ŞİA'NIN DİNİ DÜŞÜNCESİ
1- Dini Düşüncenin Anlamı.
2- İslam'da Dini Düşüncenin Temel Kaynağı.
3- İslam'ın Dini Düşünce İçin Gösterdiği Metotlar.
4- Üç Metot Arasındaki Fark.
Birinci Yol: Dini Naslar
1- Dini Nasların Zahiri ve Bölümleri: Kur'an, Resul-i Ekrem ve Ehl-i Beyt'in Hadisleri.
2- Sahabeden Nakledilen Hadisler.
3- Yine Kur'an ve Sünnet Üzerine.
4- Kur'an'ın Zahir ve Batını.
5- Kur'an'ın Tevili.
6- Hadisle İlgili Konunun Devamı.
7- Şia'nın Hadise Amel Etmedeki Metodu.
8- İslam'da Genel Eğitim ve Öğretim.
9- Şia ve Nakli İlimler.
İkinci Yol: Akli Araştırma
1- Akılsal Kelamî ve Felsefi Düşünce.
2- İslam'ın Kelami ve Felsefi Düşüncesinde Şia'nın Öncülüğü.
3- Şia'nın Felsefe ve Diğer Akli İlimlerdeki Azimli Çalışmaları.
4- Felsefenin Şia'da Hayatını Sürdürme Nedeni.
5- Şia'nın Dahilerinden Bir Kaç Örnek.
Üçüncü Yol: Keşif
1- İnsan ve İdrak.
2- İslam'da İrfanın Doğuşu.
3- Kitap ve Sünnet'in Marifet-i Nefs ve Kurallarına Yönelik kılavuzluğu.
1- DİNİ DÜŞÜNCENİN ANLAMI
Nasıl ki matematik alanında herhangi bir görüşü sonuçlayan, yahut bir matematiksel meseleyi halleden düşünceye matematiksel düşünce deniliyorsa, her dinin talimatında olan dini bir meseleyi çözüp, sonuca ulaştıran araştırma ve düşünceye de dini düşünce denilir.
2- İSLAM'DA DİNİ DÜŞÜNCENİN
TEMEL KAYNAĞI
Dini düşünce de, diğer düşünceler gibi öğelerinin ortaya çıktığı ve dayandığı bir kaynak ister kendine. Nitekim matematiksel bir meselenin çözümü için, matematik ilmine mahsus bir takım bilgilerden yararlanmak gerekir. Semavi İslam dininin de (vahye dayandığı için) bir tek kaynağı, Kur'an-ı Kerim'dir. Peygamber-i Ekrem'in süresiz ve umumi nübüvvetine kat'i ve kesin delil, Kur'an-ı Kerim'dir. Onun ihtiva ettiği şeyler, İslami davettir. İleride değineceğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim'in tek kaynak oluşu, diğer sahih düşünce kaynaklarını ve delilleri itibarsız kılmaz.
3- KUR'AN'IN DİNİ DÜŞÜNCE İÇİN GÖSTERDİĞİ METOTLAR
Kur'an-ı Kerim, talimatında İslam öğretilerini ve dini maksatları düşünmek ve onlara varmak için izleyicilerine üç yol tanıtmıştır. Ve bunlar da, dini zahirler, akli delil ve ihlas ile kulluk ederek kazanılan manevi idraktir.
Açıklama: Bizler Kur'an-ı Kerim'in açıklamalarında Allah'ın (c.c) bütün halka hitap ederken, bazen sözüne delik getirmeden (Allah'lık ve hükümdarlığına dayanarak) tevhid, nübüvvet ve mead gibi itikadi konular ve namaz, oruç vb. ameli hükümler hakkında verdiği emirleri ve bir takım işlerden nehiylerini kabullenmemizi istemektedir. Eğer bu sözlü açıklamayı delil ve geçerli kılmasaydı, hiç bir surette halktan kabullenme ve itaat etme talebinde bulunmazdı. Öyleyse Kur'an'ın böyle sade beyanatının, İslami maarifi düşünmede izlenilen bir yol olduğunu söylemek gerekir. Biz "Allah'a iman edin" ve "namazı ayakta tutun" gibi sözlü açıklamalara "dini zahirler" adını veriyoruz.
Diğer taraftan, Kur'an'ın bir çok ayetlerde akli delile kılavuzluk yaptığını, kainatta ve kendi nefislerinde olan ayetler ve deliller hakkında derin tefekküre davet ettiğini, kendisinin de hakikatları ispatlamada serbest akli kanıtlamadan yararlandığını apaçık görüyoruz. Gerçekten semavi kitaplardan hiç birisi Kur'an-ı Kerim gibi kanıtlı marifeti ve ilmi insana hak tanımamıştır.
Kur'an-ı Kerim bu gibi açıklamalarıyla serbest burhanın, istidlalın ve akli hüccetin geçerliliğini kesinleşmiş biliyor. Ayrı bir deyişle şöyle söyleyebiliriz; Kur'an-ı Kerim, ilk önce İslami öğretilerin hak olduğunu kabul edin daha sonra akli delillerle öğretileri elde ediniz diye buyurmamıştır. Aksine, kendisinin gerçek olduğuna tam manasıyla dayanarak şöyle buyuruyor:
Akli delil sonucu, maarifi elde edip sonra kabullenin. İslami davetten işittiklerinizi, duyduklarınızı sadık şahit olan varlık dünyasının yaratılışından araştırıp tasdik edin. Kısaca, ilk önce iman edip de sonra ona uygun olanı delil getirmeyin. İmanı ve tasdiki, delil sonucunda elde ediniz. Böylece felsefi düşüncenin bu konuda izlenilen yeterli bir yol olduğunu, Kur'an-ı Kerim onaylamıştır.
Diğer bir taraftan da görüyoruz ki, Kur'an-ı Kerim çekici açıklamalarıyla, hakiki maarifin, gerçek ilahi marifetten ve tevhidden sonuçlandığını ve Allah'ı iyice tanımanın, ancak halk arasından kendisi için topladığı seçkin insanlara ait olduğunu aydınlatmıştır. Onlar halktan kopmuş ve her şeyi unutan kimselerdir. İhlas ve kulluk eserinde güçlerinin bütününü ulvi aleme yöneltmişler. Gözlerini Allah'ın nuruyla aydınlatmışlar. Bütün eşyaların hakikatını, yeryüzü ve gökyüzündeki kudret ve saltanatı görmüşlerdir. Çünkü bunlar kulluk ve ihlasla yakin merhalesine ermişler ve bu yakin sonucunda, gökte ve yeryüzündeki kudret ve saltanatı, tasarruf ve hikmeti, ahiretin ebedi yaşamı onlara keşfolunmuştur.
Aşağıdaki ayet-i kerimelere dikkat edilirse iddiamız açıkça aydınlanmış olacak:
1-Enbiya suresi, 25. ayet: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka Tanrı yoktur, öyleyse bana kulluk edin! diye vahyetmiş olmayalım."
Bu ayet-i kerimeden kulluk etmenin bütün dinlerde tevhide bağlı ve onun üzerine kurulu olduğu anlaşılıyor.
2- Saffat suresi, 159-160. ayetler: "Allah, onların nitelendirdiklerinden (münezzehtir) yücedir. Ancak Allah'ın temiz ve ihlaslı kulları hariç."
Nitelendirmek, düşünce üzerine kurulu ve onun fer'idir. Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre ancak ihlaslı ve temiz kılınan kullar müstesna diğerleri Allah'ı iyice ve gerektiği gibi tanımamışlardır ve Allah diğerlerinin vasıflandırmalarından yüce ve münezzehtir.
3- Kehf suresi, 110. ayet: "De ki: "Ben de sizin gibi bir beşerim; yalnızca bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."
Ayet-i kerimeden anlaşılan şudur ki, Allah'la buluşmak için tevhid ve iyi işlerde bulunmaktan başka yol yoktur.
4- Hicr suresi, 99. ayet: "Ve Rabbine kulluk et ki sana yâkin gelsin (kesin bilgiye eresin)!"
Bu ayetten, hakiki ve gerçek kulluğun neticede insanı yakine ulaştıracağı anlaşılıyor.
5- En'am suresi, 75. ayet: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun."
Ayete göre yakinin gerektirdiği şeylerden biri de; göklerdeki ve yeryüzündeki kudret ve saltanatı, tasarruf ve hikmeti müşahede etmektir.
6- Muttaffifin suresi, 19-21. ayet: "Hayır, iyilerin yazısı İlliyyindedir. İlliyyinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Allah'a yaklaştırılmış olanlar, ona şahit olurlar."
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, iyi kişilerin yazıları illiyyin (çok yüce) adlı bir kitaptadır. Onu ancak Allah'a yaklaştırılanlar görürler. Bunu da söyleyelim ki, "yeşhedu = ona şahit olurlar" kelimesinden bunun yazılı kitap olmadığı belki "kurb=yakın olma ve yüce alem" olduğu anlaşılıyor.
7- Tekasür suresi, 5-6. ayetler: "Hayır, (gerçeği) kesin bilgi ile bilseydiniz; mutlaka cehennemi görürdünüz."
Ayetten, ilm-i yakini olan kimselerin, katı kalpli şahısların sonu olan cehennemi müşahede edeceği anlaşılıyor.
Buraya kadar ki açıklamalarımızdan şu husus aydınlığa kavuştu ki: İlahi maarifi idrak etme yollarından biri, insanın nefsini tezkiye etmesi ve Allah'a kulluk etmede ihlaslı olmasıdır.
4- ÜÇ METOT ARASINDAKİ FARK
Önceki açıklamalarımızdan Kur'an-ı Kerim'in, dini maarifi idrak etmek için üç yol gösterdiği açıklığa kavuştu. Bu üç yol; dini nasların zahiri, akıl ve hakikatların keşfolunmasını ve onların batınının müşahede edilmesini sağlayan ihlaslı kulluktur. Bu yolların bir kaç yönden birbirleriyle farklı oluşlarını bilmemiz gerekir.
Birincisi: Dini nasların zahiri, sözlü anlatım oldukları, düşünülür ve sade dille açıklandığı için, herkes kendi kapasitesine göre ondan faydalanabilir[104]. Aksine, diğer iki metod özel bir gruba ait olup umumi değildir.
İkincisi: Dini nasların zahirleriyle İslami öğretilerin usul (temel) ve furu'u (dalları) düşünülebilir. İnsan onunla İslami davetin ameli (ahlak) ve itikadi (usul) meselelerini çıkarabilir. Diğer metod böyle değildir. Çünkü akıl vasıtasıyla ahlaki, itikadi meseleler ve ameli meselelerin (furu-i din) genel hatları elde edilebilirse de hükümlerin ayrıntıları -içerdikleri özel maslahatlara ve hikmetlere akılın ulaşma imkanı olmadığından- akıl yoluyla elde edilemez. Hükümlerin ayrıntılarına nefis tezkiyesi ile de ulaşılmaz. Çünkü bu yolun neticesinde hakikatler keşf olunur ve bu Allah tarafından verilen bir ilimdir. Bu ilimin sonucunu ve Allah'ın bu ihsanıyla meşhud ve keşf olunan hakikatleri ölçmek ve sınırlamak mümkün değildir. Bunlar her yerden koptukları ve Allah'tan başka bütün her şeyi unuttukları için doğrudan doğruya Allah'ın velayeti ve hakimiyeti altına girmişlerdir. Onların değil Allah'ın dilediği şey onlara meşhud olur.
Birinci Yol: Dini Naslar
1- DİNİ NASLARIN ZAHİRİ VE BÖLÜMLERİ
Daha önce vurgulandığı gibi İslam'da dini düşüncenin temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, kelimelerinin zahirinin ifade ettiği anlamı, dinleyicilerine hüccet ve muteber kılmıştır. Zahiri ifadeleri hüccet olan Kur'an ayetleri, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) beyanatının, derece açısından Kur'an'dan sonra yer aldığını ve Kur'an gibi hüccet olduğunu bildiriyor. Bu hususta şu ayetler örnek verilebilir:
1- Nahl suresi, 44. ayet: "Sana, onlara ne indirildiğini açıkça anlatman, düşünmelerini sağlaman için Kur'an'ı indirdik."
2- Cuma suresi, 2. ayet: "O'dur ki Ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Oysa onlar önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."
3- Ahzab suresi, 21. ayet: "Ant olsun ki Allah'ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var."
Çok açıktır ki, Resul-i Ekrem(s.a.a) sözleri, davranışları hatta susmaları ve imaları bizim için Kur'an-ı Kerim gibi hüccet ve geçerli olmasaydı, zikredilen ayet-i kerimelere doğru bir mana bulunamazdı. Böylece Resulullah'ın (s.a.a) beyanatı, kendisinden vasıtasız olarak duyulur, yahut güvenilir bir yol ile nakledilirse, işitenlere hüccettir ve uyulması gerekir.
Ehl-i Beyt'in sözlerinin de Peygamberimizin kendi açıklamaları gibi geçerli olduğu, Resulullah'ın kendisinden kat'i tevatürle nakledilmiştir.[105] Bu hadis ve diğer kat'i Nebevi hadislere göre, Ehl-i Beyt'in sözleri Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) sözlerinden sonra gelir. Onlar, İslam dininde ilmi mercilik makamına sahiptirler. İslam dininin hükümlerini ve öğretilerini açıklamada hiçbir zaman hataya düşmezler; açıklamaları, ister vasıtasız duymayla olsun, ister güvenilir nakil yoluyla olsun, uyulması lazımdır.
Böylece İslami düşüncede, delil ve kaynak olan dini nasların zahirlerinin iki çeşit olduğu aydınlanmış oldu. Birincisi Kitap, ikincisi ise Sünnetin zahirleri.
Kitaptan, Kur'an'ın ayet-i kerimelerinin zahiri ifadeleri, Sünnettense Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nden elimize geçen hadisler kastediliyor.
2- SAHABEDEN NAKLEDİLEN HADİSLER
Sahabeden nakledilen hadisler, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) fiil yahut sözünü içerir ve Ehl-i Beytin hadisiyle de zıt olmazsa kabul olunur. Ama sahabenin kendi re'yini ve görüşünü içerirse hüccet değildir. Sahabenin verdiği hüküm diğer Müslüman fertlerin verdiği hüküm gibidir. Sahabeler de birbirlerine karşı, sahabeden olmayan Müslümanlar gibi davranır ve sorumluluk taşırlardı.
3- YİNE KUR'AN VE SÜNNET ÜZERİNE
Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim, her çeşit İslami düşüncenin temel kaynağıdır ve diğer dini kaynaklar geçerliliğini ondan kazanır. Buna göre Kur'an-ı Kerim'in genel halk için anlaşılır bir düzeyde olması gerekir.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim, kendisini nur ve bütün şeylerin aydınlatıcısı olarak tanıtıyor. İnsanlara karşı meydan okurken onlardan, Kur'an'ın ayetleri üzerinde iyice düşünerek içinde hiç bir çelişki ve ihtilaf barındırmadığını ve edebilirlerse onun gibi bir kitap getirmelerini ve ona meydan okumalarını vurguluyor. Kur'an herkes için anlaşılır bir düzeyde olmasaydı bu tür hitapların yersiz ve anlamsız olacağı apaçık ortadadır.
Elbette "Kur'an'ın herkesin anlayacağı düzeyde olması" sözüyle, önceleri açıklamış olduğumuz "Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti, gerçekte Kur'an'ın içerikleri olan İslam öğretilerinde ilmi mercidirler" sözlerinin birbiriyle çelişkili olduğu kuşkusuna kapılmamak gerekir. Çünkü Kur'an-ı Kerim, İslam öğretilerinin bir bölümünü teşkil eden şeriat kanunlarının ve hükümlerinin genel hatlarını açıklamıştır. Bu kanunların ayrıntılarının bilinmesi (örneğin: Namaz, Oruç, alış-veriş ve diğer ibadetler ve muameleler) Sünnete yani Ehl-i Beyt'in hadisine müracaat etmeye bağlıdır.
İslam'ın ahlaki ve itikadi öğretiler bölümü ise, anlamları ve ayrıntıları bütün halk için anlaşılır bir düzeyde olmasına rağmen yine de anlamlarını idrak etmede Ehl-i Beytin metodunu izlemek gerekir. Kur'an'ın her ayetini alışkanlık haline getirdiğimiz kendi görüşümüzle değil Kur'an'ın diğer ayetleriyle açıklayıp tefsir etmek gerekir. Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle buyuruyor: "Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmıyla konuşur (anlamını düşündürür); bir kısmı diğer bir kısmına tanıklık eder."[106]
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını doğrular." [107]
Ve yine şöyle buyurmuştur: "Kim Kur'an-ı kendi meyline ve reyine göre tefsir ederse ateşte kendisi için yer hazırlamıştır."[108]
Kur'an'ın Kur'an'la tefsirine açık ve kolay bir örnek; "Allah-u Teâla Lut kavminin nasıl azaplandırıldığını anlatırken bir ayette "Onlar için kötü yağmur gönderdik"[109] buyurmakta. Diğer bir ayet-i kerimede de "kötü yağmur" yerine "Onlar için taş yağdırdık"[110] buyuruyor. İkinci ayeti birinci ayetle birlikte değerlendirirsek kötü yağmurun gök taşları olduğu ortaya çıkar.
Ehl-i Beyt'ten sahabenin ve tabiinin müfessirlerinden elimize ulaşan rivayetleri araştıracak olan birisi, Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmenin sadece Ehl-i Beyt'e has bir metot olduğunda şüphe etmez.
4- KUR'AN'IN ZAHİRİ VE BATINI
Şimdiye kadar anlaşıldığına göre, Kur'an-ı Kerim sözlü beyanatıyla, dini öğretileri açıklıyor ve halka amel ve itikad hususunda direktifler veriyor. Ama Kur'an'ın öğretileri sadece bu merhaleyle sınırlı kalmaz. Bu kelimelerin altında ve içerdiği öğretilerin batınında bir manevi merhale, daha geniş ve derin öğretiler mevcuttur ki bunları ancak Allah'ın has kulları pak kalpleriyle idrak edebilirler.
Kur'an'ın ilahi öğreticisi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Kur'an'ın güzel ve çekici bir zahiri ve geniş bir batını vardır."[111]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Kur'an'ın batını anlamı vardır ve batını anlamının da yedi kat daha ötesi batını anlamları vardır."[112]
Ehl-i Beyt İmamlarının sözlerinde de Kur'an'ın batınından çok söz edilmiştir.[113]
Bu gibi rivayetlerin asıl kaynağı, Allah-u Teâla'nın, Ra'd suresinin 17. ayetinde açıkladığı bir örnektir. Allah-u Teâla bu ayette gök bereketlerini, yeryüzü ve ehlinin hayatının bağlı olduğu gökten inen yağmura benzetmiştir. Yağmurun gelmesiyle seller akmağa başlar ve çeşitli su yollarının her biri kendi kapasitesi ölçüsünde yağmurdan faydalanıp akmağa devam eder. Sel akarken üst kısmı köpükle örtülü olsa da köpük altında halka faydalı ve hayat verici su mevcuttur.
Bu örneğin vurguladığı gibi, insanın iç ve ruhuna hayat veren dini öğretilerin anlaşılmasında insanların idrak ölçüleri aynı ve bir ayarda değildir.
İnsanlardan bazıları maddeden ve geçici dünyanın kısa süreli maddi yaşantısından başka bir şeyi asaletli bilmezler. Maddi eğilimler dışında herhangi bir şeye gönül vermezler ve maddi yoksunluk dışında hiçbir şeyden korkmazlar. Bu hususta farklı derecelerde olmalarıyla birlikte tümünün semavi öğretilerden en fazla kabullendikleri şey, itikadi meselelere genel bir şekilde inanmak ve İslam'ın ameli buyruklarını kuru ve cansız bir biçimde yerine getirmektir. Özetleyecek olursak, yegane Allah'a, uhrevi sevabı ümit ettikleri ve uhrevi azaptan korktukları için tapmaktadırlar.
Bu grubun karşısında, fıtratlarının sefası neticesinde, mutluluğu bu dünyanın kısa süreli yaşantısına ve geçici lezzetlerine bağlanmakta görmeyen kimseler vardır. Dünyanın kârı ve zararı, tatlı ve acıları onların yanında aldatıcı hayalden başka bir şey değildir. İnsanlık kafilesinin geçmiş mutluları ve bugünkü masalları sayılan insanların hayat hikayeleri, onların sürekli andıkları birer ibret dersidir.
Bunlar tabii olarak pak kalpleriyle ebedi cihana yönelirler. Geçici dünyanın çeşitli gösterişlerine ayet ve nişane gözüyle bakar ve onları müstakil ve asil bilmezler.
Böylece, yeryüzü ve gökyüzündeki nişaneler ve ayetler ışığında, pak Allah'ın sonsuz kibriyalık ve azamet nurunu, manevi idrakle müşahede ederler. Pak yürekleri, tamamen yaratılışın sırlarını idrak etmeye koyulmuştur. Şahsi menfaatperestliğin dar kuyusunda hapis olma yerine, ebedi cihanın sonsuz alanında uçup yükselirler.
Semavi vahiy yoluyla, Allah'ın putlara tapmaktan nehy ettiğini işittiklerinde, bu nehyin zahiri manasının (putlar karşısında baş eğme yasağı) yanı sıra bu nehyi tam manasıyla kavrayarak "Allah'tan başkasına itaat etmemek gerektiğini" anlarlar. Çünkü itaat, gerçekte kulluk ve baş eğmektir. Bundan daha yüce bir mana kavrarlar. O da şu ki: Allah'tan başkasından korkmamak ve O'ndan başkasına ümit bağlamamak gerekir. Bu anlamdan daha yücesi de nefsi eğilimlere teslim olmamak gerekçesidir. Bütün manalardan daha yücesi şu manadır: Allah'tan başkasına teveccüh etmemek gerekir.
Ve yine Kur'an'ın namaz kılmayı emrettiğini işittiklerinde, onun zahiri ifadesinden özel ibadetin yerine getirilmesinin farz olduğunu anlarlar. Ama bunun yanı sıra, batıni manasını da kavrarlar. O da Allah'a yürekten ve içten ibadet etmek ve önünde eğilmenin gerekliliğidir. Bu anlamdan daha yüce bir anlam da çıkarırlar. O da şu ki: Hakkın karşısında kendini unutmak ve hiçe saymak ve yalnız Allah'ın zikriyle meşgul olmak gerekir.
Bilindiği gibi yukarıda geçen iki örnekle hatırlatılan batıni anlamlar, söz konusu emir ve nehyin lafzi=sözel ifadeleri değildir. Ancak söz konusu batıni anlamları idrak etmek, düşünce ufuğu geniş olan ve dünya görüşünü, kendi bencilliğine tercih eden kimse için kaçınılmaz bir şeydir.
Önceki açıklamalarımızdan Kur'an'ın zahir ve batını olduğunun anlamı ve yine batınının zahirini iptal etmediği gerçeği aydınlandı. Batın; zahire göre kendi cismine hayat bağışlayan bir ruh konumundadır. Ayrıca insan toplumunun ıslahını en mühim derecede sayan, cihanşümul ve ebedi olan İslam dininin, toplumun ıslahını sağlayan zahiri kanunlarından ve o kanunların koruyucusu olan sade inançlardan asla vazgeçmeyeceği de aydınlığa kavuştu.
Bir toplum, "insanın yüreği temiz olmalı, amelin değeri yoktur" sözüyle kendini avutur ve düzensiz bir hayat sürdürürse saadete ermesi nasıl mümkün olabilir? Kötü söz ve amel sonucunda temiz bir kalbin ortaya çıkması mümkün müdür? Temiz bir kalpten, kötü söz ve kötü amelin ortaya çıkması mümkün müdür? Allah-u Teâla Kur'an-ı Kerim de şöyle buyuruyor: "Paklar paklara ve kötüler kötülere aittirler." (Paklar paklardan, kötüler ise kötülerden sonuçlanır.)[114]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Temiz yer, nebatını iyi yeşertir. Kötü yer (çorak yer) pek az mahsulden başka bir şey vermez."[115]
Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan Kur'an-ı Kerim'in zahir ve batını, batınının da çeşitli dereceleri olduğu ve böylece Kur'an-ı Kerim'in içeriğini açıklayan hadisin de Kur'an gibi zahir ve batını, batınının da dereceleri olduğu aydınlanmış oldu.
5- KUR'AN'IN TEVİLİ
Sadr-ı İslam'da, Ehl-i Sünnet'in ekseriyetine göre Kur'an-ı Kerim'i delil olduğu yerde, zahiri anlamından değiştirip, zahiriyle karşıt bir anlama yorumlanması maruf bir şeydi. Genelde zahiriyle zıt olan anlama tevil adını verirlerdi. Kur'an-ı Kerim de geçen "tevil" kelimeleri de bu anlama yorumlanırdı.
Ehl-i Sünnet kitaplarında ve çeşitli mezheplerin tartışmaları yazılı kitaplarda, bir mezhebin alimlerinin icması, yahut diğer bir delille ispatlanan bir konu, Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir ayetinin zahiri ifadesiyle çelişirse, ayetin tevil edildiği ve zahiriyle zıt bir anlama yorumlanması pek çok göze çarpar. Hatta bazen karşıt ve farklı iki görüşe, karşı taraflar Kur'an'ın ayetleriyle ihticac (delil gösterme) eder ve her birisi diğerinin delil olarak getirdiği ayeti tevil ederdi.
Bu metot ve izlenim, az çok Şia içerisine de sızmıştır ve kelam bilgisine ait bazı kitaplarda görülmektedir. Ama yeteri derecede, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde ve Ehl-i Beyt hadisleri üzerinde derin düşünülürse, Kur'an tatlı şivesinde, açık ve net beyanında bir muamma üslubunu izlememiş ve her konuda normal cümle kalıbından başka bir şeyle konuşmamış olduğu kanısına varılır. Kur'an-ı Kerim'de geçen "tevil" kelimelerinden kastedilen, lafzın ifade ettiği anlam türü değildir. Aksine genel olarak insanların kavrayış düzeyinden yüce olan bir takım hakikatler ve gerçekler kastedilmiştir ki, Kur'an'ın amelle ilintili ahkamı ve itikadi öğretilerinin kaynağıdır. Evet Kur'an'ın tümünün tevili vardır. Onun tevili doğrudan doğruya düşünce yoluyla idrak olunamaz. Lafız ve kelimelerle açıklanamaz. Ancak peygamberler ve beşeri özelliklerden arınan Allah'ın pak evliyası müşahede yoluyla ona erişirler. Evet, Kur'an'ın tevili kıyamet günü herkes için keşfolunacaktır.
Açıklama: Şunu iyice biliyoruz ki insanoğlunu konuşmaya ve kelimeler üretip onlardan yaralanmaya iten faktör, toplumsal maddi ihtiyaçlardır. İnsanoğlu zorunlu olarak toplumsal yaşantısında, niyetlerini ve içerisindekileri diğerlerine aktarır ve bu amaçla genelde ses ve kulaktan, bazen de az çok göz ve el işaretlerinden yararlanır. Bu nedenle sağırla kör insan birbiriyle asla ilişki kuramaz ve anlaşamazlar. Çünkü kör birisinin dediklerini sağır duymaz, anlamaz ve sağırın işaretle anlatmağa çalıştıklarını kör göremez. Bu yüzden lügat üretilirken ve eşyaya isim bırakılırken maddi ihtiyaçların temini amaçlanmıştır. Maddi ve hissedilir, yahut hisse yakın durumlar, haller ve eşya için kelimeler üretilmiştir. Nitekim duyu organlarından birini yitiren muhatabımıza, söz konusu duyu organıyla idrak olunan şeyleri anlatmak isterken bir nevi benzetme ve örneklendirmeyle iletişim sağlamaya çalışırız. Mesela doğuştan kör olan birisine renkleri ve aydınlığı yahut buluğ çağına ermeyen bir çocuğa cinsel ilişkinin zevkini düşündürmek isterken maksadımızı bir nevi kıyaslama, benzetme ve uygun örnekle ulaştırırız. Buna göre, eğer madde ve özelliklerinden arınmış bir takım gerçeklerin varlığı farz edilirse (ki gerçek de budur) ve her asırda insan toplumundan bir veya bir kaç kişi bunları müşahede etme ve kavrama yeteneğine sahip olursa, böylesine gerçeklerin sözle ifade edilmesi ve normal düşünce yoluyla kavranılması mümkün değildir. Bu tür gerçeklere teşbih ve temsilden başka bir yol ile işaret edilemez.
Allah-u Teâla Kur'an'ın da şöyle buyuruyor: "Şüphe yok ki biz, düşünesiniz ve anlayasınız diye Kur'an-ı Arap diliyle gönderdik. Ve şüphe yok ki o, bizim katımızda bulunan ana kitaptadır. Elbette pek yüce ve muhkemdir (normal akıl ona varamaz ve sızamaz)."[116]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Şüphe yok ki bu, pek güzel ve şerefli Kur'an'dır, saklanmış bir kitapta (yazılı)dır, ona, temiz olanlardan başkaları dokunamaz."[117]
Kur'an-ı Kerim, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nin hakkında şöyle buyuruyor: "Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt'ten her çeşit pisliği, suçu gidermeği ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmeği diler."[118]
Bu ayetlere göre Kur'an-ı Kerim, fikirlerin varamayacağı ve sızamayacağı bir merhaleden kaynaklanıyor. Allah'ın pak kıldığı kullardan başka hiç bir kimse, o merhalede en küçük idrake bile sahip değildir ve Peygamber-i Ekrem'in Ehl-i Beyti pak kılınan şahıslardandır.
Allah-u Teâla diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Hayır, onlar (Kur'an'a iman getirmeyenler) ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz tevili gelmemiş bir şeyi yalanladılar." (Yani eşyanın hakikatının açıkça görüleceği kıyamet günü gelmeden onu yalanladılar.)[119]
Yine diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Bir gün Kur'an'ın (bütün Kur'an'ın) tevili gelecektir. O zaman onu unutanlar, peygamberlerin davetinin doğruluğunu ve hak olduğunu itiraf edeceklerdir."[120]
6- HADİSLE İLGİLİ KONUNUN DEVAMI
Şii ve diğer bütün Müslümanlar arasında hadisin hüccet ve muteber oluşu -ki Kur'an-ı Kerim onaylamıştır- tartışma konusu değildir. Fakat İslam'ın ilk dönemlerindeki hükümdarlar tarafından, hadisleri koruma hususunda gösterilen önemsememeler ve gevşeklik bir taraftan, sahabe ve tabiin tarafından hadisi yaymak hususunda yapılan hesapsız ve haddi aşkın hareketler diğer bir taraftan hadisi üzülecek bir duruma düşürdü.
Bir taraftan zamanın halifeleri hadisleri yazmayı yasaklıyor, ellerine düşen hadis yazılı yaprakları yakıyor, hatta bazen hadis naklinden bile men ediyorlardı. Bu yüzden hadislerin bir çoğu değiştirilmiş, tahrif felaketine uğramış, unutulmuş veya aynen lafzı değil de içeriği nakledilmiştir.
Diğer bir taraftan da, Peygamber-i Ekrem'in(s.a.a) huzuruna varma ve O hazretten vasıtasız hadis işitme iftiharını bulan, Müslümanların ve vaktin halifelerinin yanında muhterem sayılan sahabe, hadisleri yaymaya koyulmuştur. İş o hadde varmış ki hadis Kur'an'a hakim olmuş hatta bazen Kur'an'ın ayeti, hadis vasıtasıyla fesh olunmuş.[121] Çoğu zamanlar hadis rivayet edenler, bir hadisi işitmek için kilometrelerce yol kat edip uzun seferlerin zahmetine katlanıyorlardı.
Yabancılardan İslam elbisesine bürünen ve İslam'ın iç düşmanlarından bir grup, hadislerde değişiklik yapmış kendilerinden hadis uydurmuşlar ve böylece hadisi, itibarlı ve güvenilir durumdan düşürmüşlerdir.[122]
Dolayısıyla Müslüman bilginler bu duruma çare aramaya koyulmuşlar sonuçta hadislerin doğrusunu, yalanından ayırt etmek amacıyla "Rical ve Dirayet" ilmini çıkarmışlar.
Ama Şia, hadislerin senedini arındırmaya yönelik çalışmasının yanı sıra, hadisin geçerli ve hüccet olması için, hadislerin içeriğinin Kur'an'la mutabık olmasını da şart koşuyor.
Şia kanalıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nden kat'i ve kesin senetle nakledilen bir çok hadislerde "Kur'an-ı Kerim'le muhalif olan hadisin hiçbir değerinin olmadığı ancak Kur'an'a mutabık olan hadisi muteber bilmenin gerekliliği" vurgulanmıştır.[123]
Şia, mezkur hadisler gereğince, Kur'an'la çelişen hadislere amel etmez. Kur'an'la çelişip çelişmediği belirlenemeyen hadisleri de bu hususta Ehl-i Beyt'ten (a.s) elimize ulaşan diğer bir takım emirler gereğince kabul veya reddetmeksizin kendi haline bırakır.[124]
Elbette Şiiler arasında da, bir grup Ehl-i Sünnette olduğu gibi, buldukları bütün hadislere amel eden şahıslar da bulunur.
7- ŞİA'NIN HADİSE AMEL ETMEDEKİ METODU
Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) yahut Ehl-i Beyti'nden vasıtasız olarak duyulan hadisler, Kur'an-ı Kerim'in ayeti hükmündedir. Ancak vasıtalarla elimize ulaşan hadislere gelince; Şia'nın onlara amel etmesi şu şekildedir.
Kur'an'ın nassına göre yakin ve kesin bilgi üzere kurulu olması gereken itikatla ilintili öğretilerde, ancak mütevatir, yahut doğruluğuna kesin şahitler bulunan hadislere amel olunur. Bu iki kısmın dışında, "Haber-i Vahid" diye adlandırılan hadis muteber değildir.
Ama şer'i hükümleri çıkarmada bir takım deliller gereğince mütevatir ve kat'i hadisin yanı sıra genelde güvenilir olan Haber-i Vahid'le de amel olunur.[125]
Böylece, mütevatir ve kat'i hadis, Şia'ya göre kayıtsız şartsız hüccettir ve uyulması lazımdır. Kat'i haber dışındaki Haber-i Vahid, genelde güvenilir olma kaydıyla, yalnızca şer'i hükümlerde hüccettir.
8- İSLAM'DA GENEL EĞİTİM VE ÖĞRETİM
İlim tahsili, İslam'da dini vazifelerden birisidir. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "İlim talep etmek her müslümana farzdır (gerekli vazifesidir)."[126]
Güvenilir şahitlerle teyid olan hadislere göre bu ilimden kastedilen, İslam'ın üç ana temelini (tevhid, nübüvvet ve mead), kaçınılmaz ilk ve direkt sonuçlarıyla ve her ferdin ayrıntılı olarak ihtiyaç duyduğu ölçüde İslam kanunlarını ve ahkamını bilmesidir.
Elbette usul-ü dini, icmali delillerle bilmenin herkes için mümkün ve kolay olduğu açıktır. Ama dini kuralların ve ahkamın ayrıntılarını kendine has yöntemlerle ana kaynaklardan (Kitap ve Sünnetten) çıkarmak (yani istidlale dayalı fıkıh) herkes için mümkün olmayıp, ancak bazı fertler bu yeteneğe sahip olurlar. Yüce Allah, İslam dininde kullarını, güçlerini aşacak hükümlerle mükellef tutmamıştır.
Bu yüzden dinin yasalarını ve ahkamını delil üzere bilmek, vacib-i kifai olarak söz konusu yeteneğe ve güce sahip olan şahıslara mahsustur. Diğerlerinin görevi cahilin alime müracaat etmesi gerektiğini ifade eden genel yasa (yani "hubre ve bilir kişiye müracaat etme" yasası) gereğince müçtehit ve fakih diye adlandırılan alimlere müracaat etmektir. (Bu müracaat etmeye taklit denir) Elbette söz konusu taklit, Kur'an'ın nassına göre yasaklanan usul-ü dindeki taklitten ayrıdır.[127]
Allah-u Teâla usul-ü dinde başkasını taklit etmekten nehy ediyor:
"Bilmediğin şeyin üstünde durup ısrar etme."[128]
Şia'ya göre, hayatta olmayan müçtehidi taklit etmenin caiz olmadığını bilmeliyiz. Yani meseleyi içtihat yoluyla bilmeyen ve dini vazifesi gereğince müçtehidi taklit etmesi gerekli olan bir şahıs, yaşamayan müçtehidin görüşüne ve fetvalarına uygun hareket edemez. Sadece eğer bir meselede bir müçtehidi taklit etmiş ve sonradan o müçtehit ölmüşse o meselede mezkur ölü müçtehidin taklidinde baki kalabilir. Fakat yeni çıkan meselelerde yine ölen müçtehidi taklit edemez. Bu mesele, Şia'nın fıkıh bilgisinin her zaman yeni ve dinamik bir şekilde kalmasının faktörlerindendir. Şia'da her zaman için bir grup insan, içtihat derecesine ulaşma yolunda çalışıyor ve fıkhi meselelerde inceleme yapıyorlar.
Fakat Ehl-i Sünnet, hicri beşinci yüzyılda dört fakihden (Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed b. Hanbel) birinin mezhebine uymanın gerekliliğine dair icma etmeleri sonucu, insanın bizzat kendisinin içtihat etmesini ve dört fakihten başkasını taklit etmeyi caiz bilmiyorlar. Sonuçta Ehl-i Sünnet'in fıkıh bilgisi 1200 yıl önceki seviyede kalmıştır. Son zamanlarda bazıları söz konusu icmayı bir kenara bırakıp, bizzat kendileri içtihat etmeye başlamışlardır.
9- ŞİA VE NAKLİ İLİMLER
İslam alimlerinin çabası sonucu yazılan İslami ilimler, iki akli ve nakli bölümlere ayrılır. Konuları nakle dayalı (lügat, hadis, tarih ve benzeri) ilimlere nakli ilimler, böyle olmayıp, akli olan ve tefekkür sonucu yazılan felsefe ve matematik gibi ilimlere de akli ilimler denir.
İslam'da nakli ilimlerin meydana gelmesinde, Kur'an-ı Kerim'in temel kaynak oluşu hususunda şüphe yoktur. Ensab, Tarih ve Aruz gibi bir kaç bilgi dışında genelde nakli ilimler bu semavi kitaptan doğmuşlardır.
Müslümanlar, dini incelemeler ve bahisler sonucu bu ilimleri yazmışlardır ki, bunların Arap edebiyatına ait bölümünün önemlileri nahiv, sarf, maani, beyan, bedi ve lügat bilgileri, dini nasların zahirine ait dallarda da kıraat, tefsir, hadis, rical, dirayet, usul ve fıkıh bilgileridir.
Şia'nın da kendisine göre bu bilgilerin oluşturulmasında, arıtılmasında büyük katkısı ve rolü olmuştur. Hatta bu ilimlerin bir çoğunun kurucusu Şiilerdir. Nitekim Arap ebediyatının nahiv bölümünü Peygamber'in (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) ashabından olan Ebu'l Esved-i Dueli, Hz. Ali'nin (a.s) imlası ve hidayeti üzere yazmıştır. Fesahat ve belagat (meani, beyan ve bedi) bilgisinin ünlü kurucularından birisi,[129] Al-i Büveyh padişahlarının vezirlerinden olan Sahip b. Abbad'dır ki Şiidir. İlk lügate ait yazılan "Kitab-ül Ayn" adlı eser, aruz bilgisinin kurucusu ve nahiv dalında ünlü bilgin Sibeveyh'in üstadı ve Mısırlı olarak tanınan ünlü bilgin Halil b. Ahmed'in eseridir ki bu şahıs[130] Şiidir. [YA1]
Kur'an'da Asım kıraati[131] yalnız bir vasıtayla Hz. Ali'ye (a.s) varır. Kur'an tefsirinde sahabenin en öncüsü tanınan Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'nin (a.s) talebesidir. Ehl-i Beyt ve Şiilerin hadis ve fıkıh dalındaki çalışmaları dört mezhebin fakihlerinin ve diğerlerinin, [YA2] Şia'nın beşinci ve altıncı imamından yararlandıkları meşhurdur. Fıkıh usulü bilgisinde de Şia'da, Vehid Behbehani (1205 yılında vefat etmiştir) döneminde, özellikle Şeyh Murtaza Ansari eliyle gerçekleşen hızlı gelişme, Ehl-i Sünnet'in fıkıh usulüyle asla mukayese edilemez.
İkinci Yol: Akli Araştırma
1- AKILSAL KELAMİ VE FELSEFİ DÜŞÜNCE
Önce de belirttiğimiz gibi 120 Kur'an-ı Kerim akli düşünceyi onaylamış ve onu dini düşüncenin bir parçası kılmıştır. Elbette bu onaylama karşılıklıdır, yani akli düşünce de, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) nübüvvetini tasdik ettikten sonra semavi vahiy olan Kur'an'ın kelimelerinin zahiri ifadelerine, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beytin beyanatına akli hüccetler safında yer vermiştir.
İnsanın, Allah'ın kendisine vermiş olduğu fıtrata dayanarak kendi görüşlerini isbat ettiği akli deliller, "Burhan ve Cedel" diye iki bölüme ayrılır.
Burhan; öğe ve unsurları, meşhur ve kesin olmasa bile gerçek öncüllere dayanan bir hüccet türüdür. Başka bir deyişle, burhanın unsur ve öğeleri insanın Allah'ın vermiş olduğu şuur ile kesinlikle kavrayacağı ve onaylayacağı önermeler olur. Böyle bir düşünce türü (söz gelimi üç sayısının dörtten küçük olduğu gibi) bildiğimiz gibi aklî bir düşüncedir. Böyle bir düşünce, evrenin genelini kapsayan örneğin; yaratılışın mebdei ve alemin ve alemdekilerin sonunun ne olacağı gibi konular hakkında gerçekleşirse buna da felsefi düşünce denir.
Cedel ise, öğelerinin bütünü veya bazısı meşhur ve söz götürmez olgulara dayalı bir hüccet türüdür. Nitekim din ve mezheplerin izleyicileri genelde kendi içlerinde mezhebi görüşlerini, o mezhebin söz götürmez temellerine dayandırarak isbat ederler.
Kur'an-ı Kerim bu metotların her ikisini de kullanmış ve onda bu iki metoda örnek oluşturacak bir çok ayet mevcuttur.
Kur'an-ı Kerim öncelikle varlık alemiyle ilgili genel kapsamlı olgular, evrenin genel düzeni, gökyüzü, yıldızlar, gece, gündüz, yeryüzü, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve diğer varlıkların özel nizamları hakkında özgür düşünceye emrediyor ve aklî özgür düşünceyi en doyurucu bir ifadeyle övüyor.
İkinci olarak ta, -genelde kelami araştırma denilen- akli tefekkürün cedel türüne emrediyor. Tabii ki bunu da en iyi bir şekilde yani hakkı ortaya çıkarmak amacını taşıması, taassuptan uzak olması ve güzel bir ahlaki tavırla birlikte olmasıyla şartlandırıyor. Bu hususta Kur'an şöyle buyuruyor: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir tarzda münakaşa ve mübahasede bulun."[132]
2- İSLAM'IN KELAMİ VE FELSEFİ DÜŞÜNCESİNDE ŞİA'NIN ÖNCÜLÜĞÜ
Hiç kuşkusuz Şia azınlığı, Ehl-i Sünnet ekseriyetinden ayrıldığı ilk günden bu yana sürekli savunduğu görüşler hakkında muhalifleriyle delil üzere tartışmaya koyulmuştur. Tartışmaların iki taraflı ve hasımların her birisinin katkısıyla olmasına rağmen, Şia devamlı girişimde bulunmuş, diğer tarafsa savunmaya geçmiştir. Bilindiği gibi tartışmada yeterli araç ve gereçleri hazırlama hususunda öncülük, girişimde bulunan tarafın üzerine düşer.
Yine Ehl-i Beyt mektebinin talebeleri olan Şii araştırmacı ve alimler, her zaman için tedricen ilerleyen, ikinci yüzyıl ve üçüncü yüzyılın evvellerinde Mutezile mezhebinin yayılmasıyla, en doruk noktasına varan kelam ilmi dalında uzman olan mütekellimlerin ilk saflarında yer almışlardı.
Kaldı ki Eşaira, Mu'tezile ve başkalarından oluşan Ehl-i Sünnet mütekellimlerinin silsilesi, Şia'nın birinci rehberi Hz. Ali'ye (a.s) varır.[133]
Tarihte on iki bin civarında tesbit edilen sahabeden elimize ulaşan eserleri tanıyan kimseler, bunların içerisinde felsefi tefekkürü içeren bir tek eserin bile nakledilmediğini iyice bilirler. Yalnız Emir-ül Mü'minin Hz. Ali'nin (a.s) ilahiyatla ilgili çekici açıklamaları, en derin felsefi tefekkürü içermiştir.
Sahabe, onlardan sonra gelen tabiin ve bilahare o dönemde yaşayan Arapların, felsefi düşünceyle hiç bir ilgileri yoktu. Hicretin ilk iki yüzyılı döneminde yaşayan bilginlerin sözlerinde, felsefi incelemelerden bir örnek bile görülmüyor. Yalnız Şia imamlarının, bilhassa birinci İmam Hz. Ali'nin (a.s) ve sekizinci İmam Hz. Rıza'nın (a.s) derin açıklamaları, felsefi düşüncelerden sonsuz hazineleri ihtiva eder. Talebelerinden bir grubu felsefi düşünceyle aşina edenler, bunlardır.
Evet, Araplar, felsefi düşünce metodundan uzaktılar. Fakat ilk kez hicretin ikinci yüzyılının başlarında Yunanca'dan tercüme edilen kitaplarda bazı felsefi düşüncelerle karşılaştı. Daha sonra hicretin üçüncü yüzyılının ilk dönemlerinde Yunanca, Süryanice ve diğer dillerden bir çok kitaplar tercüme edildi ve sonuçta felsefi düşünce tarzı bütün halka sunuldu. Fakihlerin ve mütekellimlerin büyük bir kesimi, yeni konuklar olan felsefe ve akli ilimlere ilgi göstermediler. Bu muhalefetler, başlangıçta o zamanın hükümetinin bu ilimleri himaye etmesiyle pek fazla etkili olmadı. Ama kısa bir süre sonra sayfa değişti ve şiddetli yasaklamalarla birlikte felsefi kitapları denize döktüler. İsimleri belirlenmeyen bir grup telif ehlinin fikirlerinden kaynaklanan "İhvan-us Safa" adlı risaleler, o dönemlerden kalan hatıra ve o zamanın kötü durumunun tanığıdır. Bu fetretten sonra dördüncü yüzyılın evvellerinde, felsefe, "Ebu Nesr-i Farabi" eliyle ihya edildi. Beşinci yüzyılın başlarında da ünlü filozof "Ebu Ali Sina"nın çalışmaları sonucu felsefe tamamiyle genişletildi. Altıncı yüzyıldaysa İşrak felsefesini, Şeyh Sühreverdi arındırdı ve bu suçla sultan Selahaddin Eyyubi'nin emriyle öldürüldü. Ondan sonra felsefe, çoğunluk arasından göçtü ve yedinci yüzyılda felsefeyi arındırmaya çalışan ve İslam ülkelerinin merkezinden uzakta Endülüs'te yaşayan İbn-i Rüşd adlı filozof haricinde meşhur ve namlı hiç kimse çıkmadı.[134]
3- ŞİA'NIN FELSEFE VE DİĞER AKLİ İLİMLERDEKİ AZİMLİ ÇALIŞMALARI
Şia, felsefi tefekkürün ortaya çıkmasında büyük bir etkinliği olduğu gibi, bu tefekkürün ve diğer akli ilimlerin ilerlemesi ve yayılmasında önemli bir temel olmuş ve bu hususta devamlı çaba göstermiştir. Bu nedenle felsefe, filozof İbn-i Rüşd'ün vefatıyla Sünni çoğunluğu arasından göç ettiyse de hiçbir zaman Şia içerisinden silinmedi. Böylece sonraları Hace Tusi, Mir Damad ve Sadr-ül Müteallihin gibi namlı filozoflar gelmişler ve sırasıyla felsefe bilgisini tahsil etmeye ve yazmaya çalışmışlar. Yine sair aklı ilimlerde de, Hace Tusi ve Bircendi gibi diğer şahıslar yetişmişlerdir.
Bütün bu ilimler, bilhassa ilahi felsefe Şia'nın devamlı çalışmaları sonucu büyük çapta derinleşmiştir. Hace Tusi, Şemsüddin Türke, Mir Damad ve Sadr-ul Müteallihin'in eserleri geçmişteki felsefecilerin eserleriyle mukayese edilirse bu husus netlik kazanır.
4- FELSEFENİN ŞİA'DA HAYATINI SÜRDÜRME NEDENİ
Şia içerisinde bulunan ve daha sonra diğerlerine aktarılan akli ve felsefi düşüncenin doğuşunda en önemli faktör, Şia rehberlerinden yadigar kalan ilmi hazineler olduğu gibi, bu düşüncenin bekasında da en önemli neden Şiilerin kutsal ve saygı gözüyle baktığı bu ilmi hazinelerdir. Tarih boyunca yazılan felsefi kitapları, Ehl-i Beyt'in ilim hazineleriyle mukayese etmemiz bu hususun açıklığa kavuşmasına kafidir. Çünkü gün geçtikçe felsefe, Ehl-i Beytin ilmi hazinelerine yakınlaşmakta ve on birinci yüzyılda takriben tabir değişikliğinden başka herhangi bir farkları kalmamıştır.
5- ŞİA DAHİLERİNDEN BİRKAÇ ÖRNEK
A- Sikat-ül İslam Muhammed b. Yakub-i Kuleyni: (Vefatı 1329 hicri yılı.) O, Şia'da, rivayetleri usulden (Muhaddislerin Ehl-i Beyt İmamlarından öğrendikleri rivayetlerin yazıldığı ve her birine "Asl" adı verilen kitaplardan) çıkarıp, ayırt eden ve onları fıkıh ve itikad bablarına göre düzenleyen ilk şahıstır. Kafi diye adlandırılan kitabı üç; usul, furu ve ravze (çeşitli konular) kısımlara ayrılmış, içerisinde on altı bin yüz doksan dokuz hadis yer almıştır. Şia aleminde en meşhur ve en muteber bilinen hadis kitabıdır. Temel kaynak sayılan "Kütüb-i Erbaa" denen hadis kitaplarından birisidir. Kafi'den sonra gelen diğer üç hadis kitabıysa hicri 381'de vefat eden "Şeyh Muhammed ibn-i Babeveyh-i Kummi'nin "Men la Yahzuruhul Fakih" ve hicri 460 yılında vefat eden "Şeyh Tusi'nin telif ettiği iki "Tehzib-ul Ahkam" ve "İstibsar" adlı kitaplarıdır.
B- Muhakkik lakabıyla maruf, Ebu'l Kasım Cafer b. Hasan b. Yahya Hilli: O, fıkıh ilmi dalında dahilerden ve Şii fakihlerin ileri gelenlerindendir. Onun "Şerayi" ve "Muhtasar'un Nafi" adlı fıkıh dalındaki iki kitabı şaheserlerdendir. Bu kitapların yazılmasından 700 yıl geçmesine rağmen yine de fakihler arasında onlara teclil ve azametle bakılmaktadır. Muhakkik Hilli, hicri 676 yılında vefat etmiştir.
Muhakkik'ten sonra, hicri 786 yılında Dimeşk'te Şiilik suçuyla öldürülen ve "Şehid-i Evvel" lakabını alan "Şemsüddin Muhammed b. Mekki"yi saymak gerekir. Onun hapisteyken yedi gün zarfında yazdığı "Lum'e-i Dimeşkiyye" kitabı fıkıh dalındaki takdire şayan eserlerdendir.
Yine Muhakkik'ten sonra Şeyh Cafer Kaşif-ül Gıta Necefi'yi saymak gerekir. 1227 yılında vefat etmiş; fıkıh dalında yazdığı Keşf-ül Gıta kitabı, onun değerli eserlerindendir.
C- Şeyh Murtaza Ensari Tusteri: Hicri Kameri 1281 yılında vefat etmiştir. Şeyh Murtaza fıkıh usulü bilgisini arıtıp bu ilmin en mühim bölümü olan "Usul-u ameliyye" mecralarını en güzel şekilde yazmıştır. O zamandan yüz yıl aşkın bir süre geçmesine rağmen onun metodu şimdi de fakihler arasında izlenmektedir.
D- Diğer bir dahi Hicri Kameri 676 yılında vefat eden Hace Nasir-ud Din Tusi'dir. O, kelam ilmini tam bir ilim dalı haline getiren ilk şahıstır. Onun şaheserlerinden birisi "Tecrid-ul Kelam"dır. Telifinden 700 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen kendi değerini, bu ilim dalındaki bilginler içerisinde korumuştur.
Bu kitaba Ehl-i Sünnet ve Şiiler tarafından sayısız haşiyeler ve açıklamalar yazılmıştır. Hace Nasır'ın yalnız kelam bilgisinde değil, felsefe ve riyaziyatta da kendi döneminin üstün bilginlerinden olduğu ve bu dallarda da dahilerden sayıldığı, aklî ilimler hakkında yazdığı değerli teliflerinden anlaşılmaktadır. Marage[135] şehrinin rasathanesi de onun eseridir.
Sadr-üd Din Muhammed Şirazi: 972 hicri kameri yılında doğmuş ve 1050 hicri kameri yılında vefat etmiştir. O, felsefe ilminin konularını, İslam aleminde üzerinden bunca süre geçtikten sonra dağınık durumundan çıkarmış ve riyaziyat meseleleri gibi birbirine bağlı zincir halkaları şekline getirerek tertiplemiştir.
Böylece ilk olarak bu ilimin kapsama alanına giren, ancak o güne dek söz konusu edilemeyen yüzlerce konuya felsefede bahsetme ve çözümleme imkanını verdi. İkinci olarak o güne kadar akli düşüncenin üstünde sayılan bir kısım irfani konuların kolaylıkla felsefede söz konusu edilmesini sağladı. Üçüncü olarak da asırlar boyu çözüm yolu bulunmayan, muammalara dönüşen ve anlamları bilinemeyen bir çok dini ifadelerin zahirleri ve Ehl-i Beyt İmamlarının derin felsefi beyanatı aydınlığa kavuştu. Neticede dini ifadelerin zahirleri, irfan ve felsefe ele vermiş bir yöne doğru hareket etmeye koyulmuşlar. Elbette Sadr-ül Müteallihin'den önce altıncı yüzyılın filozoflarından İşrak hikmetinin kurucusu Şeyh Sühreverdi ve hicri sekizinci yüzyılın filozoflarından Şemsüddin Muhammed Türke gibi bilginler bu hususta önemli adımlar attılarsa da muvaffakiyet tam anlamıyla ona nasip oldu.
Sadr-ül Müteallihin bu yöntemle "Cevheri hareket" görüşünü, "Dördüncü boyut (bu'd-i rabi)" ve de "nisbiyet" görüşünü (düşüncede değil, objeler dünyasında) keşfetmeyi başardı. O, elliye yakın kitap ve risale telif etti. Felsefe dalında dört ciltlik "Esfar" kitabı, onun bu daldaki şaheserlerindendir.
Üçüncü Yol: Keşif
1- İNSAN VE İRFANİ İDRAK
İnsan fertlerinin büyük çoğunluğu, maneviyatı göz ardı edip günlük yaşantısının ihtiyaçlarını karşılamak ve kendi işlerine çeki-düzen vermeğe koyulmuşsalar da bu türün doğasında hakikati görme iç güdüsü mevcuttur. Bu iç güdü bazı insanlarda uyanır ve onu bir kısım manevi idraklara sevk eder.
Bütün insanlar, hakikatleri hayal ve hurafe sanan safsatacılar ve şüphecilerin aksine sabit bir gerçeğin varlığına inanırlar. Bazen yaratılış aleminin sabit gerçeğine temiz kalp ve saf zihinle nazar ettiğinde, cihanı teşkil eden parçaların devamsızlığını anlar. Cihan ve onda vuku bulan olayları güzel sabit bir gerçeği gösteren aynalar gibi bulur. Bu idraktan kaynaklanan lezzet, diğer lezzetlerin hepsini bakıcının gözünde küçültür ve böylece onu maddi yaşantının devamsız ve tatlı görüntülerinden alı koyar.
Bu, Allah'a inancı olan insanın dikkatini daha üstün bir aleme çeken ve pak Allah'ın hüccetini onun kalbinde yerleştiren irfani cazibedir. Bu cazibe, insanlara her şeyi unutturur; bütün uzun arzular ve ümitleri bir kenara atar; insanları gözle görülmeyen ama görülen ve işitilenlerden daha aşikar olan Allah'a tapmaya ve O'na medih ve sena etmeye yöneltir. Gerçekte insan toplumunda ilahi dinleri meydana getiren faktör, bu batini cezbedir. Arif, Allah'a sevap ümidi veyahut azap korkusundan değil, sevgi ve muhabbet üzere tapan kimseye denir.[136] Bu yüzden irfanı, diğer meslekler karşısında bir meslek olarak nitelendirmemek gerekir. İrfanı, Allah'a tapma ve dinlerin hakikatini idrak etmek amacıyla izlenilen "akli düşünce ve dini nasların zahiri" yolu karşısında bir yol saymak gerekir.
İlahi dinlerde, hatta veseniyette bile bu yolu takip edenler vardır. Veseniyet'te, Kelimiyet'te, Mesihiyet'te, Mecusiyet'te ve İslam'da arif ve gayr-ı arif vardır.
2- İSLAM'DA İRFANIN DOĞUŞU
Rical kitaplarında yazılı olan ve tanınan, sayısı on iki bine yakın Peygamber-i Ekrem'in sahabeleri içerisinde, doyurucu beyanatı, manevi hayat merhaleleri ve irfani hakikatlardan sonsuz hazineler içeren şahıs yalnız Hz. Ali (a.s)'dır. Elimizde bulunan diğer sahabelerin eserlerinde, bu konulardan bir haber yoktur. Hz. Ali'nin (a.s) yâreni ve talebeleri arasında, İslam'da çıkan bütün ariflerin, Hz. Ali'den sonra onları kendi silsilelerinin başlarında saydıkları Selman-ı Farsi, Üveysi Karani, Kumeyl b. Ziyad, Reşid Hicri ve Meysem-i Tammar gibileri bulunmaktadır. Bu tabakadan sonra hicri ikinci yüzyılda zahitler sırasında bulunan ve halk arasında evliya-i Haktan ve pak şahıslardan sayılan, ama ifran ve tasavvufla tezahür etmeyen Tavus Yemani, Malik b. Dinar, İbrahim Edhem ve Şakik Belhi gibileri bile, kendilerinden önceki tabakaya olan terbiyet bağlılığını gizlememişlerdir.
Hicri ikinci yüzyılın sonlarında ve üçüncü yüzyılda Bayazid Bestami, Maruf Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi ve bunun gibilerinden oluşan diğer taifeler gelmişler ve irfani tarikatları izlemişlerdir. Bunlar irfan ve tasavvufla tezahür etmişler ve zahiri iyi olmayan birtakım keşif ve şuhud (gözlem) adına söyledikleriyle, o zamandaki fakihlerin ve kelam bilginlerinin bunların aleyhine ayaklanmasına, böylece bir takım zorluklar çıkarılmasına ve çoğunun yeraltı hapisine yahut işkenceye tabi tutulmasına ve yahut da asılmasına sebep olmuşlardır. Ama bununla birlikte muhalifleri karşısında gösterdikleri direnişler sonucu, gün geçtikçe tarikatları ilerlemiş ve hicri yedinci ve sekizinci yüzyılda en doruk noktaya ve güce varmıştır. Sonraları bazen üstün ve bazen de aşağı ve güçsüz mevkide varlığını bu güne dek sürdürmüştür. [137]
İsimleri tezkirelerde yer alan irfan şeyhlerinin ekseriyeti zahirde Ehl-i Sünnet mezheplerine tabi idiler. Kitap ve sünnete dayanmayan bir takım gelenek ve abadı içeren bugünkü tarikatlar onlardan kalmadır. Elbette adab ve rüsumatlarından bazıları Şia'ya da sızmıştır.
Bazıları İslam'da irfani seyr ve süluk için herhangi bir programın açıklanmadığını, marifet-i nefs yolunun Müslümanlar tarafından çıkarılıp, bunun da Allah katında makbul olduğunu iddia ederler. Nasıl ki Ruhbanlık, Hz. İsa'nın (a.s) tebliğ ve davetinde olmayıp, daha sonra Hıristiyanlar tarafından çıkarılmıştı.[138]
Bu yüzden tarikat şeyhleri, rüsumat ve adaptan maslahat gördüklerini süluk programına sığdırmış ve kendi müritlerine onları destur vermişler. Sonuçta müstakil ve geniş çaplı bir program meydana gelmiştir.
Zikir telkini, hırka, müzik ve gınadan yararlanma, zikir anında vecde gelme gibi merasimler bunlara örnek gösterilebilir. Bazı silsilede iş bir yere vardı ki tarikat, şeriata ters düştü. Böylesine tarikat taraftarları amelen Batiniye'ye bağlanmış oldular.
Ama Şia'nın görüşleri göz önünde bulundurularak İslam'ın ana kaynakları (Kitab ve Sünnet) araştırılırsa, elde edilen sonucun bu programların tam tersine olduğunu görürüz. Dini beyanatın bu gerçeğe kılavuzluk etmemesi yahut bazı programları açıklamada ihmallik göstermesi veyahut bu hususta herhangi biri hakkında farz ve haramlardan vazgeçmesi asla mümkün değildir.
3- KİTAP VE SÜNNETİN, MARİFET-İ NEFS VE KURALLARINA YÖNELİK KILAVUZLUĞU
Allah-u Teâla bir çok ayette insanları Kur'an hakkında derin tefekküre davet ediyor ve yüzeysel düşünceyle yetinmemelerini emrediyor. Bir çok ayetlerde varlık dünyasının ve onda var olan istisnasız bütün her şeyin kendi ayetleri ve nişaneleri olduğunu vurguluyor.
Ayet ve nişane kelimeleri üzerinde biraz derin düşünürsek, bunlara, kendilerine değil başka bir şeye gösterge oldukları için ayet ve nişane denildiği ortaya çıkar. Örneğin; tehlike göstergesi olan kırmızı lambayı gören biri lambanın varlığına ve yapısına değil, tehlikenin varlığına dikkati çekilir ve tasarısında tehlikeden başka bir şey canlanmaz. Eğer lambanın varlığı, yapısı ve rengi hakkında fikre dalarsa zihninde tehlike anlamı değil de lambanın yapısı veyahut camın rengi yer alır.
Buna göre dünya ve olguların hepsi, bütün yönleriyle Allah'ın nişaneleri olursa varlıklarında asla kendilerinden bağımsızlığa sahip olmaz ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın pak Allah'tan başkasını göstermezler. Kur'an'ın hidayeti ve talimi üzerine, dünya ve onda olanlar hakkında böyle bir bakış açısına sahip olan kimse, pak Allah'tan başkasını idrak etmez. Böyle biri dünyanın zahirindeki çekici güzellik yerine, bu açıdan tecelli ve zuhur eden sonsuz çekicilik ve güzelliği görür. Bu nedenledir ki insan, varlık harmanını savurarak kalbini ilahi sevgiye adamış olur.
Bilindiği gibi bu idrake göz, kulak ve diğer organlar veyahut hayal ve akıl gücü vasıtasıyla varılmaz. Çünkü bu araçlar ve işlevleri birer ayet ve nişanedirler ve bu tür hidayette unutulmuşlardır.[139]
Çaba ve azmini, ancak Allah'ı anmak ve ondan başka bütün her şeyi unutmaya adayan kimse. Allah'ın, "Ey inananlar, siz, kendi nefsinize bakın; doğru yolu buldunuzsa sapık kişi, size bir zarar veremez"[140] buyruğunu işittiğinde, gerçek ve kamil hidayeti içeren tek ana yolun nefsinden geçen yol olduğunu ve onun gerçek hidayetçisi olan Allah'ın, onu kendi nefsini tanıması, diğer bütün yolları terk etmesi ve Allah'a, kendi nefsi açısından bakmasıyla görevlendirdiğini anlar.
Bu yüzden Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kendisini tanıyan Allah'ını tanır."[141] Ve yine "Sizlerden kendilerini iyi tanıyanlar, Allah'ını iyi tanıyanlarınızdır." diye buyurmuştur.
Bu yolu izlemenin programı bir çok ayetlerde belirlenmiştir. Örneğin Allah'ı anmayı emreden şu ayet.[142] "Öyleyse beni anın ben de sizi anayım." vb. ayetler ve yine salih amelleri ayrıntılarıyla açıklayan ve "Peygamberinize uyun" sözleriyle son bulan, örneğin Ahzab suresinin 21. ayeti gibi bazı ayet ve hadisler, İslam'ın herhangi bir yolu hak yol bilip ona davet etmemesi yahut ta yolu tanıttıktan sonra programı belirtmeyip, unutması veya ihmal etmesi, Allah-u Teâla "Biz, sana halkın dini ve dünyasıyla ilgili her şeyi açıklayıp anlatan kitabı indirdik."[143] buyurmasıyla birlikte, nasıl düşünülebilir ve mümkün olabilir?
1- Dini Düşüncenin Anlamı.
2- İslam'da Dini Düşüncenin Temel Kaynağı.
3- İslam'ın Dini Düşünce İçin Gösterdiği Metotlar.
4- Üç Metot Arasındaki Fark.
Birinci Yol: Dini Naslar
1- Dini Nasların Zahiri ve Bölümleri: Kur'an, Resul-i Ekrem ve Ehl-i Beyt'in Hadisleri.
2- Sahabeden Nakledilen Hadisler.
3- Yine Kur'an ve Sünnet Üzerine.
4- Kur'an'ın Zahir ve Batını.
5- Kur'an'ın Tevili.
6- Hadisle İlgili Konunun Devamı.
7- Şia'nın Hadise Amel Etmedeki Metodu.
8- İslam'da Genel Eğitim ve Öğretim.
9- Şia ve Nakli İlimler.
İkinci Yol: Akli Araştırma
1- Akılsal Kelamî ve Felsefi Düşünce.
2- İslam'ın Kelami ve Felsefi Düşüncesinde Şia'nın Öncülüğü.
3- Şia'nın Felsefe ve Diğer Akli İlimlerdeki Azimli Çalışmaları.
4- Felsefenin Şia'da Hayatını Sürdürme Nedeni.
5- Şia'nın Dahilerinden Bir Kaç Örnek.
Üçüncü Yol: Keşif
1- İnsan ve İdrak.
2- İslam'da İrfanın Doğuşu.
3- Kitap ve Sünnet'in Marifet-i Nefs ve Kurallarına Yönelik kılavuzluğu.
1- DİNİ DÜŞÜNCENİN ANLAMI
Nasıl ki matematik alanında herhangi bir görüşü sonuçlayan, yahut bir matematiksel meseleyi halleden düşünceye matematiksel düşünce deniliyorsa, her dinin talimatında olan dini bir meseleyi çözüp, sonuca ulaştıran araştırma ve düşünceye de dini düşünce denilir.
2- İSLAM'DA DİNİ DÜŞÜNCENİN
TEMEL KAYNAĞI
Dini düşünce de, diğer düşünceler gibi öğelerinin ortaya çıktığı ve dayandığı bir kaynak ister kendine. Nitekim matematiksel bir meselenin çözümü için, matematik ilmine mahsus bir takım bilgilerden yararlanmak gerekir. Semavi İslam dininin de (vahye dayandığı için) bir tek kaynağı, Kur'an-ı Kerim'dir. Peygamber-i Ekrem'in süresiz ve umumi nübüvvetine kat'i ve kesin delil, Kur'an-ı Kerim'dir. Onun ihtiva ettiği şeyler, İslami davettir. İleride değineceğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim'in tek kaynak oluşu, diğer sahih düşünce kaynaklarını ve delilleri itibarsız kılmaz.
3- KUR'AN'IN DİNİ DÜŞÜNCE İÇİN GÖSTERDİĞİ METOTLAR
Kur'an-ı Kerim, talimatında İslam öğretilerini ve dini maksatları düşünmek ve onlara varmak için izleyicilerine üç yol tanıtmıştır. Ve bunlar da, dini zahirler, akli delil ve ihlas ile kulluk ederek kazanılan manevi idraktir.
Açıklama: Bizler Kur'an-ı Kerim'in açıklamalarında Allah'ın (c.c) bütün halka hitap ederken, bazen sözüne delik getirmeden (Allah'lık ve hükümdarlığına dayanarak) tevhid, nübüvvet ve mead gibi itikadi konular ve namaz, oruç vb. ameli hükümler hakkında verdiği emirleri ve bir takım işlerden nehiylerini kabullenmemizi istemektedir. Eğer bu sözlü açıklamayı delil ve geçerli kılmasaydı, hiç bir surette halktan kabullenme ve itaat etme talebinde bulunmazdı. Öyleyse Kur'an'ın böyle sade beyanatının, İslami maarifi düşünmede izlenilen bir yol olduğunu söylemek gerekir. Biz "Allah'a iman edin" ve "namazı ayakta tutun" gibi sözlü açıklamalara "dini zahirler" adını veriyoruz.
Diğer taraftan, Kur'an'ın bir çok ayetlerde akli delile kılavuzluk yaptığını, kainatta ve kendi nefislerinde olan ayetler ve deliller hakkında derin tefekküre davet ettiğini, kendisinin de hakikatları ispatlamada serbest akli kanıtlamadan yararlandığını apaçık görüyoruz. Gerçekten semavi kitaplardan hiç birisi Kur'an-ı Kerim gibi kanıtlı marifeti ve ilmi insana hak tanımamıştır.
Kur'an-ı Kerim bu gibi açıklamalarıyla serbest burhanın, istidlalın ve akli hüccetin geçerliliğini kesinleşmiş biliyor. Ayrı bir deyişle şöyle söyleyebiliriz; Kur'an-ı Kerim, ilk önce İslami öğretilerin hak olduğunu kabul edin daha sonra akli delillerle öğretileri elde ediniz diye buyurmamıştır. Aksine, kendisinin gerçek olduğuna tam manasıyla dayanarak şöyle buyuruyor:
Akli delil sonucu, maarifi elde edip sonra kabullenin. İslami davetten işittiklerinizi, duyduklarınızı sadık şahit olan varlık dünyasının yaratılışından araştırıp tasdik edin. Kısaca, ilk önce iman edip de sonra ona uygun olanı delil getirmeyin. İmanı ve tasdiki, delil sonucunda elde ediniz. Böylece felsefi düşüncenin bu konuda izlenilen yeterli bir yol olduğunu, Kur'an-ı Kerim onaylamıştır.
Diğer bir taraftan da görüyoruz ki, Kur'an-ı Kerim çekici açıklamalarıyla, hakiki maarifin, gerçek ilahi marifetten ve tevhidden sonuçlandığını ve Allah'ı iyice tanımanın, ancak halk arasından kendisi için topladığı seçkin insanlara ait olduğunu aydınlatmıştır. Onlar halktan kopmuş ve her şeyi unutan kimselerdir. İhlas ve kulluk eserinde güçlerinin bütününü ulvi aleme yöneltmişler. Gözlerini Allah'ın nuruyla aydınlatmışlar. Bütün eşyaların hakikatını, yeryüzü ve gökyüzündeki kudret ve saltanatı görmüşlerdir. Çünkü bunlar kulluk ve ihlasla yakin merhalesine ermişler ve bu yakin sonucunda, gökte ve yeryüzündeki kudret ve saltanatı, tasarruf ve hikmeti, ahiretin ebedi yaşamı onlara keşfolunmuştur.
Aşağıdaki ayet-i kerimelere dikkat edilirse iddiamız açıkça aydınlanmış olacak:
1-Enbiya suresi, 25. ayet: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka Tanrı yoktur, öyleyse bana kulluk edin! diye vahyetmiş olmayalım."
Bu ayet-i kerimeden kulluk etmenin bütün dinlerde tevhide bağlı ve onun üzerine kurulu olduğu anlaşılıyor.
2- Saffat suresi, 159-160. ayetler: "Allah, onların nitelendirdiklerinden (münezzehtir) yücedir. Ancak Allah'ın temiz ve ihlaslı kulları hariç."
Nitelendirmek, düşünce üzerine kurulu ve onun fer'idir. Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre ancak ihlaslı ve temiz kılınan kullar müstesna diğerleri Allah'ı iyice ve gerektiği gibi tanımamışlardır ve Allah diğerlerinin vasıflandırmalarından yüce ve münezzehtir.
3- Kehf suresi, 110. ayet: "De ki: "Ben de sizin gibi bir beşerim; yalnızca bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."
Ayet-i kerimeden anlaşılan şudur ki, Allah'la buluşmak için tevhid ve iyi işlerde bulunmaktan başka yol yoktur.
4- Hicr suresi, 99. ayet: "Ve Rabbine kulluk et ki sana yâkin gelsin (kesin bilgiye eresin)!"
Bu ayetten, hakiki ve gerçek kulluğun neticede insanı yakine ulaştıracağı anlaşılıyor.
5- En'am suresi, 75. ayet: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun."
Ayete göre yakinin gerektirdiği şeylerden biri de; göklerdeki ve yeryüzündeki kudret ve saltanatı, tasarruf ve hikmeti müşahede etmektir.
6- Muttaffifin suresi, 19-21. ayet: "Hayır, iyilerin yazısı İlliyyindedir. İlliyyinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Allah'a yaklaştırılmış olanlar, ona şahit olurlar."
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, iyi kişilerin yazıları illiyyin (çok yüce) adlı bir kitaptadır. Onu ancak Allah'a yaklaştırılanlar görürler. Bunu da söyleyelim ki, "yeşhedu = ona şahit olurlar" kelimesinden bunun yazılı kitap olmadığı belki "kurb=yakın olma ve yüce alem" olduğu anlaşılıyor.
7- Tekasür suresi, 5-6. ayetler: "Hayır, (gerçeği) kesin bilgi ile bilseydiniz; mutlaka cehennemi görürdünüz."
Ayetten, ilm-i yakini olan kimselerin, katı kalpli şahısların sonu olan cehennemi müşahede edeceği anlaşılıyor.
Buraya kadar ki açıklamalarımızdan şu husus aydınlığa kavuştu ki: İlahi maarifi idrak etme yollarından biri, insanın nefsini tezkiye etmesi ve Allah'a kulluk etmede ihlaslı olmasıdır.
4- ÜÇ METOT ARASINDAKİ FARK
Önceki açıklamalarımızdan Kur'an-ı Kerim'in, dini maarifi idrak etmek için üç yol gösterdiği açıklığa kavuştu. Bu üç yol; dini nasların zahiri, akıl ve hakikatların keşfolunmasını ve onların batınının müşahede edilmesini sağlayan ihlaslı kulluktur. Bu yolların bir kaç yönden birbirleriyle farklı oluşlarını bilmemiz gerekir.
Birincisi: Dini nasların zahiri, sözlü anlatım oldukları, düşünülür ve sade dille açıklandığı için, herkes kendi kapasitesine göre ondan faydalanabilir[104]. Aksine, diğer iki metod özel bir gruba ait olup umumi değildir.
İkincisi: Dini nasların zahirleriyle İslami öğretilerin usul (temel) ve furu'u (dalları) düşünülebilir. İnsan onunla İslami davetin ameli (ahlak) ve itikadi (usul) meselelerini çıkarabilir. Diğer metod böyle değildir. Çünkü akıl vasıtasıyla ahlaki, itikadi meseleler ve ameli meselelerin (furu-i din) genel hatları elde edilebilirse de hükümlerin ayrıntıları -içerdikleri özel maslahatlara ve hikmetlere akılın ulaşma imkanı olmadığından- akıl yoluyla elde edilemez. Hükümlerin ayrıntılarına nefis tezkiyesi ile de ulaşılmaz. Çünkü bu yolun neticesinde hakikatler keşf olunur ve bu Allah tarafından verilen bir ilimdir. Bu ilimin sonucunu ve Allah'ın bu ihsanıyla meşhud ve keşf olunan hakikatleri ölçmek ve sınırlamak mümkün değildir. Bunlar her yerden koptukları ve Allah'tan başka bütün her şeyi unuttukları için doğrudan doğruya Allah'ın velayeti ve hakimiyeti altına girmişlerdir. Onların değil Allah'ın dilediği şey onlara meşhud olur.
Birinci Yol: Dini Naslar
1- DİNİ NASLARIN ZAHİRİ VE BÖLÜMLERİ
Daha önce vurgulandığı gibi İslam'da dini düşüncenin temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, kelimelerinin zahirinin ifade ettiği anlamı, dinleyicilerine hüccet ve muteber kılmıştır. Zahiri ifadeleri hüccet olan Kur'an ayetleri, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) beyanatının, derece açısından Kur'an'dan sonra yer aldığını ve Kur'an gibi hüccet olduğunu bildiriyor. Bu hususta şu ayetler örnek verilebilir:
1- Nahl suresi, 44. ayet: "Sana, onlara ne indirildiğini açıkça anlatman, düşünmelerini sağlaman için Kur'an'ı indirdik."
2- Cuma suresi, 2. ayet: "O'dur ki Ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Oysa onlar önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."
3- Ahzab suresi, 21. ayet: "Ant olsun ki Allah'ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var."
Çok açıktır ki, Resul-i Ekrem(s.a.a) sözleri, davranışları hatta susmaları ve imaları bizim için Kur'an-ı Kerim gibi hüccet ve geçerli olmasaydı, zikredilen ayet-i kerimelere doğru bir mana bulunamazdı. Böylece Resulullah'ın (s.a.a) beyanatı, kendisinden vasıtasız olarak duyulur, yahut güvenilir bir yol ile nakledilirse, işitenlere hüccettir ve uyulması gerekir.
Ehl-i Beyt'in sözlerinin de Peygamberimizin kendi açıklamaları gibi geçerli olduğu, Resulullah'ın kendisinden kat'i tevatürle nakledilmiştir.[105] Bu hadis ve diğer kat'i Nebevi hadislere göre, Ehl-i Beyt'in sözleri Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) sözlerinden sonra gelir. Onlar, İslam dininde ilmi mercilik makamına sahiptirler. İslam dininin hükümlerini ve öğretilerini açıklamada hiçbir zaman hataya düşmezler; açıklamaları, ister vasıtasız duymayla olsun, ister güvenilir nakil yoluyla olsun, uyulması lazımdır.
Böylece İslami düşüncede, delil ve kaynak olan dini nasların zahirlerinin iki çeşit olduğu aydınlanmış oldu. Birincisi Kitap, ikincisi ise Sünnetin zahirleri.
Kitaptan, Kur'an'ın ayet-i kerimelerinin zahiri ifadeleri, Sünnettense Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nden elimize geçen hadisler kastediliyor.
2- SAHABEDEN NAKLEDİLEN HADİSLER
Sahabeden nakledilen hadisler, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) fiil yahut sözünü içerir ve Ehl-i Beytin hadisiyle de zıt olmazsa kabul olunur. Ama sahabenin kendi re'yini ve görüşünü içerirse hüccet değildir. Sahabenin verdiği hüküm diğer Müslüman fertlerin verdiği hüküm gibidir. Sahabeler de birbirlerine karşı, sahabeden olmayan Müslümanlar gibi davranır ve sorumluluk taşırlardı.
3- YİNE KUR'AN VE SÜNNET ÜZERİNE
Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim, her çeşit İslami düşüncenin temel kaynağıdır ve diğer dini kaynaklar geçerliliğini ondan kazanır. Buna göre Kur'an-ı Kerim'in genel halk için anlaşılır bir düzeyde olması gerekir.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim, kendisini nur ve bütün şeylerin aydınlatıcısı olarak tanıtıyor. İnsanlara karşı meydan okurken onlardan, Kur'an'ın ayetleri üzerinde iyice düşünerek içinde hiç bir çelişki ve ihtilaf barındırmadığını ve edebilirlerse onun gibi bir kitap getirmelerini ve ona meydan okumalarını vurguluyor. Kur'an herkes için anlaşılır bir düzeyde olmasaydı bu tür hitapların yersiz ve anlamsız olacağı apaçık ortadadır.
Elbette "Kur'an'ın herkesin anlayacağı düzeyde olması" sözüyle, önceleri açıklamış olduğumuz "Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti, gerçekte Kur'an'ın içerikleri olan İslam öğretilerinde ilmi mercidirler" sözlerinin birbiriyle çelişkili olduğu kuşkusuna kapılmamak gerekir. Çünkü Kur'an-ı Kerim, İslam öğretilerinin bir bölümünü teşkil eden şeriat kanunlarının ve hükümlerinin genel hatlarını açıklamıştır. Bu kanunların ayrıntılarının bilinmesi (örneğin: Namaz, Oruç, alış-veriş ve diğer ibadetler ve muameleler) Sünnete yani Ehl-i Beyt'in hadisine müracaat etmeye bağlıdır.
İslam'ın ahlaki ve itikadi öğretiler bölümü ise, anlamları ve ayrıntıları bütün halk için anlaşılır bir düzeyde olmasına rağmen yine de anlamlarını idrak etmede Ehl-i Beytin metodunu izlemek gerekir. Kur'an'ın her ayetini alışkanlık haline getirdiğimiz kendi görüşümüzle değil Kur'an'ın diğer ayetleriyle açıklayıp tefsir etmek gerekir. Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle buyuruyor: "Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmıyla konuşur (anlamını düşündürür); bir kısmı diğer bir kısmına tanıklık eder."[106]
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını doğrular." [107]
Ve yine şöyle buyurmuştur: "Kim Kur'an-ı kendi meyline ve reyine göre tefsir ederse ateşte kendisi için yer hazırlamıştır."[108]
Kur'an'ın Kur'an'la tefsirine açık ve kolay bir örnek; "Allah-u Teâla Lut kavminin nasıl azaplandırıldığını anlatırken bir ayette "Onlar için kötü yağmur gönderdik"[109] buyurmakta. Diğer bir ayet-i kerimede de "kötü yağmur" yerine "Onlar için taş yağdırdık"[110] buyuruyor. İkinci ayeti birinci ayetle birlikte değerlendirirsek kötü yağmurun gök taşları olduğu ortaya çıkar.
Ehl-i Beyt'ten sahabenin ve tabiinin müfessirlerinden elimize ulaşan rivayetleri araştıracak olan birisi, Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmenin sadece Ehl-i Beyt'e has bir metot olduğunda şüphe etmez.
4- KUR'AN'IN ZAHİRİ VE BATINI
Şimdiye kadar anlaşıldığına göre, Kur'an-ı Kerim sözlü beyanatıyla, dini öğretileri açıklıyor ve halka amel ve itikad hususunda direktifler veriyor. Ama Kur'an'ın öğretileri sadece bu merhaleyle sınırlı kalmaz. Bu kelimelerin altında ve içerdiği öğretilerin batınında bir manevi merhale, daha geniş ve derin öğretiler mevcuttur ki bunları ancak Allah'ın has kulları pak kalpleriyle idrak edebilirler.
Kur'an'ın ilahi öğreticisi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Kur'an'ın güzel ve çekici bir zahiri ve geniş bir batını vardır."[111]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Kur'an'ın batını anlamı vardır ve batını anlamının da yedi kat daha ötesi batını anlamları vardır."[112]
Ehl-i Beyt İmamlarının sözlerinde de Kur'an'ın batınından çok söz edilmiştir.[113]
Bu gibi rivayetlerin asıl kaynağı, Allah-u Teâla'nın, Ra'd suresinin 17. ayetinde açıkladığı bir örnektir. Allah-u Teâla bu ayette gök bereketlerini, yeryüzü ve ehlinin hayatının bağlı olduğu gökten inen yağmura benzetmiştir. Yağmurun gelmesiyle seller akmağa başlar ve çeşitli su yollarının her biri kendi kapasitesi ölçüsünde yağmurdan faydalanıp akmağa devam eder. Sel akarken üst kısmı köpükle örtülü olsa da köpük altında halka faydalı ve hayat verici su mevcuttur.
Bu örneğin vurguladığı gibi, insanın iç ve ruhuna hayat veren dini öğretilerin anlaşılmasında insanların idrak ölçüleri aynı ve bir ayarda değildir.
İnsanlardan bazıları maddeden ve geçici dünyanın kısa süreli maddi yaşantısından başka bir şeyi asaletli bilmezler. Maddi eğilimler dışında herhangi bir şeye gönül vermezler ve maddi yoksunluk dışında hiçbir şeyden korkmazlar. Bu hususta farklı derecelerde olmalarıyla birlikte tümünün semavi öğretilerden en fazla kabullendikleri şey, itikadi meselelere genel bir şekilde inanmak ve İslam'ın ameli buyruklarını kuru ve cansız bir biçimde yerine getirmektir. Özetleyecek olursak, yegane Allah'a, uhrevi sevabı ümit ettikleri ve uhrevi azaptan korktukları için tapmaktadırlar.
Bu grubun karşısında, fıtratlarının sefası neticesinde, mutluluğu bu dünyanın kısa süreli yaşantısına ve geçici lezzetlerine bağlanmakta görmeyen kimseler vardır. Dünyanın kârı ve zararı, tatlı ve acıları onların yanında aldatıcı hayalden başka bir şey değildir. İnsanlık kafilesinin geçmiş mutluları ve bugünkü masalları sayılan insanların hayat hikayeleri, onların sürekli andıkları birer ibret dersidir.
Bunlar tabii olarak pak kalpleriyle ebedi cihana yönelirler. Geçici dünyanın çeşitli gösterişlerine ayet ve nişane gözüyle bakar ve onları müstakil ve asil bilmezler.
Böylece, yeryüzü ve gökyüzündeki nişaneler ve ayetler ışığında, pak Allah'ın sonsuz kibriyalık ve azamet nurunu, manevi idrakle müşahede ederler. Pak yürekleri, tamamen yaratılışın sırlarını idrak etmeye koyulmuştur. Şahsi menfaatperestliğin dar kuyusunda hapis olma yerine, ebedi cihanın sonsuz alanında uçup yükselirler.
Semavi vahiy yoluyla, Allah'ın putlara tapmaktan nehy ettiğini işittiklerinde, bu nehyin zahiri manasının (putlar karşısında baş eğme yasağı) yanı sıra bu nehyi tam manasıyla kavrayarak "Allah'tan başkasına itaat etmemek gerektiğini" anlarlar. Çünkü itaat, gerçekte kulluk ve baş eğmektir. Bundan daha yüce bir mana kavrarlar. O da şu ki: Allah'tan başkasından korkmamak ve O'ndan başkasına ümit bağlamamak gerekir. Bu anlamdan daha yücesi de nefsi eğilimlere teslim olmamak gerekçesidir. Bütün manalardan daha yücesi şu manadır: Allah'tan başkasına teveccüh etmemek gerekir.
Ve yine Kur'an'ın namaz kılmayı emrettiğini işittiklerinde, onun zahiri ifadesinden özel ibadetin yerine getirilmesinin farz olduğunu anlarlar. Ama bunun yanı sıra, batıni manasını da kavrarlar. O da Allah'a yürekten ve içten ibadet etmek ve önünde eğilmenin gerekliliğidir. Bu anlamdan daha yüce bir anlam da çıkarırlar. O da şu ki: Hakkın karşısında kendini unutmak ve hiçe saymak ve yalnız Allah'ın zikriyle meşgul olmak gerekir.
Bilindiği gibi yukarıda geçen iki örnekle hatırlatılan batıni anlamlar, söz konusu emir ve nehyin lafzi=sözel ifadeleri değildir. Ancak söz konusu batıni anlamları idrak etmek, düşünce ufuğu geniş olan ve dünya görüşünü, kendi bencilliğine tercih eden kimse için kaçınılmaz bir şeydir.
Önceki açıklamalarımızdan Kur'an'ın zahir ve batını olduğunun anlamı ve yine batınının zahirini iptal etmediği gerçeği aydınlandı. Batın; zahire göre kendi cismine hayat bağışlayan bir ruh konumundadır. Ayrıca insan toplumunun ıslahını en mühim derecede sayan, cihanşümul ve ebedi olan İslam dininin, toplumun ıslahını sağlayan zahiri kanunlarından ve o kanunların koruyucusu olan sade inançlardan asla vazgeçmeyeceği de aydınlığa kavuştu.
Bir toplum, "insanın yüreği temiz olmalı, amelin değeri yoktur" sözüyle kendini avutur ve düzensiz bir hayat sürdürürse saadete ermesi nasıl mümkün olabilir? Kötü söz ve amel sonucunda temiz bir kalbin ortaya çıkması mümkün müdür? Temiz bir kalpten, kötü söz ve kötü amelin ortaya çıkması mümkün müdür? Allah-u Teâla Kur'an-ı Kerim de şöyle buyuruyor: "Paklar paklara ve kötüler kötülere aittirler." (Paklar paklardan, kötüler ise kötülerden sonuçlanır.)[114]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Temiz yer, nebatını iyi yeşertir. Kötü yer (çorak yer) pek az mahsulden başka bir şey vermez."[115]
Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan Kur'an-ı Kerim'in zahir ve batını, batınının da çeşitli dereceleri olduğu ve böylece Kur'an-ı Kerim'in içeriğini açıklayan hadisin de Kur'an gibi zahir ve batını, batınının da dereceleri olduğu aydınlanmış oldu.
5- KUR'AN'IN TEVİLİ
Sadr-ı İslam'da, Ehl-i Sünnet'in ekseriyetine göre Kur'an-ı Kerim'i delil olduğu yerde, zahiri anlamından değiştirip, zahiriyle karşıt bir anlama yorumlanması maruf bir şeydi. Genelde zahiriyle zıt olan anlama tevil adını verirlerdi. Kur'an-ı Kerim de geçen "tevil" kelimeleri de bu anlama yorumlanırdı.
Ehl-i Sünnet kitaplarında ve çeşitli mezheplerin tartışmaları yazılı kitaplarda, bir mezhebin alimlerinin icması, yahut diğer bir delille ispatlanan bir konu, Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir ayetinin zahiri ifadesiyle çelişirse, ayetin tevil edildiği ve zahiriyle zıt bir anlama yorumlanması pek çok göze çarpar. Hatta bazen karşıt ve farklı iki görüşe, karşı taraflar Kur'an'ın ayetleriyle ihticac (delil gösterme) eder ve her birisi diğerinin delil olarak getirdiği ayeti tevil ederdi.
Bu metot ve izlenim, az çok Şia içerisine de sızmıştır ve kelam bilgisine ait bazı kitaplarda görülmektedir. Ama yeteri derecede, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde ve Ehl-i Beyt hadisleri üzerinde derin düşünülürse, Kur'an tatlı şivesinde, açık ve net beyanında bir muamma üslubunu izlememiş ve her konuda normal cümle kalıbından başka bir şeyle konuşmamış olduğu kanısına varılır. Kur'an-ı Kerim'de geçen "tevil" kelimelerinden kastedilen, lafzın ifade ettiği anlam türü değildir. Aksine genel olarak insanların kavrayış düzeyinden yüce olan bir takım hakikatler ve gerçekler kastedilmiştir ki, Kur'an'ın amelle ilintili ahkamı ve itikadi öğretilerinin kaynağıdır. Evet Kur'an'ın tümünün tevili vardır. Onun tevili doğrudan doğruya düşünce yoluyla idrak olunamaz. Lafız ve kelimelerle açıklanamaz. Ancak peygamberler ve beşeri özelliklerden arınan Allah'ın pak evliyası müşahede yoluyla ona erişirler. Evet, Kur'an'ın tevili kıyamet günü herkes için keşfolunacaktır.
Açıklama: Şunu iyice biliyoruz ki insanoğlunu konuşmaya ve kelimeler üretip onlardan yaralanmaya iten faktör, toplumsal maddi ihtiyaçlardır. İnsanoğlu zorunlu olarak toplumsal yaşantısında, niyetlerini ve içerisindekileri diğerlerine aktarır ve bu amaçla genelde ses ve kulaktan, bazen de az çok göz ve el işaretlerinden yararlanır. Bu nedenle sağırla kör insan birbiriyle asla ilişki kuramaz ve anlaşamazlar. Çünkü kör birisinin dediklerini sağır duymaz, anlamaz ve sağırın işaretle anlatmağa çalıştıklarını kör göremez. Bu yüzden lügat üretilirken ve eşyaya isim bırakılırken maddi ihtiyaçların temini amaçlanmıştır. Maddi ve hissedilir, yahut hisse yakın durumlar, haller ve eşya için kelimeler üretilmiştir. Nitekim duyu organlarından birini yitiren muhatabımıza, söz konusu duyu organıyla idrak olunan şeyleri anlatmak isterken bir nevi benzetme ve örneklendirmeyle iletişim sağlamaya çalışırız. Mesela doğuştan kör olan birisine renkleri ve aydınlığı yahut buluğ çağına ermeyen bir çocuğa cinsel ilişkinin zevkini düşündürmek isterken maksadımızı bir nevi kıyaslama, benzetme ve uygun örnekle ulaştırırız. Buna göre, eğer madde ve özelliklerinden arınmış bir takım gerçeklerin varlığı farz edilirse (ki gerçek de budur) ve her asırda insan toplumundan bir veya bir kaç kişi bunları müşahede etme ve kavrama yeteneğine sahip olursa, böylesine gerçeklerin sözle ifade edilmesi ve normal düşünce yoluyla kavranılması mümkün değildir. Bu tür gerçeklere teşbih ve temsilden başka bir yol ile işaret edilemez.
Allah-u Teâla Kur'an'ın da şöyle buyuruyor: "Şüphe yok ki biz, düşünesiniz ve anlayasınız diye Kur'an-ı Arap diliyle gönderdik. Ve şüphe yok ki o, bizim katımızda bulunan ana kitaptadır. Elbette pek yüce ve muhkemdir (normal akıl ona varamaz ve sızamaz)."[116]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Şüphe yok ki bu, pek güzel ve şerefli Kur'an'dır, saklanmış bir kitapta (yazılı)dır, ona, temiz olanlardan başkaları dokunamaz."[117]
Kur'an-ı Kerim, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nin hakkında şöyle buyuruyor: "Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt'ten her çeşit pisliği, suçu gidermeği ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmeği diler."[118]
Bu ayetlere göre Kur'an-ı Kerim, fikirlerin varamayacağı ve sızamayacağı bir merhaleden kaynaklanıyor. Allah'ın pak kıldığı kullardan başka hiç bir kimse, o merhalede en küçük idrake bile sahip değildir ve Peygamber-i Ekrem'in Ehl-i Beyti pak kılınan şahıslardandır.
Allah-u Teâla diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Hayır, onlar (Kur'an'a iman getirmeyenler) ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz tevili gelmemiş bir şeyi yalanladılar." (Yani eşyanın hakikatının açıkça görüleceği kıyamet günü gelmeden onu yalanladılar.)[119]
Yine diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Bir gün Kur'an'ın (bütün Kur'an'ın) tevili gelecektir. O zaman onu unutanlar, peygamberlerin davetinin doğruluğunu ve hak olduğunu itiraf edeceklerdir."[120]
6- HADİSLE İLGİLİ KONUNUN DEVAMI
Şii ve diğer bütün Müslümanlar arasında hadisin hüccet ve muteber oluşu -ki Kur'an-ı Kerim onaylamıştır- tartışma konusu değildir. Fakat İslam'ın ilk dönemlerindeki hükümdarlar tarafından, hadisleri koruma hususunda gösterilen önemsememeler ve gevşeklik bir taraftan, sahabe ve tabiin tarafından hadisi yaymak hususunda yapılan hesapsız ve haddi aşkın hareketler diğer bir taraftan hadisi üzülecek bir duruma düşürdü.
Bir taraftan zamanın halifeleri hadisleri yazmayı yasaklıyor, ellerine düşen hadis yazılı yaprakları yakıyor, hatta bazen hadis naklinden bile men ediyorlardı. Bu yüzden hadislerin bir çoğu değiştirilmiş, tahrif felaketine uğramış, unutulmuş veya aynen lafzı değil de içeriği nakledilmiştir.
Diğer bir taraftan da, Peygamber-i Ekrem'in(s.a.a) huzuruna varma ve O hazretten vasıtasız hadis işitme iftiharını bulan, Müslümanların ve vaktin halifelerinin yanında muhterem sayılan sahabe, hadisleri yaymaya koyulmuştur. İş o hadde varmış ki hadis Kur'an'a hakim olmuş hatta bazen Kur'an'ın ayeti, hadis vasıtasıyla fesh olunmuş.[121] Çoğu zamanlar hadis rivayet edenler, bir hadisi işitmek için kilometrelerce yol kat edip uzun seferlerin zahmetine katlanıyorlardı.
Yabancılardan İslam elbisesine bürünen ve İslam'ın iç düşmanlarından bir grup, hadislerde değişiklik yapmış kendilerinden hadis uydurmuşlar ve böylece hadisi, itibarlı ve güvenilir durumdan düşürmüşlerdir.[122]
Dolayısıyla Müslüman bilginler bu duruma çare aramaya koyulmuşlar sonuçta hadislerin doğrusunu, yalanından ayırt etmek amacıyla "Rical ve Dirayet" ilmini çıkarmışlar.
Ama Şia, hadislerin senedini arındırmaya yönelik çalışmasının yanı sıra, hadisin geçerli ve hüccet olması için, hadislerin içeriğinin Kur'an'la mutabık olmasını da şart koşuyor.
Şia kanalıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nden kat'i ve kesin senetle nakledilen bir çok hadislerde "Kur'an-ı Kerim'le muhalif olan hadisin hiçbir değerinin olmadığı ancak Kur'an'a mutabık olan hadisi muteber bilmenin gerekliliği" vurgulanmıştır.[123]
Şia, mezkur hadisler gereğince, Kur'an'la çelişen hadislere amel etmez. Kur'an'la çelişip çelişmediği belirlenemeyen hadisleri de bu hususta Ehl-i Beyt'ten (a.s) elimize ulaşan diğer bir takım emirler gereğince kabul veya reddetmeksizin kendi haline bırakır.[124]
Elbette Şiiler arasında da, bir grup Ehl-i Sünnette olduğu gibi, buldukları bütün hadislere amel eden şahıslar da bulunur.
7- ŞİA'NIN HADİSE AMEL ETMEDEKİ METODU
Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) yahut Ehl-i Beyti'nden vasıtasız olarak duyulan hadisler, Kur'an-ı Kerim'in ayeti hükmündedir. Ancak vasıtalarla elimize ulaşan hadislere gelince; Şia'nın onlara amel etmesi şu şekildedir.
Kur'an'ın nassına göre yakin ve kesin bilgi üzere kurulu olması gereken itikatla ilintili öğretilerde, ancak mütevatir, yahut doğruluğuna kesin şahitler bulunan hadislere amel olunur. Bu iki kısmın dışında, "Haber-i Vahid" diye adlandırılan hadis muteber değildir.
Ama şer'i hükümleri çıkarmada bir takım deliller gereğince mütevatir ve kat'i hadisin yanı sıra genelde güvenilir olan Haber-i Vahid'le de amel olunur.[125]
Böylece, mütevatir ve kat'i hadis, Şia'ya göre kayıtsız şartsız hüccettir ve uyulması lazımdır. Kat'i haber dışındaki Haber-i Vahid, genelde güvenilir olma kaydıyla, yalnızca şer'i hükümlerde hüccettir.
8- İSLAM'DA GENEL EĞİTİM VE ÖĞRETİM
İlim tahsili, İslam'da dini vazifelerden birisidir. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "İlim talep etmek her müslümana farzdır (gerekli vazifesidir)."[126]
Güvenilir şahitlerle teyid olan hadislere göre bu ilimden kastedilen, İslam'ın üç ana temelini (tevhid, nübüvvet ve mead), kaçınılmaz ilk ve direkt sonuçlarıyla ve her ferdin ayrıntılı olarak ihtiyaç duyduğu ölçüde İslam kanunlarını ve ahkamını bilmesidir.
Elbette usul-ü dini, icmali delillerle bilmenin herkes için mümkün ve kolay olduğu açıktır. Ama dini kuralların ve ahkamın ayrıntılarını kendine has yöntemlerle ana kaynaklardan (Kitap ve Sünnetten) çıkarmak (yani istidlale dayalı fıkıh) herkes için mümkün olmayıp, ancak bazı fertler bu yeteneğe sahip olurlar. Yüce Allah, İslam dininde kullarını, güçlerini aşacak hükümlerle mükellef tutmamıştır.
Bu yüzden dinin yasalarını ve ahkamını delil üzere bilmek, vacib-i kifai olarak söz konusu yeteneğe ve güce sahip olan şahıslara mahsustur. Diğerlerinin görevi cahilin alime müracaat etmesi gerektiğini ifade eden genel yasa (yani "hubre ve bilir kişiye müracaat etme" yasası) gereğince müçtehit ve fakih diye adlandırılan alimlere müracaat etmektir. (Bu müracaat etmeye taklit denir) Elbette söz konusu taklit, Kur'an'ın nassına göre yasaklanan usul-ü dindeki taklitten ayrıdır.[127]
Allah-u Teâla usul-ü dinde başkasını taklit etmekten nehy ediyor:
"Bilmediğin şeyin üstünde durup ısrar etme."[128]
Şia'ya göre, hayatta olmayan müçtehidi taklit etmenin caiz olmadığını bilmeliyiz. Yani meseleyi içtihat yoluyla bilmeyen ve dini vazifesi gereğince müçtehidi taklit etmesi gerekli olan bir şahıs, yaşamayan müçtehidin görüşüne ve fetvalarına uygun hareket edemez. Sadece eğer bir meselede bir müçtehidi taklit etmiş ve sonradan o müçtehit ölmüşse o meselede mezkur ölü müçtehidin taklidinde baki kalabilir. Fakat yeni çıkan meselelerde yine ölen müçtehidi taklit edemez. Bu mesele, Şia'nın fıkıh bilgisinin her zaman yeni ve dinamik bir şekilde kalmasının faktörlerindendir. Şia'da her zaman için bir grup insan, içtihat derecesine ulaşma yolunda çalışıyor ve fıkhi meselelerde inceleme yapıyorlar.
Fakat Ehl-i Sünnet, hicri beşinci yüzyılda dört fakihden (Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed b. Hanbel) birinin mezhebine uymanın gerekliliğine dair icma etmeleri sonucu, insanın bizzat kendisinin içtihat etmesini ve dört fakihten başkasını taklit etmeyi caiz bilmiyorlar. Sonuçta Ehl-i Sünnet'in fıkıh bilgisi 1200 yıl önceki seviyede kalmıştır. Son zamanlarda bazıları söz konusu icmayı bir kenara bırakıp, bizzat kendileri içtihat etmeye başlamışlardır.
9- ŞİA VE NAKLİ İLİMLER
İslam alimlerinin çabası sonucu yazılan İslami ilimler, iki akli ve nakli bölümlere ayrılır. Konuları nakle dayalı (lügat, hadis, tarih ve benzeri) ilimlere nakli ilimler, böyle olmayıp, akli olan ve tefekkür sonucu yazılan felsefe ve matematik gibi ilimlere de akli ilimler denir.
İslam'da nakli ilimlerin meydana gelmesinde, Kur'an-ı Kerim'in temel kaynak oluşu hususunda şüphe yoktur. Ensab, Tarih ve Aruz gibi bir kaç bilgi dışında genelde nakli ilimler bu semavi kitaptan doğmuşlardır.
Müslümanlar, dini incelemeler ve bahisler sonucu bu ilimleri yazmışlardır ki, bunların Arap edebiyatına ait bölümünün önemlileri nahiv, sarf, maani, beyan, bedi ve lügat bilgileri, dini nasların zahirine ait dallarda da kıraat, tefsir, hadis, rical, dirayet, usul ve fıkıh bilgileridir.
Şia'nın da kendisine göre bu bilgilerin oluşturulmasında, arıtılmasında büyük katkısı ve rolü olmuştur. Hatta bu ilimlerin bir çoğunun kurucusu Şiilerdir. Nitekim Arap ebediyatının nahiv bölümünü Peygamber'in (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) ashabından olan Ebu'l Esved-i Dueli, Hz. Ali'nin (a.s) imlası ve hidayeti üzere yazmıştır. Fesahat ve belagat (meani, beyan ve bedi) bilgisinin ünlü kurucularından birisi,[129] Al-i Büveyh padişahlarının vezirlerinden olan Sahip b. Abbad'dır ki Şiidir. İlk lügate ait yazılan "Kitab-ül Ayn" adlı eser, aruz bilgisinin kurucusu ve nahiv dalında ünlü bilgin Sibeveyh'in üstadı ve Mısırlı olarak tanınan ünlü bilgin Halil b. Ahmed'in eseridir ki bu şahıs[130] Şiidir. [YA1]
Kur'an'da Asım kıraati[131] yalnız bir vasıtayla Hz. Ali'ye (a.s) varır. Kur'an tefsirinde sahabenin en öncüsü tanınan Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'nin (a.s) talebesidir. Ehl-i Beyt ve Şiilerin hadis ve fıkıh dalındaki çalışmaları dört mezhebin fakihlerinin ve diğerlerinin, [YA2] Şia'nın beşinci ve altıncı imamından yararlandıkları meşhurdur. Fıkıh usulü bilgisinde de Şia'da, Vehid Behbehani (1205 yılında vefat etmiştir) döneminde, özellikle Şeyh Murtaza Ansari eliyle gerçekleşen hızlı gelişme, Ehl-i Sünnet'in fıkıh usulüyle asla mukayese edilemez.
İkinci Yol: Akli Araştırma
1- AKILSAL KELAMİ VE FELSEFİ DÜŞÜNCE
Önce de belirttiğimiz gibi 120 Kur'an-ı Kerim akli düşünceyi onaylamış ve onu dini düşüncenin bir parçası kılmıştır. Elbette bu onaylama karşılıklıdır, yani akli düşünce de, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) nübüvvetini tasdik ettikten sonra semavi vahiy olan Kur'an'ın kelimelerinin zahiri ifadelerine, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beytin beyanatına akli hüccetler safında yer vermiştir.
İnsanın, Allah'ın kendisine vermiş olduğu fıtrata dayanarak kendi görüşlerini isbat ettiği akli deliller, "Burhan ve Cedel" diye iki bölüme ayrılır.
Burhan; öğe ve unsurları, meşhur ve kesin olmasa bile gerçek öncüllere dayanan bir hüccet türüdür. Başka bir deyişle, burhanın unsur ve öğeleri insanın Allah'ın vermiş olduğu şuur ile kesinlikle kavrayacağı ve onaylayacağı önermeler olur. Böyle bir düşünce türü (söz gelimi üç sayısının dörtten küçük olduğu gibi) bildiğimiz gibi aklî bir düşüncedir. Böyle bir düşünce, evrenin genelini kapsayan örneğin; yaratılışın mebdei ve alemin ve alemdekilerin sonunun ne olacağı gibi konular hakkında gerçekleşirse buna da felsefi düşünce denir.
Cedel ise, öğelerinin bütünü veya bazısı meşhur ve söz götürmez olgulara dayalı bir hüccet türüdür. Nitekim din ve mezheplerin izleyicileri genelde kendi içlerinde mezhebi görüşlerini, o mezhebin söz götürmez temellerine dayandırarak isbat ederler.
Kur'an-ı Kerim bu metotların her ikisini de kullanmış ve onda bu iki metoda örnek oluşturacak bir çok ayet mevcuttur.
Kur'an-ı Kerim öncelikle varlık alemiyle ilgili genel kapsamlı olgular, evrenin genel düzeni, gökyüzü, yıldızlar, gece, gündüz, yeryüzü, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve diğer varlıkların özel nizamları hakkında özgür düşünceye emrediyor ve aklî özgür düşünceyi en doyurucu bir ifadeyle övüyor.
İkinci olarak ta, -genelde kelami araştırma denilen- akli tefekkürün cedel türüne emrediyor. Tabii ki bunu da en iyi bir şekilde yani hakkı ortaya çıkarmak amacını taşıması, taassuptan uzak olması ve güzel bir ahlaki tavırla birlikte olmasıyla şartlandırıyor. Bu hususta Kur'an şöyle buyuruyor: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir tarzda münakaşa ve mübahasede bulun."[132]
2- İSLAM'IN KELAMİ VE FELSEFİ DÜŞÜNCESİNDE ŞİA'NIN ÖNCÜLÜĞÜ
Hiç kuşkusuz Şia azınlığı, Ehl-i Sünnet ekseriyetinden ayrıldığı ilk günden bu yana sürekli savunduğu görüşler hakkında muhalifleriyle delil üzere tartışmaya koyulmuştur. Tartışmaların iki taraflı ve hasımların her birisinin katkısıyla olmasına rağmen, Şia devamlı girişimde bulunmuş, diğer tarafsa savunmaya geçmiştir. Bilindiği gibi tartışmada yeterli araç ve gereçleri hazırlama hususunda öncülük, girişimde bulunan tarafın üzerine düşer.
Yine Ehl-i Beyt mektebinin talebeleri olan Şii araştırmacı ve alimler, her zaman için tedricen ilerleyen, ikinci yüzyıl ve üçüncü yüzyılın evvellerinde Mutezile mezhebinin yayılmasıyla, en doruk noktasına varan kelam ilmi dalında uzman olan mütekellimlerin ilk saflarında yer almışlardı.
Kaldı ki Eşaira, Mu'tezile ve başkalarından oluşan Ehl-i Sünnet mütekellimlerinin silsilesi, Şia'nın birinci rehberi Hz. Ali'ye (a.s) varır.[133]
Tarihte on iki bin civarında tesbit edilen sahabeden elimize ulaşan eserleri tanıyan kimseler, bunların içerisinde felsefi tefekkürü içeren bir tek eserin bile nakledilmediğini iyice bilirler. Yalnız Emir-ül Mü'minin Hz. Ali'nin (a.s) ilahiyatla ilgili çekici açıklamaları, en derin felsefi tefekkürü içermiştir.
Sahabe, onlardan sonra gelen tabiin ve bilahare o dönemde yaşayan Arapların, felsefi düşünceyle hiç bir ilgileri yoktu. Hicretin ilk iki yüzyılı döneminde yaşayan bilginlerin sözlerinde, felsefi incelemelerden bir örnek bile görülmüyor. Yalnız Şia imamlarının, bilhassa birinci İmam Hz. Ali'nin (a.s) ve sekizinci İmam Hz. Rıza'nın (a.s) derin açıklamaları, felsefi düşüncelerden sonsuz hazineleri ihtiva eder. Talebelerinden bir grubu felsefi düşünceyle aşina edenler, bunlardır.
Evet, Araplar, felsefi düşünce metodundan uzaktılar. Fakat ilk kez hicretin ikinci yüzyılının başlarında Yunanca'dan tercüme edilen kitaplarda bazı felsefi düşüncelerle karşılaştı. Daha sonra hicretin üçüncü yüzyılının ilk dönemlerinde Yunanca, Süryanice ve diğer dillerden bir çok kitaplar tercüme edildi ve sonuçta felsefi düşünce tarzı bütün halka sunuldu. Fakihlerin ve mütekellimlerin büyük bir kesimi, yeni konuklar olan felsefe ve akli ilimlere ilgi göstermediler. Bu muhalefetler, başlangıçta o zamanın hükümetinin bu ilimleri himaye etmesiyle pek fazla etkili olmadı. Ama kısa bir süre sonra sayfa değişti ve şiddetli yasaklamalarla birlikte felsefi kitapları denize döktüler. İsimleri belirlenmeyen bir grup telif ehlinin fikirlerinden kaynaklanan "İhvan-us Safa" adlı risaleler, o dönemlerden kalan hatıra ve o zamanın kötü durumunun tanığıdır. Bu fetretten sonra dördüncü yüzyılın evvellerinde, felsefe, "Ebu Nesr-i Farabi" eliyle ihya edildi. Beşinci yüzyılın başlarında da ünlü filozof "Ebu Ali Sina"nın çalışmaları sonucu felsefe tamamiyle genişletildi. Altıncı yüzyıldaysa İşrak felsefesini, Şeyh Sühreverdi arındırdı ve bu suçla sultan Selahaddin Eyyubi'nin emriyle öldürüldü. Ondan sonra felsefe, çoğunluk arasından göçtü ve yedinci yüzyılda felsefeyi arındırmaya çalışan ve İslam ülkelerinin merkezinden uzakta Endülüs'te yaşayan İbn-i Rüşd adlı filozof haricinde meşhur ve namlı hiç kimse çıkmadı.[134]
3- ŞİA'NIN FELSEFE VE DİĞER AKLİ İLİMLERDEKİ AZİMLİ ÇALIŞMALARI
Şia, felsefi tefekkürün ortaya çıkmasında büyük bir etkinliği olduğu gibi, bu tefekkürün ve diğer akli ilimlerin ilerlemesi ve yayılmasında önemli bir temel olmuş ve bu hususta devamlı çaba göstermiştir. Bu nedenle felsefe, filozof İbn-i Rüşd'ün vefatıyla Sünni çoğunluğu arasından göç ettiyse de hiçbir zaman Şia içerisinden silinmedi. Böylece sonraları Hace Tusi, Mir Damad ve Sadr-ül Müteallihin gibi namlı filozoflar gelmişler ve sırasıyla felsefe bilgisini tahsil etmeye ve yazmaya çalışmışlar. Yine sair aklı ilimlerde de, Hace Tusi ve Bircendi gibi diğer şahıslar yetişmişlerdir.
Bütün bu ilimler, bilhassa ilahi felsefe Şia'nın devamlı çalışmaları sonucu büyük çapta derinleşmiştir. Hace Tusi, Şemsüddin Türke, Mir Damad ve Sadr-ul Müteallihin'in eserleri geçmişteki felsefecilerin eserleriyle mukayese edilirse bu husus netlik kazanır.
4- FELSEFENİN ŞİA'DA HAYATINI SÜRDÜRME NEDENİ
Şia içerisinde bulunan ve daha sonra diğerlerine aktarılan akli ve felsefi düşüncenin doğuşunda en önemli faktör, Şia rehberlerinden yadigar kalan ilmi hazineler olduğu gibi, bu düşüncenin bekasında da en önemli neden Şiilerin kutsal ve saygı gözüyle baktığı bu ilmi hazinelerdir. Tarih boyunca yazılan felsefi kitapları, Ehl-i Beyt'in ilim hazineleriyle mukayese etmemiz bu hususun açıklığa kavuşmasına kafidir. Çünkü gün geçtikçe felsefe, Ehl-i Beytin ilmi hazinelerine yakınlaşmakta ve on birinci yüzyılda takriben tabir değişikliğinden başka herhangi bir farkları kalmamıştır.
5- ŞİA DAHİLERİNDEN BİRKAÇ ÖRNEK
A- Sikat-ül İslam Muhammed b. Yakub-i Kuleyni: (Vefatı 1329 hicri yılı.) O, Şia'da, rivayetleri usulden (Muhaddislerin Ehl-i Beyt İmamlarından öğrendikleri rivayetlerin yazıldığı ve her birine "Asl" adı verilen kitaplardan) çıkarıp, ayırt eden ve onları fıkıh ve itikad bablarına göre düzenleyen ilk şahıstır. Kafi diye adlandırılan kitabı üç; usul, furu ve ravze (çeşitli konular) kısımlara ayrılmış, içerisinde on altı bin yüz doksan dokuz hadis yer almıştır. Şia aleminde en meşhur ve en muteber bilinen hadis kitabıdır. Temel kaynak sayılan "Kütüb-i Erbaa" denen hadis kitaplarından birisidir. Kafi'den sonra gelen diğer üç hadis kitabıysa hicri 381'de vefat eden "Şeyh Muhammed ibn-i Babeveyh-i Kummi'nin "Men la Yahzuruhul Fakih" ve hicri 460 yılında vefat eden "Şeyh Tusi'nin telif ettiği iki "Tehzib-ul Ahkam" ve "İstibsar" adlı kitaplarıdır.
B- Muhakkik lakabıyla maruf, Ebu'l Kasım Cafer b. Hasan b. Yahya Hilli: O, fıkıh ilmi dalında dahilerden ve Şii fakihlerin ileri gelenlerindendir. Onun "Şerayi" ve "Muhtasar'un Nafi" adlı fıkıh dalındaki iki kitabı şaheserlerdendir. Bu kitapların yazılmasından 700 yıl geçmesine rağmen yine de fakihler arasında onlara teclil ve azametle bakılmaktadır. Muhakkik Hilli, hicri 676 yılında vefat etmiştir.
Muhakkik'ten sonra, hicri 786 yılında Dimeşk'te Şiilik suçuyla öldürülen ve "Şehid-i Evvel" lakabını alan "Şemsüddin Muhammed b. Mekki"yi saymak gerekir. Onun hapisteyken yedi gün zarfında yazdığı "Lum'e-i Dimeşkiyye" kitabı fıkıh dalındaki takdire şayan eserlerdendir.
Yine Muhakkik'ten sonra Şeyh Cafer Kaşif-ül Gıta Necefi'yi saymak gerekir. 1227 yılında vefat etmiş; fıkıh dalında yazdığı Keşf-ül Gıta kitabı, onun değerli eserlerindendir.
C- Şeyh Murtaza Ensari Tusteri: Hicri Kameri 1281 yılında vefat etmiştir. Şeyh Murtaza fıkıh usulü bilgisini arıtıp bu ilmin en mühim bölümü olan "Usul-u ameliyye" mecralarını en güzel şekilde yazmıştır. O zamandan yüz yıl aşkın bir süre geçmesine rağmen onun metodu şimdi de fakihler arasında izlenmektedir.
D- Diğer bir dahi Hicri Kameri 676 yılında vefat eden Hace Nasir-ud Din Tusi'dir. O, kelam ilmini tam bir ilim dalı haline getiren ilk şahıstır. Onun şaheserlerinden birisi "Tecrid-ul Kelam"dır. Telifinden 700 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen kendi değerini, bu ilim dalındaki bilginler içerisinde korumuştur.
Bu kitaba Ehl-i Sünnet ve Şiiler tarafından sayısız haşiyeler ve açıklamalar yazılmıştır. Hace Nasır'ın yalnız kelam bilgisinde değil, felsefe ve riyaziyatta da kendi döneminin üstün bilginlerinden olduğu ve bu dallarda da dahilerden sayıldığı, aklî ilimler hakkında yazdığı değerli teliflerinden anlaşılmaktadır. Marage[135] şehrinin rasathanesi de onun eseridir.
Sadr-üd Din Muhammed Şirazi: 972 hicri kameri yılında doğmuş ve 1050 hicri kameri yılında vefat etmiştir. O, felsefe ilminin konularını, İslam aleminde üzerinden bunca süre geçtikten sonra dağınık durumundan çıkarmış ve riyaziyat meseleleri gibi birbirine bağlı zincir halkaları şekline getirerek tertiplemiştir.
Böylece ilk olarak bu ilimin kapsama alanına giren, ancak o güne dek söz konusu edilemeyen yüzlerce konuya felsefede bahsetme ve çözümleme imkanını verdi. İkinci olarak o güne kadar akli düşüncenin üstünde sayılan bir kısım irfani konuların kolaylıkla felsefede söz konusu edilmesini sağladı. Üçüncü olarak da asırlar boyu çözüm yolu bulunmayan, muammalara dönüşen ve anlamları bilinemeyen bir çok dini ifadelerin zahirleri ve Ehl-i Beyt İmamlarının derin felsefi beyanatı aydınlığa kavuştu. Neticede dini ifadelerin zahirleri, irfan ve felsefe ele vermiş bir yöne doğru hareket etmeye koyulmuşlar. Elbette Sadr-ül Müteallihin'den önce altıncı yüzyılın filozoflarından İşrak hikmetinin kurucusu Şeyh Sühreverdi ve hicri sekizinci yüzyılın filozoflarından Şemsüddin Muhammed Türke gibi bilginler bu hususta önemli adımlar attılarsa da muvaffakiyet tam anlamıyla ona nasip oldu.
Sadr-ül Müteallihin bu yöntemle "Cevheri hareket" görüşünü, "Dördüncü boyut (bu'd-i rabi)" ve de "nisbiyet" görüşünü (düşüncede değil, objeler dünyasında) keşfetmeyi başardı. O, elliye yakın kitap ve risale telif etti. Felsefe dalında dört ciltlik "Esfar" kitabı, onun bu daldaki şaheserlerindendir.
Üçüncü Yol: Keşif
1- İNSAN VE İRFANİ İDRAK
İnsan fertlerinin büyük çoğunluğu, maneviyatı göz ardı edip günlük yaşantısının ihtiyaçlarını karşılamak ve kendi işlerine çeki-düzen vermeğe koyulmuşsalar da bu türün doğasında hakikati görme iç güdüsü mevcuttur. Bu iç güdü bazı insanlarda uyanır ve onu bir kısım manevi idraklara sevk eder.
Bütün insanlar, hakikatleri hayal ve hurafe sanan safsatacılar ve şüphecilerin aksine sabit bir gerçeğin varlığına inanırlar. Bazen yaratılış aleminin sabit gerçeğine temiz kalp ve saf zihinle nazar ettiğinde, cihanı teşkil eden parçaların devamsızlığını anlar. Cihan ve onda vuku bulan olayları güzel sabit bir gerçeği gösteren aynalar gibi bulur. Bu idraktan kaynaklanan lezzet, diğer lezzetlerin hepsini bakıcının gözünde küçültür ve böylece onu maddi yaşantının devamsız ve tatlı görüntülerinden alı koyar.
Bu, Allah'a inancı olan insanın dikkatini daha üstün bir aleme çeken ve pak Allah'ın hüccetini onun kalbinde yerleştiren irfani cazibedir. Bu cazibe, insanlara her şeyi unutturur; bütün uzun arzular ve ümitleri bir kenara atar; insanları gözle görülmeyen ama görülen ve işitilenlerden daha aşikar olan Allah'a tapmaya ve O'na medih ve sena etmeye yöneltir. Gerçekte insan toplumunda ilahi dinleri meydana getiren faktör, bu batini cezbedir. Arif, Allah'a sevap ümidi veyahut azap korkusundan değil, sevgi ve muhabbet üzere tapan kimseye denir.[136] Bu yüzden irfanı, diğer meslekler karşısında bir meslek olarak nitelendirmemek gerekir. İrfanı, Allah'a tapma ve dinlerin hakikatini idrak etmek amacıyla izlenilen "akli düşünce ve dini nasların zahiri" yolu karşısında bir yol saymak gerekir.
İlahi dinlerde, hatta veseniyette bile bu yolu takip edenler vardır. Veseniyet'te, Kelimiyet'te, Mesihiyet'te, Mecusiyet'te ve İslam'da arif ve gayr-ı arif vardır.
2- İSLAM'DA İRFANIN DOĞUŞU
Rical kitaplarında yazılı olan ve tanınan, sayısı on iki bine yakın Peygamber-i Ekrem'in sahabeleri içerisinde, doyurucu beyanatı, manevi hayat merhaleleri ve irfani hakikatlardan sonsuz hazineler içeren şahıs yalnız Hz. Ali (a.s)'dır. Elimizde bulunan diğer sahabelerin eserlerinde, bu konulardan bir haber yoktur. Hz. Ali'nin (a.s) yâreni ve talebeleri arasında, İslam'da çıkan bütün ariflerin, Hz. Ali'den sonra onları kendi silsilelerinin başlarında saydıkları Selman-ı Farsi, Üveysi Karani, Kumeyl b. Ziyad, Reşid Hicri ve Meysem-i Tammar gibileri bulunmaktadır. Bu tabakadan sonra hicri ikinci yüzyılda zahitler sırasında bulunan ve halk arasında evliya-i Haktan ve pak şahıslardan sayılan, ama ifran ve tasavvufla tezahür etmeyen Tavus Yemani, Malik b. Dinar, İbrahim Edhem ve Şakik Belhi gibileri bile, kendilerinden önceki tabakaya olan terbiyet bağlılığını gizlememişlerdir.
Hicri ikinci yüzyılın sonlarında ve üçüncü yüzyılda Bayazid Bestami, Maruf Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi ve bunun gibilerinden oluşan diğer taifeler gelmişler ve irfani tarikatları izlemişlerdir. Bunlar irfan ve tasavvufla tezahür etmişler ve zahiri iyi olmayan birtakım keşif ve şuhud (gözlem) adına söyledikleriyle, o zamandaki fakihlerin ve kelam bilginlerinin bunların aleyhine ayaklanmasına, böylece bir takım zorluklar çıkarılmasına ve çoğunun yeraltı hapisine yahut işkenceye tabi tutulmasına ve yahut da asılmasına sebep olmuşlardır. Ama bununla birlikte muhalifleri karşısında gösterdikleri direnişler sonucu, gün geçtikçe tarikatları ilerlemiş ve hicri yedinci ve sekizinci yüzyılda en doruk noktaya ve güce varmıştır. Sonraları bazen üstün ve bazen de aşağı ve güçsüz mevkide varlığını bu güne dek sürdürmüştür. [137]
İsimleri tezkirelerde yer alan irfan şeyhlerinin ekseriyeti zahirde Ehl-i Sünnet mezheplerine tabi idiler. Kitap ve sünnete dayanmayan bir takım gelenek ve abadı içeren bugünkü tarikatlar onlardan kalmadır. Elbette adab ve rüsumatlarından bazıları Şia'ya da sızmıştır.
Bazıları İslam'da irfani seyr ve süluk için herhangi bir programın açıklanmadığını, marifet-i nefs yolunun Müslümanlar tarafından çıkarılıp, bunun da Allah katında makbul olduğunu iddia ederler. Nasıl ki Ruhbanlık, Hz. İsa'nın (a.s) tebliğ ve davetinde olmayıp, daha sonra Hıristiyanlar tarafından çıkarılmıştı.[138]
Bu yüzden tarikat şeyhleri, rüsumat ve adaptan maslahat gördüklerini süluk programına sığdırmış ve kendi müritlerine onları destur vermişler. Sonuçta müstakil ve geniş çaplı bir program meydana gelmiştir.
Zikir telkini, hırka, müzik ve gınadan yararlanma, zikir anında vecde gelme gibi merasimler bunlara örnek gösterilebilir. Bazı silsilede iş bir yere vardı ki tarikat, şeriata ters düştü. Böylesine tarikat taraftarları amelen Batiniye'ye bağlanmış oldular.
Ama Şia'nın görüşleri göz önünde bulundurularak İslam'ın ana kaynakları (Kitab ve Sünnet) araştırılırsa, elde edilen sonucun bu programların tam tersine olduğunu görürüz. Dini beyanatın bu gerçeğe kılavuzluk etmemesi yahut bazı programları açıklamada ihmallik göstermesi veyahut bu hususta herhangi biri hakkında farz ve haramlardan vazgeçmesi asla mümkün değildir.
3- KİTAP VE SÜNNETİN, MARİFET-İ NEFS VE KURALLARINA YÖNELİK KILAVUZLUĞU
Allah-u Teâla bir çok ayette insanları Kur'an hakkında derin tefekküre davet ediyor ve yüzeysel düşünceyle yetinmemelerini emrediyor. Bir çok ayetlerde varlık dünyasının ve onda var olan istisnasız bütün her şeyin kendi ayetleri ve nişaneleri olduğunu vurguluyor.
Ayet ve nişane kelimeleri üzerinde biraz derin düşünürsek, bunlara, kendilerine değil başka bir şeye gösterge oldukları için ayet ve nişane denildiği ortaya çıkar. Örneğin; tehlike göstergesi olan kırmızı lambayı gören biri lambanın varlığına ve yapısına değil, tehlikenin varlığına dikkati çekilir ve tasarısında tehlikeden başka bir şey canlanmaz. Eğer lambanın varlığı, yapısı ve rengi hakkında fikre dalarsa zihninde tehlike anlamı değil de lambanın yapısı veyahut camın rengi yer alır.
Buna göre dünya ve olguların hepsi, bütün yönleriyle Allah'ın nişaneleri olursa varlıklarında asla kendilerinden bağımsızlığa sahip olmaz ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın pak Allah'tan başkasını göstermezler. Kur'an'ın hidayeti ve talimi üzerine, dünya ve onda olanlar hakkında böyle bir bakış açısına sahip olan kimse, pak Allah'tan başkasını idrak etmez. Böyle biri dünyanın zahirindeki çekici güzellik yerine, bu açıdan tecelli ve zuhur eden sonsuz çekicilik ve güzelliği görür. Bu nedenledir ki insan, varlık harmanını savurarak kalbini ilahi sevgiye adamış olur.
Bilindiği gibi bu idrake göz, kulak ve diğer organlar veyahut hayal ve akıl gücü vasıtasıyla varılmaz. Çünkü bu araçlar ve işlevleri birer ayet ve nişanedirler ve bu tür hidayette unutulmuşlardır.[139]
Çaba ve azmini, ancak Allah'ı anmak ve ondan başka bütün her şeyi unutmaya adayan kimse. Allah'ın, "Ey inananlar, siz, kendi nefsinize bakın; doğru yolu buldunuzsa sapık kişi, size bir zarar veremez"[140] buyruğunu işittiğinde, gerçek ve kamil hidayeti içeren tek ana yolun nefsinden geçen yol olduğunu ve onun gerçek hidayetçisi olan Allah'ın, onu kendi nefsini tanıması, diğer bütün yolları terk etmesi ve Allah'a, kendi nefsi açısından bakmasıyla görevlendirdiğini anlar.
Bu yüzden Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kendisini tanıyan Allah'ını tanır."[141] Ve yine "Sizlerden kendilerini iyi tanıyanlar, Allah'ını iyi tanıyanlarınızdır." diye buyurmuştur.
Bu yolu izlemenin programı bir çok ayetlerde belirlenmiştir. Örneğin Allah'ı anmayı emreden şu ayet.[142] "Öyleyse beni anın ben de sizi anayım." vb. ayetler ve yine salih amelleri ayrıntılarıyla açıklayan ve "Peygamberinize uyun" sözleriyle son bulan, örneğin Ahzab suresinin 21. ayeti gibi bazı ayet ve hadisler, İslam'ın herhangi bir yolu hak yol bilip ona davet etmemesi yahut ta yolu tanıttıktan sonra programı belirtmeyip, unutması veya ihmal etmesi, Allah-u Teâla "Biz, sana halkın dini ve dünyasıyla ilgili her şeyi açıklayıp anlatan kitabı indirdik."[143] buyurmasıyla birlikte, nasıl düşünülebilir ve mümkün olabilir?