iran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri
“Bir kavim kendi halini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez!” (Rad-11)
Bu kırık dökük cümlelerle, size, insanlığın son asırlar içinde görebildiği en büyük hadiselerden, en muhteşem sosyal patlamalardan biri olan; küfre ve zulme karşı kıyam edip, bir başka eğriye saplanmaksızın, Allah’ın dosdoğru yoluna bağlanan İran İslâm inkılabını anlatabilmek iddiasında değiliz...
Dilemekteyiz ki, hiç değilse birkaç nirengî noktanın hatırlatılmasıyla, son asırlar dünya tarihinin görebildiği bu en büyük tarihi hadiseden sizin de kafa ve kalbinizde, sizin de duygu ve düşünce aleminizde bir iz bulunsun... Tahakkuku ve devamı uğrunda on binlerce şehid verilen ve halâ da verilmekte olan ve bu yüzden de dünyanın, kalpleri uyanık bütün Müslümanlarının gıpta duygularını harekete geçiren, dikkati zayıf Müslümanları dahi hayret ve hayranlığa sürükleyen, onları dahi heyecanlandıran ve İslâm düşmanlarını kaygudan kayguya, korkudan korkuya, entrikadan entrikaya koşturan; dünya mustaz’aflarını ise, bütün insanlığın kurtuluşu için gelmiş olan İslâm’ın cihanşümul mesajından haberdar eden bu büyük inkılabdan; istedik ki, sizin de, gözlerinizin önüne, tasavvurlarınıza birkaç kalıcı çizgi çekebilelim...
Dünya senelerdir, İran’ın hizbullahî Müslümanlarının bütün dünyayı sarsan muhteşem eylemleriyle sarsılıyor, çalkalanıp duruyor...
Düşündünüz mü hiç, nedir, bu hareketin manâ ve mahiyeti?.. Ve, kimdir bu hizbullahî Müslümanlar? Vermekte oldukları mücadelenin özünde ne vardır, hedefleri nelerdir, ve onların bu hareketini, dünyanın bütün küfür, zulüm ve fesad güçleri boğmak istemesine rağmen; diyaretle ve kendisine hedef aldığı istikamete doğru ilerleten dirayetli rehber kimdir?
Eğer, İslâm inkılabı hareketini, bir şah’a karşı, bir sultana, bir kan içici zalime karşı girişilmiş sıradan bir hareket olarak görüyorsanız, ve bu hareketin özündeki asıl ve asîl manâyı göremiyorsanız, siz bu inkılabı anlamamışsınız ve anlıyamıyacaksınız demektir... Çünkü o gibi isyan ve kıyamlardan, beşeriyet tarihinde pek çok örnekler vardır.
Muhakkak ki, İslâm inkılabında da, kendisine geçmiş 2500 küsur senelik bir tarihî temel bulan Şah’a karşı bir mücadele verilmiştir ama, bu mücadelenin ruhunu kavrayamıyan bir kimse, beşeriyet tarihindeki daha başka kıyam ve isyan hadiselerine de bakıp, arada bir benzerlik kurmaya çalışabilir. Çünkü gerçekten de, insanlık tarihinde derin izler bırakmış olan Fransız burjuva ve Rus bolşevik ihtilallerinin karşı tarafında da birer şah, birer kral vardı ve 200 sene kadar önce Fransızlar, 65 sene kadar önce de Rusya halkları, başlarındaki sultanlara kıyam etmişlerdi ama; o büyük kıyam hadisleri, meydana geldikleri ülkelerde büyük bir takım değişiklikler vücuda getirmiş olsa bile; neticede ortaya yeni krallar, yeni padişahlar, yeni sultanlar, yani kısaca yeni zalimler çıkarmaktan başka bir meyve vermemiş; çekilen onca acılar, dökülen onca kanlar, alt-üst olan toplum yapıları, sonunda bir diğer zalimin, bir diğer kan içicinin, mazlumların, zayıfların tepesine oturmasıyla, ensesinde çöreklenmesiyle noktalanmıştı...
İran’ın müslüman halkı, milyonlar halinde toplanıp, “Allahüekber!”nidalarıyla taguutun, zalimin bütün maddi güçlerine ve entrikalarına karşı kıyam edip, binler-onbinler halinde candan geçerlerken; acaba hedefleri, beşeriyet tarihini dolduran nice örneklerde olduğu gibi, bir zalimin yerine bir başka zalimi mi dikmek idi; yoksa zulme karşı, zulmün her türlüsüne karşı kesin bir cephe alışan tabiî bir neticesi olarak, ancak hak’kı, Allah nizamını mı ikame etmek istiyorlardı? Bu İslâm inkılabını anlayabilmek için gereklidir. İslâm inkılabı kıyamının bugün bulunduğu noktayı gereğince değerlendirebilmek, yani o muhteşem kıyamın semeresini idrak edebilmek için de bu noktayı gözönüne almak, kesinlikle zarurî!.. Ve, bu halk hareketinin, diğer halk hareketleri gibi çeşitli kuvvet dengelerine göre yön değiştirmeyip, ilk anda hançerelerden yükselen “Allahüekber!” nidalarının çizdiği istikamete paralel olarak ilerlemisinin manevî temelleri, tarihî kökleri ve mıdır-yok mudur; bunu da belirlemek gerekmektedir...Zira, manevî temelleri, tarihî kökleri ve metodu sapasağlam olmayan nice halk hareketlerinin nasıl saptırılabildiğinin acı tablolarıyla, hüzünlü hatıralarıyla dop-doludur, insanlığın tarihî macerası... Bu konuda, sadece şu son yüzyılda, İslâm topraklarında verilen İslâmî mücadelelerin neticede hangi noktalara dayanıp tıkandığını ve başlangıcı pırlanta gibi İslâmî kabul edilmesi gereken nice hareketlerin sonunda İslâm’a çevrilen bir namlu, İslâm’a çekilen bir kılıç mesabesine geldiğinin kahredici ihanet örnekleri ve utandırıcı idraksizlik sahneleri pek çoktur.
İşte bunun için diyoruz ki, İran’da hizbullahî müslümanların, İmam Khomeynî liderliğinde, “Allahüekber!”nidalarıyla başlattıkları ve onbinlerce şehid kanıyla filizlendirdikleri; tankların paletleri arasında parça parça olmak pahasına; bombaların, kurşunların karşısında son nefesinde “La İlahe İllallah-Muhammedün Resulullah!” cümlesiyle dünya hayatını düğümleyebilmek idraki içindeki mücadelelerinin iyi anlaşılabilmesi için bu hareketin bugünkü durumu, rehberi ve hedefi kadar, özünü ve tarihî köklerini ve manevî temellerini de iyi kavramak gerekir... Yoksa, bu büyük kıyamı, tarihî köklerini ve manevî temellerini de iyi kavramak gerekir... Yoksa, bu büyük kıyamı, tarihî köklerinden, manevî temellerinden tecrid edecek, koparacak olursak; eldeki veriler belki herhangi bir inkılabı incelemeye kâfi gelebilir ama, İslâm inkılabını, asla!..
İslâm inkılabının tarihî temellerini ve manevî köklerini araştırmak için tarihin derinliklerine bakmakla birlikte, geçmişin karanlık dehlizlerinde, labirentlerinde uzun bir yolculuk yapacak değiliz. Ama, kısaca belirtmek gerekirse, mes’elenin özünü, ilk insan’la İblis arasında başlayan ve Hak ile Baatıl’ın, iyi ile kötünün bütün beşeriyet tarihini dolduracak olan sürekli mücadelesinin bir özümlemesi olarak ele almak yanlış olmayacaktır... İblis’le Hz. Adem’in arasında başlayan mücadelenin, kısa zaman sonra, Hz. Adem’in oğulları arasında devam ettiğini, Kabil’in Habil’i öldürmesi hadisesinde bu mücadelenin sembolleştiğini, daha sonraki beşeriyet macerasında ise, Hz. Nuh ile hattâ bizzat kendi oğulları arasında devam ettiğini biliyoruz. Daha sonralarıysa, Firavun ile Hz.Musa’nın ve Nemrud ile Hz. İbrahim’in; Roma imparatorları ve onların destekçisi olan yahudi sermayedarları ve ruhbanlarıyla Hz. İsa Ruhullah’ın ve nihayet küfr ve şirkin merkezi haline gelen Mekke’de eşraf ile Hz. Muhammed Habibullah’ın mücadelesinin özü her ne ise, ve Kerbelâ’da, rakam olarak çok küçük ama, keyfiyet, manâ ve manevî güç bakımından dünya tarihinin en büyük ordularından birisi olan Hz. Hüseyn ve 72 kişilik ordusu ile zamanın taguutlarının, zalimlerinin, kuvvetperestlerinin, maddeperestlerinin, zevkperestlerinin, gaassıplarının temsilcisi olan Yezid’in 30 binlik ordusu arasındaki mücadelenin özü her ne ise, İslâm inkılabının özü de odur. Bu inkılabın mahiyetini kavramak isteyenler, ancak bu temel kıstasları iyi anlamak suretiyle İslâm inkılabını yerli yerine oturtmak nasibine erişebilirler...Allah’a imanın gereğini, taguutlara, kafirlere, zalimlere, faasıklara kıyam etmekte gören ve taguutların veya taguut düzenlerinin hazırladıkları kurtuluş reçetelerine, onların hazırladıkları inkânlara veya onların tesbit ettikleri mücadele kaidelerine itibar etmeksizin, yalnızca Allah’ın ve Peygamberlerinin yolundan giderek insanlığın yolunu açmak metodu olan İbrahimî metodun taa ebediyete kadar var olacak takipçilerinin günümüzde, İran İslâm topraklarında ortaya koydukları ve dünyanın bütün küfür ve zulüm güçlerinin elbirliğiyle yok etmeye çalıştıkları bu muhteşem hareketi hakkıyla değerlendirebilmek için, evet, hedefinin ne olduğunu geçmişteki örneklerinden anlamak ve insanlığı bir hayale, bir ütopyaya değil, beşeriyet tarihinde pek çok örnekleri bulunan gerçek kurtuluş yoluna davet eden bir mücadele olduğunu anlayabilmek için; küfür’le Hakk arasındaki mücadelenin tarihin derinliklerindeki köklerini bilmek de zaruridir...
Yoksa, İslâm inkılabını da, beşerî menşe’li diğer sosyal patlama hadiselerini değerlendirir gibi değerlendirmeye kalkışırsak, tamamiyle farklı ve zıt temeller üzerindeki beşerî menşe’li sosyal, kıyamlarla, ilâhî iradeye dayalı, yani Allah’ın dinine dayalı bir sosyal kıyamı değerlendirirken, aynı ortak ölçekleri kullanmak durumuna düşeriz; o zaman da “anlaşmazlık” kaçınılmaz olur.
Çağının en büyük askerî güçlerinden Sasanî imparatorluğunun güçlü orduları karşısına, yalınayak, aç-sefil, zayıf kılıçlarıyla çıkan İslâm ordusunun temsilcilerine, Sasanî imparatoru Yezdicürd, “-Açsınız, zayıfsınız, çıplaksınız... Sizi doyuralım, elbiseler verelim; sizin gibi zayıf insanlarla savaşmak bizim şanımıza ar getirir, istediğiniz erzakı verelim, altınlar verelim, güzel kızlar verelim... Dönün geldiğiniz yere!” derken, İslâm askerlerini anlamamıştı... Ve İslâm ordusu temsilcilerinin, kendisine “-Biz müslümanız.. Bu söylediklerinizin herbirisi sizin olsun... Biz, müslümanlarız. Biz mazlumlar üzerindeki zulmü yoketmek ve çeşitli hayat sistemlerinin, çeşitli dinlerin zulmünü yok edip,yerine ancak ve ancak Allah’ın dinini ikame etmek için gönderildik...” deyişlerini de anlamıyordu.. Hz. Hüseyn, 72 yarânıyla birlikte Kerbelâ Destanını yazışını karşısındaki Yezid Ordusunun anlayamayışı gibi, anlamıyorlardı!.. Yüce Peygamber’e yaptıkları; “Mekke’nin reisi ol, istediğin saraylar, dünya malı ve pulu, Mekke’nin en güzel kızları senin olsun...” tekliflerinin reddolunuşunu, müşrikler nasıl anlıyamıyor idilerse; aynı manzara, İran’ın müslüman halkının muhteşem kıyamında da tekrarlanıyor ve artık yıkılışını önleyecek hiçbir gücün kalmadığını anlayan Şah, İslâmî kıyamın büyük Rehberine haberler göndertiyordu, “seçim yapılacak olsa, belli ki, kazanacaktır... Ve kazanında da, söz veriyoruz, hükümeti, halkın desteğini kazanana vereceğiz...”diye. Yani, İmam, bir taguutun elinden, onun rejiminin başbakanı olmak sıfatını kabullenecekti!.. Taguut’un anayasasını uygulayacaktı!.. Bunun için Şah’ın şartı, parti kuruluşunda, kanunlara göre şekillenilsindi; yani, kanun yoluyla zuhûr edilsindi... Şah, “kanun adamı”ydı güya! Ve, herşeyin kanuna uygun olarak şekillenmesini istiyordu Ama, bu kanunların kendi iradesinin kanunları olduğunu kimseciklerin düşünmesini; bu kanunların kendisinin, zorba babasının veya asırların saltanat alışkanlıklarının, İslâmî olmayan idare şekillerinin mahsulleri olduğunu, müslümanların anlamasını istemiyordu.
Geçen bölümde, İslâm İnkılabı’nın tarihî köklerini anlamak isteyenlerin, Nemrud ile Hz. İbrahim, Fir’avn ile Hz. Musa, müşriklerle Hz. Resul-ü Ekrem (sav) ve Yezid ile Hz. Hüseyn arasındaki mücadelenin asıl sebebini, kısaca, beşeriyet tarihi boyunca süregelen hakk-baatıl mücadelesini anlamak gerektiğine işaret etmiş, Resul-ü Ekrem’e yapılan “Seni, Mekke’ye reis yapalım, en görkemli saraylar, istediğin dünya malı, en güzel kızlar senin olsun...” teklifinin reddolunuşuna temas ile; İmam Khomeynî’nin de peygamberlerin metoduyla hareket ettiğini belirtmiştik... Şimdi kaldığımız yerden devam edelim...
Artık, yıkılışını önleyecek hiçbir gücün kalmadığını anlayan Şah, İslâmî kıyamın büyük Rehberine haberler göndertiyordu, “seçim yapılacak olsa, belli ki, kazanacaktır... Ve kazanınca da, söz veriyoruz, hükûmeti, halkın desteğini kazanana vereceğiz...” diye...Yani, İmam, bir taguutun elinden, onun rejiminin başbakanı olmak sıfatını kabullenecekti!.. Taguutun anayasasını uygulayacaktı!.. Bunun için Şah’ın ilk şartı, parti kurulsundu, kanunlara göre şekillenilsindi; yani, kanun yoluyla zuhûr edilsindi. Şah, kanun adamıydı güya!.. Ve, herşeyin kanuna uygun olarak şekillenmesini istiyordu... Ama, bu kanunların kendi iradesinin kanunları olduğunu kimseciklerin düşünmesini, bu kanunların kendisinin, zorba babasının ve ya asırların saltanat alışkanlıklarının, İslâmî olmayan idare şekillerinin mahsulleri olduğunu, müslümanların anlamasını istemiyordu. İmam Khomeyni ise, Şah ve bütün taguutların ancak meşru, yani şeriate dayalı kanunların pençesinde hesap vermeye başladığı zaman, kanuna uygun hale gelebileceklerini belirtiyor ve Şah’ın müslümanlara yaptığı uzlaşma çağrılarına “biz, taguuta kıyam etmekle mükellefiz; ne yapacağımızı da taguuttan öğrenecek değiliz, bizim davamız yalnızca hükûmet makamlarını ele geçirmek değil, taguutları, putları yere çalmak davasıdır; mücadelemiz devam edecek!”diyordu.
Milyonlarca müslüman, bu çağrıyla, Allahu Ekber silahını kuşanıp; topların, tankların, namluların, bombaların üstüne-üstüne gidiyor, taguuta teslim olmayacaklarını, yerlere serilen, parça-parça olan nâşlarıyla ispatlıyor ve bu uğurda onbinlerce şehid veriyorlardı. Hizbullahî İran müslümanları karşısında taguut düzeninin yerli şefi Şah ve onun da şefi olan Amerikan emperyalizmi yeni tedbirler, yeni entrikalar düzenlemek ihtiyacını duydular. Zamanın Amerikan başkanı Carter, “İran, asla, alçakların eline düşmeyecek!”diyerek; zamanın Sovyet şefi müteveffa Brejnev de “İran, çapulcuların eline düşmemelidir!”diye, Şah’ın yanındaki yerini alırlarken; Şah da, tehdidlerini sürdürüyor ve hizbullahî müslümanları, komünistlerin oyuncağı olarak karalıyor, onları marksist müslümanlar diye niteliyor ve “750 bin kişilik ve Ortadoğu’nun en büyük gücü olan ordum ile bu cahil kalabalıkları, bu karanlık güçleri ezip geçebilirim”tehdidini savuruyordu. Bir taraftan da, uluslar arası sosyetenin en gözde isimlerinden olan hanımının çarşafa bürünmesini sağlayarak, bir takım kurtuluş kapılarını aralamaya çalışıyor ve bu gibi tavizlerini içki yasağı koymak, kaldırttığı İslâm takvimine yeniden dönmek, üniversitelerde kız öğrencilerin çarşaflarıyla okumalarına izin vermek gibi rahatlatıcı ve bir takım istekleri karşılayıcı tavizlerle zaman kazanmak istiyordu.
Bütün bu taktikler ve tertipler karşısında İmam Khomeynî ise, hattını kesin bir şekilde çizmiş bir İslâm âlimi olarak, ne yapacağının ağır mes’uliyetinin idrakinde, yolunda inançla ilerliyor, ve “parti kurulup, demokratik mücadeleye başvurulması ve seçimlerin mutlaka müslümanlarca kazanılacağı” yolundaki tavsiyeleri, “biz, taguiuttan hükûmet istemiyor, onu reddediyoruz, neyi nasıl yapacağımızı da biz kendi inancımızdan çıkarırız ve bu kimseyi ilgilendirmez... Verilen veya tanınan bir takım rahatlatıcı tedbirlere gelince; müslüman halkın bunlara kanmamasını ve bir takım hakları vermek gücünde olanların, geri almak gücünü de ellerinde bulunduracaklarının unutulmamasının, hedefin bir takım siyasî ve hükûmet makamlarının ele geçirilmesi olmayıp, baştan başa bütün bir hayatın Allah’ın ahkâmına göre şekillendirilmesi olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız; komünistlerin de Şah’a karşı çıkmalarına gelince, başkalarının yardımına ihtiyacımız yoktur... Müslüman halkımız, “Allahu Ekber, La ilahe illallah” ve “Doğu’ya da hayır, Batı’ya da!.. diyerek yola çıkmıştır, başka söz söyleyenler, müslüman halkın arasında barındırılmamalıdır; hiç kimse sonradan kandırıldığını söylemesin ve şimdiden bilsin ki, biz, “İslâm Cumhuriyeti” kuracağız!.. diyordu.
Amerikan emperyalizmi ve yardakçıları, İran’ın İslâm’ın eline düşmesini önleyebilmek için, devamlı yeni çareler arıyorlardı. Bu cümleden olarak, ilk önce, diktatörlük gevşetilip hükûmet liberalleştirildi...Şerif İmamî denilen ve zahiren liberal gözüken, halk arasında, bir din aliminin oğlu olarak isim yapmış, gerçekte ise, İran masonlarının şefi ve Şah’ın Senatosunun reisi olan kişi, hükûmetin başına getiriliyor, ve geçici bir takım ferahlatıcı tedbirlere başvuruyor, halkın nefret duyduğu eski başbakan Âmir Abbas Huveyda ve benzerlerini zindana atıyordu. Bu göstermelik tedbirler, müslümanların kıyamını yatıştıramayınca, Amerikan emperyalizminin gizli eli CIA, Şerif İmamî hükümetinin de muvaffak olamayacağının anlaşıldığını, Genelkurmay Başkanı General Azharî’nin başkanlığında çok geniş salahiyetlerle donatılmış bir askerî hükûmet kurulmasını, önceki geçici liberalleşmeden sonra, müthiş bir yumruk atılarak, halkın şaşkınlığa sürüklenmesini kararlaştırdı ve uyguladı. Ama netice, yine alınamadı... Paletlerinden cesed parçaları sarkan tanklar şehirlerde dolaşırken, Azharî de çekilmek zorunda kaldı, 45’inci iktidar gününde... Ve bunun hemen arkasından; yıllarca, Şah’a muhalefet ediyormuş gibi gösterilip, pekçoğunu yanıltmış olan Şahpur Bahtiyar başbakan olur olmaz; Şah, hanımı ve çocukları, Amerikalıların talimatı gereğince, “tedavi ve istirahat için, kısa süreli olarak ülkeden ayrıldığını” bildirerek, bir daha dönememek üzere ülkeden kaçıyordu. Şah, kısa bir süre için dediği o ayrılışını, daha sonra hatıratında, “Amerikalılar beni, ölü bir fareyi kuyruğundan tutup atar gibi, ülkemden attılar...”diye niteleyecek, kuklalığını itiraf edecekti... Evet, daha sonra Carter ve onun Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’in hatıratında da alenen işaret olunduğu üzere, İran’da daha yeni tertipler hazırlayabilmek için, bir yeni kukla ortaya çıkarılan ve 25 yıl boyunca güya Şah’a ve Şehinşahlık düzenine karşı düşmanlığıyla, muhalefetiyle tanınan Şahpur Bahtiyar, Şah’ın ülkeden kaçmaya mecbur olduğu bir sırada, Şah’tan boşalan iktidar gücünü olduracak bir yeni lider olarak halk’a takdim ediliyordu... Halbuki, müslüman hak, İslâm ulemasını kendisine öncü kabul etmiş ve ancak İmam Khomeyni’nin rehberliğinde ve şu veya bu dünyevî menfaatler için değil, sadece ve sadece İslâm Devleti kurulması ve bu hedefe ulaşmak uğrunda daha nice yüzbinler, milyonlar halinde şehadet kafilesine katılmaya hazır olduğunun nişanelerini vermeye devam ediyordu. Yürüyüşler, gösteriler, protestolar, grevler ve taguut düzeninin tanklı-toplu saldırıları, katliamları!.. Ve Bahtiyar, “İmam’a biz de hürmetkârız, gelsin, Kum’da otursun, Kum, Vatikan gibi olsun!.. Medreselerinin başına geçsin, talebe okutsun, emirlerini dinleyelim, fetvalarını icra edelim... Amma... Devlet işlerine karışmasın!.. Devlet idaresi ulemanın işi değildir... Biz dine çok saygılıyız ve din çok ulvî bir müessesedir, siyasetle kirlenmemelidir...” gibi laflarla müslüman halkı kandırmaya çalışıyor ve İmam Khomeyni’nin, iktidar hırsı içinde, saltanat sürmek hırsı içindeki bir ihtiyar olduğu imajını vermeye çalışıyordu, dünyanın hemen bütün kitle haberleşme vasıtaları desteğinde...Halbuki, ne İmam Khomeyni öyle bir hırs içindeydi ve ne de, İran’ın hizbullahî müslümanları, İmam’ları hakkında bu gibi ithamlara kanacak zayıf kimselerdi... Onlar, asırların acısını, asırların zulmünü çekmiş müslümanlar olarak ve asırlardan beri, karşılarına en tavizsiz ve inkılabçı bir tutum içinde çıkan gerçek İslâmî mücadele ve kurtuluş yolunu göstermiş bir liderin, bir İmam’ın ardından ölüme gitmeye hazırlanıyorlardı... Ve başlarındaki İmam da, ölüme giden bu yolda, özellikle, onbeşbinden fazla müslümanın şehadetiyle neticelenen 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) kıyamından beri, kaatillerin üzerine-üzerine ve ölüme doğru en ön safta gidiyordu... Ve o zamanlar Şah ve arkasındaki patronları, İmam’ı öldürtmek istemişlerdi ama, bunun bütün İran’ı, “Ya Khomeynî! Ya Ölüm!”feryadlarıyla kaplayan gösteriler, yürüyüşler yüzünden yerine getirilmesinin mahzurlarını düşünerek, İmam Khomeyni’yi İran dışına, Türkiye’ye sürgüne göndermek tedbirinden daha ilerisini alamamışlardı...
Ama,İmam Khomeyni,bulunduğu her yerde; geride, İran’da bıraktığı müslüman halkı asla unutmadı ve onlarla irtibatını devamlı korudu... Müslüman halk’a gönderdiği vaizlerinde, konuşmalarında, yayınladığı beyanname ve fetvalarda, “Allah’ın ahkâmı yerine başka kanunlar koyanlara her kim olurlarsa olsunlar, asla itaat etmemelerini, İslâm toplumunu yönetmeye ancak ve ancak, İslâm fıkhını iyi bilen, adil, âlim, fazıl, muktedir fakihlerin hak sahibi bulunduğunu, idare makamlarında bulunan bir takım kimselerin, şah veya reisicumhur, kral veya melik veya sıfatı her ne olursa olsun, ulemayı sadece kendi diledikleri konularda ve halkı uyutabilmek için, bir takım fetvaları vermekle vazifelendirmelerinin İslâm’a aykırı olduğunu ve ulemanın da bu zulme ayak uydurmasının İslâm tarihindeki en büyük sapma olduğunu” belirtiyor ve Allahu Tealânın, müslümanlardan, “tağuutları redd ve inkar etmelerini, onlara karşı çıkmalarını, onlardan adalet dilenmemelerini, onlara itaat etmemelerini, haksızlıkları ortadan kaldırmak için, kendileri hak sahibi olmayanlara adalet dilenilen bir bir mevkıe getirmemelerini” istediğini vurguluyordu... Ve ulema, Resul-ü Ekrem’in gerçek mirasçıları idi... Ümmet’i, ancak onlar idare edebilirdi; Resul-ü ekrem’e halef olarak...
Geçen sayılarımızda, İslâm inkılabını derinlemesine anlamak isteyenlerin beşeriyet tarihi boyunca enbiyaullah ve evliyaullah ile, Firavun’lar, Nemrud’lar, Şeddad’lar, Ebu Cehil’ler, Yezid’ler arasındaki mücadelenin mahiyetini anlıyamıyanların İslâm inkılabını anlamakta da muvaffak olamıyacaklarını anlatmış ve İmam Khomeyni’nin de, her müslümanın takib etmekle mükellef olduğu enbiyaullah’ın metodunu takib ederek, atıldığı mücadele yolundan asla taviz vermeden ilerlediğini; başta Amerikan ve Sovyet emperyalizmleri olmak üzere bütün şerr güçlere karşı, özellikle 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) tarihinden itibaren onbinlerin hayatına mal olmak pahasına da olsa, ölümün üzerine-üzerine yürüyüşünü sürdürdüğünü anlatmıştık... Onun hedefi, bir İslâm toplumunun başında, şer’an bulunmaması gereken kimselerin hüküm sürmesine engel olmak, taguut ve put düzenleriyle Allah rızası için savaşmaktı... Ve İmam Khomeyni’yi idam etmekten korkan Şah, onu Türkiye’ye sürgüne göndermekten başka bir çare bulamıyordu.
“Bir kavim kendi halini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez!” (Rad-11)
Bu kırık dökük cümlelerle, size, insanlığın son asırlar içinde görebildiği en büyük hadiselerden, en muhteşem sosyal patlamalardan biri olan; küfre ve zulme karşı kıyam edip, bir başka eğriye saplanmaksızın, Allah’ın dosdoğru yoluna bağlanan İran İslâm inkılabını anlatabilmek iddiasında değiliz...
Dilemekteyiz ki, hiç değilse birkaç nirengî noktanın hatırlatılmasıyla, son asırlar dünya tarihinin görebildiği bu en büyük tarihi hadiseden sizin de kafa ve kalbinizde, sizin de duygu ve düşünce aleminizde bir iz bulunsun... Tahakkuku ve devamı uğrunda on binlerce şehid verilen ve halâ da verilmekte olan ve bu yüzden de dünyanın, kalpleri uyanık bütün Müslümanlarının gıpta duygularını harekete geçiren, dikkati zayıf Müslümanları dahi hayret ve hayranlığa sürükleyen, onları dahi heyecanlandıran ve İslâm düşmanlarını kaygudan kayguya, korkudan korkuya, entrikadan entrikaya koşturan; dünya mustaz’aflarını ise, bütün insanlığın kurtuluşu için gelmiş olan İslâm’ın cihanşümul mesajından haberdar eden bu büyük inkılabdan; istedik ki, sizin de, gözlerinizin önüne, tasavvurlarınıza birkaç kalıcı çizgi çekebilelim...
Dünya senelerdir, İran’ın hizbullahî Müslümanlarının bütün dünyayı sarsan muhteşem eylemleriyle sarsılıyor, çalkalanıp duruyor...
Düşündünüz mü hiç, nedir, bu hareketin manâ ve mahiyeti?.. Ve, kimdir bu hizbullahî Müslümanlar? Vermekte oldukları mücadelenin özünde ne vardır, hedefleri nelerdir, ve onların bu hareketini, dünyanın bütün küfür, zulüm ve fesad güçleri boğmak istemesine rağmen; diyaretle ve kendisine hedef aldığı istikamete doğru ilerleten dirayetli rehber kimdir?
Eğer, İslâm inkılabı hareketini, bir şah’a karşı, bir sultana, bir kan içici zalime karşı girişilmiş sıradan bir hareket olarak görüyorsanız, ve bu hareketin özündeki asıl ve asîl manâyı göremiyorsanız, siz bu inkılabı anlamamışsınız ve anlıyamıyacaksınız demektir... Çünkü o gibi isyan ve kıyamlardan, beşeriyet tarihinde pek çok örnekler vardır.
Muhakkak ki, İslâm inkılabında da, kendisine geçmiş 2500 küsur senelik bir tarihî temel bulan Şah’a karşı bir mücadele verilmiştir ama, bu mücadelenin ruhunu kavrayamıyan bir kimse, beşeriyet tarihindeki daha başka kıyam ve isyan hadiselerine de bakıp, arada bir benzerlik kurmaya çalışabilir. Çünkü gerçekten de, insanlık tarihinde derin izler bırakmış olan Fransız burjuva ve Rus bolşevik ihtilallerinin karşı tarafında da birer şah, birer kral vardı ve 200 sene kadar önce Fransızlar, 65 sene kadar önce de Rusya halkları, başlarındaki sultanlara kıyam etmişlerdi ama; o büyük kıyam hadisleri, meydana geldikleri ülkelerde büyük bir takım değişiklikler vücuda getirmiş olsa bile; neticede ortaya yeni krallar, yeni padişahlar, yeni sultanlar, yani kısaca yeni zalimler çıkarmaktan başka bir meyve vermemiş; çekilen onca acılar, dökülen onca kanlar, alt-üst olan toplum yapıları, sonunda bir diğer zalimin, bir diğer kan içicinin, mazlumların, zayıfların tepesine oturmasıyla, ensesinde çöreklenmesiyle noktalanmıştı...
İran’ın müslüman halkı, milyonlar halinde toplanıp, “Allahüekber!”nidalarıyla taguutun, zalimin bütün maddi güçlerine ve entrikalarına karşı kıyam edip, binler-onbinler halinde candan geçerlerken; acaba hedefleri, beşeriyet tarihini dolduran nice örneklerde olduğu gibi, bir zalimin yerine bir başka zalimi mi dikmek idi; yoksa zulme karşı, zulmün her türlüsüne karşı kesin bir cephe alışan tabiî bir neticesi olarak, ancak hak’kı, Allah nizamını mı ikame etmek istiyorlardı? Bu İslâm inkılabını anlayabilmek için gereklidir. İslâm inkılabı kıyamının bugün bulunduğu noktayı gereğince değerlendirebilmek, yani o muhteşem kıyamın semeresini idrak edebilmek için de bu noktayı gözönüne almak, kesinlikle zarurî!.. Ve, bu halk hareketinin, diğer halk hareketleri gibi çeşitli kuvvet dengelerine göre yön değiştirmeyip, ilk anda hançerelerden yükselen “Allahüekber!” nidalarının çizdiği istikamete paralel olarak ilerlemisinin manevî temelleri, tarihî kökleri ve mıdır-yok mudur; bunu da belirlemek gerekmektedir...Zira, manevî temelleri, tarihî kökleri ve metodu sapasağlam olmayan nice halk hareketlerinin nasıl saptırılabildiğinin acı tablolarıyla, hüzünlü hatıralarıyla dop-doludur, insanlığın tarihî macerası... Bu konuda, sadece şu son yüzyılda, İslâm topraklarında verilen İslâmî mücadelelerin neticede hangi noktalara dayanıp tıkandığını ve başlangıcı pırlanta gibi İslâmî kabul edilmesi gereken nice hareketlerin sonunda İslâm’a çevrilen bir namlu, İslâm’a çekilen bir kılıç mesabesine geldiğinin kahredici ihanet örnekleri ve utandırıcı idraksizlik sahneleri pek çoktur.
İşte bunun için diyoruz ki, İran’da hizbullahî müslümanların, İmam Khomeynî liderliğinde, “Allahüekber!”nidalarıyla başlattıkları ve onbinlerce şehid kanıyla filizlendirdikleri; tankların paletleri arasında parça parça olmak pahasına; bombaların, kurşunların karşısında son nefesinde “La İlahe İllallah-Muhammedün Resulullah!” cümlesiyle dünya hayatını düğümleyebilmek idraki içindeki mücadelelerinin iyi anlaşılabilmesi için bu hareketin bugünkü durumu, rehberi ve hedefi kadar, özünü ve tarihî köklerini ve manevî temellerini de iyi kavramak gerekir... Yoksa, bu büyük kıyamı, tarihî köklerini ve manevî temellerini de iyi kavramak gerekir... Yoksa, bu büyük kıyamı, tarihî köklerinden, manevî temellerinden tecrid edecek, koparacak olursak; eldeki veriler belki herhangi bir inkılabı incelemeye kâfi gelebilir ama, İslâm inkılabını, asla!..
İslâm inkılabının tarihî temellerini ve manevî köklerini araştırmak için tarihin derinliklerine bakmakla birlikte, geçmişin karanlık dehlizlerinde, labirentlerinde uzun bir yolculuk yapacak değiliz. Ama, kısaca belirtmek gerekirse, mes’elenin özünü, ilk insan’la İblis arasında başlayan ve Hak ile Baatıl’ın, iyi ile kötünün bütün beşeriyet tarihini dolduracak olan sürekli mücadelesinin bir özümlemesi olarak ele almak yanlış olmayacaktır... İblis’le Hz. Adem’in arasında başlayan mücadelenin, kısa zaman sonra, Hz. Adem’in oğulları arasında devam ettiğini, Kabil’in Habil’i öldürmesi hadisesinde bu mücadelenin sembolleştiğini, daha sonraki beşeriyet macerasında ise, Hz. Nuh ile hattâ bizzat kendi oğulları arasında devam ettiğini biliyoruz. Daha sonralarıysa, Firavun ile Hz.Musa’nın ve Nemrud ile Hz. İbrahim’in; Roma imparatorları ve onların destekçisi olan yahudi sermayedarları ve ruhbanlarıyla Hz. İsa Ruhullah’ın ve nihayet küfr ve şirkin merkezi haline gelen Mekke’de eşraf ile Hz. Muhammed Habibullah’ın mücadelesinin özü her ne ise, ve Kerbelâ’da, rakam olarak çok küçük ama, keyfiyet, manâ ve manevî güç bakımından dünya tarihinin en büyük ordularından birisi olan Hz. Hüseyn ve 72 kişilik ordusu ile zamanın taguutlarının, zalimlerinin, kuvvetperestlerinin, maddeperestlerinin, zevkperestlerinin, gaassıplarının temsilcisi olan Yezid’in 30 binlik ordusu arasındaki mücadelenin özü her ne ise, İslâm inkılabının özü de odur. Bu inkılabın mahiyetini kavramak isteyenler, ancak bu temel kıstasları iyi anlamak suretiyle İslâm inkılabını yerli yerine oturtmak nasibine erişebilirler...Allah’a imanın gereğini, taguutlara, kafirlere, zalimlere, faasıklara kıyam etmekte gören ve taguutların veya taguut düzenlerinin hazırladıkları kurtuluş reçetelerine, onların hazırladıkları inkânlara veya onların tesbit ettikleri mücadele kaidelerine itibar etmeksizin, yalnızca Allah’ın ve Peygamberlerinin yolundan giderek insanlığın yolunu açmak metodu olan İbrahimî metodun taa ebediyete kadar var olacak takipçilerinin günümüzde, İran İslâm topraklarında ortaya koydukları ve dünyanın bütün küfür ve zulüm güçlerinin elbirliğiyle yok etmeye çalıştıkları bu muhteşem hareketi hakkıyla değerlendirebilmek için, evet, hedefinin ne olduğunu geçmişteki örneklerinden anlamak ve insanlığı bir hayale, bir ütopyaya değil, beşeriyet tarihinde pek çok örnekleri bulunan gerçek kurtuluş yoluna davet eden bir mücadele olduğunu anlayabilmek için; küfür’le Hakk arasındaki mücadelenin tarihin derinliklerindeki köklerini bilmek de zaruridir...
Yoksa, İslâm inkılabını da, beşerî menşe’li diğer sosyal patlama hadiselerini değerlendirir gibi değerlendirmeye kalkışırsak, tamamiyle farklı ve zıt temeller üzerindeki beşerî menşe’li sosyal, kıyamlarla, ilâhî iradeye dayalı, yani Allah’ın dinine dayalı bir sosyal kıyamı değerlendirirken, aynı ortak ölçekleri kullanmak durumuna düşeriz; o zaman da “anlaşmazlık” kaçınılmaz olur.
Çağının en büyük askerî güçlerinden Sasanî imparatorluğunun güçlü orduları karşısına, yalınayak, aç-sefil, zayıf kılıçlarıyla çıkan İslâm ordusunun temsilcilerine, Sasanî imparatoru Yezdicürd, “-Açsınız, zayıfsınız, çıplaksınız... Sizi doyuralım, elbiseler verelim; sizin gibi zayıf insanlarla savaşmak bizim şanımıza ar getirir, istediğiniz erzakı verelim, altınlar verelim, güzel kızlar verelim... Dönün geldiğiniz yere!” derken, İslâm askerlerini anlamamıştı... Ve İslâm ordusu temsilcilerinin, kendisine “-Biz müslümanız.. Bu söylediklerinizin herbirisi sizin olsun... Biz, müslümanlarız. Biz mazlumlar üzerindeki zulmü yoketmek ve çeşitli hayat sistemlerinin, çeşitli dinlerin zulmünü yok edip,yerine ancak ve ancak Allah’ın dinini ikame etmek için gönderildik...” deyişlerini de anlamıyordu.. Hz. Hüseyn, 72 yarânıyla birlikte Kerbelâ Destanını yazışını karşısındaki Yezid Ordusunun anlayamayışı gibi, anlamıyorlardı!.. Yüce Peygamber’e yaptıkları; “Mekke’nin reisi ol, istediğin saraylar, dünya malı ve pulu, Mekke’nin en güzel kızları senin olsun...” tekliflerinin reddolunuşunu, müşrikler nasıl anlıyamıyor idilerse; aynı manzara, İran’ın müslüman halkının muhteşem kıyamında da tekrarlanıyor ve artık yıkılışını önleyecek hiçbir gücün kalmadığını anlayan Şah, İslâmî kıyamın büyük Rehberine haberler göndertiyordu, “seçim yapılacak olsa, belli ki, kazanacaktır... Ve kazanında da, söz veriyoruz, hükümeti, halkın desteğini kazanana vereceğiz...”diye. Yani, İmam, bir taguutun elinden, onun rejiminin başbakanı olmak sıfatını kabullenecekti!.. Taguut’un anayasasını uygulayacaktı!.. Bunun için Şah’ın şartı, parti kuruluşunda, kanunlara göre şekillenilsindi; yani, kanun yoluyla zuhûr edilsindi... Şah, “kanun adamı”ydı güya! Ve, herşeyin kanuna uygun olarak şekillenmesini istiyordu Ama, bu kanunların kendi iradesinin kanunları olduğunu kimseciklerin düşünmesini; bu kanunların kendisinin, zorba babasının veya asırların saltanat alışkanlıklarının, İslâmî olmayan idare şekillerinin mahsulleri olduğunu, müslümanların anlamasını istemiyordu.
Geçen bölümde, İslâm İnkılabı’nın tarihî köklerini anlamak isteyenlerin, Nemrud ile Hz. İbrahim, Fir’avn ile Hz. Musa, müşriklerle Hz. Resul-ü Ekrem (sav) ve Yezid ile Hz. Hüseyn arasındaki mücadelenin asıl sebebini, kısaca, beşeriyet tarihi boyunca süregelen hakk-baatıl mücadelesini anlamak gerektiğine işaret etmiş, Resul-ü Ekrem’e yapılan “Seni, Mekke’ye reis yapalım, en görkemli saraylar, istediğin dünya malı, en güzel kızlar senin olsun...” teklifinin reddolunuşuna temas ile; İmam Khomeynî’nin de peygamberlerin metoduyla hareket ettiğini belirtmiştik... Şimdi kaldığımız yerden devam edelim...
Artık, yıkılışını önleyecek hiçbir gücün kalmadığını anlayan Şah, İslâmî kıyamın büyük Rehberine haberler göndertiyordu, “seçim yapılacak olsa, belli ki, kazanacaktır... Ve kazanınca da, söz veriyoruz, hükûmeti, halkın desteğini kazanana vereceğiz...” diye...Yani, İmam, bir taguutun elinden, onun rejiminin başbakanı olmak sıfatını kabullenecekti!.. Taguutun anayasasını uygulayacaktı!.. Bunun için Şah’ın ilk şartı, parti kurulsundu, kanunlara göre şekillenilsindi; yani, kanun yoluyla zuhûr edilsindi. Şah, kanun adamıydı güya!.. Ve, herşeyin kanuna uygun olarak şekillenmesini istiyordu... Ama, bu kanunların kendi iradesinin kanunları olduğunu kimseciklerin düşünmesini, bu kanunların kendisinin, zorba babasının ve ya asırların saltanat alışkanlıklarının, İslâmî olmayan idare şekillerinin mahsulleri olduğunu, müslümanların anlamasını istemiyordu. İmam Khomeyni ise, Şah ve bütün taguutların ancak meşru, yani şeriate dayalı kanunların pençesinde hesap vermeye başladığı zaman, kanuna uygun hale gelebileceklerini belirtiyor ve Şah’ın müslümanlara yaptığı uzlaşma çağrılarına “biz, taguuta kıyam etmekle mükellefiz; ne yapacağımızı da taguuttan öğrenecek değiliz, bizim davamız yalnızca hükûmet makamlarını ele geçirmek değil, taguutları, putları yere çalmak davasıdır; mücadelemiz devam edecek!”diyordu.
Milyonlarca müslüman, bu çağrıyla, Allahu Ekber silahını kuşanıp; topların, tankların, namluların, bombaların üstüne-üstüne gidiyor, taguuta teslim olmayacaklarını, yerlere serilen, parça-parça olan nâşlarıyla ispatlıyor ve bu uğurda onbinlerce şehid veriyorlardı. Hizbullahî İran müslümanları karşısında taguut düzeninin yerli şefi Şah ve onun da şefi olan Amerikan emperyalizmi yeni tedbirler, yeni entrikalar düzenlemek ihtiyacını duydular. Zamanın Amerikan başkanı Carter, “İran, asla, alçakların eline düşmeyecek!”diyerek; zamanın Sovyet şefi müteveffa Brejnev de “İran, çapulcuların eline düşmemelidir!”diye, Şah’ın yanındaki yerini alırlarken; Şah da, tehdidlerini sürdürüyor ve hizbullahî müslümanları, komünistlerin oyuncağı olarak karalıyor, onları marksist müslümanlar diye niteliyor ve “750 bin kişilik ve Ortadoğu’nun en büyük gücü olan ordum ile bu cahil kalabalıkları, bu karanlık güçleri ezip geçebilirim”tehdidini savuruyordu. Bir taraftan da, uluslar arası sosyetenin en gözde isimlerinden olan hanımının çarşafa bürünmesini sağlayarak, bir takım kurtuluş kapılarını aralamaya çalışıyor ve bu gibi tavizlerini içki yasağı koymak, kaldırttığı İslâm takvimine yeniden dönmek, üniversitelerde kız öğrencilerin çarşaflarıyla okumalarına izin vermek gibi rahatlatıcı ve bir takım istekleri karşılayıcı tavizlerle zaman kazanmak istiyordu.
Bütün bu taktikler ve tertipler karşısında İmam Khomeynî ise, hattını kesin bir şekilde çizmiş bir İslâm âlimi olarak, ne yapacağının ağır mes’uliyetinin idrakinde, yolunda inançla ilerliyor, ve “parti kurulup, demokratik mücadeleye başvurulması ve seçimlerin mutlaka müslümanlarca kazanılacağı” yolundaki tavsiyeleri, “biz, taguiuttan hükûmet istemiyor, onu reddediyoruz, neyi nasıl yapacağımızı da biz kendi inancımızdan çıkarırız ve bu kimseyi ilgilendirmez... Verilen veya tanınan bir takım rahatlatıcı tedbirlere gelince; müslüman halkın bunlara kanmamasını ve bir takım hakları vermek gücünde olanların, geri almak gücünü de ellerinde bulunduracaklarının unutulmamasının, hedefin bir takım siyasî ve hükûmet makamlarının ele geçirilmesi olmayıp, baştan başa bütün bir hayatın Allah’ın ahkâmına göre şekillendirilmesi olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız; komünistlerin de Şah’a karşı çıkmalarına gelince, başkalarının yardımına ihtiyacımız yoktur... Müslüman halkımız, “Allahu Ekber, La ilahe illallah” ve “Doğu’ya da hayır, Batı’ya da!.. diyerek yola çıkmıştır, başka söz söyleyenler, müslüman halkın arasında barındırılmamalıdır; hiç kimse sonradan kandırıldığını söylemesin ve şimdiden bilsin ki, biz, “İslâm Cumhuriyeti” kuracağız!.. diyordu.
Amerikan emperyalizmi ve yardakçıları, İran’ın İslâm’ın eline düşmesini önleyebilmek için, devamlı yeni çareler arıyorlardı. Bu cümleden olarak, ilk önce, diktatörlük gevşetilip hükûmet liberalleştirildi...Şerif İmamî denilen ve zahiren liberal gözüken, halk arasında, bir din aliminin oğlu olarak isim yapmış, gerçekte ise, İran masonlarının şefi ve Şah’ın Senatosunun reisi olan kişi, hükûmetin başına getiriliyor, ve geçici bir takım ferahlatıcı tedbirlere başvuruyor, halkın nefret duyduğu eski başbakan Âmir Abbas Huveyda ve benzerlerini zindana atıyordu. Bu göstermelik tedbirler, müslümanların kıyamını yatıştıramayınca, Amerikan emperyalizminin gizli eli CIA, Şerif İmamî hükümetinin de muvaffak olamayacağının anlaşıldığını, Genelkurmay Başkanı General Azharî’nin başkanlığında çok geniş salahiyetlerle donatılmış bir askerî hükûmet kurulmasını, önceki geçici liberalleşmeden sonra, müthiş bir yumruk atılarak, halkın şaşkınlığa sürüklenmesini kararlaştırdı ve uyguladı. Ama netice, yine alınamadı... Paletlerinden cesed parçaları sarkan tanklar şehirlerde dolaşırken, Azharî de çekilmek zorunda kaldı, 45’inci iktidar gününde... Ve bunun hemen arkasından; yıllarca, Şah’a muhalefet ediyormuş gibi gösterilip, pekçoğunu yanıltmış olan Şahpur Bahtiyar başbakan olur olmaz; Şah, hanımı ve çocukları, Amerikalıların talimatı gereğince, “tedavi ve istirahat için, kısa süreli olarak ülkeden ayrıldığını” bildirerek, bir daha dönememek üzere ülkeden kaçıyordu. Şah, kısa bir süre için dediği o ayrılışını, daha sonra hatıratında, “Amerikalılar beni, ölü bir fareyi kuyruğundan tutup atar gibi, ülkemden attılar...”diye niteleyecek, kuklalığını itiraf edecekti... Evet, daha sonra Carter ve onun Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’in hatıratında da alenen işaret olunduğu üzere, İran’da daha yeni tertipler hazırlayabilmek için, bir yeni kukla ortaya çıkarılan ve 25 yıl boyunca güya Şah’a ve Şehinşahlık düzenine karşı düşmanlığıyla, muhalefetiyle tanınan Şahpur Bahtiyar, Şah’ın ülkeden kaçmaya mecbur olduğu bir sırada, Şah’tan boşalan iktidar gücünü olduracak bir yeni lider olarak halk’a takdim ediliyordu... Halbuki, müslüman hak, İslâm ulemasını kendisine öncü kabul etmiş ve ancak İmam Khomeyni’nin rehberliğinde ve şu veya bu dünyevî menfaatler için değil, sadece ve sadece İslâm Devleti kurulması ve bu hedefe ulaşmak uğrunda daha nice yüzbinler, milyonlar halinde şehadet kafilesine katılmaya hazır olduğunun nişanelerini vermeye devam ediyordu. Yürüyüşler, gösteriler, protestolar, grevler ve taguut düzeninin tanklı-toplu saldırıları, katliamları!.. Ve Bahtiyar, “İmam’a biz de hürmetkârız, gelsin, Kum’da otursun, Kum, Vatikan gibi olsun!.. Medreselerinin başına geçsin, talebe okutsun, emirlerini dinleyelim, fetvalarını icra edelim... Amma... Devlet işlerine karışmasın!.. Devlet idaresi ulemanın işi değildir... Biz dine çok saygılıyız ve din çok ulvî bir müessesedir, siyasetle kirlenmemelidir...” gibi laflarla müslüman halkı kandırmaya çalışıyor ve İmam Khomeyni’nin, iktidar hırsı içinde, saltanat sürmek hırsı içindeki bir ihtiyar olduğu imajını vermeye çalışıyordu, dünyanın hemen bütün kitle haberleşme vasıtaları desteğinde...Halbuki, ne İmam Khomeyni öyle bir hırs içindeydi ve ne de, İran’ın hizbullahî müslümanları, İmam’ları hakkında bu gibi ithamlara kanacak zayıf kimselerdi... Onlar, asırların acısını, asırların zulmünü çekmiş müslümanlar olarak ve asırlardan beri, karşılarına en tavizsiz ve inkılabçı bir tutum içinde çıkan gerçek İslâmî mücadele ve kurtuluş yolunu göstermiş bir liderin, bir İmam’ın ardından ölüme gitmeye hazırlanıyorlardı... Ve başlarındaki İmam da, ölüme giden bu yolda, özellikle, onbeşbinden fazla müslümanın şehadetiyle neticelenen 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) kıyamından beri, kaatillerin üzerine-üzerine ve ölüme doğru en ön safta gidiyordu... Ve o zamanlar Şah ve arkasındaki patronları, İmam’ı öldürtmek istemişlerdi ama, bunun bütün İran’ı, “Ya Khomeynî! Ya Ölüm!”feryadlarıyla kaplayan gösteriler, yürüyüşler yüzünden yerine getirilmesinin mahzurlarını düşünerek, İmam Khomeyni’yi İran dışına, Türkiye’ye sürgüne göndermek tedbirinden daha ilerisini alamamışlardı...
Ama,İmam Khomeyni,bulunduğu her yerde; geride, İran’da bıraktığı müslüman halkı asla unutmadı ve onlarla irtibatını devamlı korudu... Müslüman halk’a gönderdiği vaizlerinde, konuşmalarında, yayınladığı beyanname ve fetvalarda, “Allah’ın ahkâmı yerine başka kanunlar koyanlara her kim olurlarsa olsunlar, asla itaat etmemelerini, İslâm toplumunu yönetmeye ancak ve ancak, İslâm fıkhını iyi bilen, adil, âlim, fazıl, muktedir fakihlerin hak sahibi bulunduğunu, idare makamlarında bulunan bir takım kimselerin, şah veya reisicumhur, kral veya melik veya sıfatı her ne olursa olsun, ulemayı sadece kendi diledikleri konularda ve halkı uyutabilmek için, bir takım fetvaları vermekle vazifelendirmelerinin İslâm’a aykırı olduğunu ve ulemanın da bu zulme ayak uydurmasının İslâm tarihindeki en büyük sapma olduğunu” belirtiyor ve Allahu Tealânın, müslümanlardan, “tağuutları redd ve inkar etmelerini, onlara karşı çıkmalarını, onlardan adalet dilenmemelerini, onlara itaat etmemelerini, haksızlıkları ortadan kaldırmak için, kendileri hak sahibi olmayanlara adalet dilenilen bir bir mevkıe getirmemelerini” istediğini vurguluyordu... Ve ulema, Resul-ü Ekrem’in gerçek mirasçıları idi... Ümmet’i, ancak onlar idare edebilirdi; Resul-ü ekrem’e halef olarak...
Geçen sayılarımızda, İslâm inkılabını derinlemesine anlamak isteyenlerin beşeriyet tarihi boyunca enbiyaullah ve evliyaullah ile, Firavun’lar, Nemrud’lar, Şeddad’lar, Ebu Cehil’ler, Yezid’ler arasındaki mücadelenin mahiyetini anlıyamıyanların İslâm inkılabını anlamakta da muvaffak olamıyacaklarını anlatmış ve İmam Khomeyni’nin de, her müslümanın takib etmekle mükellef olduğu enbiyaullah’ın metodunu takib ederek, atıldığı mücadele yolundan asla taviz vermeden ilerlediğini; başta Amerikan ve Sovyet emperyalizmleri olmak üzere bütün şerr güçlere karşı, özellikle 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) tarihinden itibaren onbinlerin hayatına mal olmak pahasına da olsa, ölümün üzerine-üzerine yürüyüşünü sürdürdüğünü anlatmıştık... Onun hedefi, bir İslâm toplumunun başında, şer’an bulunmaması gereken kimselerin hüküm sürmesine engel olmak, taguut ve put düzenleriyle Allah rızası için savaşmaktı... Ve İmam Khomeyni’yi idam etmekten korkan Şah, onu Türkiye’ye sürgüne göndermekten başka bir çare bulamıyordu.
Yorum