Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmanı Elde Etmenin Yolu

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İmanı Elde Etmenin Yolu

    İman, ilimden apayrı bir hakikattir. Bizlerde marifetler, tevhit hakikatleri, isim ve sıfatlar hususunda var olan bilgiler ilimdir ve kalbimizin onlardan hiçbir haberi yoktur ve bilindiği gibi bu tür şeyler, kalbe ulaşmadığı ve kalp onlara iman etmediği müddetçe de etkisi oldukça azdır. Dolayısıyla insan, iman elde etmeye çalışmalıdır. Eğer Allah korusun değişim yurdu olan ve de melekelerin sıfatların ve kalbi durumların değiştirilme imkanının bulunduğu bu alemden iman etmeden çıkacak olursak, bu bizlere çok büyük zararlar verecektir ve büyük bir hüsrana uğrayacağız. Sonsuz pişmanlıklara maruz kalacağız. Artık o alemde nefsin hiçbir haleti düzeltilemez. Eğer burada iman elde edilememişse, o alemde asla elde edilemez...

    İmanı Elde Etmenin Yolu

    O halde insan bu alemde bu birkaç sabahlık hayatı ganimet saymalı ve ne pahasına olursa olsun imanı elde etmeye çalışmalı, kalbini imanla tanıştırmalıdır. Bu gerçek de insani sülukun başında elde edilemez. Bunu elde etmek için evvela marifetler ve imani hakikatleri elde edilmeli, niyet halis kılınmalıdır. Kalp, tekrar ve tezekkür sayesinde ihlas ve sevgi ile aşina olmalıdır ki böylece ihlas kalbe yerleşsin. Zira eğer işin içinde ihlas olmazsa, İblis’in tasarruf eli işe karışacak ve de İblis ve bencillikten ile egoistlikten ibaret olan nefsin tasarrufuyla hiçbir marifet elde edilemez. Hatta bizzat tevhit ilmi, ihlas olmadığı taktirde insanı tevhit ve marifet hakikatinden uzak düşürür, ilahi yakınlık dergahından uzaklaştırır.

    O halde İblis’in halini bir düşün, İblis bencillik ve kendini beğenmişlik içinde olduğundan ilmi asla ameli olamadı ve de kendisine saadet yolunu gösteremedi.

    İrfani ince bir yoruma göre, hak ve batıl rıyazetler arasındaki ölçü nefis ve bencillik adımı ve de hak ve hakkı talep etme adımıdır. Dünyevi veya uhrevi şehvetler için olan bir namaz, müminin miracı ve takva sahiplerinin[1] Allah’a yakınlaşma vesilesi olan namaz değildir. O namaz insanı sadece Hur’ul-Ayna yakınlaştırır ve ilahi yakın dergahtan uzak düşürür.

    Halk veya alimler huzurunda gösteriş yapmak için öğrenilen tevhit ilmi de nuraniyetten uzak bir ilimdir ve şeytanın eliyle nefs-i emare için hazırlanmış bir yemektir. Bu ilmin bizzat kendisi insanı tevhitten uzaklaştırır ve şirke yakınlaştırır. Biz, inşallah ileride ihlas babında bunun hakikat ve mertebelerini beyan etmeye çalışacağız.

    Özetle ihlas elde edildikten sonra hakikat yoluna girmek mümkündür. Nitekim Kur’an-ı Şerifte, Saffat suresi, 159 ve 160. ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: “Allah, onların isnat edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir. Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna.”

    Şirkten arınmış olan ve tabiatın pisliklerinden halis kılınmış olan halis kullar dışındakilerin nitelendirdiği şeylerden Allah münezzehtir. Ayette geçen “muhlesin” olan kimselerin makamı, “muhlisin” olan kimselerin makamından daha yücedir ve inşallah yeri geldiği zaman bunu açıklamaya çalışacağız.[2] Velhasıl tevhit ve tecrit makamını elde etmede ihlas sahibi olmak, süluk hakikatinin en önemli ilkelerinden biridir ve de bunu elde etmenin niteliğini yeri geldiğinde beyan etmeye çalışacağız. Ondan sonra da günahlardan ve muhalefetten tevbe babında açıklanacak olan şartlarla birlikte halis bir tövbe gelir.

    Kalp, pisliklerden temizlenince, Allah’ı zikretmeye ve Allah’ın kitabını okumaya hazırlanır. Tabiat aleminin pislikleri kalpte olduğu müddetçe de zikir ve Kur’an-ı şerif’ten faydalanması mümkün değildir. Nitekim ilahi kitapta, Vakıa suresi, 77, 78 ve 79. ayetlerde bu gerçeğe işaret edilmektedir. Hiç tartışmasız bu, Kur'an-ı Kerim'dir. Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır. Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz.”

    Hakeza Mümin suresi, 13. ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Size mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yönelenden başkası ibret almaz.”

    Kalp, Allah’ı zikretmeye ve Kur’an-ı Kerim okumaya hazırlanınca da mübarek tevhit ilkeleri ve tenzihi kalp huzuru ve temizlik haleti üzere kalbe telkin eder. Yani kalbi, dili olmayan bir çocuk gibi farzeder ve onu konuşturmaya çalışır. Nitekim orada kelimeyi tekrar edip çocuğun söylemesini sağlamak için ifade ettiği gibi burada da tevhit kelimesini itminan ve kalp huzuru içinde insan kalbine telkin etmeli ve okumalıdır. Böylece bilini açmaya çalışmalıdır.

    Eğer, akşamın sonunda veya iki şafak arasında sabah namazından sonra, bu işe koyulursa daha iyidir. O halde o zaman temizlik içinde Kur’an ve zikirlerini kalbine yönlendirmeli, tezekkür ve tevhit esaslarına dayalı olan ilahi ayetleri, telkin ve hatırlatma olarak kalbine okumalıdır.

    Eğer haşr suresinin son ayetlerini, örneğin 18. ayet olan, “Ey iman edenler! Allah’tan sakının.” ayetinden tezekkür, nefis muhasebesi, tevhit, isimler ve sıfatların mertebelerini ihtiva eden surenin sonuna kadarki ayetleri dünyevi meşguliyetlerden uzak olduğu bir zamanda, örneğin akşamın sonunda veya iki şafak arasında kalp huzuruyla okur ve tevekkül edecek olursa, inşallah güzel bir sonuç elde etmesi ümit edilir. Zikirleri de aynı şekilde örneğin zikirlerin en kapsamlısı ve üstünü olan “la ilahe illallah” zikrini kalp huzuru içinde okuyacak olursa, Allah’ın bu insana yardım etmesi umulur. [3]

    Elbette her halette kendi noksanlığını acizliğini ve Hak Teala’nın kudret ve rahmetini hatırlamalıdır. İhtiyaç ellerini mukaddes zatın huzuruna uzatmalı ve dilemelidir. Eğer bir müddet bu iş ile meşgul olursa nefsin tevhide adet etmesi ve tevhit nurunun kalpte tecelli etmesi ümit edilir. Elbette zikrin bu genel şartlarından da gaflet edilmemelidir. Biz aynı zamanda zikrin şartları da olan Kur’an-ı Kerim’i okumanın şartlarını daha çok Adab’us-Salat kitabında açıklamaya çalıştık.”[4] Ama ne yazık ki biz bunlardan hakkıyla istifade edemedik. Takva sahiplerinin mevlası olan Hz. Ali (a.s) bir yerde şöyle buyurmuştur: “Sen söylenene bak, söyleyene bakma.”[5]

    Eğer gece veya gündüz, birkaç dakika kalbinin teveccüh ve yönelişini yani kalbin huzur içinde olduğu durum hasebince, nefsini iman nurunu elde etmede hesaba çekerse, ve ondan iman nurunu talep ederse ve imanın eserlerini ondan isterse, inşallah daha çabuk sonuç elde edebilir.

    Ey aziz! Bu iş ilk etapta nefis için zor gelebilir, şeytan ve nefsani vesveseler de bu sorunu büyütebilir. İnsanı bu durumları elde etmekten ümitsiz kılabilir ve insana ahiret yolunu ve Allah’a doğru seyr-u suluk-u büyük ve zor göstererek şöyle diyebilir: “Bu anlamlar büyük insanlar içindir. Bizimle hiçbir irtibatı yoktur.” Hatta bazen gücü yettiği taktirde insanı bu anlamlardan nefret ettirir ve mümkün olan her yolla kendisini ondan saptırır. Ama hakkı talep eden insan, o aşağılık şeytanın hilelerinden dolayı Allah’a gerçek anlamda sığınmalı ve vesveselere itina göstermemelidir. Hakk’ın yolunun ve bu yolu elde etmenin zor olduğunu düşünmemelidir. Aksine ilk önce biraz zor görülmektedir. Ama eğer insan içeri girecek olursa Allah-u Teala orada insana saadet yollarını açar, insanı saadet yollarına yakın kılar.

    Şimdi beyan edilen bu cüz’i işin hiçbir problemi yoktur ve işlerden hiçbirine de aykırı değildir, herhangi bir işe zarar vermemektedir. Hakkı talep eden insan, bir müddet buna teşebbüs etmelidir. Eğer kalbinin sefa ve temizliğinde bir değişiklik görür ve batınının nuraniyetini elde edecek olursa daha fazla teşebbüs etmelidir. Bilindiği gibi bu işler tedrici bir şekilde ve zamanla yapılan şeylerdir. Çünkü bunun çok büyük bir önemi vardır. İnsan bu işi çok önemli saymalıdır. Bu dünyevi zararlar gibi bir zarar değildir. Dolayısıyla insan bugün olmazsa yarın yaparım, eğer o da olmazsa önemli değil deyip geçmemelidir. Bu saadet ve şekavet ebedidir. Bu şekavetin sonu yoktur ve sefalet için bir son düşünülemez.

    Ey gafil zavallı insan! Her gün dünya ehlinin dünyayı bırakarak büyük hasretler içinde gittiğini gördüğü halde bu dünyaya o kadar önem vermektedir. Büyük bir ciddiyet ve gayret içinde bu dünyayı elde etmeye çalışmaktadır. Kendisini her türlü zillet, zahmet, sıkıntı ve meşakkate düşürmektedir. Hiçbir şeyden utanmamakta ve çekinmemektedir. Ama ebedi saadetin kefili olan imanı elde etmek için ise bu kadar gevşek ve bitkin gözükmektedir. Peygamber ve velilerin bütün bu nasihatlarına, semavi kitaplara rağmen yine de gevşeklikten ve ihmaldan el çekmemektedir. Musibet, zillet ve zahmet gününü düşünmemekte, kayaları yumuşatan ve alemdeki dağlar teslim alan Kur’ani öğütler, nasihatlar ve uyarılar bu insanların kalbinde hiçbir eser yaratmamaktadır. Evet Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz”[6]

    Ey katı kalpli insan! Bir düşün! Senin kalbinin nasıl bir hastalığın vardır ki kalbini sert taştan daha katı kılmış ve seni azap ve zulmetlerden kurtarmak için inmiş olan Allah’ın Kur’an’ı bile kalbin tarafından kabul edilmemelidir?!

    Evet dünya, altın ve gümüş süsleri gözünü almış, göz ve kulak yolunu kapatmış ve kalbini tersyüz etmiştir. O halde şimdi biraz şu ayet üzerinde düşün:

    “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”[7]

    Bak gör cehennem için yaratılan kimselerin ve cehennem ehlinin nişaneleri sende var mıdır?

    Düşünce nurundan, anlayıştan ve dünya zahirini batınına çevirmekten mahrum olan bir kalbin hayvani kalbi teşkil eden et parçasıyla hiçbir farklılığı yoktur. Bu alemin suretinden başkasını görmeyen, ibret ve hikmet açısından kör olan bir gözün ve bu alemdeki sesler dışında bir şey işitmeyen ve ilahi öğütlerden uzak olan ve hikmet ve nasihatleri kabullenmeyen bir kulağın, hayvanların kulak ve gözüyle hiçbir farklılığı yoktur. Bu üç insani özelliğe sahip olmayan kimseler, insan şeklindeki dört ayaklılar ve hayvanlardır. Hatta hayvanlardan daha sapıktırlar. Zira insan Hak Teala’nın kudret eliyle yoğrulmuş olan ilahi fıtrat nuruyla, Kur’an’la, semavi kitaplarla ve kendisine özgü olan Peygamberlerin hidayet ve irşadıyla hayvanlık mertebesinden hiçbir harekete girişmemiş ve de hayvanlık makamında öylece durakalmıştır.

    Hayvanın seyrinin nihayeti, budur ve yolu da hayvanlık makamına kadardır. Ama zavallı insan, menzil arasında yolunu kaybetmiş, insani süluka erişememiş, saadet sermayesini kaybetmiş, ömrünü hüsran ve iflas ile geçirmiş, insanlık yolundan sapmıştır. O halde bu insan hayvandan daha sapıktır.

    Hakeza insan, eğer rahmani ve aklani tasarruflardan dışarı çıkar, şeytani ve cehlani tasarruflar altına girecek olursa, hayvani sıfatlar açısından bütün hayvanlardan daha aşağılık bir konuma düşer. İnsani şehvet ve gazap, alemi ateşe verir. Dünyanın temellerini yıkar, varlık zincirini yok eder, medeniyet ve din esaslarını ortadan kaldırır.

    Bazen bir tek kişinin gazap veya makam sevgisi sebebiyle yüzbinlerce aile perişan olur ve bir toplumun temelleri dağılır. Hayvanların hiçbirinin gazap ateşi bu kadar yakıcı ve şehvet tandırı bu kadar sıcak değildir.

    İnsanın gazap ve şehvetinin bir sonu yoktur, hırs ve tamahını hiçbir şey dindiremez.

    İnsan hataları, şeytanlıkları, hile ve aldatmasıyla bir çok aileleri yokluk mezarına gönderir ve bir çoğunu da helak eder.

    Alem bütün gök ve yeriyle birlikte eğer bu canavarın azığı haline gelecek olursa, yine de hırs ve tamah ateşi asla sönmez. Bütün dünya, dünyayı ele geçirecek olursa, yine de nefsani istekleri azalmaz. Oysa diğer hayvanlar, kendi yemini elde ettiklerinde şehvet ateşleri sönmektedir. Eğer onlarda, her ne kadar az da olsa, sonrayı düşünme hissi ve toplama hırsı ortaya çıksa da bu sınırlı bir histir ve zayıf bir hırstır. Örneğin karıncalar İlk bahar ve yaz aylarında yemek toplamakta ve zira kışın yiyeyek toplayamadıkları günlerde, bu topladıkları yiyecekleri tüketmektedirler. Eğer kışın, tıpkı baharda olduğu gibi, evlerinden ve yuvalarından çıkıp rızıklanabilecek olsalardı, belki de asla rızık biriktirme ile meşhur olmazlardı.

    Ama insanın bu mal toplamasının hangi esas ve temel üzere olduğu belli değildir. Eğer harcamak için ve geçimini temin için olsaydı, o halde bunu temin ettikten sonra neden daha fazlasının peşine düşmektedir ve topladıktan sonra da bu hırsı daha da artış kaydetmektedir? O halde kendi başına buyruk olan insan, hayvanlardan daha sapık ve daha aşağılıktır. Zira hayvanların bir hedefi vardır, bu zavallı insanların ise hiçbir hedefi bulunmamaktadır. Evet, elbette bir hedefi vardır, ama bu hedefini kaybetmiştir. Hedeflerin kabesi Hak Teala’dır ve insan da Hakkı talep etmektedir. Bu ilahi talebin –ki fıtratullahın nurundandır- hedeflerin hedefi dışında bir hedefi yoktur. Ama kendi yolunu dahi bilmemektedir. Delice batıl hedefler peşinde dönüp dolaşmaktadır. Talep ateşi asla sönmemektedir. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”[8]

    Tasdik ve Zıddı Olan İnkarın Beyanında

    Burada da iki bölüm vardır:

    Birinci bölüm: Tasdik ve cuhuddan (inkar) maksat

    Bil ki bu makamda tasdik, hakkı kabullenmek ve hakka sağlam bir inançla bağlanmaktır. Nitekim, cuhud (inkar) da hakkı inkar etmek, reddetmek ve hak karşısında teslim olmamaktır.

    Tasdik, aklın askerlerinden biridir ve de yoğrulmuş fıtrat ile ilgilidir. Nitekim inkar da cehaletin askerlerinden biridir ve de örtülü fıtrat ile ilgilidir.

    Bu kısıtlı bilginin detayları ise, şudur ki insani fıtrat yüce ve olan Hak Teala’nın, celal ve cemal kudretinin eliyle yoğrulduğundan ve de temiz ve kutsal alemden indiğinden, ilk başlarda fıtrat ve yaratılış nurani ve parlaktır. Gayp alemine yöneldiği, hakkı talep ettiği ve önceden de işaret ettiğimiz gibi hakka aşık olduğu için nur, temizlik ve kutsal alemden olan hak işler ve imani hakikatler ile zati bir münasebeti taşır. Cehaletler, batıl şeyler, yanlışlar ve yalanlarla hiçbir uyumu yoktur. Kendi yerinde de ispat edildiği üzere ilim, alim ve malum (bilinen şey) birbiriyle uyum içinde olmalıdır. İlim, alimin yiyeceğidir. Nitekim yiyecek de yiyen kimse ile bir uyum içinde olmalıdır. Zira yiyen kimseyle birleşmektedir. Ruhani yiyecekler de yiyen kimseyle birleştiği için, onunla bir uyum içinde olmalıdır. Nitekim, bu konu, alim ve malumun (bilen ve bilinenin) birliği ve akil ve makul (düşünen ve düşünülen)in birliği hususu delillerle[9] ispat edilmiştir. Nitekim Allah-u Teala, mübarek Abese suresi 24. ayette şöyle buyurmaktadır: “Bir de insan, yediğine bir bakıversin.”

    Kafi kitabında, bu ayetin anlamı hakkında İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “İnsan aldığı ilmine ve bu ilmi kimden aldığına iyi bakmalıdır.”[10]

    Şeyh Mufid (r.a) ise, İmam Bakır’dan (a.s) bu anlamda bir rivayet nakletmiştir. [11] O halde insan kendi asli fıtratı üzere olduğu müddetçe nur ve temizlik aleminden olduğu sebebiyle hakiki ilimler, ilahi marifetler, ruhani hakikatler ve gaybi alemlerle uyum içindedir. Nefsin yüzü nurani, parlak, tozsuz, passız ve kirden arındırılmış olunca, tümü hak ilimler ve marifetler türünden olan gayb aleminin suretleri, bu aynaya yansır ve ayna da onlarla uyumlu olarak onları çok güzel bir şekilde yansıtır. Batıllar, yalanlar ve yanlış kıyaslar ise şeytanın nefhasından, zulmet, pislik ve karanlık alemlerden olduğu sebebiyle de fıtrat üzere yoğrulmuş olan nefsin yüzü, onlardan sarf-ı nazar etmektedir ve de onlarla hiçbir uyum ve tenasüb içinde değildir. Dolayısıyla da o suretlerin hiçbirini kabul etmemektedir. Onlardan etkilenmemektedir. Eğer bu fıtrat sonuna kadar korunur, İblis’in tasarruf elinden kurtulursa, Hakka aykırı olan hiçbir şeyi kabullenmez, hiçbir hakikatten yüz çevirmez, Kur’an-ı Kerim’in, büyük peygamberlerin ve yüce velilerin (a.s) buyurdukları ilahi vahiy madeninden ve hak ilimler kaynağından indiği şekliyle onda halis bir şekilde ve de kul ile Hak Teala arasında zulmani hicaplar olarak ifade edilen nefsin tasarrufları ve hayali müdahalelerden münezzeh bir şekilde tecelli eder.

    Ama bu fıtrat, eğer ruhaniyyetinden örtülü olursa, tabiat alemiyle uğraştığı için zulmani hale gelirse; şehvet, cehalet, gazap ve şeytanlık sultası ona üstün gelirse, dünyevi işlerle ve mülk aleminin kesretleriyle ünsiyet kuracak olursa, batın yüzü, ruhaniyet ve melekut aleminden döner, o nurani alemlerle olan uyumu kesilir, cin ve şeytan alemiyle uyum içine girer, kuruntuların ve küçük insanın şeytanı olan hayali müdahalelerin egemenliği insana hakim olur ve ilahi marifet ve hakikatler ve de nur, temizlik ve kutsal alemden olan şeyler, ona acı gelir, kulağına ağırlık yapar ve tatsız bir hale dönüşür.

    Zulmetler, pislikler, batıl inançlar, yalan kuruntular, safsata ve yanlışlıklar ona tatlı gelir, ruhuna hoş gelir, paslanmış bir kirli ayna gibi nur ve latif suretleri kabullenmez. Pas ve pislik türünden olan her şey onda üst üste gelir, böylece nefiste cuhud ve inkar haleti ortaya çıkar. Kalp artık hiçbir hakkı, hakikati, hatta zaruri ve fıtri şeyleri kabullenmez ve teslim olmaz.

    Her insan fıtrat gereği bu güzel düzenden ve ilginç ince yaratılıştan, bunu düzenleyen ve yapan birine intikal eder ve bu düzeni yaratıcıyı aramaya koyulur. Bu ilginç düzenin bir düzenleyicisinin olmadığı düşüncesi aklına bile gelmez ve kalbinde bu hususta hiçbir şüphe oluşmaz. Elektrik gücü, radyo, telefon sanayisi, telsiz telgraf ve diğer buluşlar, insanı fıtratın aslına ve cibiliyete yöneltmekte, bunu yapan ve keşfeden karşısında teslim olmaya ve onu azamet ve büyüklükle ister istemez anmaya sevk eder. Eğer birisi şöyle derse, “Bunlar önemli şeyler değildir. Bunlar bir yapımcıya ve üstada ihtiyaç duymamaktadır. Onların kendi kendine oluşmuş olması mümkündür.” Bu yanlış ihtimal herkese ağır gelir ve ruh için çok acı olarak algılanır. Bu sözü söyleyen kimsenin cevabı ise kendisine hiçbir cevap vermemektir. Ama alemin ilginç düzeni ve kainatın akılları şaşırtan büyük yapımı insanı hayrete düşürmektedir. Elektrik gücünü ve beşeri ilginç teknikleri keşfetmek de bu alemin küçük bir örneğinden yani insani beyinden ortaya çıkmıştır. Alemdeki bütün büyük filozoflar, bu büyük alemin zayıf bir parçası olan bu beşerin yapısının her bir parçası hususunda büyük bir şaşkınlık izharında bulunmaktadırlar. Binlerce yıldır tıp ve anatomi alimleri, insanın zahiri yapımı hakkında bu kadar dikkat gösterdikleri ve incelemede bulundukları halde, henüz de bunun hakikatini tümüyle keşfedebilmiş değillerdir. Buna rağmen yine de insanlık arasında bu alemin yaratıcısının büyüklük ve azameti ve de Rab ve meydana getiricisi karşısında teslim olmayan cahil ve zalim insanlar bulunmaktadır. Bunların kalbinde şek ve şüphe tozları öylesine katmerleşmiştir ki, artık kendi fıtri özelliklerinden gaflet etmiş ve bu yüzden de aklın açık ve zaruri gördüğü şeyleri bile kabul etmemektedirler. “Kahrolası insan, ne kadar da nankördür.”[12]

    Bunun sebebi de şudur ki insan tabiat alemi ile meşgul olduğundan, vehim ve şeytanlığın elinde esir hale geldiğinden fıtrat, nuraniyetini kaybetmekte, hak ve hakikatlerle ilişkisi kesilmektedir. Nitekim Allah-u Teala Ahkaf suresi, 20. ayette şöyle buyurmuştur: “İnkâr edenler ateşe arzolunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!”

    Belki de kafirlerin dünya hayatında, dünyadan istifade ederken ve şehvetlere dalırken alıp götürdükleri temiz şeylerden biri kutsal Hazret’ten temizlikle nazil olan ve de insan için semavi sofralardan biri olan bu ilahi fıtrat nurudur ve onlar dünyaya teveccüh ettikleri ve dünyadan faydalandıkları sebebiyle de bu ilahi fıtrat nurunu kaybetmişlerdir.

    Özetle, burhan esasınca yiyecek ile yiyen kimse arasında bir uyum gerektiği için nuraniyetinden dışarı çıkmamış olan asıl fıtratların bir gereği de hakkı onaylamak ve hakikat karşısında boyun bükmektir. Cehalet ve şeytanlığın galip geldiği örtülü fıtratların gereği ise inkar ve reddetmektir. O halde tasdik ve onaylamak, aklın askerlerinden biridir, inkar ve reddetmek ise cehaletin askerlerinden biridir.

    Nefsi İnkar Hususunda İslah Etmek

    Bil ki insan, madde ve değişim alemi olan bu tabiat aleminde kaldığı müddetçe nefsin en kötü hallerinden biri olan ve de nefsin ebedi hüsranına ve yardımsız kalmasına sebep olan bu inkar ve red haletini değiştirebilir. Cehalet ve şeytanın ordusunun tasarrufu altından çıkabilir. Böylece akıl ve rahmanın tasarrufu altına girebilir, bu da faydalı bir ilim ve salih bir amelle gerçekleşebilir.

    Faydalı ilim yaratıkların incelikleri ve varlık sırları hakkında düşünmektir. Bu tefekkür orta dereceli kimseler için bazı marifet kapılarını açar, ama kamil kimseler için bir örtüdür, iyilerin kalp güzelliği ilahi dergaha yakınların bir kötülüğü mesabesindedir. [13]

    Yaratıkların incelikleri hakkında düşünmenin yolları, sayısızdır. Ama bize en yakın olanı bizzat kendimizi ve nefsimizi tanımaktır. Hatta beden yapısını ve bedenin fiillerini tanımak da Allah’ı tanımanın bir yoludur.”Nefsini tanıyan, şüphesiz rabbini tanır.”[14]

    Biz şu anda bu ilginç fabrikanın, yani insan bedeninin sindirim ve hazmi ile ilgili düzene bir bakalım. Görüyoruz ki insanların da bir üyesi olduğu canlılarda, her birinin mizacsal yapısıyla uyumlu olarak belli bir yiyeceğe karşı iştahı vardır. Yani canlılardan her birisi bir tür yiyeceğe iştah duymaktadır ve o yiyecek de beden yapısının ihtiyaç duyduğu bir yiyecektir. Beden o yiyeceklerle beslenmekte ve de bedenin bir parçası olmayan veya beden için zararlı olan şeylerden tür olarak nefret etmektedir. Eğer yiyecek ihtiyaçlarının bir kısmı geciktirilecek olursa, mide ve sindirim organlarında bir takım reaksiyonlar ortaya çıkmaktadır ve bu reaksiyon açlık olarak adlandırılan bir tepkidir. Eğer bu doğal davet olmasaydı, hayvanlar açlıktan ölür, yiyecek bulmaya teşebbüste bulunmazlardı. Nitekim itidalden sapmış olan mizaçlarda bunun bir benzeri görülmektedir.

    Ayrıca canlıların dilinin üstünde belli bir kuvve yaratılmıştır ki tür hasebiyle faydalı maddeleri zararlı maddelerden ayırt etmektedir. Aynı zamanda faydalı yiyeceklerde bir takım lezzetler taktir edilmiştir. Bu dilin üstünde lezzeti anlama kuvvesi karar kılınmıştır ki adeta insanın bedenini ve sağlığını koruması için insana rüşvet vermektedir. Eğer bu rüşvet olmasaydı, bir çok faydalı maddelere yönelmez ve böylece de beden yapısı yavaş yavaş bozulmaya ve dağılmaya yüz tutardı.

    Hakeza, canlılardan her birinin ihtiyaç duyduğu besinlerle uyumlu olarak bir takım dişleri vardır. Bu canlının bedeninde, yani kendi mizacına daha çok etin faydalı olduğu canlılarda, etoburluluğu ile uyumlu bir takım sivri dişler karar kılınmıştır. Otobur hayvanlarda, yani mizaç yapısıyla otun uyumlu olduğu varlıklarda otoburlulukla uyumlu bir şekilde geniş dişler karar kılmıştır. Her ikisiyle hayatını sürdüren bazı canlılarda ise, yani insan gibi hem etobur ve hem de otobur olan hayvanlarda ise bu mizaç halleriyle uyumlu olarak iki türlü diş karar kılınmıştır.

    Yiyecek ağızda vaki olunca ve canlı varlık dişleriyle onu çiğnemeye başlayınca dil altında olan bezelerden bir takım salgılar yapılmaktadır. Bu salgıların, hazimde tam bir etkinliği vardır. Dolayısıyla salgıya daha çok ihtiyaç duyan yiyeceklere daha çok salgı salı verilmektedir. Mideye doğru yuttuktan sonra da hazmetme işlemine başlamaktadır. O yiyeceği midede olan cazibe kuvvesi, midenin duvarına doğru çekmektedir. Emici kuvvet olan diğer bir kuvvet ise onu mide duvarında tutmaktadır. Midede onlara bir takım salgılar salı verilmekte ve pişirmeye başlamaktadır. Midenin işlemleri tamamlanınca “masarika” denen ince damarlardan bedene katılmaya layık olan bölümü, karaciğere cezbolmaktadır. Bedenin ihtiyaç duymadığı ve yiyeceğin artığı olan diğer bölümünü ise midenin altında karar kılınan “ebvab” denen mecradan (zira ihtiyaç duymadığında kapalı durmaktadır) on iki parmak bağırsağına girmekte, oradan da (detayları anatomi ilminde anlatılmaktadır[15]) bağırsağa girmekte ve oradan def edilmektedir.

    Bedenin bir parçası olmaya layık olan bölüm karaciğere girmektedir. Bu da Keylus[16] denen bir maddedir ve de kurut suyuna benzemektedir. Daha sonra karaciğer, çalışmaya ve pişirmeye başlamaktadır. Karaciğerin işi sona erdikten sonra, Keylusat-i Erbea olarak adlandırılan dört karışık madde hasıl olmaktadır. Bu dört kısımdan beden için en gerekli ve sağlıklı kısmı olan kan, toplar damarlara girmekte, oradan da sevakil, cedavil, revazi ve uruk-i şe’riye (kılcal damarlar) denilen diğer damarlara girmektedir. Böylece bütün bedene yayılmaktadır. Üçüncü hazım olan hazım ameli oradayapılmış olmaktadır. Eriyiğin bedeli olma konumunda olan saf kısmı, kılcal damarlarda oldukça ince deliklerden salgı yapmaktadır. Orada da dördüncü ameli gerçekleşmektedir. Bu hazimde, üretici kuvve vasıtasıyla bir artık hasıl olmaktadır. Bu artık yiyeceklerin arıtılmışından temizlemektedir ve de yeni bir üretimin başlangıcı olmaktadır. Kalbe giren kanın bir kısmı da orada temizlenmekte ve düzene girmektedir. Kalbin sol tarafında yoğunlaşan buhardan, özel mecralardan, beyne doğru yükselmektedir ve orada idrak merkezi olan beyni teşkil etmektedir. Bütün bunların açıklaması, konumuz dışındadır. Hiç kimse, bu konuda bütün detayları keşfedebilmiş değildir. Şimdi biraz düşün! Tabiat alemindeki maddeleri hangi fabrikada bu türlü temizlemek, parçalamak, pişirmek ve dokumak mümkündür. Öyle ki paçaları birbirine benzeyen ve nitelikleri uyumlu olan bir madde bir yerde öylesine sert kemik teşkil etmekte, başka bir yerde göz perdesi veya cilt veya öylesine incelikte beyin teşkil etmektedir. Bir yerde idraklerin merkezini, bir yerde uyarılar merkezini öylesine ince bir düzenle düzenlemektedir. Anatomi alimleri birkaç asırdır bütün ince araştırmalarına, bütün ömürlerini insan organlarını incelemeye sarf ettikleri halde henüz onun bütün hakikatlerini keşfedebilmiş değildir. Dünyada bugün bütün bu ilerlemelere rağmen insanoğlu, bedenindeki organlar hususunda bir yere varamamış ve aklı yeterli bilgi elde edememiştir. Şimdi hangi fıtratı temiz insan, bütün bu düzenlerin kamil ve bütün maslahat ve fesatları bilen bir düzenleyici olmaksızın vücuda geldiğini düşünebilir.

    Bu kadar basit parçaları olan bir saat bile bilgi sahibi bir yapıcıyı gerektiriyorsa, her biri büyük bir dikkat ve maslahat üzere yaratılmış olan insanoğlunun bu azametli organları bilen hikmet sahibi bir yaratıcıya ihtiyaç duymaz mı?

    Atmosferde yayılmış olan hissedilir dalgaları alan ve veren bir radyo bile hikmet sahibi kamil bir düşünürü ve her açıdan taktir edilmesi gereken bir yapıcısı var olduğu halde, akıl, his, mülk ve melekut alemindeki ince dalgaları alan ve veren insan ruhu kamil hikmet sahibi ve ilim ehli bir yaratıcıya gerek duymaz mı?

    Eğer Allah korusun örtülü bir insan, hayır belki insan suretindeki bir hayvan, bütün batıni hastalıkların kaynağı olan kalbi hastalıkları vasıtasıyla böyle bir ihtimal verecek olursa, insanlık fıtratından çıkmış olur ve dolayısıyla da bu batıni hastalığını mutlaka tedavi etmelidir. Bu kimse, canlı suretindeki bir ölüdür. Hak Teala onun hakkında Fatır suresi, 22. ayetinde resulüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sen, kabirlerdekine işittirecek değilsin.”

    Bu şahıs, tabiat otlağında dönüp dolaşan ve otlayan bir hayvan gibidir. Hak Teala bu kimse hakkında şöyle buyurmuştur: “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun.”[17] Hakeza şöyle buyurmuştur: “Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar.”[18]

    Nefsin hallerini, nefsin zulmet ve inkar haletini nuraniyete ve tasdik etmeye dönüştürmeye yarayan salih amel ise iki kısımdır. Biri kalbi ameldir, diğeri ise zahiri ve kalıpsal ameldir.

    Bu makamda kalbi amelden maksat, fıtratı ilk haline ve fıtri ruhani haletine döndüren amellerdir. Bu amellerin başlıcası ise batıni ve zahiri şartlarıyla tövbe etmektir. Tövbenin hakikatini, güçlendiricilerini ve şartlarını kendi yerinde inşallah beyan edeceğiz. Bu konuda bir takım açıklamaları da kırk hadis şerhinde yapmış bulunmaktayım. [19]

    İnsan, daha sonra başlıcası dünya sevgisi, bencillik, egoistlik ve başına buyrukluk olan tabii pisliklerden kalbi temizlemeye, halis kılmaya çalışır. Bu da mücahede ve süluk ehli olan kimselerin her şeyden çok önem verdikleri, Allah’a doğru seyretme kapısının en önemli unsurlarından biridir. Bu sayfalarda inşallah kendi yerinde açıklamaları yapmaya çalışacağız.

    Bu makamda kalıbi (zahiri) amelden maksat ise, nefse hallerini hatırlatan ve tabiatın uyuşturucu ağır uykusundan uyandıran amellerdir. Bu ameller de başlıcası kalp huzuru olan vahiy ve temizlik Ehl-i Beytinden nakledilmiş zikirlerle nefse hatırlatmada bulunma ve nefsin kesretlerle ve dünya ile az uğraştığı zamanda, örneğin gecenin son saatlerinde veya iki şafak arasında nefsi uyandırma amacıyla meşgul olmaktır.

    Kafi’de yer aldığına göre Allah-u Teala İsa’ya şöyle buyurmuştur: “Ey İsa! Kalbini benim için yumuşak kıl ve halvetlerde beni çok an. Benim hoşnutluğum, duada “tebesbus” etmendir. Yani korku, ümit, zillet ve horlukla bana teveccüh etmendir. Ama bu dua ve zikirde canlı ol, ölü olma.”[20]

    Hadis-i şeriflerde de bir çok yerde zikredildiği üzere Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Ben, beni ananlarla birlikte otururum.”[21]

    Evet, hakiki bir zikirle kul ve Allah arasındaki örtüler yırtılır, huzura engel olan şeyler ortadan kalkar, kalbin kasvet ve katılığı yok olur, yüce melekut kapıları salik kimsenin yüzüne açılır, Hak Teala’nın rahmet ve lütuf kapıları kendisi için açılır, ama en önemli şey kalbin bu zikirlerde diri olması ve ölü olmamasıdır. Yani ölülerle ünsiyet etmemelidir. Haktan ve mukaddes yüzünden başka her şey ölülerdendir. Kalp, bu tür şeylerle ünsiyet kurunca ölmeye ve leş eti yemeye yakınlaşır. “O'nun zatından başka her şey helak olacaktır.”[22]

    Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Arabın söylediği en doğru şiir Ubeyd’in dediği şu şiirdir: “Allah’tan başka her şey batıldır”[23]

    Diğer varlıklara –hangi varlık olursa olsun- gönül vermek, Allah’tan gaflet etmektir.

    Evet, anılmaları Allah’ı anmak olan ve sevgileri Allah’ı sevmek olan kimseler, Hak Teala’nın has kulları ve de mutlak cemilin cemalinde fena olan kimselerdir. Onlar, ben ve benlikten geçmiş, kendisini aşmış, iki alemi atmış ve reddetmiş kimselerdir. Onlar Hak Teala’nın yüce isimleri ve tam ayetleridir. Özetle, kalbi ihya etmek için Allah’ı zikretmek ve özellikle de, “ya heyyu ya keyyum” mübarek ismi, kalp huzuruyla uyum içindedir. (söylenildiği üzere[24])

    Bazı zikir ve marifet ehlinden nakledildiği üzere her gece ve gündüz bir defa secdeye gidip, “la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin”[25] zikrini çokça söylemek, ruhsal ilerleme için iyidir. Bazı ahiret yolunun saliklerinden nakledildiği üzere de üstadından bu amelin faydasını işittiği zaman, her gece ve gündüz bir defa secdeye gidiyor, bin defa bu zikr-i şerifi söylüyordu ve diğer bazısından da nakledildiği üzere üç bin defa bu zikri tekrar ediyordu. [26]

    İmam Zeyn’ul-Abidin ve Seyyid’us-Sacidin Ali b. Hüseyin’den (a.s) nakledildiği üzere ise, kaba ve düz olmayan bir taş görünce mübarek başını üzerine koydu, secdeye kapandı, ağladı ve bin defa şöyle dedi: “La ilahe illallah-u hekken hekka, la ilahe illallah-u teabbuden ve rıkken, la ilahe illallah-u imanen ve tesdiken”[27]

    Mevlamız Musa b. Cafer’in (a.s) yaptığı uzun secdeler çok meşhurdur.[28] Nitekim değerli ve güvenilir bir kimse olan İbn-i Ebi Umeyr de secdelerinde Musa b. Cafer’e (a.s) uymuştur. [29]

    Fazl b. Şazan’dan[30] ise şöyle nakledilmiştir: “Irak’a geldiğim zaman birinin kendi arkadaşına şöyle dediğini gördüm: “Sen çoluk çocuk sahibi birisin ve onların geçimini temin etmen gerekir. Ama secdelerini uzatmandan dolayı gözünün kör olmasından korkuyorum.” O şahıs şöyle dedi: “Eyvahlar olsun sana! Eğer birinin gözü uzun secde yapmaktan kör olsaydı, İbn-i Ebi Umeyr’in gözü kör olurdu. Sabah namazından sonra secdeye kapanıp güneşin zevalinden sonra başını secdeden kaldıran kimse hakkında ne düşünüyorsun.”[31]

    Nakledildiği üzere uzun secde, İmamların (a.s) dininden ve de çok ibadet eden kimselerin sünnetlerindendir. [32]

    Evet! Hakkı tanıyan, mukaddes Rab ile ünsiyet ve muhabbet kuran kimseler için bu tür ameller, zahmet ve meşakkat değildir, sevgili ile üns ve işret içinde olmak usandırıcı değildir. Özellikle de bütün muhabbet ve sevimliliklerin O’nun muhabbetin bir parçası olan sevgili hakkında bu durum daha da geçerlidir. Onların dilinden ne de güzel ifade edilmiştir: “Seni tanıyan kimse canı ne yapsın

    Evlat, eş ve evi ne yapsın

    Deli eder iki alemi verirsin

    Senin delin olan iki alemi ne yapsın.”[33]

    Şiraz arifi (r.a) ise şöyle diyor: “İçimize dosttan başkası sığmaz

    İki alemi düşmana ver ki bize dost yeter.”[34]

    Dostun muhabbet kadehinden içenler ve dosta ulaşmanın iksirinden ebedi hayatı elde edenler, her iki alemi düşmana layık görürler. Halil’ur-Rahman’ın kalbi “yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevirdim”[35] makamında olduğundan vahiy ve ilim meleği Cebrail-i Emin kendisine, “bir hacetin var mıdır?” diye sorduğu zaman şöyle buyurdu: “Ama sana ihtiyacım yoktur.”[36]

    Onlar, hacet yükünü dostun sokağına attılar, ondan başkasına bir ihtiyaçları yoktur. Cemal aşıkları için hakiki kıbleden başka bir hedef yoktur.

    “Aşk kıblesi bir geldi ve yeter”

    Evet, biz körler, sağırlar ve örtülü kimseler bütün bu makamlardan sadece hayvani şehvetlere gönül bağladık, bütün saadetlerden sadece değersiz bir takım kavramlara gönül verdik ve kendimizi ikna ettik. Meğer ki, dostun rahmet ve lütfu elimizden tutsun, bizleri bu yoğun ve zulmetler dolu hicaplardan kurtarsın, kalbimizi muhabbetiyle ihya etsin, diğerlerinden koparsın ve kendisine bağlasın.”

    İmam Humeyni (r.a)

    ABNA.İR

    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Ali b. Musa’dan (s. a) nakledilen şu hadisten iktibas edilmiştir: “Namaz, her takva sahibinin yakınlaşma nedenidir.” (Vesail’uş-şia, c. 3, s. 30, Kitab’us-Salat, A’dad’il-Feraiz bablarından 12. bab, 1. ve 2. hadisler)


    [2] Bu nefis şerh tamamlanamadığı için merhum şarih bu sözüne vefa gösterememiştir.


    [3] Bkz. Usul-i Kafi, c. 2, s. 375, Bab-u Men kale la ilahe illallah, 1. ve 2. hadisler ve Tevhit-i Seduk, s. 18
    [4] Adab’us-Salat, s. 180, 4. bab, 1. Misbah


    [5] Tesnif-u Gurer’il-Hikem, s. 58, 612. numara


    [6] Haşr/21


    [7] A’raf/179


    [8] Ra’d/28


    [9] el-Esfar’ul-Erbea, c. 3, s. 312, 10. merhaleden, 7. fasıl


    [10] Usul-i Kafi, c. 1, s. 39, Kitab-u Fezl’il-ilm, 14. bab, 8. hadis


    [11] el-İhtisas, s. 4


    [12] Abese/17


    [13] Şu hadis-i şerifeye işarettir: “İyilerin güzellikleri, Allah’a yakın kimselerin kötülükleridir.” (Bihar’ul-Envar, c. 25, s. 205, 16. hadis)


    [14] Tesnif-u Gurer’ul-Hikem, s. 232, 4637. hadis ve Evali’el-Leali, c. 4, s. 102, 149. hadis


    [15] el-Kanun fi Tıb, c. 3, 13. fen, 1. makale, fi ehvali’l-meriy ve fi usul min emr’il-mide, s. 283-286


    [16] Hazmı kolay olan gıda (Müt.)


    [17] Hicr/3


    [18] Furkan/44


    [19] Kırk Hadis şerhi, s. 271, 17. hadisin şerhinde


    [20] Usul-i Kafi, c. 2, s. 364, Bab-u Zikrillah, 23. hadis


    [21] Usul-i Kafi, c. 2, s. 359, Bab-u ma Yecibu min Zikrillah fi Kulli’l-Meclis, 4. hadis ve Bihar’ul-Envar, c. 90, s. 153, 11. hadis ve s. 156, 25. hadis ve s. 163, 42. hadis


    [22] Kasas/88


    [23] Sahih-i Müslim, c. 4, Kitab’uş-Şiir, s. 442, 3-6. hadisler


    [24] Ehl-i Beyti zikretmeyi ve anmayı, Allah’ı anmak olarak kabul eden rivayetlerden iktibas edilmiştir. Örneğin İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bizi zikretmek de Allah’ın zikrindendir.” (Usul-i Kafi, c. 2, s. 360, 2. hadis ve Bihar’ul-Envar, c. 36, Kitab’ul-İmamet, 9. bab, Bab-u Ennehum Aleyh’is-Selam, ez-Zikr)


    [25] Enbiya/87


    [26] el-Murakebat, Mirza Cevad Aga Melik-i Tebrizi (r.a), s. 123


    [27] Veasil’uş-Şia, c. 6, s. 382, Kitab’us-Salat, es-Sucud bablarından 23. bab, 15. hadis


    [28] Bihar’ul-Envar, c.48 (Tarih’ul-İmam Musa b. Cafer (a.s)), s.116, 29. hadis


    [29] İbn-i Ebi Umeyr, İmam Musa b. Cafer’in (a.s) ashabından biridir. İmamiye mezhebinin büyüklerindendir. Şii ve Sünni alimlerince güvenilir kabul edilmiştir. İnsanların en has, abit ve takvalısı kabul edilmiştir. Bu açıdan da rical ve hadis alimleri, onu icma ashabından saymıştır. Onun mürsel rivayetlerini müsned saymışlardır. Beni Abbas zalimleriyle savaştığı için hapse atılmış Şiilerdendir ve de H. K. 217 yılında vefat etmiştir. (Rical-i Neccaşi, s. 226, Cami’ur-Ruvvat Erdebili, c. 2, s. 50, Rehyanet’ul-Edeb, Hıyabani Tebrizi, c. 7, s. 361)


    [30] Fazl b. Şazan, Nişabur ehlinden olup, İmam Rıza’nın (a.s) ashabından biridir. Bazısı onu İmam Cevad’ın (a.s) ashabından saymıştır. Fazl, büyük bir fakih ve güçlü bir mütekellim idi, hadis nakletmekte güvenilir bir kimse idi, Şiiler arasında büyük bir makama sahipti. Fazl, 280’den fazla kitap yazmıştır. Onlardan en önemlisi, el-İzah kitabıdır. Bu kitapta İmamiye dışındaki fırkaları reddetmiştir. (Rical-i Neccaşi, s. 306, Cami’ur-Ruvat, c. 2, s. 5, ez-Zerie, Şeyh Agabozorg Tehrani, c. 2, s. 490)


    [31] İhtiyar-u Marifet’ir-Rical Keşi, c. 2, s. 855, 1106. hadis ve el-Kuna ve’l-Elkab, Şeyh Abbas Kumi, c. 1, s. 200


    [32] Bir rivayette İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey Eba Muhammed! Uzun secdede bulun. Şüphesiz uzun secde, çok ibadet edenlerin sünnetindendir.” (Vesail’uş-Şia, c. 6, s. 381, Kitab’us-Salat, es-Sucud bablarından 23. bab, 12. hadis)


    [33] Münacat-i Hacı Abdullah-i Ensari, s. 241, İkbal yayınları baskısı, 2. baskı, 1986


    [34] Divan-i Hafız, Tashih-i Kazvini ve Ganiy, s. 267, Meclis baskısı, 1945


    [35] En’am/79


    [36] Bihar’ul-Envar, c. 12, s. 38, Ebvab-u Kıses-i İbrahim (a.s) ve Hakeza, a. g. e. c. 68, s. 155-156, Kitab’ul-İman ve’l-Kufr, 63. bab, 70. hadis
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X