Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmam Humeyni'nin (r.a) Hayatı

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İmam Humeyni'nin (r.a) Hayatı

    "Kevser Günü"ydü.

    Hicri kameri 1320'nin yarıları geride bırakılırken İran'da bir bebek geliyordu dünyaya.

    Başlatacağı ilâhî kıyamla sadece İran'ın değil, bütün islam dünyasının alınyazısını değiştirecek ve milletlerin hürriyet ve bağımsızlığına düşman olan tüm güçlerle dünyaya egemen tüm kudretlerin daha ilk adımda karşısına dikilip ortadan kaldırabilmek için vargüçlerini harcadıkları halde başedemeyecekleri bir inkılaba imzasını atacak olan bebek...

    Evet... Bugün aradan geçen bunca zamana rağmen onun karşısına dikilen güçlerin tüm uğraşları boşa çıkmış; onun becerdiği bu büyük iş karşısında, onun fikir, dava, inanç ve çizgisi karşısında hepsi çaresiz kalakalmıştır.

    Henüz dünyaya gelen bu bebeğin daha sonraları tüm dünya tarafından "İmam Humeyni" olarak adlandırılacağını kimse bilmiyordu o gün. Onun, başlatacağı kıyamla dünyanın tüm süper güçlerinin karşısına dikileceğini, sadece kendi ülkesinin değil, tüm müslümanların bağımsızlık, izzet ve onuru için muazzam bir mücadele verip, insanî değerlerin topyekün yozlaştırıldığı bir çağda Allah'ın dinini yeniden diriltip ihya edeceğini kimse bilemezdi o gün...



    ***


    Tarihî Özgeçmiş
    Cemadiussani'nin 20. günü "Kevser Günü"dür...

    Allah Tealâ'nın en sevgili kulu olan biricik peygamberinin -sav- çocukları öldüğünde Kureyşli müşrikler "Muhammedin soyu kurudu!" diyerek sevinip arsızca şenlikler düzenlediler. Ne var ki bu sırada Yüceler Yücesi sevgili Rahman'dan şu haber geldi: "Bismillahirrahmanirrahiym. Şüphesiz, biz sana Kevser'i verdik. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu, asıl ebter (soyu kurumuş) olan, sana kin duyandır"(1) İşte o gün pek büyük bir gündü; çünkü velayet ve imamet kevseri o gün yeryüzüne akmış; iffet ve iman timsali Sıddıka-i Tahire hz. Fâtımâ-ı Zehra selamullah aleyhâ; adalet ve insanlığın daimi imamının eşi ve hemdemi olmak ve kıyamete dek insanoğluna yürümesi gereken yolu gösterecek olan bereketli nesli, 11 imamet yıldızını insanlığa hediye etmek üzere dünyaya gelmişti. Savaşı ve barışı, münacaatı ve sükutu, hilmi ve ilmi, baştanbaşa direnç ve çile dolu hayatı ve şehadeti ve nihayet vaadolunan günde zuhuru gerçekleşecek olan gaybetiyle hep ilahî hikmetler ve Rahmânî sırlar deryası olan nurlu ve bereketli nesil...

    Düşüş ve alçalış çağında zaman ve tabiat duvarlarıyla çepeçevre kuşatılan insanoğlunun kendi başına bırakılmadığını, hakkı ve hakikati arayan aşıklara hidayet yolunu gösterecek birilerinin mutlaka bulunduğunu ve yeryüzünün bir lâhza olsun Hakk'ın hücceti ve kesin delilinden mahrum edilmediğini ispatlayan nur nesli...

    Gaybet devri başlarken iyiyle kötü arasında hiç bitmeyen mücadele ve çekişme olduğu gibi devam ediyordu.

    Rabbine isyan eden tuğyankar zorbalarla fesad ashabı zulmet ve zulüm cephesinde; müminler ve salihlerle tıyneti ve özü doğru olan "mert insanlar"da nur cephesinde biraraya gelip karşı karşıya saflaştılar.

    Vahyin nurları yeryüzüne vurmuştu, artık. Allah'ın iyi kullarının gönlünü fetheden islam günden güne yayılarak Doğu'dan Batı'nın en uzak köşelerine kadar hayat bahşeden ilerlemesini sürdürmedeydi. Büyük ve emsalsiz bir medeniyet oluşuyordu yeryüzünde şimdi. İnsanoğlu ilim, edebiyat, teknik, kültür, sanat ve medeniyetin tüm dallarında iman ve ahlaka dayalı görülmemiş bir eserin yaratılışını izlemedeydi hayranlıkla.

    "Emîn" peygamberin getirdiği ilâhi kurtuluş mesajına koşan uyanmış gönüllerin coşkusu öylesine derin ve fazlaydı ki, liyakatsiz ve kifayetsiz yöneticilerin zaaf ve zulümleri de Allah'ın dininin ilerlemesini durduramıyordu. Avrupa Ortaçağ barbarlığının pençesi altında inlemekte, o beldelerde Allah'ın mazlum kullarına musallat olan maddeperestler zuhur ve geleceğini bizzat hz. İsa'nın -as- müjdelemiş olduğu o büyük insanın zuhur edip onların karanlık dünyasını aydınlatarak bugün bile Avrupa'nın yüzkarası olan engizisyon mahkemelerinin kendilerine sağladığı çıkarları kaybetmemek için mukaddes görünümlerle "haç"ın ardına gizlenmekte ve hz. İsa'yla -as- asla bağdaşmayan iğrenç emellerini İseviliğin kılıfında meşrulaştırmaktaydılar. İşte işin en üzücü tarafı zamanın bu diliminde vuku buluyor ve engizisyoncu Avrupa, Muhammedî dinin kökünü kazımaya azmettiği sırada islam ülkelerinde, herşeyi yokedebilecek büyüklükte bir tehlike başgöstererek nifak, bozgunculuk ve iktidar hırsı hızla gözleri bürümeye başlıyordu.

    Yine bu dönemlerdeydi ki elele veren birçok faktör, o günün tamamen gerici ve tutucu Avrupa'sında bir dizi ilmî ve teknik gelişmelere ortam hazırlayarak makina ve teknolojinin düşman devletlerin eline geçmesini sağlamış oldu. Oluşumunda islam medeniyetinin çok büyük tesiri bulunan bilim ve teknoloji dallarındaki bu hızlı ilerlemeler, ilkel, tutucu ve donuklaşmış Avrupa toplumuna yepyeni bir canlılık getirdi.

    İslam ülkelerinin başında bulunanlar bu yeni ve ibret verici gelişme üzerine ciddi bir çözüm yolu arayacakları yerde; gaflet, gericilik ve taklitçiliği gayret, çaba ve cihada tercih ederek müslümana yakışmayan tavırlar sergilediler ki onların bu gaflet ve ihanetleri neticesinde düşman, günden güne hızla ve hiç rahatsız edilmeden ilerleyip kalkınmasını sürdürdü, iktidarını ve iktidar sahasını da aynı hızla genişletmeye ve toprak sınırlarını yaymaya başladı ve bu üzücü gelişmelerin seyrinde islam dünyasının önemli bir kısmı bilfiil sömürü devletlerinin birer sömürgesi haline geliverdi. İşte o gün bugündür kimi zaman açıkça, kimi zaman gizlice sömürü devletleri islam milletinin kaderine müdahele eder oldu ve para, güç, şiddet ve ateizmin asırlarca sürecek acı egemenliği başlamış oldu.

    İran'da artık padişahlar silsilesi hükmediyor, bir hanedan yıkılınca yerine bir başka hanedan taht kuruyordu. İslam peygamberinin ilahi çağrısına daha ilk baştan canla başla "lebbeyk" diyerek islam ve tevhid davetine teslim olan İran milleti, bu şahlar ve sultanlardan gördüğü türlü baskı ve zulümlere rağmen nice yıllar boyu islam kültür ve medeniyetinin sancaktarlığını yaptı. Ne var ki şahların zulmü ve çağdaş sömürücülerin nifak ve bölücükleri giderek artmadaydı, çünkü bu kez düşman "bayındırlık, imâr, kalkınma ve gelişme" gibi sloganlar altında müslüman ülkelere sızmış, bu cafcaflı kelimelerin ardına gizlenmişti. Bu dönemde İran'da Kâcâr sultanlarının(*) başlattığı inanılmaz ihanet, ecnebi uşaklığı ve zulümler; İngilizlerle çarlık Rusyasının İran'a açıkça ve resmen müdahelede bulunmasını da beraberinde getirmiş ve bölgedeki birçok islam ülkesi gibi İran da, kendi tarihinin en acı kesitlerinden birini yaşamaya başlamıştı. Korkunç bir batı hayranlığının aşılanmaya başladığı bu acı günlerde sömürü devletlerinin büyükelçilikleri, memleketin bütün işlerine açıkça müdahele etmekte, hatta saray ve ordu erkanıyla meclis üyeleri ve bakanların atama ve azlleri bile bu sözde "diplomat"ların küstah emirleriyle yapılmaktaydı! Bu acı olaylar sürerken felaketin daha büyüğü yaşandı ve bu islami beldeye ait toprakların önemli bir bölümü, ihanet antlaşmaları neticesinde islam düşmanı ecnebi ülkelere bırakıldı; bütün bunlar olup biterken ülke tam bir kaas yaşıyor, adaletsizlik, zulüm ve istikrarsızlık içinde kıvranıyordu. Büyük islam alimi ve eşsiz mücahid Ayetullah'il uzmâ Şîrazi'nin -ra- başlattığı tönbeki -tütün- kıyamı, Seyyid Cemaleddin Esedâbâdi'nin ıslahatçı feryat ve çağrıları, İngiliz sömürüsüne karşı İran ve Necef'teki islam alimlerinin muazzam kıyamları müslüman halkın islam ulemasının rehberliğinde hareket ettiğini göstermekte ve dört bir taraftan ihanete uğrayan islam ümmetinin yegane ümidinin, candan bağlanmış bulunduğu islam uleması ve dinadamları olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı. İslam alimlerinin yiğit ve tavizsiz direnişi düşmanı şaşkına çevirmiş, İngiltere krallığı başta gelmek üzere, islam düşmanı güçlerle sömürü odakları, kendilerini tehdit eden ve çıkarlarını tehlikeye düşüren asıl tehlikenin farkına varmışlardı. Nitekim bir merkezden yürütüldüğü apaçık belli olan geniş çaplı bir "dinadamlarını alaya alma", "ulemayı küçük düşürüp karalama" ve "dinin siyasete karışmaması gerektiği", hele islamın siyasete hiç karışmayacak kadar cici(!) bir din olduğu" propagandaları dört bir koldan ve türlü ağızlar, çeşitli yöntemerle bütün islam ülkelerinde yaygın hale getirilmeye başlandı.

    Bu tür lâik ve "ulema karşıtı" propagandaların birçok islam ülkesinde aynı tarihlerde ve benzeri yöntemlerle yapılmış olması bir hayli düşündürücüdür.

    Bu ihanet odaklarının başında masonlarla, sözde "aydın ve entellektüel" geçinen kör taklitçi yerli batı hayranı "garbzedeler" gelmedeydi.

    Aynı yıllarda İran'da halkın kendisini zerrece desteklemediğini bilen batı hayranı Kacar şahi Muzaffereddin bütün umudunu İngiltere krallığıyla Rus imparatorluğuna başlamış ve tahtını koruyabilmek için her ihanete boyun eğer hale gelmişti.

    Bölgedeki diğer müslüman ülkelerde de aynı acı ve elîm vaziyet yaşanmaktaydı.



    ***

    #2
    Ynt: İmam Humeyni'nin (r.a) Hayatı


    Doğumundan Kum'a Hicretine Kadar İmam Humeyni -ks-

    İşte bu şartlar altında İran'ın merkez eyaletine bağlı Humeyn kasabasında hicri kameri 1320 Cemadiussani'sinin 20'sine rastlayan hş. 30 Şehriver 1281'e mesadıf 24 Eylül 1902'de; hz. Resulullah'ın -sav- mutahhar soyu hz. Fâtımâ-ı Zehra'nın -sa- pâk zürriyesinden gelen dindan, takvalı, mücahid, ilim ve hicret ehli bir ailede nurlu bir bebek geldi dünyaya.

    Adını Ruhullah koydular.

    Yarınların "Ruhullah'il Museviyy'il Humeyni"sinden başkası değildi bu...

    Nesilden nesile, insanların hidayeti ve islami maarifle uğraşan bir ailenin yolunu sürdüren vâristi o. İmam Humeyni'nin -ks- değerli babası merhum Ayetullah Seyyid Mustafa Musevî, tanınmış islam alimi merhum Ayetullah'il uzmâ Mirza Şirâzî'yle aynı dönemde yaşayan seçkin alimlerdendi; Necef-i Eşref'te uzun yıllar islami bilimler dalında tahsil ettikten sonra içtihad payesine ermiş ve müçtehid olarak İran'a dönünce kendi kasabası olan humeyn'de müslüman halkın dini ve siyâsî konulardan pek güvenip sevdiği bir dönadamı olarak hizmete başlamıştı. Ne var ki Ruhullah'ın dünyaya gelişinden henüz 5 ay bile geçmemişken, dönemin hükumetine uşaklık eden hanlarla tağutlara başeğmeyen ve onların zorbalıkları karşısında pervasızca yiğitçe direnen Ayetullah Seyyid Mustafa Musevî, humeyn-Erak yolunda kalleşçe pusuya düşürülecek ve sırtından kurşunlanarak şehadet şerbetini içecekti.

    Şehidin ailesi, kısas için dönemin başkenti olan Tahran'a gidip şikayette bulunacak ve bütün yıldırımlara rağmen, katil idam edilip kısas uygulanmadıkça Humeyn'e dönmeyecekti.

    Böylece İmam Humeyni henüz küçük yaşta yetimliğin acısını tadıyor ve "şehadet" teriminin mefhumuyla çok yakından tanışmış oluyordu.

    Babasının şehid edilmesi üzerine o yılların tanınmış alimlerinden merhum Ayetullah Hânsarî (Zubde't Tesânif'in yazarı)nin torunlarından olup dindan bir ailede ve yine âlim olan babasından islami bilimleri öğrenerek yetişen âlime annesi rahmetli Hacer Hatun'la, yine bir âlime olup bilgi, cesaret ve haktan yana oluşuyla tanınan değerli halası merhume Sahibe Hatun tarafından yetiştirilen Seyyid Ruhullah, çocukluk yıllarıyla gençlik döneminin ilk yıllarını bu iki âlimle ve yiğit kadının eğitim ve desteğiyle geride bıraktıysa da henüz 15 yaşındayken bu iki azizini de kaybetti.

    Henüz çocukluk ve gençlik yıllarında fevkalâde bir zeka ve çalışkanlık örneği sergileyen İmam -ks- dönemin dînî ve pozitif bilim dallında kısa zamanda önemli bir mesafe kaydetti ve arap dili edebiyatı, mantık, fıkıh ve usul branşlarında dönemin bölgedeki seçkin alimlerinden olan Ağa Mirza Mahmud İftihâr'ul Ulema, Mirza Rıza Necefi Humeynî, Ağa Şeyh Ali Mahmud Brucerdî, Ağa Şeyh Muhammed Gülpaygâni, Ağa Abbas Erâkî'yle, değerli ağabeyi Ayetullah seyyid Murtaza Pesendide'den -Allah cümlesine rahmet etsin- ders aldı ki, bu alimler arasında rahmetli ağabeyi Ayetullah Seyyid Pesendide'nin apayrı bir yeri vardı.

    İmam -ks- medrese tahsilinin ilk kısmını tamamladıktan sonra yüksek medrese tahsiline başlamak üzere hş. 1298'de Erak'taki Yüksek İslâmi Bilimler Medresesi'ne girdi.



    ***

    Yorum


      #3
      Ynt: İmam Humeyni'nin (r.a) Hayatı

      Kum'a Hicret, Yüksek Medrese Tahsili Ve İslâmî Bilimler HocalığıAyetullah'il Uzmâ Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri Yezdî hazretlerinin -ra- hş. 1300'e musadıf hk. 1340'ının Receb'inde Kum'a hicretinden kısa bir süre sonra İmam Humeyni de -ks- Kum'a hicret ederek Yüksek Dînî İlmiye Medresesi'ne girdi ve burada dönemin en tanınmış üstadlarından ders alarak herkesi şaşırtan bir azim ve yetenekle, kısa sürede yüksek islâmî bilimlerle ilgili tahsilini tamamladı. Anlamlar ve beyan bilimleri dalındaki Mütevvel kitabın tekmil mübâhese tahsilini merhum Ağa Mirza Muhammed Ali Edîb Tahrânî'nin; sath dersleri tekmil tahsilini merhum Ayetullah Seyyid Muhammed Takiy Hansârî'yle bilhassa merhum Ayetullah Seyyid Ali Yesribî Kâşânî'nin, yüksek fıkıh ve usul tekmili derslerini de Kum Yüksek Medresesi'nin dönem başkanı olan Ayetullah'ul İzmâ Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri Yezdî -rızvanullah aleyhim-nin yanında tamamladı.

      Fevkalâde araştırmacı ve ince bir ruha sahip olan İmam, arap edebiyatıyla fıkıh ve usul dallarında kaydettiği şaşırtıcı ilerlemeyle yetinmeyecek ve dönemin diğer önemli bilim dallarına da yönelmeyi ihmal etmeyecekti. Nitekim bir yandan devrin tanınmış müçtehid alim ve üstadlarının nezdinde özel yüksek fıkıh ve usul dersleri alırken, bir yandan da merhum Hacı seyyid Ebu'l Hasan Refii Kazvînî'den yüksek matematik, geometri, astronomi ve felsefe dersleri aldı ve merhum Ağa Mirza Ali Ekber Hekemî Yezdî'den bu branşlarla ilgili yüksek tahsil derslerinin yanısıra manevî ve irfânî bilimlerle ilgili dersler almaya başladı; bu sırada âruz, kafiye ve islam felsefesiyle batı felsefesini merhum Ağa Şeyh Muhammed Rıza Mescidşâhî İsfahânî'den; ahlak ve irfan yüksek bilimlerini merhum Ayetullah Hacı Mirza Cevad Melekî Tebrizî'den ve yüksek pratik irfanla teorik irfanın en ileri eğitim derslerini de 6 yıl boyunca merhum Ayetullah Ağa Mirza Muhammedali Şahabâdî -ra-'den aldı.

      Ayetullah'il uzmâ Hayri Yezdî hazretlerinin vefatından sonra başta İmam Humeyni -ks- gelmek üzere Kum Yüksek İlmiye Medresesi'nin diğer müçtehid ve alimlerinin yoğun çabasıyla Ayetullah'il uzmâ Burucerdî hazretleri -ra- Kum Medresesi'nin başkan ve sorumlusu olarak Kum'a yerleşti. Bu sırada İmam Humeynî -ks-, usul, felsefe, irfan ve ahlak dallarında Kum'un en ileri üstad ve müçtehidlerinden biri olarak tanınmada; zühdü, takvası, doğru sözlülüğü ve ibadete düşkünlüğü tüm medrese çevrelerinde dilden dile dolaşmadaydı. Bu yüce hasletler uzun yıllar süren nefis mücadelesi, şer'i kalıplar çerçevesinde çile çekmeler, irfan metin ve mefhumlarını bilfiil yaşayıp tecrübe edinmeler vb. gibi köklü sosyal ve ferdî zahmet ve emeklerin ürünüydü. Aynı şekilde; dini ilmiye medreselerinin mutlaka korunması, fonksiyonunu ve varlığını sürdürmesi, ulemanın yegane güvenilir sığınak ve üs olarak mesuliyetini ifaya devam etmesi gibi vazgeçilmez prensipleri onun samimi ulema çevresinde en sevilen ve sayılan alimlerden biri olmasını sağlamış, o tehlikeli, çetin ve karabasanlı günlerde hürriyet aşığı müminlerin bu ışıl ışıl parlayan hidayet meşalesinin etrafında toplanmasına neden olmuştu. Mevcut bütün buhranlar, muhalefetler ve zorluklara rağmen onu Ayetullah'il uzma Hayri'yle -ra- Brucerdi -ra- hazretlerinden ayrılmamaya ve bütün ilim, bilim, fazilet ve gayretini, henüz kurulmuş olan Kum Dîni İlmiye Yüksek Medresesi'nin muhafaza ve bekasına adamaya iten sebep bu yüksek kişilik ve karakteristik özelliklerinden başka birşey değildi. Hatta Ayetullah Brucerdi'nin -ra- vefatından sonra islam dünyasından birçok alim ve dinadamının bir taklid mercii olarak kendisine yönelip onu medreselerin başkan ve sorumlusu olarak kabul etmelerine rağmen İmam -ks- fevkalâde bir alçakgönüllülükle bunu reddedecek ve mevki, makam ve şöhret gibi şeylerden hiç hoşlanmadığını bilfiil ispatlayan bu davranışlarıyla gönüllere daha bir taht kuracaktı.

      O, yakın dostlarına bu tür dünyevî şeylere asla itina göstermemelerini ve bu tür şeylerden daima uzak durmalarını nasihat ve tavsiye etmiş, hayatının sonuna kadar da bu tavrını zerrece değiştirmemiştir. Nitekim bilinçli müslümanlar gerçek ve samimi bir islam münâdisi olarak onu görüp bütün arzu ve emellerini onun samimi takva, derin bilgi, siyasi idrak ve korkusuz kişiliğinde bularak ışığa vurgun pervaneler misali onun etrafında kümelendiğinde bu emsalsiz teveccüh ve takdirlerden zerrece etkilenmemiş; inanç, prensip ve davranışlarında hiçbir değişiklik olmamıştır.

      Onun hiçbir zaman dilinden düşürmediği bir sözü vardı, kalbinin ta derinliklerinden yükselen bir samimiyetle "Ben islam ve milletin hizmetçi bir neferi ve askeri olarak görmekteyim kendimi" derdi her zaman (2)... H.ş. 1357-1979- kışının 12 Behmen'inde (22 Şubat) onu karşılamak ve yıllardır hasretle beklediği rehberini görülmedik bir heyecanla karşılayabilmek için Tahran caddelerini dolduran milyonlarca müslüman, uğrunda can vermeye hazır halde kendisini beklerken, yabancı bir muhabirin "Onbeş yıl aradan sonra ülkenize böylesine görkemle döndüğünüz şu sırada neler hissediyorsunuz?" şeklindeki tepeden inme sorusuna verdiği tek kelimelik cevap, onun bu muazzam ve güçlü kişiliğinin bariz bir göstergesiydi:

      "Hiç!"

      Güç ve iktidar düşkünü politikacıların böylesine anlarda gurur ve sevincinden kabına sığamayıp neler hissettiğini bilen ve bunlara defalarca yakından şahid olan muhabir, duyduğu cevap karşısında şaşkına uğramış ve daha sonraları bunu defalarca anlatmaktan kendimi alamamıştı.

      Bu kısa cevap bile, İmam Humeyni'yi -ks- tanıtmaya ve onun diferlerinden çok farklı olduğunu anlatmaya yetiyordu.

      Evet, defalarca ameliyle de vurgulamış olduğu üzere, onun nazarında önemli olan tek şey Allah'ın rızası ve bu rızaya uygun davranabilmekti; bu "Humeyni görüşü"nde gaye Allah'ın rızası olduktan sonra hapiste olmakla iktidarın zirvesinde bulunmak aynı şeylerdi. Esasen o, bu hakikate yıllar önce iman etmiş ve henüz gençlik yıllarında bulunmasına rağmen başarıyla katettiği "amelî ve pratik irfan" merhalesinde dünya ve dünyalığı tamamen mağlub etmeyi başararak "Allah'tan gayrısından kopup sırf O'na doğru sonsuz yürüyüş"ünü azimle başlatmıştı. Nitekim İmam, kendi beyitlerinden birinde bu ipucunu şu mükemmel beyan tarzıyla dile getirir:

      "Yaradan'dan gayrısını bıraktım, sildim

      Takdir-i ilahiden başka herşeyi hiç bilirim!"(3)

      İmam Humeyni -ks- Kum dinî ilmiye medresesinde din öğrencilerine yıllarca yüksek islâmi bilimler dersleri verdi; Feyziye Medresesi, Mescid-i A'zam, Muhammediye Mescidi, Hacı Molla Sadık Medresesi, Selmasî Hacı Molla Sadık Medresesi, Selmasî Camii... gibi birçok medrese ve camide fıkıh, usul, felsefe, islâmi ahlak ve islâmi irfan dersleri vererek binlerce öğrenci yetiştirdi. Aynı şekilde Necef-i Eşref Medresesinde de 14 yıl boyunca üstadlık yaptı ve Şeyh A'zam-i Ensari -ra- Camii'nde Ehl-i Beyt Bilimleri ve fıkıh dallarında en yüksek seviyede dersler verdi. Yine ilk kez Necef'te "Velayet-i Fakih" başlığı altında verdiği dizi derslerde ilk kez "islam devletinin temel prensipleri" konusunu işledi. O dönemde kendisinden ders alan alimler İmam'ın -ks- derslerinin bütün medreselerin en muteber ve en çok tutulan dersler olduğunu, hatta bazı dönemlerde (ör: Kum Medresesi'nde üstadlık yaptığı yıllarda) İmam'ın derslerine katılan din öğrencileriyle ulemanın sayısının 1200 kişiye ulaştığını belirtmişlerdir ki bu derslere katılanlar arasında onlarca müçtehid ve dönemin en tanınmış yüksek seviyeli alimlerinin de bulunduğu, rahmetli İmam'ın -ks- fıkıh ve usul derslerine çoğu müçtehidin de katıldığı bilinmektedir. İmam'ın -ks- uzun yıllar boyunca verdiği bu derslerde binlerce islam alimi yetişti; İmam'ın -ks- yetiştirdiği bu öğrenciler bugün başta Kum gelmek üzere çeşitli belde ve mekanlardaki ilmiye medreselerinin en tanınmış müçtehid, fakiyh ve arifleridirler. bu cümleden olmak üzere bugün hakkıyla, islam dünyasının en seçkin düşünürlerinden biri olarak tanınan Allame şehid üstad Mutahhari'yle mazlum şehid dr. Beheşti'nin en büyük iftiharı İmam'ın -ks- öğrencisi olup o büyük ârif, mükemmel mümin değerli insandan ders almış bulunmalarıydı. Yine bugün islam inkılabının başında bulunan ve İslam Cumhuriyeti nizamını idare etmekte olan tanınmış ulema ve dinadamları da hep rahmetli İmam'ın -ks- fıkhî ve siyasî okulunda yetişen öğrencilerdir.

      İmam'ın -ks- çeşitli bilim dallarındaki eğitim ve öğretim üslubunun özelliklerine yine bu bahsimizde kısaca değinecek ve bahsimizin sonunda onun telif etmiş olduğu eser ve kitaplardan da özetle sözetmeye çalışacağız inşaallah.

      ***

      Yorum


        #4
        Ynt: İmam Humeyni'nin (r.a) Hayatı

        Mücadele ve Kıyam Siperinde İmam Humeyni -ks-

        Allah yolunda mücadele ve cihad ruhu; İmam Humeyni'nin -ks- yetişme tarzında, yetiştiği muhit ve aile ortamında ve esasen o büyük insanın sosyal ve siyasi hayatının bütün safhalarında kök salmış bir hakikatti. Onun mücadele hayatı, gençlik döneminin ilk yıllarından itibaen başlar ve kendisinin ruhî ve ilmî tekamül ve yetişmesine paralel olarak sürer ki İran'la diğer islam ülkelerindeki sosyal ve siyasi gelişmeler de bu mücadelenin akışına etkide bulunmuştur. Hicri şemsi 1340-1341'li yıllardan (miladi tarihle 1960-1962'li yıllar) İran'da başgösteren Vilayet ve Eyalet Encümenleri hadisesi onun, ulemanın kıyamında rehber ve lider olarak bilfiil sahnede görünmesine neden oldu. Bunu izleyen yılda, yani 15 Hordad 1342'de baştanbaşa bütün İran'da ulemanın öncülüğü ve liderliğinde müstebit rejime karşı muazzam bir başkaldırı ve kıyam yaşandı ki bu kıyamın en belirgin iki özelliği, İmam Humeyni'nin rehberlik ve liderliğini vurgulaması ve kıyamın sebep, saik, slogan ve hedeflerinin tamamen islâmi olmasıydı. Daha sonra bütün dünyada "İslam inkılâbı" adıyla tanınacak olan çağın emsalsiz inkılabının başlangıcı işte bu 15 Hordad kıyamıdır.

        İmam Humeyni -ks- İran'ın, en zorlu ve çetin dönemlerinden birini yaşamakta olduğu yıllarda dünyaya gelmişti.

        Meşrutiyet hareketi, İngilizlerin yerli uşakları aracılığıyla Kacar hanedanının sarayında oynadığı oyun ve entrikalar ve ülke içinde yaşanan dahili çekişmelerle bir grup batı hayranı kör taklitçinin "aydınlar" adı altında işlediği ihanetler neticesinde amacından saptırılmış ve hareketin yönü ve hedefi ustaca başka bir yatağa kaydırılmıştı. Ulema ve dinadamları bu hareketin bizzat öncüsü ve lideri olmasına rağmen türlü oyun ve entrikalarla devre dışı bırakılmış ve insiyatif laiklerin eline geçmiş ve yönetim tekrar müstebit bir krallığa dönüşüvermişti. Kacar padişahlarının kabilece mahiyeti ve yönetimdeki liyakatsizlik ve zaafları, İran'da ciddi sosyal ve ekonomik bozulmalar neticesinde hanlar, derebeyleri ve eşkıyalar millete musallat olmuş, memlekette huzur ve güvenlik kalmamıştı. İşte bu şartlar altında müslüman İran milletinin yegane sığınağı ve sadık dostu yine islam ulemasıydı. Nitekim bahsimizin başında da belirttiğimiz üzere İmam'ın -ks- babası da müslüman halkın hakkını savunma ve zorba hanların karşısına dikilme neticesinde şehid düşmüş ve bu ailenin Allah yolunda mücadele, hicret ve şehadet örfüne bilfiil imza atmıştı.

        İmam Humeyni -ks- birinci dünya harbinde 12 yaşında olduğunu söyleyerek o dönemle ilgili hatıralarını şöyle anlatır: "... Ben dünya savaşlarının 2'sini de hatırlıyorum. Küçüktüm, okula gidiyordum. Humeyn'deki kasaba merkezinde Rus askerleri vardı; birinci dünya savaşında biz türlü saldırılara maruz kalıyorduk"(4).

        Rahmetli İmam -ks- bir başka hatırasında da o günlerde merkezi yönetimin destek ve himayesiyle birçok han, eşkıya ve zorbanın her tarafa musallat olduğunu ve halkın malını yağmalayıp namusuna ve canına kastettiklerini anlatırken bazı isimler de verir:"... çocukluğumdan beri savaşı yaşamışımdır ben. Zulgiler saldırırdı bize, Recebalilerin saldırısına uğrardım sık sık. Bizim de silahımız, tüfeğimiz vardı, ben o yıllarda çocuktum, büluğçağlarında bir çocuk olmama rağmen; eşkıyaların saldırılarını püskürtmek için -Humeyn'deki- yapılmış olan siperlere başvururduk"(5).

        İmam -ks- bir diğer hatırasında da şöyle anlatır: "... Humeyn'de bulunduğumuz mahalde siper kazardık; benim de tüfeğim vardı. Ama ben çocuktum henüz tabi; 16-17 yaşlarındaydım o sıralarda. Silah kullanmasını öğretirlerdi bize, eğitim alırdık... Siperlere giderdik; halkın malını ve ırzını yağmalamak için saldırıya geçen eşkiyalara karşı savaşırdık o siperlerde. Ortalık karışmıştı, memleket kargaşa içindeydi, hürumet iktidarını yitirmişti. Hatta bir defasında Humeyn'in bir mahallesini eşkıyalar ele geçirdiler, halk onlarla savaştı, herkes silahını alıp onlara karşı koydu, biz de silahımızı alıp onlara karşı koyduk"(6).

        Mevcut tarihi belgelerin de açıkça ortaya koyduğu üzere hş. 3. İsfend 1299'da İngilizlerin destek ve planıyla gerçekleşen diktatör Rıza Han İhtiali, Kacar saltanatını devirip hanlık ve derebeylik sistemine son vererek en ücra köylerden şehirlere kadar heryeri sarmış olan eşkıya belasının önemli ölçüde kökünü kuruttuysa da, yağmurdan kaçan millet doluya tutulmuş oldu; zira bu kez bizzat devletin kendisi eşkıya alacak ve Rıza Han'ın binlerce akrabası hükumetin çeşitli noktalarına yerleşerek mazlum İran milletinin kanını emecekti. Böylece kırsal bölge eşkıyalığı devri kapanmış, onun yerine sistemli ve kanunlu bir "Pehlevi devlet eşkıyalığı" dönemi başlamıştı.

        Rıza Han 20 yıllık istibdad ve padişahlığı sürecinde İran'ın verimli topraklarının yarısına yakın bir kısmını gasbederek bütün arazi tapularını resmen kendi adına geçirdi. Bu kabarık iştiha neticesinde, sarayın özel mülkiyet işlerinin takibi için kurulan teşkilat ve kuruluşlar, en büyük bakanlıklardan bile daha geniş ve daha kalabalık kadroluydu. Rıza Han diktatörlüğü işi öyle bir noktaya vardırdı ki bir arsa veya arazinin, hatta vakıf olarak resmen devri için bile göstermelik kukla meclisten onlarca kanun, tüzük ve madde onayı alındı. Nitekim Rıza Han'ın kendi adına geçirdiği tapular, edindiği menkul ve gayri menkuller, mücevherler, şirketler, ticari merkezler, sanayi birimleri, fabrikalar; onun hayatını kaleme alan dost-düşman herkesin mezbur hatıratındaki en kalabalık bölümleri işgal eder.

        Rıza Han'ın ülke içi siyaseti üç temel prensip üzerine kuruluydu: Askeri-polisiye kökenli sert hükumetçilik, din ve dinadamlarına karşı tam bir düşmanlık, tam bir batı taraftarlığı!

        Bu üç temel prensip, Rıza Han'ın saltanatı boyunca varlığını devam ettirmiştir.

        Meşrutiyet olaylarından sonra bir taraftan İngiliz güdümlü hükumetlerin baskısı, bir taraftan da Batı çarpılmışı sözde aydınların olmadık ihanet, iftira ve karalamalarıyla karşı karşıya kalan İran uleması, bu zor şartlar altında yüce islam dini ve ulemanın izzet ve varlığını koruyabilmek için amansız bir mücadele vermekteydi. Bu gaye doğrultusunda Ayetullah'il uzma Hacı Şeyh Abdulkerim Hayri hazretleri, Kum ulemasının daveti üzerine Erak'tan Kum kentine hicret etti, ardından, fevkalâde bir çalışkanlık ve zeka örneği sergileyerek Humeyn ve Erak'ta medrese yüksek bilimleriyle ilgili mukaddemat ve sutuh derslerini bitiren İmam Humeyni de -ks- Kum'a hicret ederek henüz kurulmakta olan Kum yüksek medresesinin konumunu güçlendirmede fiilen katkıda bulundu. Çok geçmeden İmam -ks- Kum'un en seçkin uleması, ve tanınmış müçtehidler arasında yer alan isimlerden biri olacaktı.

        Daha önce de belirttiğimiz üzere bu dönemde, Rıza Han'ın dini politika ve niticede hayattan dışlayan laik siyasetini akamete uğratabilmenin tek yolu; din, medrese ve ulemanın güçlü ve kararlı bir şekilde müdafaa edilmesiydi. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- sözkünusu şartlar ve olumsuz ortamda ulema, medrese ve taklid merciilerinin takınması gereken tavır ve izlenmesi gereken yöntemin niceliği ve niteliği konusunda bazı noktalarda Ayetullah'il uzmâ Hayri ve ondan sonraki dönemde de Ayetullah'il uzmâ Brucerdi'yle birtakım görüş ayrılıkları içinde bulunmasına rağmen her iki alim döneminde de rejim karşısında ulemanın ve dini ilmiye medreselerinin konum ve iktidarını var gücüyle savunmaktan bir lahza olsun geri durmamıştır.

        İmam Humeyni -ks- islam ümmetinin sosyal ve siyasi meselelerine özel bir önemle eğilen nadir müçtehidlerdendi. Rıza Han, saltanatının temellerini sağlamlaştırır sağlamlaştımaz ilk iş olarak İran'da dinin ve ulemanın etkinliğini kırmaya çalıştı ve bu yolda gerekli gördüğü hiçbir girişimde bulunmaktan çekinmedi. İslam alimleri onun döneminde görülmedik baskılara maruz bırakıldı; bununla da yetinmeyerek dinî ağıt, mersiye, anma merasimleri ve hutbeleri yasakladı. Din dersleri ve Kur'an dersleri okulların müfredatından çıkarıldı, Cuma namazı kılınması yasaklandı; müslüman kadınların hicabına da el uzatmaktan çekinmeyen laik rejim, çarşaf ve örtünmeyi de yasaklayacağını duyurmaya ve kamuoyunu hazırlamaya başladı. Rıza Han bu hedef ve gayelerini bilfiil gerçekleştirmeden önce en ciddi ve önemli tepkiyi İran'ın bilinçli ve inkılâbî ulemasından aldı. İsfahan'ın bilinçli alimleri Ayetullah Hac Ağa Nurullah-i İsfahani öncülüğünde hş. 1306'da rejimi protesto gayesiyle İsfahan'dan Kum'a hicret ederek bu şehirde oturma eylemi başlattılar. Çok geçmeden diğer şehirler de bu protesto eylemine katılacak ve islam alimlerinin Kum'daki 105 gün süren oturma eylemi (Hş. 21 Şehriver'den 4 Dey'e kadar) Rıza Han'ın görünüşte geri adım atmasıyla sonuçlanacaktı. bu protesto neticesinde dönemin başbakanı Muhbirussaltanat, ulemanın öne sürdüğü şartları yerine getirmeye söz verdiyse de bu kıyamı başlatan kişinin 1306 Dey'inde Rıza Han'ın kiralık katilleri tarafından şehid edilmesi üzerine sözkonusu oturma eylemi fiilen bitmiş oldu.

        Bu kanlı macera, o sıralarda genç bir dinadamı olan İmam Humeyni gibi mücadeleci ve korkusuz bir alimin meselelerle yakından tanışmasına ve ulemayla Rıza Han arasındaki mücadelenin nicelik ve niteliklerine iyice vakıf olmasına yardımcı olmuştu. Diğer taraftan bu hadiseden birkaç ay önce hş. 1306 Nevruz'unda Kum'da Ayetullah Bafkî Rıza Han'a karşı çıkmış, olay çatışmaya kadar gitmiş ve Rıza Han tam bir vahşilikle şehri askeri kuşatmaya almış ve çıkan çatışmada bu mücahid alim yakalanarak Rıza Han tarafından dövülmüş ve sonra da Rey şehrine sürgün edilmişti. İşte bu şartlar altında İran tam bir diktatörün pençesinde kıvranır ve meclisten islam dışı kanunlar çıkarılmaya çalışılırken dönemin yiğit mücahid alimi şehid Ayetullah Seyyid Hasan Müderris mecliste görülmemiş bir mücadele örneği sergileyip Rıza Han'ın laik isteklerine zerrece boyun eğmiyor ve bütün bu mücadeleler, genç İmam'ın ruhunda derin izler bırakarak onun mücadele azmini bileyip tecrübe ve tedebbürünü artırıyordu.

        Rıza Han, Kum dinî ilmiye medresesini dağıtarak medreseleri devlet kontrolündeki okullar haline getirmek amacıyla ulemanın, devletçe düzenlenen resmi imtihanlara girmesi gerektiği yolunda emir verince İmam Humeyni -ks- bunun bir komplo olduğunu pervasızca haykırarak Rıza Han'a itiraz etti ve bu komployu gerçekten bir ıslah hareketi olarak görecek kadar safdil olan bazı alimleri uyandırmaya çalıştı. Ne yazık ki, rejimin uyguladığı yoğun sistematik propagandayla alçakta baskı ve eziyetler ve diğer yandan meşrutiyet hareketi sonrası yaşanan tatsiz olaylarla, devletçe körüklenen ihtilaf ve görüş ayrılıkları neticesinde İran uleması bu dönemde bir nevi inzivaya çekilmiş ve ülkeyi tam anlamıyla bir hafakan basmıştı. Hatta iş öyle bir noktaya vardırıldı ki; insanın iç dünyasının eğitimiyle ilgili olan ve neticede günlük meselelerin değerlendirilmesi gibi sohbetlerle noktalanan irfan ve felsefe dersleri bile, Rıza Han'dan çekinen korkak ve refahına düşkün dinadamı kılıklı sözde bazı alimler tarafından haram ve yasak ilan edildi. İmam Humeyni de bu baskıya uğrayan alimlerden biri olduysa da, bütün baskı ve tehditlere rağmen, öğrencilerine verdiği felsefe, irfan ve ahlâk derslerini tatil etmeyerek ders mahallini değiştirip başka bir yerde gizlice aynı derslerin devamını vermeyi sürdürdü. bu yılmaz çalışmaların ürünü, allame Şehid üstad Mutahhari gibi seçkin şahsiyetlerin yetişmesi olmuştur.

        Ulema ve İran milletinin yılmadan direnmesi ve rejimin garazkar emellerine asla eğilmemesi neticesindeRıza Han'ın islamı toplumdan büsbütün silme, kadınların örtünmesine engelleme ve dini merasimleri yasaklama gibi emelleri önemli ölçüde akamete uğradı ve birçok defa laik Rıza Han rejimi islam uleması ve müslüman halkın sert ve yek vücut tepkileri karşısında geri adım atmak zorunda kaldı

        Yorum

        YUKARI ÇIK
        Çalışıyor...
        X