Şia'nın başlangıç noktasını Peygamber (s.a.a) efendimizin hayatta bulunduğu dönem olarak bilmek gerekir. Şia, ilk olarak Ehl-i Beyt İmamlarının birincisi olan "Hz. Ali Şia'sı" adıyla tanındı. Yirmi üç yıl süren davetin zahir olup, ilerleme döneminde Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) dostları içinden böyle bir topluluğun kendiliğinden oluşmasını gerektiren bir çok olaylar olmuştur.[5] Örneğin:
1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bi'setin ilk günlerinde, Kur'an-ı Kerim'in kesin hükmüne göre[6] akrabalarını kendi dinine davette bulunmaya memur kılındığı zaman, onlara apaçık bir şekilde. "Sizlerden hanginiz davetimi ilk olarak kabul ederse, benim vasim ve vezirimdir." buyurdular. Ali (a.s), herkesten önce ayağa kalkıp İslam'ı kabul etti. Peygamber (s.a.a) Efendimiz de, imanını ve verdikleri vadeleri kabul ettiğini açıkladılar.[7]
Bir rehberin kıyam ettiği ve mücadele verdiği ilk günlerde dostlarının içerisinden birini kendi vasilik makamıyla, başkalarına tanıtması ama vücutları baştan ayağa fedakarlıkla dolup taşan kendi dostlarına tanıtmaması, yahut tanıtıp da yaşantı ve davetinin bütün aşamalarında, onu vezirlik görevlerinden alıkoyması ve bu makamın ihtiramını gözetmeyip onunla diğerleri arasında hiç fark gözetmemesi mümkün değildir.
2- Şia ve Ehli-Sünnetin Mütevatir ve Mustafiz olarak rivayet ettikleri hadislere göre Resulullah (s.a.a) apaçık bir şekilde özetle şöyle buyurmuştur:[8] "Ali (a.s), işlerinde ve sözlerinde her türlü hata ve günahtan masumdur. Söylediği sözlerin ve yaptığı işlerin hepsini İslam dinine uygun olarak yerine getirir. İslam maarifi (öğretileri) ve şeriat hakkında halkın en bilginidir."[9]
3- Hz. Ali (a.s), Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Mekke'den Medine'ye hicret edecekleri gece,[10] O'nun yatağında uyuması gibi değerli hizmetler ve şaşırtıcı fedakârlıklar yapmıştır. Bedir, Uhud, Handek ve Hayber savaşlarındaki fetihlere O'nun vasıtasıyla erişilmiştir. Eğer bu olaylardan herhangi birinde onun yardımı olmasaydı, İslam dini ve Müslümanlar düşmanların eliyle kökleri kazılıp yok olurlardı.[11]
4- Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin onuncu yılında son hac ziyaretinden dönerken -Cuhfe vadisinde- Gadir-i Hum olarak bilinen yerde Hz. Ali'yi (a.s) bütün halkın velisi, kendisi gibi müminlerin emiri ve mütevellisi (idare edeni) olduğunu açıklayıp halka tanıtmışlardı.[12]
Herkesin kabul ettiği[13] bu imtiyaz ve özel faziletler ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) olan sonsuz derecede muhabbet ve sevgisi[14] -ister istemez- fazilet ve hakikat aşıklarından bir grubu Hz. Ali'yi sevmeye ve ona itaat etmeye sevk etmiştir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'ye göstermiş olduğu bu sevgi ve muhabbet, diğer bu grubu da ona karşı haset beslemeğe ve kin gütmeye itmiştir.
Buraya kadar zikredilen bütün delillerin yanı sıra, "Ali Şia'sı" ve "Ehl-i Beyt Şia'sı" isimlerine, Peygamber'in (s.a.a) birçok buyruklarında[15] rastlamak mümkündür.
2- ŞİA AZINLIĞININ EHL-İ SÜNNET
ÇOĞUNLUĞUNDAN KOPMASI VE
İHTİLAFIN ÇIKIŞ NEDENLERİ
Hz. Ali'nin (a.s) taraftarları ve izleyicileri, onun Hz. Peygamber (s.a.a), sahabe ve Müslümanlar yanında olan makam ve mevkisine istinaden, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından sonra, hilafet ve mercilik makamlarının onun uhdesine olacağına kesin gözüyle bakıyorlardı.
Zaten, Peygamber Efendimizin (s.a.a) rahatsız olduğu günlerde vuku bulan birkaç hadise[16] dışında, bütün durumlar ve vaziyetler, onların görüşünü doğruluyor ve pekiştiriyordu. Ama beklediklerinin tam aksine, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatlarından sonra, henüz mutahhar cesetleri defin edilmemişken, Ehl-i Beyt ve sahabelerden bir kısmının defin, teçhiz ve yas hazırlığı içerisindeyken, daha sonraları çoğunluğu elde eden bir grubun çok erken davranıp Resulullah'ın Ehl-i Beyt ve yakınlarıyla istişare etmeden hatta en azından haber bile vermeksizin, Müslümanların hayrını gözetme bahanesiyle kendi başlarına halife tayin ettiklerini duydular. Böylece Ali (a.s) ve dostlarını olmuş, bitmiş bir hadiseyle karşı karşıya bıraktılar.[17] Hz. Ali (a.s) ve Abbas, Zübeyr, Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar gibi taraftarları, Peygamberimizin defin merasimini bitirdikten ve bu olayla ilgili bilgi edindikten sonra seçimle olan bu hilafete ve elemanlarına tenkit makamında itirazda bulundular. Bazı toplantılar düzenlediler. Ama cevap olarak: "Müslümanların hayrı bundadır." sözünü işittiler.[18]
Evet, azınlığı çoğunluktan ayırıp koparan ve onları "Ali Şia'sı" diye topluma tanıtan neden, azınlığın bu tenkit ve eleştirileri ve karşı grubun da itiraflarıydı. Bu olayın ardından hilafet makamı, zamanın siyaseti gerekçesiyle adı geçen azınlığın bu adla tanınıp, neticede toplumun azınlık ve çoğunluk diye ikiye bölünmemesi yolunda çaba harcıyor ve bu meseleyi yakından takip ediyordu. Bunun için hilafetin ittifakla gerçekleştiği yolunda iddiada bulunuyorlar ve itiraz edenlere "Müslüman cemaatından ve biatten kaçanlar" adını takıyorlardı. Hatta bazen bunlar hakkında kötü tabirler kullanıyorlardı.[19]
Elbette Şiiler ilk günlerden beri çağın siyasetine mahkum kaldılar ve itirazda bulunmakla da hiç bir yere ulaşamadılar. Hz. Ali de İslam ve Müslümanların maslahatını gözetmesi ve yeteri kadar gücü olmadığından, kanlı kıyamlara elini uzatmadı. Ama itirazda bulunan azınlık, görüş ve inancında çoğunluğa teslim olmayıp, ilmi mercilik ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) halifeliğini Ali'nin (a.s) özel ve mutlak (kayıtsız, şartsız) hakkı bildiler.[20] Bu yüzden ilmi ve manevi müracaatları ancak o Hazrete yakışır biliyorlar, ona davette bulunuyorlardı
3- İLMİ MERCİLİK VE HİLAFET MESELESİ
Şia, İslami öğretilerden çıkardığı sonuca göre, İslam talimatı ve dini eğitimin açıklanması,[22] daha sonra toplum içerisinde tamamen uygulanmasının, toplum için birinci derecede önem taşıdığına inanır.
Başka bir deyişle; toplumun fertleri ilk önce dünya ve insana gerçek gözle bakmalıdırlar, insani vazifelerini tanıyıp istekleriyle zıt olsa dahi yerine getirmelidirler.
İkinci derecede, din üzerine kurulu bir hükümet, toplumda gerçek İslami düzeni, halkın Allah'tan başkasına kul olmamasını, gerçek anlamıyla özgürlüğü, ferdi ve toplumsal adaletten yararlanmalarını sağlayacak bir biçimde uygulamalı ve onu korumalıdır.
Bu iki amaca ancak ismet ve ilahi masumiyete sahip kimselerin vasıtasıyla ulaşılabilir. Aksi takdirde kendilerine bırakılan görevlerde fikir sapıklığı olan ve ihanetten geri kalmayan şahıslar, fetva kaynağı yahut ilmi mercilik makamını ele geçirebilirler. Böylece tedricen İslam'ın adalet üzerine kurulu özgürlük kaynağı olan İlahi velayet, Kayser (Bizans hükümdarlarının unvanı) ve Kisra (Sasani padişahlarına verilen unvan) saltanatına dönüşür. İslam'ın yüce öğretisi diğer dinlerde olduğu gibi, egoist ve heveslerine kapılan aydınların eliyle tahrif edilebilir.
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) tasdik ettiğine göre, yaptığı işlerin ve konuştuğu sözlerin ve izlediği yolun tamamı Kur'an-ı Kerim ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine uygun olan bir kimse varsa o da ancak Hz. Ali'dir.[23]
Kureyş kabilesinin Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine karşı olduklarını söyleyen çoğunluk, nasıl ki zekat vermekten kaçınan cemaatle savaştılar ve onlardan zekat almaktan vazgeçmedilerse, Kureyş kabilesinin muhalefetinden korkup hakkı ezmeleri yerine, hak hilafete karşı çıkanları da hakka yönlendirmeleri, baş kaldıranları kendi yerlerine oturtmaları gerekirdi.
Evet, Şia'yı seçimle hilafeti kabul etmekten alıkoyan, daha sonra meydana gelebilecek acı olaylar; yani İslami hükümetin izleyeceği yolun fesat oluşu ve yüce dini eğitimlerin temelinin yok olma endişesiydi. Nitekim; sonra gerçekleşen olaylar da bu inancın (veya tahminin) doğru olduğunu gün geçtikçe aydınlatmaktaydı. Böylece Şiilerin akidelerine olan inançları daha fazla artıyordu. Şiiler zahirde çoğunluk içerisinde eritilmesine, parmakla sayılacak kadar azınlık olmalarına, İslam öğretisini gizlice Ehl-i Beyt'ten öğrenmeye ve kendi yollarına davet etmeye ısrarlı olmalarına rağmen İslam gücünün korunması ve ilerlemesi için aleni muhalefetten kaçınıyorlar hatta onlarla omuz omuza cihada gidiyorlar, toplumsal işlerde onlara katılıyorlardı. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi de İslam'ın maslahatını göz önünde bulundurarak gereken yerlerde çoğunluğa yol gösteriyordu.[24]
4- HİLAFETİN KAMUOYUNA
SUNULMA SİYASETİ VE ŞİA GÖRÜŞÜNE AYKIRI OLUŞU
Şia, yasaları, Allah'ın kitabı ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde belirlenen semavi İslam şeriatının hiçbir zaman değişmeyeceğine ve kıyamete kadar kendi itibarını koruyacağına inanır.[25]
Şia'ya göre İslam hükümeti, hiç bir bahane ile, İslam dinini tamamen uygulamaktan kaçınamaz. İslam hükümetinin tek görevi, zamanın maslahatını göz önünde bulundurarak şeriat sınırı çerçevesinde şura ve meşveretle bazı kararlar almasıdır. Ama siyasi amaçlar üzere gerçekleşen biat olayı ve yine Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığının son günlerinde gerçekleşen kağıt ve mürekkep hadisesi, hilafetin seçimle olmasına taraftar olanların bu konuda farklı inançlar taşıdığını ortaya çıkardı. Onlara göre, Allah'ın Kitabı bir anayasa gibi korunmalı, Peygamber'in (s.a.a) açıklamaları ve sünnetleriyse değer ve itibarını kaybetmiştir, o halde İslam hükümeti siyaset icabı, onları uygulamayabilirdi. Onların bu görüşleri, sonraları sahabe hakkında naklolunan bir çok rivayetlerle de (örneğin; Sahabe müçtehittirler. Reylerinde isabet ederlerse sevap kazanırlar ve eğer hata yaparlarsa mazurdurlar) pekiştirildi.
Bunun apaçık örneği, Halifenin komutanlarından Halid b. Velid'in, Müslümanların sayılır şahıslarından olan Malik b. Nüveyre'nin evinde misafir olduğu gece gerçekleşti. Halid, Malik'i gafil avlayıp öldürdü, başını ocağa bırakıp ateşte yaktıktan sonra o geceyi Malik'in hanımıyla birlikte geçirdi. Halife ise bu utanç verici, yüz kızartıcı cinayetlerin ardından "Devletin böyle komutana ihtiyacı vardır." bahanesiyle onun hakkında şeriat hükümlerini uygulamadı.[26] Humusun Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt ve yakınlarına verilmesinin önlenmesi de bunun diğer bir örneğidir.[27]
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.a)'in hadis-i şeriflerinin yazılması yasaklandı. Bir yerden yahut bir kimseden yazılı hadisler ele geçirilseydi onu zabtedip yakıyorlardı[28] Hadis yazma yasağı Hülefai Raşid'in zamanından Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz'in (99-102) hilafet dönemine kadar sürdü.[29]
Bu siyaset (zamanın Halifesi, Peygamberin sünnetini uygulamayabilir olması) ikinci Halifenin hilafet döneminde (13-25 h.k.) daha fazla netlik kazandı. Hilafet makamı, temettü haccı, mut'a nikahı ve ezanda "Hayye ala Hayr'il-Amel" denilmesi gibi bir takım şeriat kurallarını yasakladı.[30] Üç talakın (boşamanın) bir oturumda geçerli olması gibi, şeriatta olmayan bir takım şeyleri de yasalaştırdı.[31] Beyt'ül malın halkın arasında farklılık gözetilerek taksim edilmesi[32] ikinci halife döneminde başladı. Bu tavır sonraları Müslümanların arasında büyük ihtilafların oluşmasına ve korkunç kanlı sahnelere neden oldu. O'nun hilafeti döneminde, Muaviye Şam ilinde, Kayser ve Kisra sultanlarına uygun geleneklerle hükümet ediyordu. Halife, ona "Arab'ın Kisrası" unvanını verdiği halde, ona dokunmuyordu.
İkinci Halife yirmi üç h.k. yılında İranlı bir köle tarafından öldürüldü. Halifenin emriyle kurulan altı kişilik şuranın ekseriyet oyuyla üçüncü Halife işlerin idaresini eline aldı. O, hilafeti döneminde kendi Emevi akrabalarını halka musallat etmiş, Hicaz, Irak, Mısır ve diğer İslam ülkelerinde işleri bunlara[33] devretmişti, oysa onlar kayıtsızlık ve sorumsuzlukta kararlı oldukları için alenen zulüm etmeye, günah işlemeye ve şimdiye dek uygulanan İslam kanunlarının aksine hareket etmeye başladılar. İslam ülkelerinin dört bir yanından şikayetler sel gibi dar'ul hilafeye akmaya başladı. Halife ise, Emevi yakınlarının bilhassa Mervan b. Hakem'in etkisi altında kaldığından[34] gelen şikayetleri önemsemiyordu. Hatta bazen şikayet edenlerin takip edilmesini ve onlara sert davranılmasını emir veriyordu.[35] Kısaca, hicretin 35. yılında halk tarafından aleyhinde ayaklanmalar başladı ve bir kaç günlük süren çatışma ve musahara sonucu halife öldürüldü.
Üçüncü Halife kendi hilafeti döneminde, Emevi akrabalarından Muaviye'nin yönetiminde olan Şam hükümetini daha fazla güçlendiriyordu. Öyle ki hilafetin ağırlığı Şam'da toplanmış, Medine'de bulunan dar-ül hilafe teşkilatının dış görünümden başka bir şeyi kalmamıştı. [36]
Birinci Halife, sahabelerin çoğunluğunun seçimiyle, İkinci Halife birinci Halifenin vasiyeti üzerine, Üçüncü Halife ise, fertleri ve tüzüğü İkinci Halife tarafından belirlenen altı kişilik şuranın tayini üzerine hilafeti ele aldılar. İlk üç Halifenin yirmi beş yıl süren hilafetlerinde, işleri idare etmede izledikleri siyasetleri şuydu: İslam kanunları içtihat üzerine ve hilafet makamı tarafından teşhis edilen maslahatlara göre uygulanır. İslam öğretilerinde ise izledikleri yol, Kur'an'ın tefsir edilmeden ve araştırılmadan okunması ve Peygamber'in (s.a.a) hadisleri yazılmadan rivayet edilmesi, kulak ve ağız haddini aşmamasıydı. Yazmak, Kur'an-ı Kerim'le sınırlanmış, hadisleri yazmak yasaklanmıştı.[37]
On iki Hicri Kameri yılında sona eren "Yemame" savaşında, sahabelerden Kur'an karisi olan bir grup hafızın ölmesi üzerine, Ömer b. Hattab birinci Halifeye Kur'an'ın bir mushafa yazılması ve toplanmasını önerdi. O, kendi önerisinde şöyle diyordu: Eğer yeniden bir savaş çıkar ve geriye kalan Kur'an hamilleri ölürlerse Kur'an aramızdan kalkacaktır. Buna göre, Kur'an ayetlerini bir mushafa toplayıp yazmamız gerekir.[38] Kur'an hakkında bu kararı alırken Kur'an'ın peşi sıra gelen Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri aynı tehlike ile karşı karşıya olduğu halde onları muhafaza etmeye önem vermediler. Unutulma, uydurulma, eksik ve fazla nakledilme, lafzının değil de algılanan anlamın nakledilmesi gibi tehlikelere rağmen hadisleri koruma önemsenmemekle birlikte yazılması bile yasaklanıyor ve ele geçirilen bütün hadisler yakılıyordu.
Kısa bir süre içerisinde öyle bir durum meydana geldi ki İslam'ın namaz gibi tartışılmaz apaçık meselelerinde dahi birbiriyle zıt hadisler ortaya çıktı. Bu zaman içerisinde diğer ilim dallarında da bir ilerleme olmadı. Böylece Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin açıklamalarında ilimle ilgili methetmeler ve ilimleri ilerletip yaymaya olan teşvik ve tekidler, sonuç vermeyip etkisiz kaldı. Halkın çoğunluğu, İslam'a birbirinin ardından nasip olan zaferlere ve Arap yarımadasına dört bir yandan akan hadsiz hesapsız ganimetlerin verdiği sevinç ve neşeyi yaşamaya meşgul idiler. Risalet hanedanının ve bunların en ileri geleni ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) buyurduğuna göre İslam öğretileri ve Kur'an'ın anlamları konusunda halkın en bilgini olan Hz. Ali'nin (a.s) ilimleri dikkate alınmadı. Hatta Kur'an-ı Kerim'in bir araya toplanılmasında (Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali'nin, evine kapanıp Mushafı bir araya topladığını bildikleri halde) ondan yararlanmadıkları gibi adını bile söz konusu etmediler.[39] Bu ve benzeri bir takım işler, Hz. Ali'nin (a.s) izleyicilerinin kendi inançlarına daha fazla sarılmalarına, olayların gidişatını daha uyanık izlemelerine ve günden güne çalışmalarını artırmalarına neden oldu. Hz. Ali (a.s) ise halkın umumi terbiye edilmesinden mahrum edildiği için fertleri özel olarak terbiye etmeye başlamıştı.
Bu yirmi beş yıl zarfında, bütün durumlarda ona tabi olan dört dostundan üçü (Selman-ı Farisi, Ebuzer Gaffari ve Mikdad) vefat ettiler. Ama sahabelerden bir grubu ve Hicaz, Yemen, Irak ve diğer yerlerde bulunan tabiinden kalabalık bir grup Hz. Ali'nin (a.s) destekçileri arasında yer aldılar. Üçüncü Halifenin ölümünden sonra, her bir taraftan ona yöneldiler. O'na biat edip halife olarak seçtiler.
5- HİLAFETİN HZ. ALİ'YE (A.S) GEÇMESİ VE O HAZRETİN TAVRI
Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti otuz beş h.k. senesinin sonlarına doğru başladı ve dört yıl dokuz ay kadar devam etti. Ali (a.s), hilafeti döneminde Peygamberimizin[40] olaylara bakış açısını, tavrını ve meseleleri çözmedeki metodunu örnek alarak önceki halifeler zamanında meydana gelen birçok değişmeleri eski durumuna getirdi. Liyakatsiz hükümdarları, makamlarından aldı.[41] Kısacası şöyle söyleyebiliriz: Ali'nin (a.s) gerçekleştirdiği, birçok zorlukları içeren, bir kıyam ve inkılap idi. Ali (a.s), hilafetinin ilk gününde halka yaptığı konuşmasında şöyle buyurdu:
"Haberiniz olsun, belanız döndü-dolaştı gene gelip çattı, tıpkı Allah'ın Peygamberini gönderdiği gün gibi. İyice alt ve üst olmalısınız. Arkada kalan fazilet sahipleri öne düşmelidirler. Zorla öne düşenler geri kalmalıdırlar. (Hak ve batıl vardır ve her birinin de ehli vardır, insan hakka itaat etmelidir) Batılın çoğunluğu oluşturması yeni bir şey değildir. Hak az olmasıyla beraber bazen öne geçer, ilerler ama insana sırt çeviren şeylerin bir daha ona yönelmesi pek nadir olur." [42]
Ali (a.s), inkılap ve kıyam hüviyetini taşıyan hareketini sürdürüyordu. Bu kıyamda da bütün inkılap nitelikli hareketlerde olduğu gibi, menfaatleri tehlikeye düşen muhalif unsurlar, her köşe ve bucaktan muhalefet ederek, Üçüncü Halifenin kanını gütme bahanesiyle, Ali'nin (a.s) hilafet dönemini kapsayan kanlı iç savaşlar meydana getirdiler. Şia'nın görüşüne göre bu iç savaşlara neden olanların şahsi menfaatlerinden başka bir maksatları yoktu. Üçüncü Halifenin kanını gütme davası, avam halkı aldatma aracından başka bir şey değildi. Bu olayların vuku bulmasında hatta yanlış anlaşılma bile söz konusu değildi.[43]
Cemel savaşı olarak adlandırılan ilk savaşın nedeni, İkinci Halife döneminde beytülmalın farklı bölünmesi sonucu ortaya çıkan ihtilaf ve fesattır. Ali (a.s) resmen halife olarak tanındıktan sonra, Peygamberimizin siresi gibi, beytülmalı halk arasında fark gözetmeden ve eşit olarak dağıtımını yaptılar.[44] Bu tutum, Zübeyr ve Talha'yı sert şekilde öfkelendirdi. Böylece onlar itaatsizliğe ve başkaldırıya karar verdiler ve Kabe'yi ziyaret etme bahanesiyle Medine'den Mekke'ye gittiler. Mekke'de bulunan ve Hz. Ali (a.s) ile arası iyi olmayan Ümmü-l Müminin Aişe'yi de kendilerine uydurup, Üçüncü Halifenin kan davası adına, kanlı Cemel savaşını meydana getirdiler.[45]
Halbuki Talha ve Zübeyr Üçüncü Halifenin evi sarıldığı ve öldürüldüğü an Medine'de idiler. Halife'yi savunmadılar[46] ve Halife öldürüldükten sonra, Muhacirler ve kendileri namına Ali'ye (a.s) ilk biat edenlerden idiler.[47] Ayşe de halkı üçüncü Halifenin katline teşvik edenlerdendi.[48] Üçüncü Halifenin katlini ilk kez duyduğunda ona küfürde bulunup sevinç duyduğunu belirtmişti. Aslında, Üçüncü Halifenin katline sebep olanlar, Medine'den diğer taraflara mektuplar yazarak halkı Halifeye karşı ayaklandıran sahabelerdi.
Sıffin savaşı adıyla bilinen ve bir yıl altı ay süren ikinci savaşın sebebiyse Muaviye'nin hilafete göz dikmesi ve ona olan hırsı idi. Muaviye yüz bini aşkın kişinin kanını döktüğü bu savaşı, Üçüncü Halifenin kan davası adına başlattı. Bilindiği gibi kanın bedelini alma hiç bir zaman savunma yöntemiyle gerçekleşemediğinden dolayı, Muaviye bu savaşta savunma değil de taarruzda bulunuyordu.
Yukarıda açıklandığı gibi bu savaşın unvanı, Üçüncü Halifenin kan davasıydı. Halbuki Üçüncü Halife, hayatının son günlerinde çıkan karışıklığa son vermek amacıyla Muaviye'den yardım dileğinde bulunmuştu. Muaviye de bir orduyla Şam'dan Medine'ye doğru hareket etti. Yolda kasıtlı olarak o kadar gecikti ki Halife öldürüldü. O zaman Şam'a dönüp Halifenin kan davası adına kıyam etti.[49]
Ve hakeza Hz. Ali (a.s) şehit olup Muaviye hilafeti ele geçirdikten sonra, Halifenin kanını ve onu öldürenleri takip etmeyi unuttu.
Sıffin savaşından sonra Nehrevan savaşı başladı. Bu savaş, içlerinde sahabelerin de bulunduğu bir kısım halkın, Muaviye'nin Sıffin savaşındaki kışkırtmaları sonucu oluşan ayaklanmalardı. Bunlar, İslam beldelerinde karışıklık çıkarmaya ve emniyetsizlik yaratmaya başladılar. Nerede Ali'nin (a.s) taraftarlarını bulurlarsa öldürüyorlar, hatta hamile kadınların rahimlerini parçalayarak ceninleri çıkarıp başlarını kesiyorlardı.[50]
Ali (a.s) bu kargaşalığa da son verdi. Ama kısa bir müddet sonra Kufe camiinde namaz halindeyken haricilerden birisinin eliyle şehit edildi.
6- ŞİA'NIN HZ. ALİ'NİN BEŞ YILLIK HİLAFETİNDEN YARARLANMASI
Ali (a.s) dört yıl ve dokuz aylık hilafeti süresinde İslam ülkesinin karışık durumunu tamamen ilk önceki durumuna getiremedi. Ama üç temel açıdan muvaffak olmayı başardı.
1- Kendi adaletli davranış ve hareketleriyle Resul-i Ekrem'in (s.a.a) çekici ahlaki çehresini, halka özellikle yeni yetişen nesile sergiledi. O, Muaviye'nin Kayseri ve Kisrai ihtişamına karşılık halkın en fakiri gibi yaşıyordu. Kendi aile, yakınları ve arkadaşlarını diğerlerine nazaran üstün tutmadı ve zengini fakire, güçlüğü zayıfa tercih etmedi.
2- O kadar yıpratıcı işler ve meşguliyetlerle birlikte halkın içerisinde kendisinden hak İslami ilimler ve İlahi öğretilerle ilgili değerli birikimler hatıra bıraktı.
Ali'nin (a.s) muhalifleri şöyle diyorlar: "O, cesaretli birisiydi siyaset adamı değil. Çünkü hilafetinin ilk döneminde muhalif unsurlarla barış yaparak, dalkavuklukla onları razı edebilirdi. Böylelikle kendi hilafetini güçlendirdikten sonra onların köklerini yok edebilirdi."
Ama bu sözü söyleyenler şu noktayı unutmuş ve görmezlikten gelmişlerdir ki Ali'nin (a.s) hilafeti, inkılap nitelikli bir hareketti ve inkılabı hareketlerin dalkavukluktan ve uyutucu görünümlere girmekten uzak kalmaları gerekir. Bu hadisenin benzeri, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bi'seti döneminde de gerçekleşmişti. Kafirler ve müşrikler defalarca Peygambere anlaşma teklifinde bulunmuşlar. O Hazretin, onların putlarına saldırmadığı ve hakarette bulunmadığı takdirde, onların da Peygamberin davetine karışmayacakları önerisinde bulunmuşlardı. Peygamber ise, o zor günlerde düşmanlarla uzlaşarak kendi mevkisini güçlendirip daha sonra onlara muhalefet etme olasılığı varken bunu yapmadı. Esasen İslami davet, bir hakkı diriltmek uğruna ayrı bir hakkın ayaklanmasına yahut bir batılın başka bir batılla ortadan kaldırılmasına asla izin vermez. Bu hususla ilgili Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet vardır.[51]
Ayrıca Ali'nin (a.s) muhalifleri zafere ulaşmak ve hedeflerine varmak uğruna hiçbir cinayeti işlemekten, İslam'ın istisnasız bütün kanunlarını apaçık çiğnemekten çekinmiyorlardı. Üstelik işledikleri günah ve lekeleri, sahabi ve müçtehittirler adıyla örtbas ediyor, kendilerini temize çıkarıyorlardı. Ama Ali (a.s) her zaman için İslam kanunlarına bağlıydı.
Hz. Ali'den (a.s) akli, dini ve toplumsal ilim dallarında on bir bine yaklaşık kısa sözler kaydedilmiştir.[52] İslam öğretilerini[53] konuşmalarında çok sade ifadeyle ve en edebi üslupla açıklamıştır.[54] O, Arap diline düstur çıkaran ve Arap edebiyatının temelini atan kimsedir. İslam'da İlahi felsefenin derinliklerine inen[55] serbest kanıtlama ve mantıki burhanla konuşan ve o güne kadar dünya filozofları arasında dikkate alınmayan meseleleri gündeme getiren ilk kimsedir. O bu hususu o kadar önemsiyordu ki hatta savaş esnasında dahi ilmi bahisler yapıyordu.[56]
3- İslam bilginlerinden ve dini kişilerden bir çoğunu eğitti.[57] Onlar arasında ariflerce irfan kaynakları olarak tanınan, Üveys-i Kareni, Kumeyl b. Ziyad, Meysem-i Tammar ve Reşid Hicri gibi zahid ve marifet ehlinden bir kısmı bulunmaktadır. Ayrı bir grupsa, fıkıh, kelam, tefsir, kıraat vb. ilimlerin ilk kaynağı olanlardır.
7- HİLAFETİN MUAVİYE'YE İNTİKAL ETMESİ VE MİRASİ SALTANATA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Hz. Ali (a.s) şehit edildikten sonra o hazretin vasiyeti ve halkın biat etmesi üzerine İmamiyye Şiası nezdinde ikinci imam olarak tanınan Hz. Hasan b. Ali (a.s) hilafet makamını üstlendi. Ancak Muaviye rahat oturmadı. Hilafet merkezi olan Irak'a doğru ordu çıkararak Hasan b. Ali (a.s) ile savaştı.
O, çeşitli entrikalar ve hadsiz hesapsız para yedirmelerle Hasan b. Ali'nin dostlarını ve komutanlarını tedricen kandırarak barış adına hilafeti kendisine devretmeye mecbur etti. Hasan b. Ali (a.s) de Muaviye'nin ölümünden sonra hilafetin kendisine bırakılması ve Ali Şia'sına dokunulmaması şartıyla hilafeti Muaviye'ye bıraktı.[58]
Kırk Hicri senesinde, Muaviye İslam hilafetine istila etti ve hemen sonra Irak'ta yaptığı konuşmasında halka tehditte bulunarak: "Ben sizinle namaz oruç için değil size hükmetmek için savaştım ve maksadıma da eriştim"[59] demekten ve yine "Hasan'la (a.s) olan ahdim geçersiz ve ayağımın altındadır." sözünü söylemekten çekinmedi.[60]
Muaviye bu sözüyle siyaseti dinden ayıracağını, dini kurallarda meydana gelen zararların giderilmesi yerine bütün gücünü kendi hükümetini korumak için kullanacağını belirtiyordu. Elbette böyle bir hükümet, Peygamberin halifeliğinden ziyade saltanat ve padişahlıktır. Bu yüzden huzuruna varanların bazıları onu padişahlık unvanıyla selamladılar.[61] O, halkın içerisinde kendisini halife olarak tanıtıyordu ama bazı özel toplantılarında hükümetini, sultanlık ve padişahlık olarak niteliyordu.[62] Elbette baskı üzerine kurulu saltanat verasetle sonuçlanır. Nitekim kendi maksadını gerçekleştirmiş, laubali ve az da olsa dini şahsiyeti olmayan genç oğlu Yezid'i vezir yaparak kendi yerine tayin etti[63] ve o kadar çirkin hadislere sebep oldu.
Muaviye yukarıda zikredilen açıklamasıyla kendisinden sonra Hasan'ın (a.s) hilafete ermesine izin vermeyeceğini ve bu hususta ayrı bir fikir tasarladığını belirtiyordu. Nitekim Hasan'ın (a.s) zehirle şehit ettirerek[64] yolu oğlu için açmış oldu.
Muaviye ahdi bozmakla, Ehl-i Beyt taraftarlarının rahat ve huzurlu bir ortamda yaşayamayacaklarını ve daha önce olduğu gibi dini çalışmalarının devam etmesine hiçbir zaman izin vermeyeceğini düşündürüyordu. Nitekim bu isteğini de gerçekleştirdi.[65]
Muaviye, Ehl-i Beyt'in faziletiyle ilgili hadisleri rivayet edenlerin namus, mal ve can güvenliği olmayacağını her tarafa bildirdi.[66] Halifeler ve sahabelerle ilgili methedici hadis getirenlerin yeteri kadar mükafatlandırılmasına emir verdi. Sonuçta sahabelerin methinde bir çok uydurma hadisler çıkarıldı.[67] İslam ülkelerinde minberlerde Ali'ye (a.s) küfür edilmesine emir verdi. (Bu emir Emevi halifelerinden Ömer b. Abdulaziz'in (99-101) dönemine kadar icra edildi). Muaviye mümessillerinin ve içlerinde sahabelerin de bulunduğu idarecilerinin yardımıyla, has ve seçkin Ali Şialarını öldürdü ve bazılarının başını mızraklara takıp şehirlerde gezdirdi. Rastladıkları Şiilere, Ali'den (a.s) uzak olduklarını ve ona sebbetmelerini teklif ediyorlardı. Bu tekliften çekinenler derhal katlediliyordu.[68]
8- ŞİA TARİHİNDE EN ZOR GÜNLER
Şia tarihinde, Muaviye'nin yirmi yıllık saltanat ettiği dönem, Şia için en zor ve can güvenliğinden yoksun kaldığı günlerdir. Şiilerin çoğu tanınmış ve belirlenmiş şahıslardı. Muaviye'nin saltanatı döneminde yaşayan Şia rehberlerinden ikisi (İkinci ve Üçüncü İmam) bu acı ve dayanılmaz durumu gidermek için gerekli araçların hiç birisine sahip değillerdi. Hatta Şia İmamlarının üçüncüsü, Yezid'in ilk altı aylık saltanatı döneminde kıyam etti, ama bütün dostları ve evlatlarıyla birlikte şehit edildi. Muaviye'nin hilafeti döneminde on yıl yaşayan bu İmam, o dönemde herhangi bir kıyama teşebbüs etme imkanı bile bulamadı.
Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu, sahabe bilhassa Muaviye ve idarecilerinin eliyle gerçekleşen bu kadar haksız kan dökmeleri ve İslam kanunlarına gösterilen bunca sorumsuzlukları, "Onlar sahabedirler ve Peygamber'den (s.a.a) elimize ulaşan hadislere göre sahabeler müçtehittirler. Allah onlardan razıdır ve işledikleri bütün cinayetler ve haksızlıklar affedilmiştir" sözüyle tevil ve tefsir ediyorlar. Şia, bu özürü kabul etmiyor.
Çünkü evvela adaleti, hakkı ve hürriyeti ihya etmek amacıyla kıyam eden, bir grubu bu mukaddes hedefi gerçekleştirme yolunda bütün varlıklarından geçebilecek derecede kendi inancına bağlı kılan Peygamber gibi bir içtimai rehberin, hedefine ulaştıktan sonra kendi dostlarına, hak ve getirmiş olduğu mukaddes kanunlar hakkında mutlak serbestlik vermesi ve onların göstermiş oldukları her türlü sorumsuzlukları, işledikleri suçları ve hakkı ezmelerini affedilmiş bilmesi, diğer bir deyişle; kendi elleriyle yapmış olduğu bir binayı aynı araçlar ve kendi elleriyle yıkmaları, tasavvur olunamaz.
İkinci olarak şunu bilmeliyiz ki sahabeleri takdis eden, çirkin ve gayri meşru amellerini tasvip eden ve onların affedilmiş olduğunu ifade eden hadisler, sahabelerin kendileri vasıtasıyla bizlere ulaşmıştır. Bu hadislerin ravileri sahabelerin kendileridir. Sahabe de, kesin tarihin tanıklığına göre, birbirlerinin dokunulmaz ve yaptıkları hatalarda mazur olduklarını kabullenmiyordu. Birbirini öldürmeye, lanet etmeğe ve birbirinin eksikliğini açmaya teşebbüs eden ve bu hususta en küçük müsamaha bile göstermeyen, sahabenin bizzat kendisiydi.
Buna göre, sahabenin kendi amelleri bu hadislerin sahih ve doğru olmadığına tanıktır. Bu hadisler sahih olsalar bile, başka anlamları vardır.
Eğer Allah-u Teâla kelamında bir hadisede O'nun emirlerini uygulama yolunda çekmiş oldukları zahmetler karşısında sahabeden razı olduğunu belirtmişse,[69] bu onların gelecekte istedikleri her türlü itaatsizliği yapabilmeleri manasını taşımaz, belki sadece geçmişte yaptıkları itaatleri takdir etmesi anlamınadır.
9- BENİ ÜMEYYE SALTANATININ İSTİKRARI
H.K. 60 senesinde Muaviye öldü. Oğlu Yezid babasının halktan ona biat almış olması üzerine İslam hükümetini ele geçirdi. Tarihin tanıklığına göre, Yezid, dini şahsiyete sahip olmayan hatta babası hayattayken İslam kanunlarına saygı göstermeyen, sorumsuz, eğlence düşkünü ve şehvetten başka bir şey düşünmeyen bir genç idi. Yezid üç yıllık saltanatı döneminde o kadar facialar yarattı ki, İslam'ın zuhurundan o zamana dek vuku bulan fitneler arasında eşi görülmemişti.
İlk senesinde, Hz. Peygamber'in (s.a.a) torunu Hüseyin b. Ali'yi, dostları, akrabaları ve evlatlarıyla birlikte çok feci bir şekilde şehit edip; kadınları, çocukları ve Peygamber'in Ehl-i Beyti'ni şehitlerin kesik başlarıyla birlikte şehirlerde gezdirdi.[70]
Saltanatının ikinci yılında Medine halkını katliama uğrattı: askerlerine üç gün halkın malını, kanını ve ırzını mubah bildi.[71] Üçüncü yılda Allah'ın mukaddes evini (Kabe) tahrib edip yaktı.[72]
Yezid'ten sonra Ümeyye oğullarından olan Al-ı Mervan, tarih kitaplarında ayrıntılarıyla kaydolunduğu gibi İslam hükümetini ele geçirdi. Yetmiş yıl süren bu on bir kişilik grubun hükümeti, Müslümanlar ve İslam için siyah ve uğursuz günler meydana getirdi. Gerçekte İslami toplumda, İslami hilafet adını takınan zorbacı Arap imparatorluğundan başka bir şey hükmetmiyordu. Bunların hükümeti zamanla küstahlık haddini aşmış güya dinin koruyucusu unvanıyla Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yerinde oturan vaktin halifesi, hac mevsiminde Allah'ın evi Kabe üzerinde eğlenmek için bir hücre yapılmasına çekinmeden karar verdi.[73]
Zamanın halifesi Kur'an'ı oklara hedef kılmış ve Kur'an'a hitaben yazdığı şiirde şöyle diyordu: "Kıyamet günü Allah'ının yanında hazır olduğun zaman Allah'ına de ki: Halife beni parça parça etti."[74]
Ehl-i Sünnet ile genellikle "İslami hilafet ve dini konularda mercilik" gibi iki mesele üzerinde görüş ayrılığına sahip olan Şia, bu karanlık dönemde çok zor ve acı günler geçirmesine rağmen, hükümetlerin sorumsuzluk ve zulümleri bir taraftan, Ehl-i Beyt'in yüce, takvalı rehberlerinin mazlum olmaları diğer bir taraftan onları günden güne kendi inançlarında sabitleştiriyordu.
Özellikle Şiilerin üçüncü önderi Hz. İmam Hüseyin'in yürekler yakıcı şahadetinin, Şiiliğin bilhassa hilafet merkezinden uzak olan Irak, Yemen ve İran gibi yerlerde yayılmasında büyük katkısı oldu.
Henüz Hicret'in bir asır ve üçüncü imamın şehit olmasından kırk yıl geçmemesine rağmen, Emevi hükümetinde meydana gelen zayıflık ve karışıklık sebebiyle İslam devletinin dört bir yanından Şii halkının hadis ve dini bilgileri öğrenmesi için beşinci imama doğru akın etmesi bu sözümüzün şahididir.[75] Hicretin ilk yüz yılı tamamlanmadan, emirlerden bir kaçının vasıtasıyla İran'da Kum şehri kurulup Şiiler yerleştirildi[76] Ama bununla birlikte önderlerinin emirlerine göre mezheplerini tezahür etmeden takiyye halinde yaşıyorlardı. Elbette artık zulüm ve baskının haddi aşması nedeniyle, Alevi seyyidler hükümetin zulümlerine karşı kıyam ettiler ve canlarını bu yolda feda ettiler. Buna karşılık hiçbir şeyden çekinmeyen o dönemin hükümeti, bunları ezmekten çekinmedi. Zeydiyye Şiilerinin rehberi sayılan dördüncü imam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in cesedini mezarından çıkardılar, dar ağacına astılar; üç yıl asılı kaldı. Sonunda cesedi yakılıp külü savruldu.[77] Şiilerin ekseriyetinin itikadına göre, ikinci ve üçüncü imamlar, Ümeyye oğullarının eliyle şehit edildiği gibi, dördüncü ve beşinci imamlar da onların eliyle zehirletilerek şehit edilmişlerdir.[78]
Emevilerin yaptıkları kötü amellerin apaçık ve perdesiz oluşu, Ehl-i Sünnet çoğunluğunu, hülefayı tamamıyla itaati vacip olarak bilmelerine rağmen, halifeleri "Hülefa-i Raşidin" (Peygamberin vefatından sonra gelen ilk dört halife yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) ve "gayri raşidin" (Muaviye ve ondan sonraki halifeler) diye iki kısma ayırmaya mecbur kıldı.
Emeviler hükümet ettikleri sürede, yaptıkları zulümler ve İslam kanunlarına göstermiş oldukları kayıtsızlıklar eserinde halkın o kadar nefretini kazanmışlardı ki, yenilgi kesinleşip son Emevi halifesi öldürüldükten sonra halifenin iki oğlu hilafet ailesinden bir grupla dar-ül hilafeden kaçtılar. Nereye yönelip, sığındılarsa halk kabul etmedi. Sonunda "Becave, Habeşe ve Nevba" çöllerinde dolaşıp bir çoğunun açlık ve susuzluktan ölmesinden sonra, Yemen'in güneyine vardılar. Dilencilik yaparak yol masrafı topladılar ve hamal olarak Mekke'ye hareket ettiler ve orada halkın arasında kayboldular.[79]
10- HİCRETİN İKİNCİ ASRINDA ŞİA
Hicri ikinci asrın ilk otuz yılının sonlarına doğru, Ümeyye oğullarının zulümleri sonucu meydana gelen kanlı savaşlar ve inkılaplar sürerken İran'ın Horasan kesiminde Resulullah'ın Ehl-i Beyti adına bir davet gerçekleşmişti. Bu davetin asıl başlatıcısı İranlı Ebu Müslim-i Muruzi adlı bir komutan idi. O, Emevilere karşı kıyam edip, Emevi hilafetini devirmeye kadar ilerledi.[80]
Bu hareket ve inkilap, Şia'nın köklü tebliğinden kaynaklanmasına ve hatta bu hareketi başlatanların, üstü kapalı olarak Ehl-i Beyt'ten beğenilmiş bir kişi için biat almalarına rağmen bunların hepsi Şia rehberlerinin doğrudan doğruya emri veya işaretiyle gerçekleşmemişti. Ebu Müslim, hilafet adına topladığı biati, Medine'de İmamiyye Şiasının altıncı imamına sunarken, o kesin olarak kabul etmemiş, Ebu Müslim'e: "Ne sen benim adamlarımdansın ne de zaman benim zamanımdır." diye buyurması bu sözün tanığıdır.[81]
Sonunda Abbas oğulları Ehl-i Beyt adına hilafeti ele geçirdiler.[82] Başlangıçta birkaç gün halka ve Ali evladına hoş yüz gösterdiler hatta alevi şehitlerinin intikamını alma adına Ümeyye oğullarını katlettiler. Beni Ümeyye halifelerinden kabrini söküp bulduklarını yaktılar.[83] Ama kısa bir süre sonra onlar da Ümeyye oğullarının zulümce davranışlarını kendilerine metot edinip haksızlık yapmak ve İslam kanunlarına karşı kayıtsızlıkta onlardan geri kalmadılar. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinden birisinin reisi olan Ebu Hanife, Mensur tarafından hapsedildi ve birtakım işkencelere maruz kaldı. Ehl-i Sünnet mezheplerinden diğer birisinin kurucusu olan Ahmed b. Hanbel, kırbaçla dövüldü.[84] Şia'nın altıncı imamı Cafer Sadık (a.s), birçok işkence ve eziyetlerden sonra zehirle şehit edildi.[85] Alevileri (Ali evladını) bölük bölük öldürüyorlar, bir kısmını diri diri gömüyorlar yahut yapılan devlet yapılarının veya duvarlarının arasına taş yerine konularak üstlerine taşlar yığılarak öldürülüyorlardı.
Abbasi halifesi Harun zamanında İslam imparatorluğu yayılmış ve güç sahibiyken ve İslam ordusu dünyanın batı ve doğusunda ilerlerken hatta Halife bazen güneşe bakıp "Dilediğin yeri ısıt, nereyi aydınlatırsan aydınlat, orası benim ülkemdir." derken halifenin sarayının birkaç adım ötesinde Bağdat köprüsünde memurlar yoldan geçen halktan izinsiz ve habersiz geçit hakkı (parası) alıyorlardı. Hatta bir gün Halifenin kendisi köprüden geçmek isterken önünü kesmişler ve geçit parası istemişlerdi.[86]
Abbasi Halifesi Emin, bir şarkıcının iki mısralık, şehveti tahrik edici sözü ile kendisini şehvete getirdiğinden dolayı şarkıcıya üç milyon dirhem bağışlamıştı. Şarkıcı sevinçten halifenin ayaklarına kapanarak "Ey Emir-el Müminin bu kadar parayı bana mı bağışladın?" dediğinde, Halife "Bu bağışı, ülkenin tanınmayan bir yerinden alıyoruz." diye küçümsemiş ve önemi yoktur demişti.[87]
Müslümanların Beytülmali olarak Dar-ül Hilafeye akan servet, halife adını takınanların halkı ezmeleri ve heveslerini gidermeleri yolunda harcanıyordu. Abbasi halifelerinin sarayında, periler gibi güzel cariyelerin, güzel erkek ve kız uşakların sayısı binleri aşmaktaydı. Hakikatte Şia'nın durumu Emevi devletinin yıkılışı ve Abbas oğullarının iş başına gelmesiyle hiç değişmemişti. Ne var ki zalim düşmanlar isim değiştirmişlerdi.
11- HİCRETİN ÜÇÜNCÜ
ASRINDA ŞİA
Şia, üçüncü yüzyılın başlamasıyla rahat bir nefes alabildi. Bunun nedeni evvela birçok felsefi ve ilmi kitapların Yunanca ve Süryanice'den Arapça'ya çevrilmesi, halkın akli ve kanıtsal bilgileri öğrenmeye yönelmesi, bunun yanı sıra Mutezile mezhebine mensup olan Abbasi halifesi Me'mun'un (195-218) mezhepler hakkında akli kanıtlara olan ilgisi ve neticede mezhepler ve dinler hakkında konuşmaya verdiği serbestliğin tamamen yayılmasıydı. Şii alimler ve mütekellimler (Kelam ilmi bilginleri) bu serbestlikten faydalanıp, ilmi çalışmalarda ve Ehl-i Beyt mezhebini tebliğ etmede bütün çabalarını gösterdiler.[88]
İkinci neden de Abbasi halifesi Me'mun'un siyasi nedenlere göre, İmamiyye Şiası'nın sekizinci imamını kendisine vezir ve veliahd tayin etmesiydi. Böylece Aleviler ve Ehl-i Beyt taraftarları biraz olsun devlet makamlarının haksızlıklarından uzak kalmış, az çok özgürlükten yararlanabilmişlerdi. Ama bu durum pek fazla sürmedi. Kılıcın keskin tarafı yine Şiilere doğru yöneldi. Yine her şey unutuldu ve geçmişler yeniden, bilhassa Ali ve taraftarlarıyla has düşmanlığı olan Abbasi halifesi Mütevekkil'in (232-247) hilafeti döneminde tekrarlanmaya başladı. İmamiyye Şiası'nın üçüncü imamının Kerbela'da olan mezarının yerle bir edilmesi de onun emriyle gerçekleştirilmişti.[89]
12- HİCRETİN DÖRDÜNCÜ
ASRINDA ŞİA
Hicri dördüncü asırda Abbas oğulları hilafetinin zayıflaması ve Al-i Büveyh padişahlarının ortaya çıkması gibi Teşeyyü mektebinin yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı olan bir takım sebepler oluştu.
Şii olan Al-i Büveyh padişahları hilafetin merkezi olan Bağdat'ta ve hakeza Halifenin kendisinde tam bir nüfuz ve etkinliğe sahiptiler.[90]
Bu güç, Şia mezhebine muhalif olan ve her zaman Şiileri hilafet gücüne dayanarak ezen mezhep iddiacılarına karşı Şiilerin mezheplerini aşikar bir şekilde tebliğ etmelerini sağladı.
Tarihçilerin görüşüne göre, dördüncü yüzyılda büyük şehirler dışında Arap yarımadasının hepsini veya büyük bir kısmını Şiiler kaplamışlardı. Bunun yanı sıra, Hecer (Bahreyn), Umman ve Sa'de gibi bazı şehirlerin sakinleri Şiiydiler. Eskiden beri Ehl-i Sünnet merkezi olarak tanınan ve Şiilerin merkezi sayılan Kufe ile mezhebi açıdan rekabette bulunan Basra şehrinin büyük bir kısmı Şii idiler ve yine Trablus, Nablus, Taberiyye ve Halep şehirlerinde birçok Şii bulunmaktaydı. İran'ın Ahvaz ve Halic-i Fars sahillerinin bir kesimi Şia mektebine mensup olanlardandı.[91]
Bu yüzyılın başlangıcında, yıllardan beri İran'ın Kuzey kesiminde tebliğde bulunan "Nasır Otrus" Taberistan bölgesini istila edip, saltanat kurdu ve birkaç soy devam etti. Otrus'dan daha önce Taberistan'da Hasan b. Zeyd-i Alevi, yıllar boyu saltanat etmişti.[92]
İsmaili mezhebinin tabilerinden olan Fatimiler bu yüzyıl içerisinde Mısır'ı ele geçirmiş, uzun süreli (296-527) ve geniş çapta saltanat kurmuşlardı.[93]
Bağdat, Basra ve Nişabur gibi büyük şehirlerde Şiiler ve Sünniler arasında birçok çatışmalar meydana geliyor, bazılarında Şiiler kazanıyor ve galip geliyordu.
13- HİCRETİN BEŞİNCİ ASRINDAN DOKUZUNCU ASRINA KADAR ŞİA
Beşinci asırdan dokuzuncu asrın sonlarına kadar aynen dördüncü yüzyılda Şia'ya olan yönelme ve Şia'daki artış devam etmekteydi. Bu arada iş başına geçen Şia mezhebine tabi padişahlar da Teşeyyü mektebini yaymaktaydılar.
Beşinci yüzyılın sonlarına doğru İsmailiyye daveti Elemut kalelerinde kök attı ve bu mektep mensupları yüz elli yıla yakın bir zaman İran'ın orta kesiminde tam özgürlük içerisinde yaşadılar.[94] Ve Mer'aşi Seyitler Mazenderan'da uzun yıllar saltanat sürdüler.[95]
Moğol padişahlarından "Şah Hudabende" Şia mektebini seçti. Ve böylece ondan sonra uzun seneler İran'da saltanatlık yapan Moğol padişahları Teşeyyü mektebini yaydılar. Tebriz'de hükümet eden ve hükümetleri Fars ve Kirman sınırına kadar uzanan Kara koyunlu ve Ak koyunlu padişahları da böyle idiler.[96] Hakeza Mısır'da Fatimiler'in kurduğu hükümet uzun yıllar ayakta kaldı.
Elbette Şia'nın mezhebî gücü, zamanın padişahlarına göre fark ediyordu. Nasıl ki Fatimiler hükümetinin yıkılması ve Al-i Eyyüb sultanlarının iş üstüne gelmesiyle sayfa değişmiş, Mısır ve Şamat bölgelerinde yaşayan Şiiler, mezhebî özgürlükten yoksun kalmışlar ve bir çok kesimi kılıçtan geçirilmişlerdi.[97] Şehid-i Evvel (ilk şehit) diye anılan, Şia fıkhının dahilerinden olan ve yedi yüz seksen altı hicride Dimeşk şehrinde Şiilik suçuyla şehit edilen Muhammed b. Muhammed Mekki, bunlardan birisidir.[98]
Şeyh İşrak Şihabüddin Suhreverdi de Halep'te felsefe suçuyla öldürüldü.[99]
Hülasa, Şia'nın bu beş asırda nüfus bakımından artış gösterdiği söylenebilir. Kudret ve mezhebi özgürlük açısından da hüküm sürenlerin mezhep ve meşreplerine, siyasi havanın uygun yahut aksi esmesine tabi idi. Bu süre içersinde Şia mezhebi, İslam ülkelerinin hiçbirinde resmi mezhep olarak ilan edilmedi.
14- HİCRETİN ON VE ON BİRİNCİ ASRINDA ŞİA
Hicri 906 yılında, Şii tarikat şeyhlerinden olan ve hicri 735 yılında vefat eden Erdebilli şeyh Safiyy ailesinden on üç yaşında bir genç babasının taraftarlarından üç yüz dervişle bağımsız ve güçlü bir Şia hükümeti kurma amacıyla kıyam edip İran'ın ağalık düzenini kaldırmaya ve ülkeyi genişletmeye başladı.
Yerli padişahlarla özellikle Osmanlı imparatorluğunu yöneten Al-i Osman padişahlarıyla yaptığı kanlı savaşlar sonucunda parça parça olmuş İran'ı bir bütün ülke haline getirmeyi ve Şia mezhebine kendi devleti egemenliğinde resmiyet vermeyi başardı.[100]
Safevi padişahlarından İsmail Şah'ın ölümünden sonra Safevi silsilesinden olan padişahlar on ikinci yüzyılın ortalarına kadar saltanat ettiler. Bunların her birisi İmamiyye Şiası mezhebinin resmi din olmasını teyid ve tespit ettiler. En güçlü dönemlerinde (Şah Abbas-ı Kebir zamanı) ülkeyi genişletmiş ve Şiilerin nüfus sayısını şimdiki İran'ın (1384 Hicri Kameri yılı) iki kat fazlasına ulaştırdılar.[101]
Şia topluluğu bu iki yüz elli senede, diğer İslam ülkelerinde de önceleri gibi kendi tabii artışını göstermiştir.
15- HİCRETİN ON İKİNCİ ASRINDAN
ON DÖRDÜNCÜ ASRINA KADAR ŞİA
Son üç yüzyılda Şia, mezhebî açıdan ilerleme hususunda önceki tabii seyrini sürdürmüştür. Yaşadığımız hicri on dördüncü yüzyılın sonları, Teşeyyü mektebinin İran'da genel resmi mezhep olarak tanınma dönemleridir. Yemen ve Irak'ta cemiyetin çoğunluğunu Şiiler teşkil etmektedirler. Dünyadaki Müslüman ülkelerin hemen hemen hepsinde az çok Şii vardır. Toplam olarak dünyanın çeşitli yerlerinde yüz milyona yaklaşık Şii yaşamaktadır.
1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bi'setin ilk günlerinde, Kur'an-ı Kerim'in kesin hükmüne göre[6] akrabalarını kendi dinine davette bulunmaya memur kılındığı zaman, onlara apaçık bir şekilde. "Sizlerden hanginiz davetimi ilk olarak kabul ederse, benim vasim ve vezirimdir." buyurdular. Ali (a.s), herkesten önce ayağa kalkıp İslam'ı kabul etti. Peygamber (s.a.a) Efendimiz de, imanını ve verdikleri vadeleri kabul ettiğini açıkladılar.[7]
Bir rehberin kıyam ettiği ve mücadele verdiği ilk günlerde dostlarının içerisinden birini kendi vasilik makamıyla, başkalarına tanıtması ama vücutları baştan ayağa fedakarlıkla dolup taşan kendi dostlarına tanıtmaması, yahut tanıtıp da yaşantı ve davetinin bütün aşamalarında, onu vezirlik görevlerinden alıkoyması ve bu makamın ihtiramını gözetmeyip onunla diğerleri arasında hiç fark gözetmemesi mümkün değildir.
2- Şia ve Ehli-Sünnetin Mütevatir ve Mustafiz olarak rivayet ettikleri hadislere göre Resulullah (s.a.a) apaçık bir şekilde özetle şöyle buyurmuştur:[8] "Ali (a.s), işlerinde ve sözlerinde her türlü hata ve günahtan masumdur. Söylediği sözlerin ve yaptığı işlerin hepsini İslam dinine uygun olarak yerine getirir. İslam maarifi (öğretileri) ve şeriat hakkında halkın en bilginidir."[9]
3- Hz. Ali (a.s), Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Mekke'den Medine'ye hicret edecekleri gece,[10] O'nun yatağında uyuması gibi değerli hizmetler ve şaşırtıcı fedakârlıklar yapmıştır. Bedir, Uhud, Handek ve Hayber savaşlarındaki fetihlere O'nun vasıtasıyla erişilmiştir. Eğer bu olaylardan herhangi birinde onun yardımı olmasaydı, İslam dini ve Müslümanlar düşmanların eliyle kökleri kazılıp yok olurlardı.[11]
4- Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin onuncu yılında son hac ziyaretinden dönerken -Cuhfe vadisinde- Gadir-i Hum olarak bilinen yerde Hz. Ali'yi (a.s) bütün halkın velisi, kendisi gibi müminlerin emiri ve mütevellisi (idare edeni) olduğunu açıklayıp halka tanıtmışlardı.[12]
Herkesin kabul ettiği[13] bu imtiyaz ve özel faziletler ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) olan sonsuz derecede muhabbet ve sevgisi[14] -ister istemez- fazilet ve hakikat aşıklarından bir grubu Hz. Ali'yi sevmeye ve ona itaat etmeye sevk etmiştir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'ye göstermiş olduğu bu sevgi ve muhabbet, diğer bu grubu da ona karşı haset beslemeğe ve kin gütmeye itmiştir.
Buraya kadar zikredilen bütün delillerin yanı sıra, "Ali Şia'sı" ve "Ehl-i Beyt Şia'sı" isimlerine, Peygamber'in (s.a.a) birçok buyruklarında[15] rastlamak mümkündür.
2- ŞİA AZINLIĞININ EHL-İ SÜNNET
ÇOĞUNLUĞUNDAN KOPMASI VE
İHTİLAFIN ÇIKIŞ NEDENLERİ
Hz. Ali'nin (a.s) taraftarları ve izleyicileri, onun Hz. Peygamber (s.a.a), sahabe ve Müslümanlar yanında olan makam ve mevkisine istinaden, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından sonra, hilafet ve mercilik makamlarının onun uhdesine olacağına kesin gözüyle bakıyorlardı.
Zaten, Peygamber Efendimizin (s.a.a) rahatsız olduğu günlerde vuku bulan birkaç hadise[16] dışında, bütün durumlar ve vaziyetler, onların görüşünü doğruluyor ve pekiştiriyordu. Ama beklediklerinin tam aksine, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatlarından sonra, henüz mutahhar cesetleri defin edilmemişken, Ehl-i Beyt ve sahabelerden bir kısmının defin, teçhiz ve yas hazırlığı içerisindeyken, daha sonraları çoğunluğu elde eden bir grubun çok erken davranıp Resulullah'ın Ehl-i Beyt ve yakınlarıyla istişare etmeden hatta en azından haber bile vermeksizin, Müslümanların hayrını gözetme bahanesiyle kendi başlarına halife tayin ettiklerini duydular. Böylece Ali (a.s) ve dostlarını olmuş, bitmiş bir hadiseyle karşı karşıya bıraktılar.[17] Hz. Ali (a.s) ve Abbas, Zübeyr, Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar gibi taraftarları, Peygamberimizin defin merasimini bitirdikten ve bu olayla ilgili bilgi edindikten sonra seçimle olan bu hilafete ve elemanlarına tenkit makamında itirazda bulundular. Bazı toplantılar düzenlediler. Ama cevap olarak: "Müslümanların hayrı bundadır." sözünü işittiler.[18]
Evet, azınlığı çoğunluktan ayırıp koparan ve onları "Ali Şia'sı" diye topluma tanıtan neden, azınlığın bu tenkit ve eleştirileri ve karşı grubun da itiraflarıydı. Bu olayın ardından hilafet makamı, zamanın siyaseti gerekçesiyle adı geçen azınlığın bu adla tanınıp, neticede toplumun azınlık ve çoğunluk diye ikiye bölünmemesi yolunda çaba harcıyor ve bu meseleyi yakından takip ediyordu. Bunun için hilafetin ittifakla gerçekleştiği yolunda iddiada bulunuyorlar ve itiraz edenlere "Müslüman cemaatından ve biatten kaçanlar" adını takıyorlardı. Hatta bazen bunlar hakkında kötü tabirler kullanıyorlardı.[19]
Elbette Şiiler ilk günlerden beri çağın siyasetine mahkum kaldılar ve itirazda bulunmakla da hiç bir yere ulaşamadılar. Hz. Ali de İslam ve Müslümanların maslahatını gözetmesi ve yeteri kadar gücü olmadığından, kanlı kıyamlara elini uzatmadı. Ama itirazda bulunan azınlık, görüş ve inancında çoğunluğa teslim olmayıp, ilmi mercilik ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) halifeliğini Ali'nin (a.s) özel ve mutlak (kayıtsız, şartsız) hakkı bildiler.[20] Bu yüzden ilmi ve manevi müracaatları ancak o Hazrete yakışır biliyorlar, ona davette bulunuyorlardı
3- İLMİ MERCİLİK VE HİLAFET MESELESİ
Şia, İslami öğretilerden çıkardığı sonuca göre, İslam talimatı ve dini eğitimin açıklanması,[22] daha sonra toplum içerisinde tamamen uygulanmasının, toplum için birinci derecede önem taşıdığına inanır.
Başka bir deyişle; toplumun fertleri ilk önce dünya ve insana gerçek gözle bakmalıdırlar, insani vazifelerini tanıyıp istekleriyle zıt olsa dahi yerine getirmelidirler.
İkinci derecede, din üzerine kurulu bir hükümet, toplumda gerçek İslami düzeni, halkın Allah'tan başkasına kul olmamasını, gerçek anlamıyla özgürlüğü, ferdi ve toplumsal adaletten yararlanmalarını sağlayacak bir biçimde uygulamalı ve onu korumalıdır.
Bu iki amaca ancak ismet ve ilahi masumiyete sahip kimselerin vasıtasıyla ulaşılabilir. Aksi takdirde kendilerine bırakılan görevlerde fikir sapıklığı olan ve ihanetten geri kalmayan şahıslar, fetva kaynağı yahut ilmi mercilik makamını ele geçirebilirler. Böylece tedricen İslam'ın adalet üzerine kurulu özgürlük kaynağı olan İlahi velayet, Kayser (Bizans hükümdarlarının unvanı) ve Kisra (Sasani padişahlarına verilen unvan) saltanatına dönüşür. İslam'ın yüce öğretisi diğer dinlerde olduğu gibi, egoist ve heveslerine kapılan aydınların eliyle tahrif edilebilir.
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) tasdik ettiğine göre, yaptığı işlerin ve konuştuğu sözlerin ve izlediği yolun tamamı Kur'an-ı Kerim ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine uygun olan bir kimse varsa o da ancak Hz. Ali'dir.[23]
Kureyş kabilesinin Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine karşı olduklarını söyleyen çoğunluk, nasıl ki zekat vermekten kaçınan cemaatle savaştılar ve onlardan zekat almaktan vazgeçmedilerse, Kureyş kabilesinin muhalefetinden korkup hakkı ezmeleri yerine, hak hilafete karşı çıkanları da hakka yönlendirmeleri, baş kaldıranları kendi yerlerine oturtmaları gerekirdi.
Evet, Şia'yı seçimle hilafeti kabul etmekten alıkoyan, daha sonra meydana gelebilecek acı olaylar; yani İslami hükümetin izleyeceği yolun fesat oluşu ve yüce dini eğitimlerin temelinin yok olma endişesiydi. Nitekim; sonra gerçekleşen olaylar da bu inancın (veya tahminin) doğru olduğunu gün geçtikçe aydınlatmaktaydı. Böylece Şiilerin akidelerine olan inançları daha fazla artıyordu. Şiiler zahirde çoğunluk içerisinde eritilmesine, parmakla sayılacak kadar azınlık olmalarına, İslam öğretisini gizlice Ehl-i Beyt'ten öğrenmeye ve kendi yollarına davet etmeye ısrarlı olmalarına rağmen İslam gücünün korunması ve ilerlemesi için aleni muhalefetten kaçınıyorlar hatta onlarla omuz omuza cihada gidiyorlar, toplumsal işlerde onlara katılıyorlardı. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi de İslam'ın maslahatını göz önünde bulundurarak gereken yerlerde çoğunluğa yol gösteriyordu.[24]
4- HİLAFETİN KAMUOYUNA
SUNULMA SİYASETİ VE ŞİA GÖRÜŞÜNE AYKIRI OLUŞU
Şia, yasaları, Allah'ın kitabı ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in sünnetinde belirlenen semavi İslam şeriatının hiçbir zaman değişmeyeceğine ve kıyamete kadar kendi itibarını koruyacağına inanır.[25]
Şia'ya göre İslam hükümeti, hiç bir bahane ile, İslam dinini tamamen uygulamaktan kaçınamaz. İslam hükümetinin tek görevi, zamanın maslahatını göz önünde bulundurarak şeriat sınırı çerçevesinde şura ve meşveretle bazı kararlar almasıdır. Ama siyasi amaçlar üzere gerçekleşen biat olayı ve yine Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığının son günlerinde gerçekleşen kağıt ve mürekkep hadisesi, hilafetin seçimle olmasına taraftar olanların bu konuda farklı inançlar taşıdığını ortaya çıkardı. Onlara göre, Allah'ın Kitabı bir anayasa gibi korunmalı, Peygamber'in (s.a.a) açıklamaları ve sünnetleriyse değer ve itibarını kaybetmiştir, o halde İslam hükümeti siyaset icabı, onları uygulamayabilirdi. Onların bu görüşleri, sonraları sahabe hakkında naklolunan bir çok rivayetlerle de (örneğin; Sahabe müçtehittirler. Reylerinde isabet ederlerse sevap kazanırlar ve eğer hata yaparlarsa mazurdurlar) pekiştirildi.
Bunun apaçık örneği, Halifenin komutanlarından Halid b. Velid'in, Müslümanların sayılır şahıslarından olan Malik b. Nüveyre'nin evinde misafir olduğu gece gerçekleşti. Halid, Malik'i gafil avlayıp öldürdü, başını ocağa bırakıp ateşte yaktıktan sonra o geceyi Malik'in hanımıyla birlikte geçirdi. Halife ise bu utanç verici, yüz kızartıcı cinayetlerin ardından "Devletin böyle komutana ihtiyacı vardır." bahanesiyle onun hakkında şeriat hükümlerini uygulamadı.[26] Humusun Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt ve yakınlarına verilmesinin önlenmesi de bunun diğer bir örneğidir.[27]
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.a)'in hadis-i şeriflerinin yazılması yasaklandı. Bir yerden yahut bir kimseden yazılı hadisler ele geçirilseydi onu zabtedip yakıyorlardı[28] Hadis yazma yasağı Hülefai Raşid'in zamanından Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz'in (99-102) hilafet dönemine kadar sürdü.[29]
Bu siyaset (zamanın Halifesi, Peygamberin sünnetini uygulamayabilir olması) ikinci Halifenin hilafet döneminde (13-25 h.k.) daha fazla netlik kazandı. Hilafet makamı, temettü haccı, mut'a nikahı ve ezanda "Hayye ala Hayr'il-Amel" denilmesi gibi bir takım şeriat kurallarını yasakladı.[30] Üç talakın (boşamanın) bir oturumda geçerli olması gibi, şeriatta olmayan bir takım şeyleri de yasalaştırdı.[31] Beyt'ül malın halkın arasında farklılık gözetilerek taksim edilmesi[32] ikinci halife döneminde başladı. Bu tavır sonraları Müslümanların arasında büyük ihtilafların oluşmasına ve korkunç kanlı sahnelere neden oldu. O'nun hilafeti döneminde, Muaviye Şam ilinde, Kayser ve Kisra sultanlarına uygun geleneklerle hükümet ediyordu. Halife, ona "Arab'ın Kisrası" unvanını verdiği halde, ona dokunmuyordu.
İkinci Halife yirmi üç h.k. yılında İranlı bir köle tarafından öldürüldü. Halifenin emriyle kurulan altı kişilik şuranın ekseriyet oyuyla üçüncü Halife işlerin idaresini eline aldı. O, hilafeti döneminde kendi Emevi akrabalarını halka musallat etmiş, Hicaz, Irak, Mısır ve diğer İslam ülkelerinde işleri bunlara[33] devretmişti, oysa onlar kayıtsızlık ve sorumsuzlukta kararlı oldukları için alenen zulüm etmeye, günah işlemeye ve şimdiye dek uygulanan İslam kanunlarının aksine hareket etmeye başladılar. İslam ülkelerinin dört bir yanından şikayetler sel gibi dar'ul hilafeye akmaya başladı. Halife ise, Emevi yakınlarının bilhassa Mervan b. Hakem'in etkisi altında kaldığından[34] gelen şikayetleri önemsemiyordu. Hatta bazen şikayet edenlerin takip edilmesini ve onlara sert davranılmasını emir veriyordu.[35] Kısaca, hicretin 35. yılında halk tarafından aleyhinde ayaklanmalar başladı ve bir kaç günlük süren çatışma ve musahara sonucu halife öldürüldü.
Üçüncü Halife kendi hilafeti döneminde, Emevi akrabalarından Muaviye'nin yönetiminde olan Şam hükümetini daha fazla güçlendiriyordu. Öyle ki hilafetin ağırlığı Şam'da toplanmış, Medine'de bulunan dar-ül hilafe teşkilatının dış görünümden başka bir şeyi kalmamıştı. [36]
Birinci Halife, sahabelerin çoğunluğunun seçimiyle, İkinci Halife birinci Halifenin vasiyeti üzerine, Üçüncü Halife ise, fertleri ve tüzüğü İkinci Halife tarafından belirlenen altı kişilik şuranın tayini üzerine hilafeti ele aldılar. İlk üç Halifenin yirmi beş yıl süren hilafetlerinde, işleri idare etmede izledikleri siyasetleri şuydu: İslam kanunları içtihat üzerine ve hilafet makamı tarafından teşhis edilen maslahatlara göre uygulanır. İslam öğretilerinde ise izledikleri yol, Kur'an'ın tefsir edilmeden ve araştırılmadan okunması ve Peygamber'in (s.a.a) hadisleri yazılmadan rivayet edilmesi, kulak ve ağız haddini aşmamasıydı. Yazmak, Kur'an-ı Kerim'le sınırlanmış, hadisleri yazmak yasaklanmıştı.[37]
On iki Hicri Kameri yılında sona eren "Yemame" savaşında, sahabelerden Kur'an karisi olan bir grup hafızın ölmesi üzerine, Ömer b. Hattab birinci Halifeye Kur'an'ın bir mushafa yazılması ve toplanmasını önerdi. O, kendi önerisinde şöyle diyordu: Eğer yeniden bir savaş çıkar ve geriye kalan Kur'an hamilleri ölürlerse Kur'an aramızdan kalkacaktır. Buna göre, Kur'an ayetlerini bir mushafa toplayıp yazmamız gerekir.[38] Kur'an hakkında bu kararı alırken Kur'an'ın peşi sıra gelen Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri aynı tehlike ile karşı karşıya olduğu halde onları muhafaza etmeye önem vermediler. Unutulma, uydurulma, eksik ve fazla nakledilme, lafzının değil de algılanan anlamın nakledilmesi gibi tehlikelere rağmen hadisleri koruma önemsenmemekle birlikte yazılması bile yasaklanıyor ve ele geçirilen bütün hadisler yakılıyordu.
Kısa bir süre içerisinde öyle bir durum meydana geldi ki İslam'ın namaz gibi tartışılmaz apaçık meselelerinde dahi birbiriyle zıt hadisler ortaya çıktı. Bu zaman içerisinde diğer ilim dallarında da bir ilerleme olmadı. Böylece Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin açıklamalarında ilimle ilgili methetmeler ve ilimleri ilerletip yaymaya olan teşvik ve tekidler, sonuç vermeyip etkisiz kaldı. Halkın çoğunluğu, İslam'a birbirinin ardından nasip olan zaferlere ve Arap yarımadasına dört bir yandan akan hadsiz hesapsız ganimetlerin verdiği sevinç ve neşeyi yaşamaya meşgul idiler. Risalet hanedanının ve bunların en ileri geleni ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) buyurduğuna göre İslam öğretileri ve Kur'an'ın anlamları konusunda halkın en bilgini olan Hz. Ali'nin (a.s) ilimleri dikkate alınmadı. Hatta Kur'an-ı Kerim'in bir araya toplanılmasında (Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali'nin, evine kapanıp Mushafı bir araya topladığını bildikleri halde) ondan yararlanmadıkları gibi adını bile söz konusu etmediler.[39] Bu ve benzeri bir takım işler, Hz. Ali'nin (a.s) izleyicilerinin kendi inançlarına daha fazla sarılmalarına, olayların gidişatını daha uyanık izlemelerine ve günden güne çalışmalarını artırmalarına neden oldu. Hz. Ali (a.s) ise halkın umumi terbiye edilmesinden mahrum edildiği için fertleri özel olarak terbiye etmeye başlamıştı.
Bu yirmi beş yıl zarfında, bütün durumlarda ona tabi olan dört dostundan üçü (Selman-ı Farisi, Ebuzer Gaffari ve Mikdad) vefat ettiler. Ama sahabelerden bir grubu ve Hicaz, Yemen, Irak ve diğer yerlerde bulunan tabiinden kalabalık bir grup Hz. Ali'nin (a.s) destekçileri arasında yer aldılar. Üçüncü Halifenin ölümünden sonra, her bir taraftan ona yöneldiler. O'na biat edip halife olarak seçtiler.
5- HİLAFETİN HZ. ALİ'YE (A.S) GEÇMESİ VE O HAZRETİN TAVRI
Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti otuz beş h.k. senesinin sonlarına doğru başladı ve dört yıl dokuz ay kadar devam etti. Ali (a.s), hilafeti döneminde Peygamberimizin[40] olaylara bakış açısını, tavrını ve meseleleri çözmedeki metodunu örnek alarak önceki halifeler zamanında meydana gelen birçok değişmeleri eski durumuna getirdi. Liyakatsiz hükümdarları, makamlarından aldı.[41] Kısacası şöyle söyleyebiliriz: Ali'nin (a.s) gerçekleştirdiği, birçok zorlukları içeren, bir kıyam ve inkılap idi. Ali (a.s), hilafetinin ilk gününde halka yaptığı konuşmasında şöyle buyurdu:
"Haberiniz olsun, belanız döndü-dolaştı gene gelip çattı, tıpkı Allah'ın Peygamberini gönderdiği gün gibi. İyice alt ve üst olmalısınız. Arkada kalan fazilet sahipleri öne düşmelidirler. Zorla öne düşenler geri kalmalıdırlar. (Hak ve batıl vardır ve her birinin de ehli vardır, insan hakka itaat etmelidir) Batılın çoğunluğu oluşturması yeni bir şey değildir. Hak az olmasıyla beraber bazen öne geçer, ilerler ama insana sırt çeviren şeylerin bir daha ona yönelmesi pek nadir olur." [42]
Ali (a.s), inkılap ve kıyam hüviyetini taşıyan hareketini sürdürüyordu. Bu kıyamda da bütün inkılap nitelikli hareketlerde olduğu gibi, menfaatleri tehlikeye düşen muhalif unsurlar, her köşe ve bucaktan muhalefet ederek, Üçüncü Halifenin kanını gütme bahanesiyle, Ali'nin (a.s) hilafet dönemini kapsayan kanlı iç savaşlar meydana getirdiler. Şia'nın görüşüne göre bu iç savaşlara neden olanların şahsi menfaatlerinden başka bir maksatları yoktu. Üçüncü Halifenin kanını gütme davası, avam halkı aldatma aracından başka bir şey değildi. Bu olayların vuku bulmasında hatta yanlış anlaşılma bile söz konusu değildi.[43]
Cemel savaşı olarak adlandırılan ilk savaşın nedeni, İkinci Halife döneminde beytülmalın farklı bölünmesi sonucu ortaya çıkan ihtilaf ve fesattır. Ali (a.s) resmen halife olarak tanındıktan sonra, Peygamberimizin siresi gibi, beytülmalı halk arasında fark gözetmeden ve eşit olarak dağıtımını yaptılar.[44] Bu tutum, Zübeyr ve Talha'yı sert şekilde öfkelendirdi. Böylece onlar itaatsizliğe ve başkaldırıya karar verdiler ve Kabe'yi ziyaret etme bahanesiyle Medine'den Mekke'ye gittiler. Mekke'de bulunan ve Hz. Ali (a.s) ile arası iyi olmayan Ümmü-l Müminin Aişe'yi de kendilerine uydurup, Üçüncü Halifenin kan davası adına, kanlı Cemel savaşını meydana getirdiler.[45]
Halbuki Talha ve Zübeyr Üçüncü Halifenin evi sarıldığı ve öldürüldüğü an Medine'de idiler. Halife'yi savunmadılar[46] ve Halife öldürüldükten sonra, Muhacirler ve kendileri namına Ali'ye (a.s) ilk biat edenlerden idiler.[47] Ayşe de halkı üçüncü Halifenin katline teşvik edenlerdendi.[48] Üçüncü Halifenin katlini ilk kez duyduğunda ona küfürde bulunup sevinç duyduğunu belirtmişti. Aslında, Üçüncü Halifenin katline sebep olanlar, Medine'den diğer taraflara mektuplar yazarak halkı Halifeye karşı ayaklandıran sahabelerdi.
Sıffin savaşı adıyla bilinen ve bir yıl altı ay süren ikinci savaşın sebebiyse Muaviye'nin hilafete göz dikmesi ve ona olan hırsı idi. Muaviye yüz bini aşkın kişinin kanını döktüğü bu savaşı, Üçüncü Halifenin kan davası adına başlattı. Bilindiği gibi kanın bedelini alma hiç bir zaman savunma yöntemiyle gerçekleşemediğinden dolayı, Muaviye bu savaşta savunma değil de taarruzda bulunuyordu.
Yukarıda açıklandığı gibi bu savaşın unvanı, Üçüncü Halifenin kan davasıydı. Halbuki Üçüncü Halife, hayatının son günlerinde çıkan karışıklığa son vermek amacıyla Muaviye'den yardım dileğinde bulunmuştu. Muaviye de bir orduyla Şam'dan Medine'ye doğru hareket etti. Yolda kasıtlı olarak o kadar gecikti ki Halife öldürüldü. O zaman Şam'a dönüp Halifenin kan davası adına kıyam etti.[49]
Ve hakeza Hz. Ali (a.s) şehit olup Muaviye hilafeti ele geçirdikten sonra, Halifenin kanını ve onu öldürenleri takip etmeyi unuttu.
Sıffin savaşından sonra Nehrevan savaşı başladı. Bu savaş, içlerinde sahabelerin de bulunduğu bir kısım halkın, Muaviye'nin Sıffin savaşındaki kışkırtmaları sonucu oluşan ayaklanmalardı. Bunlar, İslam beldelerinde karışıklık çıkarmaya ve emniyetsizlik yaratmaya başladılar. Nerede Ali'nin (a.s) taraftarlarını bulurlarsa öldürüyorlar, hatta hamile kadınların rahimlerini parçalayarak ceninleri çıkarıp başlarını kesiyorlardı.[50]
Ali (a.s) bu kargaşalığa da son verdi. Ama kısa bir müddet sonra Kufe camiinde namaz halindeyken haricilerden birisinin eliyle şehit edildi.
6- ŞİA'NIN HZ. ALİ'NİN BEŞ YILLIK HİLAFETİNDEN YARARLANMASI
Ali (a.s) dört yıl ve dokuz aylık hilafeti süresinde İslam ülkesinin karışık durumunu tamamen ilk önceki durumuna getiremedi. Ama üç temel açıdan muvaffak olmayı başardı.
1- Kendi adaletli davranış ve hareketleriyle Resul-i Ekrem'in (s.a.a) çekici ahlaki çehresini, halka özellikle yeni yetişen nesile sergiledi. O, Muaviye'nin Kayseri ve Kisrai ihtişamına karşılık halkın en fakiri gibi yaşıyordu. Kendi aile, yakınları ve arkadaşlarını diğerlerine nazaran üstün tutmadı ve zengini fakire, güçlüğü zayıfa tercih etmedi.
2- O kadar yıpratıcı işler ve meşguliyetlerle birlikte halkın içerisinde kendisinden hak İslami ilimler ve İlahi öğretilerle ilgili değerli birikimler hatıra bıraktı.
Ali'nin (a.s) muhalifleri şöyle diyorlar: "O, cesaretli birisiydi siyaset adamı değil. Çünkü hilafetinin ilk döneminde muhalif unsurlarla barış yaparak, dalkavuklukla onları razı edebilirdi. Böylelikle kendi hilafetini güçlendirdikten sonra onların köklerini yok edebilirdi."
Ama bu sözü söyleyenler şu noktayı unutmuş ve görmezlikten gelmişlerdir ki Ali'nin (a.s) hilafeti, inkılap nitelikli bir hareketti ve inkılabı hareketlerin dalkavukluktan ve uyutucu görünümlere girmekten uzak kalmaları gerekir. Bu hadisenin benzeri, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bi'seti döneminde de gerçekleşmişti. Kafirler ve müşrikler defalarca Peygambere anlaşma teklifinde bulunmuşlar. O Hazretin, onların putlarına saldırmadığı ve hakarette bulunmadığı takdirde, onların da Peygamberin davetine karışmayacakları önerisinde bulunmuşlardı. Peygamber ise, o zor günlerde düşmanlarla uzlaşarak kendi mevkisini güçlendirip daha sonra onlara muhalefet etme olasılığı varken bunu yapmadı. Esasen İslami davet, bir hakkı diriltmek uğruna ayrı bir hakkın ayaklanmasına yahut bir batılın başka bir batılla ortadan kaldırılmasına asla izin vermez. Bu hususla ilgili Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet vardır.[51]
Ayrıca Ali'nin (a.s) muhalifleri zafere ulaşmak ve hedeflerine varmak uğruna hiçbir cinayeti işlemekten, İslam'ın istisnasız bütün kanunlarını apaçık çiğnemekten çekinmiyorlardı. Üstelik işledikleri günah ve lekeleri, sahabi ve müçtehittirler adıyla örtbas ediyor, kendilerini temize çıkarıyorlardı. Ama Ali (a.s) her zaman için İslam kanunlarına bağlıydı.
Hz. Ali'den (a.s) akli, dini ve toplumsal ilim dallarında on bir bine yaklaşık kısa sözler kaydedilmiştir.[52] İslam öğretilerini[53] konuşmalarında çok sade ifadeyle ve en edebi üslupla açıklamıştır.[54] O, Arap diline düstur çıkaran ve Arap edebiyatının temelini atan kimsedir. İslam'da İlahi felsefenin derinliklerine inen[55] serbest kanıtlama ve mantıki burhanla konuşan ve o güne kadar dünya filozofları arasında dikkate alınmayan meseleleri gündeme getiren ilk kimsedir. O bu hususu o kadar önemsiyordu ki hatta savaş esnasında dahi ilmi bahisler yapıyordu.[56]
3- İslam bilginlerinden ve dini kişilerden bir çoğunu eğitti.[57] Onlar arasında ariflerce irfan kaynakları olarak tanınan, Üveys-i Kareni, Kumeyl b. Ziyad, Meysem-i Tammar ve Reşid Hicri gibi zahid ve marifet ehlinden bir kısmı bulunmaktadır. Ayrı bir grupsa, fıkıh, kelam, tefsir, kıraat vb. ilimlerin ilk kaynağı olanlardır.
7- HİLAFETİN MUAVİYE'YE İNTİKAL ETMESİ VE MİRASİ SALTANATA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Hz. Ali (a.s) şehit edildikten sonra o hazretin vasiyeti ve halkın biat etmesi üzerine İmamiyye Şiası nezdinde ikinci imam olarak tanınan Hz. Hasan b. Ali (a.s) hilafet makamını üstlendi. Ancak Muaviye rahat oturmadı. Hilafet merkezi olan Irak'a doğru ordu çıkararak Hasan b. Ali (a.s) ile savaştı.
O, çeşitli entrikalar ve hadsiz hesapsız para yedirmelerle Hasan b. Ali'nin dostlarını ve komutanlarını tedricen kandırarak barış adına hilafeti kendisine devretmeye mecbur etti. Hasan b. Ali (a.s) de Muaviye'nin ölümünden sonra hilafetin kendisine bırakılması ve Ali Şia'sına dokunulmaması şartıyla hilafeti Muaviye'ye bıraktı.[58]
Kırk Hicri senesinde, Muaviye İslam hilafetine istila etti ve hemen sonra Irak'ta yaptığı konuşmasında halka tehditte bulunarak: "Ben sizinle namaz oruç için değil size hükmetmek için savaştım ve maksadıma da eriştim"[59] demekten ve yine "Hasan'la (a.s) olan ahdim geçersiz ve ayağımın altındadır." sözünü söylemekten çekinmedi.[60]
Muaviye bu sözüyle siyaseti dinden ayıracağını, dini kurallarda meydana gelen zararların giderilmesi yerine bütün gücünü kendi hükümetini korumak için kullanacağını belirtiyordu. Elbette böyle bir hükümet, Peygamberin halifeliğinden ziyade saltanat ve padişahlıktır. Bu yüzden huzuruna varanların bazıları onu padişahlık unvanıyla selamladılar.[61] O, halkın içerisinde kendisini halife olarak tanıtıyordu ama bazı özel toplantılarında hükümetini, sultanlık ve padişahlık olarak niteliyordu.[62] Elbette baskı üzerine kurulu saltanat verasetle sonuçlanır. Nitekim kendi maksadını gerçekleştirmiş, laubali ve az da olsa dini şahsiyeti olmayan genç oğlu Yezid'i vezir yaparak kendi yerine tayin etti[63] ve o kadar çirkin hadislere sebep oldu.
Muaviye yukarıda zikredilen açıklamasıyla kendisinden sonra Hasan'ın (a.s) hilafete ermesine izin vermeyeceğini ve bu hususta ayrı bir fikir tasarladığını belirtiyordu. Nitekim Hasan'ın (a.s) zehirle şehit ettirerek[64] yolu oğlu için açmış oldu.
Muaviye ahdi bozmakla, Ehl-i Beyt taraftarlarının rahat ve huzurlu bir ortamda yaşayamayacaklarını ve daha önce olduğu gibi dini çalışmalarının devam etmesine hiçbir zaman izin vermeyeceğini düşündürüyordu. Nitekim bu isteğini de gerçekleştirdi.[65]
Muaviye, Ehl-i Beyt'in faziletiyle ilgili hadisleri rivayet edenlerin namus, mal ve can güvenliği olmayacağını her tarafa bildirdi.[66] Halifeler ve sahabelerle ilgili methedici hadis getirenlerin yeteri kadar mükafatlandırılmasına emir verdi. Sonuçta sahabelerin methinde bir çok uydurma hadisler çıkarıldı.[67] İslam ülkelerinde minberlerde Ali'ye (a.s) küfür edilmesine emir verdi. (Bu emir Emevi halifelerinden Ömer b. Abdulaziz'in (99-101) dönemine kadar icra edildi). Muaviye mümessillerinin ve içlerinde sahabelerin de bulunduğu idarecilerinin yardımıyla, has ve seçkin Ali Şialarını öldürdü ve bazılarının başını mızraklara takıp şehirlerde gezdirdi. Rastladıkları Şiilere, Ali'den (a.s) uzak olduklarını ve ona sebbetmelerini teklif ediyorlardı. Bu tekliften çekinenler derhal katlediliyordu.[68]
8- ŞİA TARİHİNDE EN ZOR GÜNLER
Şia tarihinde, Muaviye'nin yirmi yıllık saltanat ettiği dönem, Şia için en zor ve can güvenliğinden yoksun kaldığı günlerdir. Şiilerin çoğu tanınmış ve belirlenmiş şahıslardı. Muaviye'nin saltanatı döneminde yaşayan Şia rehberlerinden ikisi (İkinci ve Üçüncü İmam) bu acı ve dayanılmaz durumu gidermek için gerekli araçların hiç birisine sahip değillerdi. Hatta Şia İmamlarının üçüncüsü, Yezid'in ilk altı aylık saltanatı döneminde kıyam etti, ama bütün dostları ve evlatlarıyla birlikte şehit edildi. Muaviye'nin hilafeti döneminde on yıl yaşayan bu İmam, o dönemde herhangi bir kıyama teşebbüs etme imkanı bile bulamadı.
Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu, sahabe bilhassa Muaviye ve idarecilerinin eliyle gerçekleşen bu kadar haksız kan dökmeleri ve İslam kanunlarına gösterilen bunca sorumsuzlukları, "Onlar sahabedirler ve Peygamber'den (s.a.a) elimize ulaşan hadislere göre sahabeler müçtehittirler. Allah onlardan razıdır ve işledikleri bütün cinayetler ve haksızlıklar affedilmiştir" sözüyle tevil ve tefsir ediyorlar. Şia, bu özürü kabul etmiyor.
Çünkü evvela adaleti, hakkı ve hürriyeti ihya etmek amacıyla kıyam eden, bir grubu bu mukaddes hedefi gerçekleştirme yolunda bütün varlıklarından geçebilecek derecede kendi inancına bağlı kılan Peygamber gibi bir içtimai rehberin, hedefine ulaştıktan sonra kendi dostlarına, hak ve getirmiş olduğu mukaddes kanunlar hakkında mutlak serbestlik vermesi ve onların göstermiş oldukları her türlü sorumsuzlukları, işledikleri suçları ve hakkı ezmelerini affedilmiş bilmesi, diğer bir deyişle; kendi elleriyle yapmış olduğu bir binayı aynı araçlar ve kendi elleriyle yıkmaları, tasavvur olunamaz.
İkinci olarak şunu bilmeliyiz ki sahabeleri takdis eden, çirkin ve gayri meşru amellerini tasvip eden ve onların affedilmiş olduğunu ifade eden hadisler, sahabelerin kendileri vasıtasıyla bizlere ulaşmıştır. Bu hadislerin ravileri sahabelerin kendileridir. Sahabe de, kesin tarihin tanıklığına göre, birbirlerinin dokunulmaz ve yaptıkları hatalarda mazur olduklarını kabullenmiyordu. Birbirini öldürmeye, lanet etmeğe ve birbirinin eksikliğini açmaya teşebbüs eden ve bu hususta en küçük müsamaha bile göstermeyen, sahabenin bizzat kendisiydi.
Buna göre, sahabenin kendi amelleri bu hadislerin sahih ve doğru olmadığına tanıktır. Bu hadisler sahih olsalar bile, başka anlamları vardır.
Eğer Allah-u Teâla kelamında bir hadisede O'nun emirlerini uygulama yolunda çekmiş oldukları zahmetler karşısında sahabeden razı olduğunu belirtmişse,[69] bu onların gelecekte istedikleri her türlü itaatsizliği yapabilmeleri manasını taşımaz, belki sadece geçmişte yaptıkları itaatleri takdir etmesi anlamınadır.
9- BENİ ÜMEYYE SALTANATININ İSTİKRARI
H.K. 60 senesinde Muaviye öldü. Oğlu Yezid babasının halktan ona biat almış olması üzerine İslam hükümetini ele geçirdi. Tarihin tanıklığına göre, Yezid, dini şahsiyete sahip olmayan hatta babası hayattayken İslam kanunlarına saygı göstermeyen, sorumsuz, eğlence düşkünü ve şehvetten başka bir şey düşünmeyen bir genç idi. Yezid üç yıllık saltanatı döneminde o kadar facialar yarattı ki, İslam'ın zuhurundan o zamana dek vuku bulan fitneler arasında eşi görülmemişti.
İlk senesinde, Hz. Peygamber'in (s.a.a) torunu Hüseyin b. Ali'yi, dostları, akrabaları ve evlatlarıyla birlikte çok feci bir şekilde şehit edip; kadınları, çocukları ve Peygamber'in Ehl-i Beyti'ni şehitlerin kesik başlarıyla birlikte şehirlerde gezdirdi.[70]
Saltanatının ikinci yılında Medine halkını katliama uğrattı: askerlerine üç gün halkın malını, kanını ve ırzını mubah bildi.[71] Üçüncü yılda Allah'ın mukaddes evini (Kabe) tahrib edip yaktı.[72]
Yezid'ten sonra Ümeyye oğullarından olan Al-ı Mervan, tarih kitaplarında ayrıntılarıyla kaydolunduğu gibi İslam hükümetini ele geçirdi. Yetmiş yıl süren bu on bir kişilik grubun hükümeti, Müslümanlar ve İslam için siyah ve uğursuz günler meydana getirdi. Gerçekte İslami toplumda, İslami hilafet adını takınan zorbacı Arap imparatorluğundan başka bir şey hükmetmiyordu. Bunların hükümeti zamanla küstahlık haddini aşmış güya dinin koruyucusu unvanıyla Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yerinde oturan vaktin halifesi, hac mevsiminde Allah'ın evi Kabe üzerinde eğlenmek için bir hücre yapılmasına çekinmeden karar verdi.[73]
Zamanın halifesi Kur'an'ı oklara hedef kılmış ve Kur'an'a hitaben yazdığı şiirde şöyle diyordu: "Kıyamet günü Allah'ının yanında hazır olduğun zaman Allah'ına de ki: Halife beni parça parça etti."[74]
Ehl-i Sünnet ile genellikle "İslami hilafet ve dini konularda mercilik" gibi iki mesele üzerinde görüş ayrılığına sahip olan Şia, bu karanlık dönemde çok zor ve acı günler geçirmesine rağmen, hükümetlerin sorumsuzluk ve zulümleri bir taraftan, Ehl-i Beyt'in yüce, takvalı rehberlerinin mazlum olmaları diğer bir taraftan onları günden güne kendi inançlarında sabitleştiriyordu.
Özellikle Şiilerin üçüncü önderi Hz. İmam Hüseyin'in yürekler yakıcı şahadetinin, Şiiliğin bilhassa hilafet merkezinden uzak olan Irak, Yemen ve İran gibi yerlerde yayılmasında büyük katkısı oldu.
Henüz Hicret'in bir asır ve üçüncü imamın şehit olmasından kırk yıl geçmemesine rağmen, Emevi hükümetinde meydana gelen zayıflık ve karışıklık sebebiyle İslam devletinin dört bir yanından Şii halkının hadis ve dini bilgileri öğrenmesi için beşinci imama doğru akın etmesi bu sözümüzün şahididir.[75] Hicretin ilk yüz yılı tamamlanmadan, emirlerden bir kaçının vasıtasıyla İran'da Kum şehri kurulup Şiiler yerleştirildi[76] Ama bununla birlikte önderlerinin emirlerine göre mezheplerini tezahür etmeden takiyye halinde yaşıyorlardı. Elbette artık zulüm ve baskının haddi aşması nedeniyle, Alevi seyyidler hükümetin zulümlerine karşı kıyam ettiler ve canlarını bu yolda feda ettiler. Buna karşılık hiçbir şeyden çekinmeyen o dönemin hükümeti, bunları ezmekten çekinmedi. Zeydiyye Şiilerinin rehberi sayılan dördüncü imam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in cesedini mezarından çıkardılar, dar ağacına astılar; üç yıl asılı kaldı. Sonunda cesedi yakılıp külü savruldu.[77] Şiilerin ekseriyetinin itikadına göre, ikinci ve üçüncü imamlar, Ümeyye oğullarının eliyle şehit edildiği gibi, dördüncü ve beşinci imamlar da onların eliyle zehirletilerek şehit edilmişlerdir.[78]
Emevilerin yaptıkları kötü amellerin apaçık ve perdesiz oluşu, Ehl-i Sünnet çoğunluğunu, hülefayı tamamıyla itaati vacip olarak bilmelerine rağmen, halifeleri "Hülefa-i Raşidin" (Peygamberin vefatından sonra gelen ilk dört halife yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) ve "gayri raşidin" (Muaviye ve ondan sonraki halifeler) diye iki kısma ayırmaya mecbur kıldı.
Emeviler hükümet ettikleri sürede, yaptıkları zulümler ve İslam kanunlarına göstermiş oldukları kayıtsızlıklar eserinde halkın o kadar nefretini kazanmışlardı ki, yenilgi kesinleşip son Emevi halifesi öldürüldükten sonra halifenin iki oğlu hilafet ailesinden bir grupla dar-ül hilafeden kaçtılar. Nereye yönelip, sığındılarsa halk kabul etmedi. Sonunda "Becave, Habeşe ve Nevba" çöllerinde dolaşıp bir çoğunun açlık ve susuzluktan ölmesinden sonra, Yemen'in güneyine vardılar. Dilencilik yaparak yol masrafı topladılar ve hamal olarak Mekke'ye hareket ettiler ve orada halkın arasında kayboldular.[79]
10- HİCRETİN İKİNCİ ASRINDA ŞİA
Hicri ikinci asrın ilk otuz yılının sonlarına doğru, Ümeyye oğullarının zulümleri sonucu meydana gelen kanlı savaşlar ve inkılaplar sürerken İran'ın Horasan kesiminde Resulullah'ın Ehl-i Beyti adına bir davet gerçekleşmişti. Bu davetin asıl başlatıcısı İranlı Ebu Müslim-i Muruzi adlı bir komutan idi. O, Emevilere karşı kıyam edip, Emevi hilafetini devirmeye kadar ilerledi.[80]
Bu hareket ve inkilap, Şia'nın köklü tebliğinden kaynaklanmasına ve hatta bu hareketi başlatanların, üstü kapalı olarak Ehl-i Beyt'ten beğenilmiş bir kişi için biat almalarına rağmen bunların hepsi Şia rehberlerinin doğrudan doğruya emri veya işaretiyle gerçekleşmemişti. Ebu Müslim, hilafet adına topladığı biati, Medine'de İmamiyye Şiasının altıncı imamına sunarken, o kesin olarak kabul etmemiş, Ebu Müslim'e: "Ne sen benim adamlarımdansın ne de zaman benim zamanımdır." diye buyurması bu sözün tanığıdır.[81]
Sonunda Abbas oğulları Ehl-i Beyt adına hilafeti ele geçirdiler.[82] Başlangıçta birkaç gün halka ve Ali evladına hoş yüz gösterdiler hatta alevi şehitlerinin intikamını alma adına Ümeyye oğullarını katlettiler. Beni Ümeyye halifelerinden kabrini söküp bulduklarını yaktılar.[83] Ama kısa bir süre sonra onlar da Ümeyye oğullarının zulümce davranışlarını kendilerine metot edinip haksızlık yapmak ve İslam kanunlarına karşı kayıtsızlıkta onlardan geri kalmadılar. Dört Ehl-i Sünnet mezhebinden birisinin reisi olan Ebu Hanife, Mensur tarafından hapsedildi ve birtakım işkencelere maruz kaldı. Ehl-i Sünnet mezheplerinden diğer birisinin kurucusu olan Ahmed b. Hanbel, kırbaçla dövüldü.[84] Şia'nın altıncı imamı Cafer Sadık (a.s), birçok işkence ve eziyetlerden sonra zehirle şehit edildi.[85] Alevileri (Ali evladını) bölük bölük öldürüyorlar, bir kısmını diri diri gömüyorlar yahut yapılan devlet yapılarının veya duvarlarının arasına taş yerine konularak üstlerine taşlar yığılarak öldürülüyorlardı.
Abbasi halifesi Harun zamanında İslam imparatorluğu yayılmış ve güç sahibiyken ve İslam ordusu dünyanın batı ve doğusunda ilerlerken hatta Halife bazen güneşe bakıp "Dilediğin yeri ısıt, nereyi aydınlatırsan aydınlat, orası benim ülkemdir." derken halifenin sarayının birkaç adım ötesinde Bağdat köprüsünde memurlar yoldan geçen halktan izinsiz ve habersiz geçit hakkı (parası) alıyorlardı. Hatta bir gün Halifenin kendisi köprüden geçmek isterken önünü kesmişler ve geçit parası istemişlerdi.[86]
Abbasi Halifesi Emin, bir şarkıcının iki mısralık, şehveti tahrik edici sözü ile kendisini şehvete getirdiğinden dolayı şarkıcıya üç milyon dirhem bağışlamıştı. Şarkıcı sevinçten halifenin ayaklarına kapanarak "Ey Emir-el Müminin bu kadar parayı bana mı bağışladın?" dediğinde, Halife "Bu bağışı, ülkenin tanınmayan bir yerinden alıyoruz." diye küçümsemiş ve önemi yoktur demişti.[87]
Müslümanların Beytülmali olarak Dar-ül Hilafeye akan servet, halife adını takınanların halkı ezmeleri ve heveslerini gidermeleri yolunda harcanıyordu. Abbasi halifelerinin sarayında, periler gibi güzel cariyelerin, güzel erkek ve kız uşakların sayısı binleri aşmaktaydı. Hakikatte Şia'nın durumu Emevi devletinin yıkılışı ve Abbas oğullarının iş başına gelmesiyle hiç değişmemişti. Ne var ki zalim düşmanlar isim değiştirmişlerdi.
11- HİCRETİN ÜÇÜNCÜ
ASRINDA ŞİA
Şia, üçüncü yüzyılın başlamasıyla rahat bir nefes alabildi. Bunun nedeni evvela birçok felsefi ve ilmi kitapların Yunanca ve Süryanice'den Arapça'ya çevrilmesi, halkın akli ve kanıtsal bilgileri öğrenmeye yönelmesi, bunun yanı sıra Mutezile mezhebine mensup olan Abbasi halifesi Me'mun'un (195-218) mezhepler hakkında akli kanıtlara olan ilgisi ve neticede mezhepler ve dinler hakkında konuşmaya verdiği serbestliğin tamamen yayılmasıydı. Şii alimler ve mütekellimler (Kelam ilmi bilginleri) bu serbestlikten faydalanıp, ilmi çalışmalarda ve Ehl-i Beyt mezhebini tebliğ etmede bütün çabalarını gösterdiler.[88]
İkinci neden de Abbasi halifesi Me'mun'un siyasi nedenlere göre, İmamiyye Şiası'nın sekizinci imamını kendisine vezir ve veliahd tayin etmesiydi. Böylece Aleviler ve Ehl-i Beyt taraftarları biraz olsun devlet makamlarının haksızlıklarından uzak kalmış, az çok özgürlükten yararlanabilmişlerdi. Ama bu durum pek fazla sürmedi. Kılıcın keskin tarafı yine Şiilere doğru yöneldi. Yine her şey unutuldu ve geçmişler yeniden, bilhassa Ali ve taraftarlarıyla has düşmanlığı olan Abbasi halifesi Mütevekkil'in (232-247) hilafeti döneminde tekrarlanmaya başladı. İmamiyye Şiası'nın üçüncü imamının Kerbela'da olan mezarının yerle bir edilmesi de onun emriyle gerçekleştirilmişti.[89]
12- HİCRETİN DÖRDÜNCÜ
ASRINDA ŞİA
Hicri dördüncü asırda Abbas oğulları hilafetinin zayıflaması ve Al-i Büveyh padişahlarının ortaya çıkması gibi Teşeyyü mektebinin yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı olan bir takım sebepler oluştu.
Şii olan Al-i Büveyh padişahları hilafetin merkezi olan Bağdat'ta ve hakeza Halifenin kendisinde tam bir nüfuz ve etkinliğe sahiptiler.[90]
Bu güç, Şia mezhebine muhalif olan ve her zaman Şiileri hilafet gücüne dayanarak ezen mezhep iddiacılarına karşı Şiilerin mezheplerini aşikar bir şekilde tebliğ etmelerini sağladı.
Tarihçilerin görüşüne göre, dördüncü yüzyılda büyük şehirler dışında Arap yarımadasının hepsini veya büyük bir kısmını Şiiler kaplamışlardı. Bunun yanı sıra, Hecer (Bahreyn), Umman ve Sa'de gibi bazı şehirlerin sakinleri Şiiydiler. Eskiden beri Ehl-i Sünnet merkezi olarak tanınan ve Şiilerin merkezi sayılan Kufe ile mezhebi açıdan rekabette bulunan Basra şehrinin büyük bir kısmı Şii idiler ve yine Trablus, Nablus, Taberiyye ve Halep şehirlerinde birçok Şii bulunmaktaydı. İran'ın Ahvaz ve Halic-i Fars sahillerinin bir kesimi Şia mektebine mensup olanlardandı.[91]
Bu yüzyılın başlangıcında, yıllardan beri İran'ın Kuzey kesiminde tebliğde bulunan "Nasır Otrus" Taberistan bölgesini istila edip, saltanat kurdu ve birkaç soy devam etti. Otrus'dan daha önce Taberistan'da Hasan b. Zeyd-i Alevi, yıllar boyu saltanat etmişti.[92]
İsmaili mezhebinin tabilerinden olan Fatimiler bu yüzyıl içerisinde Mısır'ı ele geçirmiş, uzun süreli (296-527) ve geniş çapta saltanat kurmuşlardı.[93]
Bağdat, Basra ve Nişabur gibi büyük şehirlerde Şiiler ve Sünniler arasında birçok çatışmalar meydana geliyor, bazılarında Şiiler kazanıyor ve galip geliyordu.
13- HİCRETİN BEŞİNCİ ASRINDAN DOKUZUNCU ASRINA KADAR ŞİA
Beşinci asırdan dokuzuncu asrın sonlarına kadar aynen dördüncü yüzyılda Şia'ya olan yönelme ve Şia'daki artış devam etmekteydi. Bu arada iş başına geçen Şia mezhebine tabi padişahlar da Teşeyyü mektebini yaymaktaydılar.
Beşinci yüzyılın sonlarına doğru İsmailiyye daveti Elemut kalelerinde kök attı ve bu mektep mensupları yüz elli yıla yakın bir zaman İran'ın orta kesiminde tam özgürlük içerisinde yaşadılar.[94] Ve Mer'aşi Seyitler Mazenderan'da uzun yıllar saltanat sürdüler.[95]
Moğol padişahlarından "Şah Hudabende" Şia mektebini seçti. Ve böylece ondan sonra uzun seneler İran'da saltanatlık yapan Moğol padişahları Teşeyyü mektebini yaydılar. Tebriz'de hükümet eden ve hükümetleri Fars ve Kirman sınırına kadar uzanan Kara koyunlu ve Ak koyunlu padişahları da böyle idiler.[96] Hakeza Mısır'da Fatimiler'in kurduğu hükümet uzun yıllar ayakta kaldı.
Elbette Şia'nın mezhebî gücü, zamanın padişahlarına göre fark ediyordu. Nasıl ki Fatimiler hükümetinin yıkılması ve Al-i Eyyüb sultanlarının iş üstüne gelmesiyle sayfa değişmiş, Mısır ve Şamat bölgelerinde yaşayan Şiiler, mezhebî özgürlükten yoksun kalmışlar ve bir çok kesimi kılıçtan geçirilmişlerdi.[97] Şehid-i Evvel (ilk şehit) diye anılan, Şia fıkhının dahilerinden olan ve yedi yüz seksen altı hicride Dimeşk şehrinde Şiilik suçuyla şehit edilen Muhammed b. Muhammed Mekki, bunlardan birisidir.[98]
Şeyh İşrak Şihabüddin Suhreverdi de Halep'te felsefe suçuyla öldürüldü.[99]
Hülasa, Şia'nın bu beş asırda nüfus bakımından artış gösterdiği söylenebilir. Kudret ve mezhebi özgürlük açısından da hüküm sürenlerin mezhep ve meşreplerine, siyasi havanın uygun yahut aksi esmesine tabi idi. Bu süre içersinde Şia mezhebi, İslam ülkelerinin hiçbirinde resmi mezhep olarak ilan edilmedi.
14- HİCRETİN ON VE ON BİRİNCİ ASRINDA ŞİA
Hicri 906 yılında, Şii tarikat şeyhlerinden olan ve hicri 735 yılında vefat eden Erdebilli şeyh Safiyy ailesinden on üç yaşında bir genç babasının taraftarlarından üç yüz dervişle bağımsız ve güçlü bir Şia hükümeti kurma amacıyla kıyam edip İran'ın ağalık düzenini kaldırmaya ve ülkeyi genişletmeye başladı.
Yerli padişahlarla özellikle Osmanlı imparatorluğunu yöneten Al-i Osman padişahlarıyla yaptığı kanlı savaşlar sonucunda parça parça olmuş İran'ı bir bütün ülke haline getirmeyi ve Şia mezhebine kendi devleti egemenliğinde resmiyet vermeyi başardı.[100]
Safevi padişahlarından İsmail Şah'ın ölümünden sonra Safevi silsilesinden olan padişahlar on ikinci yüzyılın ortalarına kadar saltanat ettiler. Bunların her birisi İmamiyye Şiası mezhebinin resmi din olmasını teyid ve tespit ettiler. En güçlü dönemlerinde (Şah Abbas-ı Kebir zamanı) ülkeyi genişletmiş ve Şiilerin nüfus sayısını şimdiki İran'ın (1384 Hicri Kameri yılı) iki kat fazlasına ulaştırdılar.[101]
Şia topluluğu bu iki yüz elli senede, diğer İslam ülkelerinde de önceleri gibi kendi tabii artışını göstermiştir.
15- HİCRETİN ON İKİNCİ ASRINDAN
ON DÖRDÜNCÜ ASRINA KADAR ŞİA
Son üç yüzyılda Şia, mezhebî açıdan ilerleme hususunda önceki tabii seyrini sürdürmüştür. Yaşadığımız hicri on dördüncü yüzyılın sonları, Teşeyyü mektebinin İran'da genel resmi mezhep olarak tanınma dönemleridir. Yemen ve Irak'ta cemiyetin çoğunluğunu Şiiler teşkil etmektedirler. Dünyadaki Müslüman ülkelerin hemen hemen hepsinde az çok Şii vardır. Toplam olarak dünyanın çeşitli yerlerinde yüz milyona yaklaşık Şii yaşamaktadır.
Yorum