.

                  Kısacası Kureyşliler, halifeliğin Haşimilere kalmasından yana değiller ve bu makamı Haşimilerin elinden almaya çalışıyorlardı.

                  Yakubi, İbn-i Abbas'la Ömer arasında geçen bir konuşmayı aktarırken Ömer'in "Ey İbn-i Abbas! Allah'a yemin ederim ki amcanoğlu Ali, hilafete en layık olan kimsedir hakikaten! Ama Kureyşliler onu görmeye bile tahammül edemiyorlar!..."dediğini yazar.

                  Buna benzer başka bir rivayette de İbn-i Esir aynı sözleri aktarır.

                  İbn-i Ebi'l Hadid, İbn-i Abbas'tan naklettiği bir rivayette Ömer'in şöyle dediğini yazar: "Ben Ali'nin mazlum olduğuna kesinlikle inanıyorum. Muhacirler, sırf yaşça genç olduğu için Ali'yi istemedi.”

                  Aynı anlamdaki cümleleri Ömer'den Taberi de aktarmaktadır ve el-Ğadir'de, Ömer'in sözleri kelimesi kelimesine aktarılmaktadır.

                  Abdulfettah Abdulmaksud "el-İmam Ali" adlı kitabında "Kureyşliler" Hz. Peygambere besledikleri hıncı Hz. Ali'den çıkardılar" der ve "Hz. Resulullah (s.a.a)'e ne yaptılarsa Ali'ye de aynısını yaptılar" diye ekler!

                  Büreyde olayında, Hz. Resulullah (s.a.a)'in yanında, onu Hz. Ali (a.s)'dan şikayette bulunmaya zorladıkları ve böylece Resulullah'ın Ali'ye olan sevgisinin azalacağını umdukları yazılır.

                  Hz. Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin geleceğinden hep endişe duyar ve "Benim ölümümden sonra Ehl-i Beyt'im bu ümmetin elinden pek çok perişanlıklar çekecek ve ümmetim tarafından öldürüleceklerdir."buyururdu.

                  Hz. Ali (a.s) şöyle der: "Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a.a) besledikleri kin ve düşmanlığı bana karşı sürdürdüler ve benim evlatlarıma da aynı şeyi yapacaklar. Benim Kureyş'le bir alıp veremediğim yoktu; ben Allah ve Resulünün (s.a.a) emri gereğince onlarla savaşmıştım"

                  Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere "Muhacirler" olarak tanınan Kureyşliler Hz. Ali (a.s) ve diğer Haşimoğullarına düşmanlık ve kin güdüyorlardı. Her fırsatta dilleriyle veya kinayelerle bu düşmanlıklarını belirtmekte ve huzursuzluk çıkarmaktaydılar.

                  2- Kalbinde hastalık olanlar, bilhassa bazı muhacirler; Hz. Ali'nin İslam ahkâmını uygulama hususunda kimseye en ufak bir müsamaha göstermeyeceğini, bu hususta uzlaşma ve yumuşamasının imkansız olduğunu, buna göre böyle birinin işbaşına geçmesi halinde kendi durumlarının bir hayli zorlaşacağını -en azından, umdukları refah ve mevkilere ulaşamayacaklarını- biliyorlardı. Ömer'in kendisi bunu bizzat vurgulayarak şöyle der:

                  "Vallahi eğer Ali Müslümanların başına geçerse onları doğru yola sokacaktır. Gerektiğinde haklı olarak onlara çatacak, hesaba çekecek ve azarlayacaktır ki bu da insanlara hoş gelmeyecek ve ona karşı kıyam ve isyan edeceklerdir!"

                  3- Mekke'nin fethiyle İslam'ı kabul etmek zorunda kalan Ümeyyeoğulları ve bilhassa Muaviye ile babası, kardeşi ve diğer bir grup, kendi dostlarından, İslam'ın merkezinde esrarengiz bir Emevi örgütü oluşturarak halifeliği Haşimoğullarına kaptırmamak için işe koyuldular.

                  Bu tür bir planın asıl müsebbiplerini bulabilmek için neticede kimin kârlı çıktığına ve sonuç olarak umulan makamları kimlerin elde ettiğine bakmak gerekir.

                  Nitekim, Hz. Ali'nin Ebubekir'e biat için zorla götürüldüğü gün, orada bulunan Ömer'e dönüp "Bu sütü iyi sağ sen; yarısı sana düşecek nasılsa! Bugün Ebubekir için biat topluyorsun ki, yarın halifelik postunu sana devretsin!" diyerek çıkıştığı bilinmektedir.

                  Gerçekten de Ebubekir ne şura, ne de seçim yoluna gitmeksizin kendisinden sonra halifeliği Ömer'e bırakmış, bununla ilgili "yazı"yı, o sırada orada bulunan "Osman" yazmış, üstelik bu yazı da, her nedense Ebubekir'in koma halinde olduğu ve sürekli baygınlık geçirip sayıkladığı son dakikalarında yazılmış ve Ömer tarafından oluşturulan altı kişilik "Şura" da "Ali'nin seçilemeyeceği bir şekilde" tasarlanıp hazırlanmıştı!

                  Yine mevcut belgelere göre Hz. Ali'nin Ömer'in evinden çıkarken, orada bulanan amcası Abbas'a dönüp halifeliğin yine kendisine bırakılmayacağını söylediği bilinmektedir.

                  Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Sakife'de noktalanan "halife tayini" olayı önceden hesaplanıp planı çizilmişti.

                  Önceden hesaplanmış ve kararlaştırılmış bu olayın nasıl gerçekleştirildiği ve hangi yöntemlerle uygulama safhasına getirildiğinin açığa kavuşması için Sakife macerasını ana kaynaklarda nakledildiği üzere adım adım ve özetle incelemek faydalı olacaktır:

                  "Hz. Resulullah (s.a.a) dünyadan göçmüştü. Başlarında Hz. Ali (a.s)’ın bulunduğu Haşimilerle diğer bir grup sahabe, Allah Resulünün (s.a.a) pâk naşının gusül ve kefen işleriyle meşguldür.

                  Muhacirlerin çoğuyla, Useyd bin Heziyre, Beni Abdul Eşhel, Evs kabilesinden bir grup ve Zeyd bin Sâbit'le Beşir ibn-i Sa'd gibi "Ensar"dan müteşekkil bir grup Ebubekir'in etrafına toplanarak aceleyle Benî Sâide Sakifesi'ne doğru hareket ettiler.

                  Bir grup Ensar da, "Sa'd bin Ubade"nin etrafında toplanmıştı. Konuşmalar başladı. Her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca ortada hiçbir söz birliği yokken Ömer kimseye danışmaksızın Ebubekir'in eline sarıldı; nezaketli ifadelerle birbirlerini halife olmaya davet ettiler.

                  Derken, Ömer Ebubekir'e biat etti, Beşir bin Sa'd'le Zeyd bin Sâbit de konuşma yaparak Ebubekir'le biat konusunda Ensarı ikna etmeye çalıştılar; muhacirlerle Ensarın çoğunluğunun biati sağlandı ve halife tayini işi böylece gerçekleşmiş oldu.

                  Burada, dikkatle üzerinde durulması gereken birkaç nokta söz konusudur:

                  Birincisi, Hz. Resulullah (s.a.a)'in ölüm döşeğinde iken verdiği "Usame" komutasındaki ordunun hemen yola çıkması ayrıca Birinci, İkinci ve Üçüncü halifelerin de bu ordunun birer askeri olarak Medine'yi mutlaka terketmelerinin gerekliliği yolundaki kesin ve ısrarlı emrine rağmen Ebubekir, Ömer ve Osaman'ın -şu veya bu sebeple- Resulullah (s.a.a)'in emrine itaat etmeyip Medine'den çıkmadıkları;Hz. Ali'nin (a.s) muhacirlere yönelerek "Allah aşkına ey muhacirler; Hz. Resulullah (s.a.a)’in hükümetine; Ehl-i Beyt'inin hakkı olan bu makama sahiplenmeyin!" demesi.

                  Fazl bin Abbas'ın bu konuda konuşurken sadece Kureyşlileri muhatap alması;

                  Mikdad'ın da "Şura" günü sadece Kureyş'i muhatap alıp "Hilafeti Hz. Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt'inin elinden çekip alan şu Kureyş'in yaptığına şaşırıp kalmamak mümkün değil! Allah'a yemin ederim ki Allah rızası için yapmadılar bunu; dünyayı ahirete tercih ettiler, işin aslı bu!" demesi....vb. karineler bu işi yapanların -birkaç kişi dışında- Ensar olmadığı ve Kureyş'in bu işi plânlayıp uygulayan tek taraf olduğunu apaçık gözler önüne sermektedir. Kureyş'in kimi zaman "Ali'nin yaşça küçük olması"nı bahane ettiği, kimi zaman da "halifelikle peygamberlik aynı ailede olmamalı -bir elde toplanmamalı-" dediği bilinmektedir.

                  Demek ki meselenin aslı, Ömer'in de dediği gibi: "Kureyşlilerin Ali (a.s)'ı halife olarak görmeye tahammül edemeyecekleri"dir.

                  Nitekim aynı şahıslar bazen de "Gadir-i Hum" nassına rağmen içtihada kalkışmakta ve bir yerde Ömer'in de açıkça ifade ettiği gibi "İş öyle icap etti..." ve "maslahat öyle gerektiriyordu."diyerek konuyu kapatmaya çalışmaktaydı.

                  Tabi ki halifelik macerasının kolayca olup bitmediği de bilinmelidir.Sırfbuyüzden Hz. Resulullah (s.a.a)'in mübarek naşı defnedilmeyerek kendi evlerinde, üç gün boyunca, bekletilmiştir..."

                  Evet... Meselenin çok acı boyutları var...

                  Hazret-i Resulullah (s.a.a)'ın rıhletinin pazartesi günü olduğu, temiz naaşlarının ancak Çarşamba gecesi toprağa verildiği kayıtlarda geçmektedir. Komşu evler, ancak Çarşamba gecesi evden gelen kazma kürek seslerini duyunca Hz. Resulullah (s.a.a)'ın pâk bedeninin toprağa verilmekte olduğunu anlamışlardı.

                  Sakife'de olan tartışmalarda Habbab bin el-Münzir-i Ensâri'nin ağzına toprak doldurulmuş, tekmeler altında ezilmekten güç bela kurtarılmıştı. Sa'd ve oğlu Kays ile orada bulunanlar arasında çirkin münakaşalar olmuş, şairler Kureyş ve Ensar adına şiirler söylemiş, birbirlerini hicivler atfetmiş ve sert ifadeler kullanarak suçlamışlardı. Ama sonunda Ensar yaptıkları bu işe pek pişman olmuş ve bu oldubittiden sonra kendi aralarındaki konuşmalarda sürekli Ali (a.s)'ın hilafete daha layık olduğunu belirtmiş ve durum giderek değişerek Ebubekir'in düşmesi an meselesi haline gelmişti.

                  Ancak muhacirler ne yapıp edip, halifeliği Hz. Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'inin elinden almayı başarmıştı. Bu arada mevcut şartların, onların lehine gelişmiş olduğunu da hatırlatmak gerekir. Yemame, Yemen ve Bahreyn'de ortaya çıkan mürtedler olayı, İslam toplumunu tehdit eden ciddi bir tehlikeye dönüşmüş ve bu tehlikenin boyutlarının farkına varan Hz. Ali (a.s) ve Şia’sı olan sahabeler bu iç ihtilafa -kendi haklarının çiğnenmesi pahasına da olsa- hemen son verilmesi gerektiği noktasında karar almışlardı. Çünkü iç ihtilafın farkına varan İslam düşmanlarının Medine'ye saldırıp İslam'ı tarihten silmeleri çok ciddi bir tehlike olarak ortada dolaşmaktaydı.

                  Öte yandan Haşimilerin, bu bozuk ortamda direnip kargaşayı bastırarak duruma hakim olabilecek güçleri de yoktu. Bu kargaşa sonucu gelişen olaylar her ne kadar belli bir grubun işine yaramış olsa da bu durumun doğurduğu sonuçlar bütün İslam ümmetini olumsuz yönde etkilemiş bir takım çarpıklıların doğmasına ve bu çarpıklıkların günümüze kadar devam etmesine sebep olmuştur.



                  HZ. ALİ (A.S)'IN TARAFTARI OLAN BAZI SAHABELERİN SAKİFE OLAYINA İTİRAZLARI
                  Hz. Ali (a.s) ile onu izleyen bir avuç sâdık sahabe Hz. Resulullah (s.a.a)'in mutahhar bedeninin gusül ve kefen işleriyle uğraşırken, çoğunluk denilebilecek kalabalık bir grup, biraz ötede, hilafeti ele geçirebilmek için münakaşalar başlatmış ihtilafa düşmüşlerdi.

                  Bu olaylar neticesinde "oldu bitti"yle karşı karşıya bırakılan Hz. Ali'yle Şia’sı -onu izleyenler- söz konusu çoğunluğa karşı gerekli mücadele imkanlarına sahip olmadıkları ve İslam dünyasını tehdit etmeye başlayan mevcut şartların bir iç ihtilafa hiç mi hiç izin vermeyen böylesine bir ortamda meseleyi karşılıklı görüşmeler ve tebliğ yoluyla halletmeyi tercih edip Müslümanları bu "aceleci, zamansız eylem"leri noktasında uyararak bu yaptıklarının ileride çok kötü sonuçlar doğuracağına dair nasihatlerde bulundular.



                  HZ. ALİ (A.S)'IN TAVRI
                  İbn-i Kuteybe (ö: h.270) "el İmâme Ve's Siyase" adlı kitabının "Ali'nin Ebubekir'e biat etmemesi" başlıklı bölümünde Ali (a.s)’ın Ebubekir'e biat etmemesinin nedenlerini anlatan konuşmasını aktardıktan sonra "Ali (a.s) orada bulunan muhacirleri muhatap alarak şöyle dedi" der: ".... Allah aşkına ey muhacirler, Muhammed (s.a.a)’in kurduğu hükümeti onun Ehl-i Beyt'inden almayın, Ehl-i Beyt'i, hakkı olan bu makamdan uzak tutmaya çalışmayın. Ey muhacirler -Kureyş- Allah'a yemin ederim ki biz, insanlar içinde hilafete en lâyık olanlarız! Çünkü biz "Ehl-i Beyt"iz! Siz de bilirsiniz ki "Kur'an-ı Okuyan", "Allah'ın dininde fakîh olan", "Allah Resulünün (s.a.a) sünnet ve yöntemini en iyi bilen", "halkın işlerine vâkıf", "bütün zulüm ve haksızlıklara karşı halkın haklarını müdafaa eden" ve "beyt'ulmalı eşit şekilde dağıtan"; bu "Ehl-i Beyt"in arasındadır. İşte bundan dolayıdır ki liyakat ve hak sahibi biziz! Ve yine Allah'a andolsun ki böyle biri, biz Ehl-i Beyt'in arasındadır şu anda! Hevâ ve heveslerinize, nefsânî arzularınıza kapılmayın; yoksa Allah'tan uzaklaşır, Hak'tan kopup gidersiniz..."

                  Tarih, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma (a.s)’ı bir bineğe bindirerek akşamları teker teker sahabenin kapısını çaldığını ve onlardan yardım istediğini, onlarınsa Hz. Fatıma (a.s)'a şu cevabı verdiklerini yazar: "Ey Resulullah (s.a.a)'in kızı! Biz Ebubekir ile biat etmiş bulunmaktayız artık! Eğer Ali ondan önce gelip biat isteseydi elbette ki Ali'ye biat ederdik!" Bu cevap üzerine Hz. Ali "Ben Hz. Resulullah (s.a.a)’in cenazesini ortada bırakıp hilafet için biat toplama derdine düşemezdim!" demekteydi.



                  HZ. FATIMA-I ZEHRA (A.S)'IN İTİRAZI
                  Fedek meselesi için camiye gelmiş olan Hz. Fatıma (a.s), Fedek meselesini ele alarak oldukça düşündürücü ve çarpıcı bir konuşma yapmış ve hilafet konusuna da değinerek şöyle demişti:

                  "Allah Teala, Resulünü Berrin cennetlerinde peygamberlerin bulunduğu yere götürüp onu sizden ayırınca, sizde nifak kinleri görünmeye başladı ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in zamanında konuşmaya cesaret edemeyen "sapmışların sözcüsü"nün dili söyler oldu, cahillerle yalancılar belli oldu. Şeytan sizi çağırdı, ona icabet ettiniz; başkasına ait deveye binip başkalarına ait bir pınara yöneldiniz"

                  Hz. Fatıma-ı Zehra (a.s)'ın bu hutbesi epey tafsilatlıdır, dileyenler, bu hutbeyi içeren eselere bakabilirler.

                  Hz. Fatıma-ı Zehra (a.s) ölüm döşeğindeyken Ensar ve Muhacir hanımlarından kendisini ziyarete gelen bir gruba şöyle dediler: "...Müslümanlar Ali'de ne hata buldular ki, halifeliği onun elinden alıp başkasına verdiler?! Evet, Allah'a yemin ederim ki Ali'nin keskin kılıcı, azimli ve yolundan dönmez adımları ve uygulamada hiçbir müsamaha ve ayrıcalık tanımaması, ilâhi ahkâm konusundaki bilgisi, Müslümanlara hoş gelmedi. Ama Allah'a ant olsun Hz. Resulullah (s.a.a)’in Müslümanların idaresini kendisinden sonra ona bıraktığı gibi onlar da ona bıraksaydı, Ali İslam ümmetini ifrat ve tefrite düşmeksizin idare ederdi. Çünkü Ali risaletin dayanağı, nübuvvetin sağlam beli (desteği) ve dinle dünya işlerinin bilgesidir. Şunu bilin ki İslam ümmeti bu işte apaçık kendi zararına olacak şekilde davrandı. Allah'a yemin ederim ki Müslümanlar Ali'nin yöneteceği bir hilafette eziyete uğramaz, sıkıntıya düşmezlerdi, Ali onları adalet ve bilgi pınarına doğru götürür ve doyasıya susuzluklarını giderirdi (herkes Hz. Ali'nin ilminden faydalanmış olurdu). Yerin ve göğün bereketleri Müslümanlara açılıverirdi o zaman!

                  Sözlerime iyi kulak verin ve bu duyduklarınızı sakın unutmayın: Daha nice şaşırtıcı şeyler göreceksiniz, bekleyin hele.. Bu işte hangi delil ve karineyle davrandı onlar? Neye dayanarak yaptılar bunu? Cesur ve işbilir bir uzmanı bırakıp korkak ve işbilmez birine sarıldılar.

                  "Yolu bilip de diğerlerine de doğru yolu gösteren"in mi, yoksa "yolu bilmeyen ve kılavuzluğa ihtiyacı olanın mı, halkı yönetmeye daha lâyık olduğunu bilmeyen şu güruha yazıklar olsun!

                  Ne oldu sizlere böyle?! Nasıl vardınız bu hükme?! Evet! Müslümanların yaptığı bu iş, tıpkı gebe devenin durumu gibidir... Bekleyin hele, yakında doğuracak; o zaman süt yerine kâse kâse kan ve öldürücü zehir sağacaksınız! İşte o zaman kötüler zararlı çıkar, gelecek nesiller geçmiş nesillerin düzüp koştuğu uğursuz temellerin sebep olduğu sonuçları görürler... O halde kesinlikle sizi saracak olan fitne ve fesadı bekleyedurun.

                  Keskin bir kılıç, her yeri sarıp kuşatacak daimi bir kargaşa ve zalimlerin diktatörlük ve zorbalığıdır bundan böyle sizi bekleyen... Varınızı yoğunuzu yağmalayacak, olgunlaşmış buğday başakları gibi tırpanlayıp biçecekler sizi! Bu uğursuz işin nelere yol açacağı şu anda belli değildir sizlerce... Ne de zavallıdır bunlar! Sizin kendiniz biat etmeye gelmedikçe biz Ehl-i Beyt, sizi zorlayamayız!

                  Hz. Fatıma'nın (a.s) bu konuşmasını dinleyenler içinde sağ kalıp Hırre hadisesini gözleriyle görenler; Medinelilerin nasıl üç gün boyunca acımasızca katledildiğini, Kureyşle Ensardan 700, sahabaden 70 ve diğerlerinden de onbin kişinin öldürüldüğüne bizzat şahid olmuşlardı.

                  Tarih'ul Hulefâda, bu hadisde 1000'e yakın Medineli bakire kızın tecavüze uğradığı yazılmıştır.



                  HZ. HASAN BİN ALİ (A.S) NE DEDİ?
                  İmam Hasan (a.s) Mescidunnebi'ye girdi- Ebubekir'i minberde görür görmez "Babamın yerinden in" dedi.

                  Aynı olay Ömer döneminde de olmuş ve bu defa da İmam Hüseyin (a.s) aynı şeyi Ömer'e söylemişti!

                  İmam Hasan (a.s) babasının şehadetinden sonra -o gün- minbere çıkarak şöyle buyurdu: "Biz, Allah'ın galip gelecek olan hizbiyiz -Hizbullah- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in mutahhar soyu, onun pâk ve tertemiz Ehl-i Beyt'iyiz. Hz. Peygamber (s.a.a) bu ümmet arasında iki ağır ve paha biçilmez emanet bıraktı; birincisi Allah'ın kitabı, ikincisi ise biz Ehl-i Beyt'iz! O halde biz Kur'an'ın tefsiri hususunda ümmetin -başvurması gereken- mercileriyiz. Kur'an'ın hakikatlerini bilen beyan edicileriz, o halde emrimize itaat edin! Bize itaat etmeniz farzdır; bu Allah ve Resulü'nün emrine itaatir".

                  İmam Hasan (a.s) Muaviye'ye yazdığı bir mektupta şöyle buyurur:

                  "Allah Teala, Peygamberini ümmetin arasından alınca Araplar onun yerine geçme hususunda birbirleriyle tartışıp çekişmeye düştüler. Kureyşliler "biz Peygamberin akrabasıyız ve O'nun vârisiyiz, O'nun saltanatı hususunda bizimle tartışmayın" dediler.

                  Araplar, Kureyşin bu istidlalini kabul etti, ama Kureyşliler bizim aynı konudaki -akrabalık- delilimizi kabul etmediler! Ne yazık ki Kureyşliler, Araplara kabul ettirdikleri şeyi, bizim hakkımızda kendileri kabul etmemekle haksızlık ettiler!"



                  HZ. SELMAN'IN İTİRAZI
                  Sakîfe günü Selman şöyle demişti: "Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'inden sapıp bir ihtiyara biat ettiniz. Halifeliği Ehl-i Beyt'e bıraksaydınız kimse karşı çıkmaz, muhalefet etmezdi, nimetlerle dolu şerefli bir hayat sürdürürdünüz. Ama siz yapacağınızı yaptınız ve yapmanız gerekeni yapmadınız!"



                  HZ. EBUZER'İN GÖRÜŞÜ
                  O gün Ebuzer Medine dışındaydı. Medine'ye geldiğinde Ebubekir'in halife olduğunu görünce şöyle dedi: "Kılıcı aldınız, ama kınını unuttunuz (halifeliği kabullendiniz, ama gerçek halifenin yerini bilemediniz). Bu halifeliği Hz. Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Bet'ine bıraksaydınız kimsenin itirazı olmazdı."

                  Ya’kubi şöyle yazar: Ebuzer Mescidu’n-Nebi'de bir konuşma yaparak şöyle dedi: "Muhammed, Âdem'in ilminin vârisi olup bütün peygamberlerin faziletlerini kendisinde toplamıştır. Ali de Hz. Pegmaber’in vasisi ve O'nun ilminin vârisidir. Ey ne yapacağını bilemeyen şaşkın ümmet! Eğer Allah'ın öncelik tanıdığına öncelik tanır, Allah'ın geride bıraktıklarını geride bırakır, halifeliği gerçek hak sahibi olan kendi peygamberinizin Ehl-i Beyt'ine verseydiniz dört bir yandan nimetler gelirdi sizlere ve kimse de muhalefet etmezdi."

                  Ya’kubi, kitabının 2. ciltinde Muaviye'nin biat meclisinde Kays'ın söylediklerini nakleder.

                  Tarihte de kaydedilmiş olduğu üzere şii sahabiler, imkanları ölçüsünde gayret gösterdiler, ellerinden geleni yaptılar, bilhassa altı kişilik şurâ oluşturulduğu gün durumu düzeltmek için çok çaba sarfettiler; ancak ümmet, kendi durumunu değiştirmedi.

                  İbn-i Ebi'l Hadid şöyle yazar: "Ammar Mescidu’n-Nebi'de ayağa kalkıp bir konuşma yaptı. Cemaat dört bir taraftan bağırarak susup yerine oturması için uyardılar, ihtar ettiler, hatta bazıları "halifelik işlerinden sana ne?! gibi laflar ettiler. Ammar yerine oturup "Allah'a şükürler olsun; haktan yana olanlar her zaman mazlum olmuşlardır," dedi.



                  KARŞI ÇIKANLAR KİMLERDİ
                  Halifelik olayında Hz. Ali (a.s)'in etrafında toplanıp çoğunluğun yapmış olduğuna ilk itiraz edenler, yani ilk "şii"ler ne adı sanı belli olmayan, ne de heva ve heveslerine kapılıp dünyalarına uyan kimselerdi. Bilâkis, bunların tamamı sahabe-i kiramdan olup Hz. Resulullah (s.a.a)’in yüce öğretisinde yetişmiş, bildiklerini ondan öğrenmiş zahid, abid, bilinçli, âlim, siyaset bilimine vâkıf basiretli ve ileri görüşlü dürüst kimselerdi. Her biri, İslam tarihinde asırlarca anılacak türden hizmet ve fedakarlıklarda bulunmuş, seçkin birer sahabe olan bu Müslümanlar, sıradan insanlar değildi.

                  Şia’nın önde gelenleri Ammar, Ebuzer, Mikdad ve Selman gibi sahabelerin Allah ve Resulü katında ne yüce makamlara sahip oldukları herkesçe bilinmektedir.

                  Bu büyük sahabelerin kim oldukları ve neler yaptıklarını anlamak için Ebu Naim İsfehani'nin Hılyet'ul Evliya'sına, Hatib'in Tarih-i Bağdad'ına, İbn-i Asâkir'in Tarih'ine, İbn'ul Cevzi'nin Safvatul Safve'sine, Hâkim'in Müstedrek'ine Müslim'in sahih'ine, İbn-i Esir'in Usd'ul Ğabe'sine, İbn-i Hacer'in İsabe'sine, Ebu Ömer'in İstiab'ına bakmak gerekir. Bu kaynaklarda adı gelen sahabelerin üstün özellikleri anlatılmış ve her biri hakkında Hz. Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu vasıf ve övgüler aktarılmıştır ki Taberi, Kamil ve Yakubi'nin Tarih'leriyle Belazuri'nin Futuh'ul Buldan, Vakidi'nin Futuh'ul Şam ve İbn-i Hişam'la Halebi ve Zeyni Dehlan'ın siyer ve tarih kitaplarında bu yüce sahabilerin İslam uğrunda katlandıkları zorluklar, katıldıkları savaşlar, gösterdikleri fedakârlıklar, başarılar... vb. seçkin hasletleri ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.



                  EHL-İ BEYT'İN (A.S) VELAYETİNE DAİR MÜTEVATİR NASSLAR
                  Esasen Şia ile Ehl-i Sünnet'in hilafete yükledikleri mana ve mefhumlar birbirinden farklıdır. Çünkü Ehl-i Sünnet; hilafeti herhangi bir makam gibi biliyor ve "halife" Müslümanların başına geçen, onları idare edip yöneten kimsedir" der.

                  Şia ise şöyle der: Peygamberlik makamı nasıl Allah Teala tarafından belirlenen ilâhi bir makam ve görevse, insanların görüş ve tercihlerine bırakılmıyorsa, imamet de insanların görüş ve tercihlerine bırakılmayan ilahi bir makamdır ve hilafet görevi imamın işlerinden biridir. O halde imamın da Allah ve Resulü tarafından tayin edilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda halife de masum olmalı, insanoğlunun bütün eksikliklerini -vahyî sistem çerçevesinde- en sağlıklı şekilde nasıl giderilebileceğini eksiksiz ve noksansız bilmelidir.

                  Şia, Hz. Resulullah (s.a.a)’in Hak Teala'nın (c.c) emriyle Hz. Ali (a.s)'ı velayet ve imamet makamına tayin edip bu hususta Müslümanlardan biat aldığına inanır.

                  Şia’nın bu hususta dayandığı nass ve karineler Ehl-i sünnet kaynaklarında bizzat mütevatir olarak rivayet edilmiştir. Burada, meseleyi araştırmak isteyen okuyucular için bu kaynaklarda geçen rivayet ve hadislerin bir kısmını özetle aktarıyor, daha tafsilatlı bilgi edinmek isteyenlerin, bu kaynak eserlere ve konuyla ilgili geniş bilgiler içeren diğer kitaplara başvurmasını rica ediyoruz.

                  A- Haşimoğullarını Davet

                  "... En yakın akrabalarını korkut..." ayeti nazil olunca Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’a yemek hazırlamasını ve Haşimoğullarının yaklaşık 40 kişiyi bulan erkeklerini davet etmesini istedi. Yemekten sonra şöyle buyurdu: "Ey Abdulmuttaliboğulları! Yemin ederim ki, Araplar içinde kavmine benim getirdiğimden daha iyisini getiren hiç kimse olmamıştır. Ben Allah tarafından, sizi O'na çağırmak için görevlendirildim."

                  "Bu yolda çekeceğim zahmet ve sıkıntılarda aranızdan hanginiz bana ortaklık edeceksiniz? Kim bana iman ederse o benim kardeşim, vasim ve aranızda halifem olacaktır."

                  Herkes susmuştu. Bu sırada Hz. Ali (a.s) ayağa kalkarak Resulullah (s.a.a)'e biat etti.

                  Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) elini Ali'nin omzuna koyup "Bu benim kardeşim, vasim ve aranızda halifemdir; onu dinleyin ve emirlerine itaat edin." buyurdu.

                  Bu hadis, halifelik meselesine yeterince ışık tutmakta ve tarihte çözülmeden bırakılan birçok düğümü çözmektedir:

                  Evvela: Hz. Ali (a.s)'ın hilafetinin, Hz. Peygamber (s.a.a)’in bi'set gününden itibaren nübüvvetle iç-içe gündeme getirildiği ve sırf Gadir-i Hum gününe mahsus bir ilan olmadığı ortaya çıkmakta ve risaletin aslının; tevhidden sonra Hz. Resulullah (s.a.a)’in nübuvveti ve Ali (a.s)'ın velayeti olduğu anlaşılmaktadır.

                  İkincisi: Hz. Resulullah (s.a.a)’in henüz Gadir-i Hum günü olmadığı halde, bi'setinin ilk gününden başlayarak vefatına değin çeşitli zaman ve mekanlarda kimi zaman işaretle, kimi zaman açık ve net olarak Hz. Ali (a.s)'ın hilafetini niçin bunca tekrarlayıp durduğu böylece anlaşılmaktadır.

                  (Hılyet'ul Evliya, Yenabiy'ul Mevedde, Nur'ul Ebsâr, Tarih-ul Hulefa, Hasais'un Nesaî, Feraid'us Sımtayn, Menakıb-i Harezmî, Tarihi İbn-i Asakir, Hakim'in Müstedreki... vb. ana kaynak eserler bu konuyla ilgili hadis ve rivayetlerle doludur).

                  Bütün bunlar, bi'setin ilk gününden itibaren hilafet meselesinin çözüldüğünü ve halifenin tayin edildiğini göstermektedir ki Hz. Resulullah (s.a.a) de her fırsatta bu ilâhi emri açıklayıp vurgulamaktaydı. Gadir-i Hum günü gerçekleşen şey, bütün ümmetin resmen biatini almaktan ibaretti sadece.

                  B- Gadir-i Hum Hadisesi

                  Hicretin 10. Yılıydı, Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) Veda haccı olarak bilinen son haccından dönerken Mekke'yle Medine arasında bulunan "Gadîr" denilen mekanda Allah'ın emriyle konaklama emri verdi ve develerin semerlerinden bir minber kurdurdu. Hz. Peyagamber (s.a.a) bu minbere çıkarak bir hutbe okuduktan sonra Hz. Ali (a.s)’ın kendisinden sonra velayet ve hilafet -velî ve halife- makamına atanmış olduğunu açıklayıp orada bulunan Müslümanlardan Ali (a.s)'a biat aldı.

                  Sayıları 110'a varan sahabe tarafından rivayet edilmiş bulunan bu hadis-i şerif (Gadir-i Hum Hadisi) Ehl-i sünnet kitaplarında çeşitli yol ve nakillerle nakledilmiştir. Bu kaynaklar, bilhassa Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki senet ve rivayetlerin tafsilatı için Mir Hamid Hüseyin Hindi'nin "Abekat-ul Envâr"ıyla "el- Gadir"in 1. cildine bakılması yeterli olacaktır.

                  Tefsir, lügat ve tarih bilimcileri arasında çok meşhur olan bu hadisle ilgili olarak tanınmış Müslüman şairlerden günümüze ulaşan şiirler binleri bulmakta ve her yıl da bunlara yenileri eklenmektedir.

                  Enes bin Malik, Bura bin Âzib, Bureyde, Ebu Hureyre, 1. halife Ebubekir, Hz. Resulullah (s.a.a)’in zevcelerinden, Ümmü’l-müminin Ümm-ü Seleme, Ubeyy bin Kâ'b... ve daha birçok tanınmış sahabe, bu hadisi mütevatiren rivayet edenler arasındadır.

                  C- Sakaleyn Hadisi

                  Hz. Peygamber (s.a.a)’in defalarca ashabına "Aranızda iki ağır emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve itretim (öz yakınlarım) olan Ehl-i Beyt'im. Bunlar, kıyamet günü bana kavuşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar." buyurduğu mütevatiren sabittir.

                  D- "El- Hulefâ-u Ba'di İsna Aşer" Hadisi

                  Ehl-i Sünnet kaynaklarından Hz. Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu geçer: "Benim vasim ve halifelerim on iki kişidir, tıpkı İsrailoğulları'nın nakibleri gibi. Tamamı Kureyş'tendir" ve bir diğer rivayette; "Haşimoğullarındandırlar."

                  Hz. Resulullah (s.a.a)’in vasi ve halifelerinin on iki kişi olduğunu açıkça belirten hadisler meşhur ve menkul yolla çokça ulaşmıştır.

                  Zamanın da ortaya koyduğu gibi Hz. Resulullah (s.a.a)’in kendisinden sonra "halifeleri" olarak buyurduğu on iki kişi onun itreti olan Ehl-i Beyt'indendirler. Bu hadisle kastedilenlerin hulefâi raşidin olarak bilinen halifeler olması mümkün değildir, çünkü hulefâi raşidinin sayısı on iki değildir. Bunların Emevî sultanları olabileceği de düşünülemez; çünkü evvela, Emevi sultanları sayıca on ikiden fazladır. İkincisi, işledikleri onca cinayet ve gayri İslami amellerden sonra onların "Resulullah (s.a.a)’in halifeleri" olarak tanımlanması mümkün değildir. Abbasiler de olamaz, çünkü Abbasi halifelerinin de sayısı on ikiden fazladır.

                  Hadisin maksadı "vasi ve halifelerin" Ehl-i Beyt (a.s) imamları olduğu apaçık ortadadır. Çünkü sayıca da on iki olan Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) her biri, kendi çağının iman, takva, bilgi ve basirette en ileri şahsiyetleriydiler.



                  Konuyla İlgili Rivayet ve Hadislerin, Geçtiği, Kaynaklar
                  Yukarıda zikri geçen hadislere ilaveten "Mübahele Hadisi" "Menzilet Hadisi"... gibi daha başka hadislerden de bahsedilebilir ki bunlar da çeşitli yerlerde Ehl-i Sünnet kaynaklarında mükerreren geçen hadislerdendir. Daha fazla bilgi için "Abekat" ve "el- Gadir" kitaplarına bakılabilir.

                  İslam ümmetinin Ehl-i Beyt (a.s)'in yolunu izlemesi gerektiğine dair yine birçok hadis mevcuttur.

                  Sefine hadisi olarak bilinen "Benim Ehl-i Beytim Nuh'un gemisine benzer; gemiye binen kurtulur, binmeyen boğulur, helak olur gider" meşhur hadis-i şerif'i, İbn-i Sebbağ'ın "el- Fusul ul-Mühimme"sinde (s:10), "Yenabi-u'l Mevedde"nin 117 ve 258. sayfalarında, "Nur-ul Ebsar"ın 114. sayfasında ve "İs'âf-ur Rağıbîn"in 3. sayfasında geçer.

                  El-Fusulu’l-Mühimme'yle İs'afu’r-Rağıbîn'de Ebuzer'in Hz. Resulullah (s.a.a)’ten rivayet etmiş olduğu şu hadis vardır: "Benim Ehl-i Beyt'imi vücutta baş ve başta göz mesabesinde bilin; başsız bir vücut hiçbir şey yapamaz ve gözü olamayan bir baş da yolu bulamaz."

                  Yenabiu’l-Mevedde'nin 136, 142, 216, 190 ve 258. sayfalarıyla Fusul-ul Mühimme'nin 2. sayfası ve Kifayet-ut Tâlib'in 188. sayfasında Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in şu hadis-i şerifi geçer: "Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin ile savaşana karşı savaşırım ben; bunlarla barışık olanlarla barışık olurum."

                  İbn-i Âsâkir'in Târihi c: 4, s:204'te, Yenabiu’l-Mevedde s:245, 247 ve 87'de Ebu Said-i Hudrî'den naklen, yine Yenabi'ul Mevedde s:7, 87, 138, 188, 190, 243 ve 400'de İmam Hasan (a.s) ile Said bin Ebu Vakkas'tan naklen, Nur'ul Ebsâr, s: 3''le İbn-i Asâkir, c.4, s:204 ve c:5, s.204 ve Kifayet-ut Talib, s:12 ve 228'le, Sahih-i Müslim, c:7, s:130, Ayşe ile Ümm-ü Seleme'den naklen ve Yenabi'ul Mevedde, s:190, 87'de Vâsıla b. El-Askâ'dan naklen ve yine s:190'da El-Hamra'dan Muakkal bin Yesâ'dan naklen; Nur'ul Ebsâr, s:112'de Enes bin Mâlik'den; Yenabi'ul Mevedde, s:190'la, s:87'le Kifaye't-ut Talib, s:32, ve 227'de Amr-u bin Ebiy Seleme'den naklen; Mukatil-ut Talibin, s:33'te "TATHİR AYETİ"nin Ehl-i Beyt (a.s) için inmiş olduğu geçer.

                  Yenabi-ul Mevedde, Fusul'ul Mühimme, Nur'ul Ebsâr, İs'âf, ur Râğibiyn, İbn-i Hacer'in Sevâik'i, Ferâid-us Sımtayn ve Hasâis-i Nesâî... vb. kaynaklar bu rivayetlerle doludur. Bütün bu hadis ve rivayetler Hz. Resulullah (s.a.a)'in mutahhar Ehl-i Beyt'inin ümmetin imamları, liderleri, öncüleri ve başları olduklarını göstermektedir

                  Yorum

                  YUKARI ÇIK
                  Çalışıyor...
                  X