Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

    [size=12pt]Musa AYDIN

    "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yıkayın yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; ve meshedin başınızın bir kısmını ve ayaklarınızı da iki mafsalsa dek." (Mâide, 6)

    "Abdest âyeti" diye bilinen bu âyetin sonundaki "...Ve ayaklarınızı da" kelimesinin tefsirinde ihtilaf edilmiştir. Caferî Şiaları, aşağıda zikredeceğimiz delillere dayanarak, bu kelimeyi "Başlarınızı" kelimesine atfederek abdestte ayakların da baş gibi meshedilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Onlar bu görüşlerini, bir taraftan Arapça gramerinin bazı kurallarına dayandırıyorlar; diğer taraftan bu görüşü destekleyen ve Ehlibeyt kanalıyla nakledilen onlarca hadisin yanı sıra, Sünnî kaynaklarda nakledilen bazı hadisleri ve bazı Sünnî âlimlerin görüşlerini delil olarak gösteriyorlar.

    Ehl-i Sünnet âlimlerine gelince, onlardan bir grubu "ve ayaklarınızı" kelimesini, "yüzünüzü ve ellerinizi" kelimelerine atfederek ayakların da yüz ve eller gibi yıkanması gerektiği sonucunu çıkarmaktadırlar. Onlar bu görüşlerine "ercülekum" kelimesinin bugün ellerde bulunan Kur'ân'larda sonunun mensub (üstünlü) olduğunu, bu yüzden de sonu cerli (esreli) olan "bi-ruûsikum" kelimesine değil, sonu mensub olan "vucûhekum ve eydiyekum" kelimelerine atfedilmesi gerektiğini delil olarak göstermiş; tabi kendi kaynaklarında nakledilen bazı hadisleri de buna bir kanıt olarak sunmuşlardır.

    Diğer bir grup Ehl-i Sünnet âlimi ise, Şia'nın, âyetin tefsirindeki yaklaşımını kabul etmekle birlikte, "Çünkü ayakların yıkanması gerektiğine dair bir çok hadis vardır; onlardan da vazgeçemeyiz" mantığıyla, "Yine de ayakların yıkanması ihtiyata daha uygundur; zira yıkamak, mesh yerine de geçer; ama meshetmek yıkama yerine geçmez" iddiasında bulunarak, âyetle hadislerin arasını bulmaya çalışmışlardır.

    Bazıları da (Taberî ve Cübâî gibi), mükellefin yıkama veya meshetme arasında muhayyer olduğunu, meshederse âyetin dediğine, yıkarsa da hadislerin dediğine amel edeceğini ileri sürmüşlerdir. Tabi az da olsa meshedilmesi gerektiğini veya ihtiyaten hem mesh edilip, hem de yıkanması gerektiğini söyleyenler de vardır.

    Bazıları işi biraz daha ileriye götürerek, abdestte ayakların yıkanması gerektiğini söyleyenleri (Caferî Şiaları gibi) dalalet ve bid'atçılıkla suçlamışlardır. Örneğin meşhur tarih ve tefsir sahibi İbni Kesir, kendi tefsirinde şöyle diyor: "Şia içerisinden, abdestte -ayakkabılar üzerine olduğu gibi- ayakların da meshedilmesi gerektiğini söyleyenlerin, hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır!"[1] veya Beyzâvî'ye haşiye yazan Ehl-i Sünnet âlimi Şehâb-ül Hafâcî şöyle diyor bu konuda: "Abdest âyetinin zahirine dayanarak, ayakların mestsiz olarak meshedilmesini câiz sayanlar da bid'at ehlinden sayılırlar!"[2]

    Şimdi önce Caferi âlimlerinin bu konudaki delillerini, daha sonra da Ehl-i Sünnet âlimlerinin çeşitli görüşlerini cevaplarıyla birlikte sunmağa çalışacağız,

    Bilindiği gibi Âyet-i Kerime'de bir atıf söz konusudur. "Matuf" olan (atfedilen) kelime, "ercül" kelimesidir. Caferiler bu matufun, matufunaleyhinin "ruûs" (başlar) kelimesi olduğunu ileri sürmekte ve sonuç olarak ayakların da baş gibi meshedilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Delilleri ise şunlardır:

    1- Eğer "ercül" kelimesi, "ruûs" yerine, âyetin başlarında geçen "vücûh ve eydî" kelimelerine atfedilirse, nahiv kuralları açısından yanlış olur. Zira bu ilmin otoritelerinin de kitaplarında ittifakla belirttiği gibi, matuf ve matufun aleyh arasına bir kelimenin dahi girip onları birbirinden ayırması doğru değildir; hele bir cümlenin bu araya girip de fasıla olması asla doğru değildir.

    2- Eğer bir cümledeki bir "ma'mûl"de, aynı cümlede bulunan iki veya daha fazla âmilin hepsinin amel etme salahiyeti bulunursa, böyle bir durumda öncelik en yakın âmile aittir. Burada da "ercül" kelimesinde hem "iğsilû", hem de "imsehû" her ikisinin de amel edebilme kabiliyetleri vardır; ancak "imsehû" (meshedin) âmili "ercül" kelimesine daha yakın olduğu için âmel etme hakkı ona aittir. Böyle olunca da âyetten "Ayaklarınızı da meshedin" sonucu çıkar.

    3- Burada kelimenin kelimeye atfından başka, bir de cümlenin cümleye atfı söz konusudur. Yani "Başlarınızı meshedin" cümlesi, "Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayın" cümlesine atfedilmiştir. Yine nahiv kurallarına mürâcaat ettiğimizde, diyor ki: "Bir cümlenin diğer bir cümleye atfı, ancak birinci cümle lafız ve mana açısından tamamlandığı takdirde doğru olur. Nakıs bir cümleye başka bir cümleyi atfetmek doğru değildir. Şimdi burada biz, "ayaklarınızı" kelimesinin, birinci cümledeki "yüzlerinizi ve ellerinizi" kelimelerine matuf olduğunu söylersek, bu, birinci cümlenin lafız ve mana açısından henüz tamamlanmadığını gösterir; böylesi bir durumda da "Başlarınızı meshedin" cümlesini, nakıs bir cümleye atfetmiş oluruz ki bu da dediğimiz gibi nahiv kuralları açısından doğru değildir. O halde böyle bir mahzurla karşılaşmamak için, başka bir alternatif de bulunmadığından dolayı mutlaka "ayaklarınızı" kelimesini, "başlarınızı" kelimesine atfetmemiz gerekir; bu da ayakların da meshedilmesi gerektiği sonucunu doğurur.

    Bir sorunun cevabı: Bu görüşe karşı olan bazıları diyorlar ki, "Gerçi bizim görüşümüzde zikrettiğiniz sakıncalar söz konusudur; fakat yine de sizin görüşünüzü kabul edemeyiz; zira bizim görüşümüzde söz konusu sakıncalar varsa, sizin görüşünüz de bir başka açıdan sakıncalıdır; çünkü siz sonu mensub (üstünlü) olan "ercül" kelimesini, sonu mecrur (esreli) olan "ruûs" kelimesine atfediyorsunuz; halbuki matuf ve matufunaleyhin sonları i'rab açısından birbirleriyle mutabık olmaları gerekir; oysa burada böyle bir şey söz konusu değildir.

    Cevap: Bu soruya cevabımız şudur ki, evvela Kur'ân'a hareke konması olayı, Arap olmayan veya Arapça gramerini bilmeyenlerin, Kur'ân'ı yanlış okumamaları için sonraları gerçekleştirilen bir şeydir; yoksa "Kurra-i Seb'a" (yedi kâri) denilen ve kıraatleri bütün Müslümanlar tarafından muteber sayılan kârilerin hepsi, bugünkü Kur'ân'larda yazılı olan kıraat ve harekelerin hepsinde mutabık değillerdir; bir çok yerde bir kelimeyi şöyle bir harekeyle okuyan bir kârinin aksine, başka bir kâri başka bir harekeyle okumuştur. Tefsir kitaplarına veya "Kırâat ve Kur'ân bilgileri"ni işleyen kaynaklara bakan her kes bunu görebilir. İşlediğimiz abdest âyetinde de aynı durum söz konusudur. Yani "ercül" kelimesinin sonu iki türlü kırâatle okunmuştur:

    a)-Kârilerden Hamza, Ebu Amr, İbn Kesir ve -Ebu Bekr'in rivâyetine göre- Âsım, "ercül" kelimesinin sonunu cerr (esre) ile okumuşlardır.

    b)-Nâfi', İbn Âmir ve -Hafs'ın rivâyetine göre- Âsım, bu kelimenin sonunu nesb (üstün) ile okumuşlardır.
    [3]

    Şimdi birinci kırâate göre hem "ercül" hem de "ruûs" kelimesinin sonları cerli (esreli) olduğu için artık bir problem kalmıyor; ikinci kırâate göre de bize göre bir problem söz konusu değildir; zira böylesi bir durumda da "ercül" kelimesi "ruûs" kelimesinin zahirine değil, mahalline matuftur. Nahiv ilmini bilenler, biliyorlar ki "ruûs" kelimesi gerçi başında cer edatı (Ba) olduğu için zahiren mecrurdur (esrelidir); ama "imsehû" fiili onda amel ettiği için, yani onu kendine mef'ul aldığı için, mahallen mensuptur; zira mef'ul olan bir kelimenin i'râbı "nesb"dir. Bütün nahiv kitaplarında da belirtildiği gibi[4] böyle bir kelimeye, başka bir kelimeyi atfederken, hem onun zâhirine atfedip zâhiri i'râbını verebiliriz, hem de mahalline atfedip mahalli i'râbını verebiliriz. Bu Arapça'da oldukça yaygın bir olaydır ve Nahiv ilminden az buçuk haberdar olan herkes buna vâkıftır. Böylece bu kırâate göre de "ercül" kelimesinin "ruûs " kelimesine atfedilmesinin gramer açısından hiçbir sakıncası yoktur. Diğer türlü atfın edebî sakıncalarını da buna eklersek, o zaman âyetten ayakların meshedilmesi gerektiği sonucunu çıkarmak kaçınılmazdır.

    Öte yandan Arapça dil kurallarından habersiz bazı Sünnî kardeşlerimizin iddia ettiğinin tam aksine, "ercül" kelimesini, birkaç kelime ve bir cümle fasılayla "vücûh ve eydi" kelimelerine atfetmenin hiçbir edebî güzelliğinin olmamasının yanı sıra, İbn Hazm'ın da (Ehl-i Sünnet âlimlerinden) dediği gibi[5] bir yanlış anlama ve belirsizliğe yol açtığı için kabul edilebilecek bir yanı yoktur.

    BU KONUDA NAKLEDİLEN HADİSLER

    Önceden de değindiğimiz gibi Caferi âlimleri, âyetten istifade ettikleri manayı, hem Ehlibeyt kanalıyla, hem de Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen bir çok hadisle de desteklemektedirler. Elbette Ehl-i Sünnet âlimlerinin, ayakların yıkanması gerektiğine delil olarak gösterdikleri hadisler de vardır ki onları da daha sonra ele alıp inceleyeceğiz. Şimdi burada Ehlibeyt hadislerinden önce (ki bu hadislere Sünnî kardeşlerimiz kendi bildikleri sebeplerden dolayı fazla itibar etmiyorlar!!) önce kendi kaynaklarında nakledilen ve bizi te'yid eden hadislerden örnekler vermeye çalışacağız.; daha sonra da bu konuda nakledilen onlarca Ehlibeyt hadislerinden sadece bir kaçına sırf birbirlerini te'yit ettiğini göstermek için değineceğiz:

    1- Abbâd İbn Temim babasından şöyle naklediyor; dedi ki: "Ben Resulullah'ı abdest alırken ve iki ayağını meshederken gördüm."[6]

    Bu hadisin senedi hakkında, Ehl-i Sünnet'in meşhur ricâl âlimi İbn Hacer şöyle diyor: "Hadisin senedinde yer alan râvîlerin hepsi sika (güvenilir) kimselerdir."[7]

    2- İbn Üyeyne Amr b. Yahya'dan, o da babasından, o da Abdullah b. Zeyd'den şöyle nakletti: "Resulullah abdest aldı; üç defa yüzünü yıkadı, iki defa da ellerini; başına ve ayaklarına da iki defa meshetti."[8]

    Bu hadisin senedinde yer alan râvîlerden birisi Ehl-i Sünnet'in meşhur ve güvenilir hadisçilerinden olan İbn Üyeyne'dir. Diğer iki râvînin (Amr b. Yahya ve babasının) güvenirliğini de Ehl-i Sünnet'in Ricâl âlimleri değişik tabirlerle onaylamışlardır ki İbn Hacer bunları kendi kitabında nakletmiştir.[9]

    3- Muhammed b. Bişr, Said b. Ebî Urube'den, o da Katâde'den, o da Müslim b. Yesâr'dan, o da Hamrîn'dan şöyle rivâyet etti; dedi ki: "Osman su isteyip abdest aldı; sonra güldü ve şöyle dedi: 'Bana neden güldüğümü sormayacak mısınız?' 'Nedir seni güldüren ey Emir'el-Mu'minin' diye sorduklarında şöyle cevap verdi: 'Ben Resulullah'ın, aynı benim gibi abdest aldığını gördüm; önce ağzına ve burnuna su aldı; sonra üç defa yüzünü, üç defa da ellerini yıkadı; daha sonra da başını ve ayağının üst kısmını meshetti."[10]

    Bu hadisin râvilerinin güvenirliği de Ehl-i Sünnet'in ricâl alimleri tarafından onaylanmıştır. Bu âlimlerin görüşlerini Ehl-i Sünnet'in büyük ricâl uzmanı Zehebî kendi kitabında nakletmiştir. [11]

    4- Taberî kendi senediyle, Haşîm'den, o da Ya'lâ b. Atâ'dan, o da babasından, o da Evs b. Evs'den şöyle rivâyet etmiştir; dedi ki : "Resulullah'ı gördüm ki bir kavime ait bir su kanalının yanına gelip abdest aldı ve ayaklarını meshetti."[12]

    Bu hadisin râvileri de ricâl âlimleri tarafından sika (güvenilir) kimseler olarak tanıtılmışlardır.[13]

    5- Bu konuda Sünnî kaynaklarda, Hz. Ali'den (a.s) Resulullah'ın abdestte ayaklarını meshettiğine dâir bir çok hadis nakledilmiştir ki burada örnek olarak iki tanesini nakledeceğiz:

    Abdullah , Ebu Heyseme'den, o da İshâk b. İsmâil'den, her ikisi de Cerîr'den, o da Mensur'dan, o da Abdülmelik b. Meysere'den, o da Nezâl b. Sebura'dan rivâyet etti ve dedi ki: "Biz Ali (r.a) ile öğle namazını kıldık.; sonra Rahbe denilen yere gidip oturdu; biz de onun etrafına oturduk; daha sonra ikindi vakti oldu; ona bir kap su getirdiler; içinden bir avuç su alıp ağzını çalkaladı, burnuna su aldı, yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini sıvazlayarak yıkadı; başına ve iki ayağına da mesh etti; sonra kalkıp kapta kalan suyu içti ve şöyle dedi: 'Ben Resulullah'ın, aynı benim yaptığım gibi yaptığını gördüm."[14]

    Bu hadisin râvileri, "Doğru konuşan", "Güvenilir", "Sağlam" gibi tabirlerle tezkiye edilmişlerdir.[15]

    6- Abdullah babası Ahmed b. Hanbel'den, o da Vekî'den, o da A'meş'ten, o da Ebu İshâk'tan, o da Abd-ü Hayr'dan, o da Hz. Ali'den şöyle rivâyet etti; Hz. Ali (r.a) şöyle dedi: "Ben ayakların alt kısmını, üst kısmından mesh için daha evlâ olduğunu düşünürken, Resulullah'ı, ayakların üst kısmını meshederken gördüm."[16]

    Bu hadisin râvileri de "Güvenilir", "Emin ve Yüce", "Güvenilir Hâfız", "Güvenilirliği ve hüccet olduğu tartışılmaz" gibi tabirlerle övülmüşlerdir.[17]

    7- Haccâc b. Minhâl Hemmâm'dan, o da İshâk b. Abdullah b.Ebî Talha'dan, o da Ali b. Yahyâ b. Hallâd'dan, o da babasından, o da amcası Rufâa b. Râfi'den, şöyle rivâyet etmiştir: "Resulullah'ın yanında oturduğum bir sırada, oraya gelip mescide girdi ve namaz kıldı; namazını bitirince gelip Resulullah'a ve oradakilere selam verdi; Allah Resulü (s.a.a) cevabını verdikten sonra ona 'Dön ve namazını yeniden kıl; namazın doğru olmadı' buyurdu. Adam döndü ve namazını yeniden kıldı; biz de onun namazını takip ediyorduk, ama namazının eksik yanının ne olduğunu biliyorduk. Adam namazını bitirdikten sonra tekrar gelip Resulullah'a ve oradakilere selam verdi; Allah Resulü (s.a.a) yine şöyle buyurdu ona: 'Vay haline, dön ve namazını yeniden kıl; namazın doğru olmadı senin.' Bu cümleyi iki veya üç defa tekrarladı. Adam 'Namazımın neresini eksik bulduğunuzu anlayamadım' dediğinde Resulullah'ın cevabı şu oldu: 'Sizden herhangi birisi Allah'ın emrettiği gibi abdestini güzel bir şekilde almazsa, namazı doğru olmaz; şöyle ki önce yüzünü ve dirseklere kadar ellerini yıkamalı, sonra da başını ve iki dikliğe kadar ayaklarını meshetmeli ve ondan sonra tekbir getirip namaza durmalıdır..."[18]

    Bu hadisi nakleden Hâkim Nişâburî ve onun kitabını özetleyen Zehebî, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre bu hadisin sahih bir hadis olduğuna hükmetmişlerdir.

    8- (Ahmed b. Hanbel'in oğlu) Abdullah, bize babasından, o da Muhammed b. Cafer'den, o da Said'den, o da Katâde'den, o da Şehr b. Havşeb'den, o da Abdurrahman b. Ganem'den, o da Ebu Mâlik'il-Eş'arî'den rivâyet etmiştir ki Ebu Mâlik kendi kavmine şöyle dedi: "Toplanın da size, Resulullah'ın (s.a.a) kıldırdığı namazı kıldırayım." Onlar toplandıklarında içi su dolu bir kap istedi ve abdest aldı; önce ağzına ve burnuna su aldı; sonra üç defa yüzünü ve üç defa da iki kolunu dirseklerine kadar yıkadı; daha sonra da başını ve iki ayağının üzerini meshetti; ardından kalkıp onlara namaz kıldırdı..."[19]

    Bu hadisin râvilerinin güvenirliğini gösteren tezkiyeler için, yine Zehebî'nin "Siyer-u A'lâm'in-Nübelâ" kitabına Mürâcaat edin.[20]

    9- Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr babasından rivâyet etmiştir ki: "Ebu Cübeyr kızıyla birlikte Resulullah'ın huzuruna gelmişti. Bu sırada Allah Resulü (s.a.a) abdest almak için su istedi; önce ellerini yıkayıp temizledi; sonra ağzını çalkaladı, burnuna su aldı; daha sonra yüzünü ve dirseklere kadar kollarını üç defa yıkadı ve bilahare başını ve iki ayağını meshetti."[21]

    10- Teberânî'nin "El-Evsat" kitabında İbn Abbâs'tan Şöyle nakledilmiştir: "Bir gün Sa'd ve Abdullah İbn Ömer, İkinci Halife Ömer'in yanında, ayakların meshini tartıştılar. Ömer oğlu Abdullah'a 'Sa'd senden daha fakihtir' dedi; sonra da Sa'd'a dönerek 'Ey Sa'd dedi, biz Resulullah'ın (ayakları) meshettiğini inkar etmiyoruz; fakat şunu bilmiyoruz ki acaba bunu, âyetleri muhkem olan (nesh edilmeyen) ve Berâat (Tevbe) suresi hariç en son sure olarak inen Mâide suresinden sonra mı yapıyordu, yoksa ondan önce mi yapıyordu?"[22]

    Bu rivâyetten şu sonuçları çıkarabiliriz:

    a)-Sa'd ayakların meshedilmesi gerektiğini savunmakta ve bunu bizzat Resulullah'ın uyguladığını vurgulamaktadır.

    b)-Ömer, Resulullah'ın abdestte ayaklarını meshettiğini kabul ediyor; ancak herhalde o, Mâide suresinin mesh hükmünü nesh edip etmediği hususunda tereddüt içerisindedir. Ancak, önceden de ortaya koyduğumuz gibi abdest âyetinden açık bir şekilde mesh anlaşılmaktadır, yıkamak değil; hatta bu sözümüzden vazgeçip âyetin bu konuda müphem olduğunu kabul etsek dahi, nesh iddiası yine doğru olmaz; zira nâsih olan bir âyet veya hadisin muhtevası, hiçbir yanlış anlamaya sebebiyet vermeyecek şekilde açık ve net olmalıdır.


    Ehl-i Sünnet kaynaklarında ayağın meshedilmesi gerektiğini gösteren başka rivâyetler de vardır ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz. Görüldüğü gibi bu hadislerin hepsi Ehl-i Sünnet kaynaklı, üstelik hepsi de sağlam güvenilir senetlerle nakledilmiştir. Bunlara Ehlibeyt kanalıyla nakledilen onlarca hadisi de ilave edersek, bu görüşün ne kadar güçlü ve tartışılmaz bir durum kazandığı açık bir şekilde ortaya çıkmış olacaktır. O Ehlibeyt ki, onlara sarıldığımız müddetçe asla dalalete düşmeyeceğimizi, onların gemisine bindiğimizde asla boğulmayacağımızı bizzat Allah'ın Resulü garantilemiştir.[23]

    Ehlibeyt Kanalıyla Nakledilen Hadislerden İki Örnek:

    1- Bir rivâyette, İmâm Cafer-i Sâdık, Hz. Ali'nin (a.s), nasıl abdest aldığını şöyle açıklamıştır: "Emir-ül Mu'minin, bir gün oğlu Muhammed Hanefiyye ile otururken 'Ey Muhammed buyurdu, bana bir kap su getir de namaz için abdest alayım.'su gelince, Hz. Ali sağ eliyle bir avuç su alıp sol eline döktü ve şu duayı okudu: 'Bismillah ve billah, Hamd Allah'a ki suyu necis değil, temizleyici kıldı.' ...Sonra ağzına su aldı ve şöyle dua etti: 'Allah'ım, huzuruna varacağım gün, hüccet ve delilimi bana telkin et ve zikrini söylemen için dilimi serbest bırak.' Daha sonra burnuna su aldı ve şöyle dua etti: 'Allah'ım cennet kokusunu bana yasaklama. Beni, cennetin kokusunu,esintisini ve ıtrını alan kimselerden eyle.' Ardından yüzünü yıkadı ve yıkarken şu duayı okudu: 'Allah'ım, bazı yüzlerin karardığı günde, benim yüzümü ağart ve bazı yüzlerin ağaracağı günde, benim yüzümü karatma.' Sonra sağ kolunu yıkadı bu sefer de şöyle dua etti: 'Allah'ım, amel defterimi sağ elime ve cennette ebedi kalma belgesini de sol elime ver ve beni kolay bir şekilde hesaba çek.' Ondan sora sol elini yıkadı ve şu duayı okudu: 'Allah'ım, amel defterimi sol elime verme; onu boynuma asılı da kılma. Ateş parçalarından sana sığınırım (Allah'ım).' Sol elini yıkadıktan sonra da başını meshetti ve bunu yaparken de şu duayı okudu: 'Allah'ım, rahmet ve bereketinle beni ört.' Son olarak da iki ayağını mesh etti; meshederken de şu duayı okudu: 'Allah'ım, bazı ayakların kayacağı günde, benim ayağımı Sırât üzerinde sabit kıl ve çabamı, seni benden razı kılacak şeylerde karar kıl.' Böylece abdestini bitirdikten sonra başını kaldırıp oğlu Muhammed'e baktı ve şöyle buyurdu: 'Ey Muhammed, kim benim aldığım abdest gibi abdest alır ve benim okuduğum bu duaları okursa, abdest suyunun her damlasına karşılık Allah, bir melek yaratır ki kıyamet gününe kadar onu takdis, tesbih ve tekbirle anar ve bunun sevabını Allah, o abdest alan kimsenin hesabına yazar." (Tehzib'ül-Ahkâm, C.1, S.52, Hadis: 2)

    Bu konuda Ehlibeyt'in babası Hz. Ali'den iki hadisi de yukarıda aktarmıştık (5. ve 6. Hadisler).

    2- On iki Ehlibeyt İmâmının beşincisi olan İmâm Muhammed Bâkır, Allah Resulü'nün nasıl abdest aldığını açıkladığı uzun bir hadisin son bölümünde şöyle diyor: "...Sonra başını ve iki ayağını, yeni bir su almadan elindeki rutubet ile meshetti."[24]

    ABDESTTE AYAKLARIN MESHEDİLMESİ GÖRÜŞÜNDE OLAN BAZI SAHÂBÎLER

    Şimdi abdestte ayakların meshedilmesi gerektiğini onaylayan bazı sahabîler.

    1- Hz. Ali (a.s):

    Ehl-i Sünnet'in büyük fakihlerinden İbn Kudâme "El-Muğnî" isimli meşhur kitabında şöyle diyor: "Hz. Ali hakkında nakledilmiştir ki, o ayaklarına meshederek abdest aldı ve mescide girerek ayakkabılarını çıkarıp namaz kıldı."[25] Ehlibeyt kanalıyla bu konuda nakledilen rivâyetlerin hepsi istisnasız bunu desteklemektedir . Bunların yanı sıra, Ehl-i Sünnet kaynaklarında Hz. Ali kanalıyla nakledilen hadisler de bunun bir teyididir ki iki tanesini yukarıda naklettik. (5. ve 6. hadislere bakabilirsiniz.)

    2- Abdullah İbn Abbâs:

    İbn Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir: "Abdest iki yıkama ve iki meshten ibarettir."[26]

    Şu söz de yine ondan nakledilmiştir: "Allah kitabında mesh hükmünü indirmiştir; ne var ki insanlar yıkamaktan başkasını kabul etmediler."[27]

    Yine Mecme'ül-Beyân tefsirinin nakline göre, İbn Abbâs, Resulullah'ın nasıl abdest aldığını gösterirken ayaklarının üzerene meshetmiştir. İbn Abbâs'ın yukarıda aktardığımız 10. hadisi nakletmesi de bunun bir teyididir.

    3- Enes b. Mâlik:

    Enes hakkında şöyle nakledilmiştir: "Enes (adest aldığı zaman), ayağına meshederken onları ıslatırdı. Daha sonra Haccâc b. Yusuf (Haccâc-ı Zâlim diye meşhur olan Emevî vâlisi), hutbe okuyup da "İnsanoğlunun, ayaklarından daha çok pisliğe yakın bir yeri yoktur; (abdest alırken onların altını ve üstünü tabanlarıyla birlikte yıkayın" dediğinde, bunu duyan Enes "Allah doğru söylemiş, Haccâc ise yalan; zira Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Başlarınızı mesh edin ve iki dikliğe kadar ayaklarınızı da."[28] Bu rivâyetten de açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, Enes b. Mâlik abdest âyetinden, ayakların meshedilmesi gerektiği sonucunu çıkarmaktaydı.

    Zaten bunu başka bir sözünde daha açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir: "Kur'ân mesh üzere inmiştir."[29]

    4- Sa'd b. Ebî Vakkâs:

    Yukarıda naklettiğimiz 10. Hadis Sa'd'ın, ayakların meshedilmesi gerektiği görüşünü benimsediğini ortaya koymaktadır.

    5- İkinci Halife Ömer b. Hattap:

    Aynı hadisten, Ömer'in Resulullah'ın ayaklarını meshettiğini kabul etmekle birlikte, bunun sonradan nesh edilip edilmediği hususunda tereddüt ettiğini anlamaktayız. Bunun cevabını ise yukarıda zikrettik.

    6- Abdullah İbn Zeyd:

    Yukarıda naklettiğimiz 2. Hadisin rîvisi bu sahabîdir.

    7- Üçüncü Halife Osman b. Affân:

    Naklettiğimiz üçüncü hadis de ondan nakledilmiştir.

    8- Evs b. Evs:

    Dördüncü hadisin râvisi de bu sahabîdir.

    9- Rufâa b. Ebî Râfi':

    Bu sahabîden ise yedinci hadisi nakletmiştik.

    10- Temim b. Zeyd:

    Birinci hadisi, Abbâd b. Temim, aynı zamanda babası olan bu sahabîden nakletmiştir.

    Nükte: Şunu hatırlatmakta fayda vardır ki bu isimlerden bir çoğundan, belki açık bir şekilde meshi benimsedikleri nakledilmemiştir, ama siz de teslim edersiniz ki bir râvinin, kabul etmediği, daha doğrusu yalan olduğuna inandığı bir hadisi nakletmesi de düşünülemez herhalde; aksi takdirde kendisi de yalancı durumuna düşer.

    ABDESTTE AYAKLARIN MESHEDİLMESİ GÖRÜŞÜNDE OLAN BAZI TÂBİÎLER

    Abdestte ayakların meshedilmesi görüşünde olan Tabiîlerden bazılarının isimleri, şöyle geçmektedir kaynaklarda:

    1- Urve b. Zübeyr [30]

    2- Hasan'ül-Basrî [31]

    3- İkrime b. Abdullah'il-Medenî [32]

    4- İbrâhim En-Nahaî,[33]

    5- Eş-Şa'bî (Ebu Amr Âmir b. Şerâhil) [34]

    6- Âmir [35]

    7- Katâde [36]

    8- El-A'meş [37]

    9- Alkame b. Kays [38]

    10- Ez-Zehhâk [39]

    11- Mücâhid [40]

    12- Ebu Mâlik'il-Eş'arî [41]

    13- Abbâd İbn Temim [42]

    14- Nezâl b. Sebura [43]

    15- Abd-ü Hayr [44]

    16- İmâm Muhammed'ül-Bâkır [45]

    17- Ebu'l-Âliye (Refi' b. Mihrân) [46]

    Daha geniş bir araştırmayla bu sayıyı çoğaltmak mümkündür; fakat biz bu kadarıyla yetiniyoruz; daha fazla bilgi almak isteyenler, ilgili kaynaklara Mürâcaat edebilirler.

    EHL-İ SÜNNET'İN KONUYLA İLGİLİ İLERİ SÜRDÜKLERİ DELİLLERİ

    Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konudaki görüşleri birbirinden farklıdır. Bu âlimlerin hemen hepsinin (çok az bir grup hariç) ortak görüşü abdestte ayakları yıkamanın câiz olduğudur. Ancak bunların çoğunluğu, yıkamanın cevazdan öte farz olduğunu savunurken, bazıları mükellefin yıkama ve meshetme arasında muhayyer olduğunu, bazısı ise ihtiyaten ayakların hem meshedilip hem de yıkanması gerektiğini söylemektedirler.

    Aşağıda yapacağımız nakillerden de anlaşılacağı gibi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin konuya delil açısından yaklaşımları aynı değildir. Zira onlardan bir grubu yıkama görüşünü hem abdest âyetine, hem de bu konuda rivâyet edilen hadislere dayandırma telaşındayken, diğer bir grup, Şia'nın, âyetin tefsirindeki yaklaşımını ve âyetten sadece meshin anlaşıldığını kabul etmekle birlikte, "Çünkü ayakların yıkanması gerektiğine dair bir çok hadis vardır; onlardan da vazgeçemeyiz" deyip, "Yine de ayakların yıkanması ihtiyata daha uygundur; zira yıkamak, mesh yerine de geçer; ama meshetmek yıkama yerine geçmez" iddiasında bulunarak, güya âyetle hadislerin arasını bulmaya çalışmışlardır.

    Bazıları ise (Taberî ve Cübâî gibi), "Âyetten de vazgeçemeyiz, hadisten de; o halde mükellefi yıkama veya meshetme arasında muhayyer bırakmalıyız; isterse meshetsin, isterse yıkasın; meshederse âyetin dediğine, yıkarsa da hadislerin dediğine amel etmiş olur" diyorlar. Tabi az da olsa meshedilmesi gerektiğini veya ihtiyaten hem mesh edilip , hem de yıkanması gerektiğini söyleyenler de vardır.

    Şimdi biz bu âlimlerin ileri sürdükleri delilleri sırasıyla nakledip cevaplandırmağa çalışacağız:

    a)-Âyetin Kendisiyle İstidlâl:

    Onlardan bir grubu âyette bulunan "Ve ayaklarınızı" kelimesini, "yüzünüzü ve ellerinizi" kelimelerine atfederek ayakların da yüz ve eller gibi yıkanması gerektiği sonucunu çıkarmaktadırlar. Onlar bu görüşlerine "ercülekum" kelimesinin bugün ellerde bulunan Kur'ân'larda, sonunun mensub (üstünlü) olduğunu, bu yüzden de sonu cerli (esreli) olan "bi-ruûsikum" kelimesine değil, sonu mensub olan "vucûhekum ve eydiyekum" kelimelerine atfedilmesi gerektiğini delil olarak göstermişlerdir.

    Biz yukarıda, böylesi bir atfın, Nahiv kuralları açısından doğuracağı sakıncaları, ardından da öbür türlü atfa yöneltilen eleştirinin cevabını geniş bir şekilde işlediğimiz için tekrara gerek görmüyoruz.

    b)-Hadislerle İstidlâl:

    Ehl-i Sünnet âlimlerinin hemen hepsinin vazgeçemedikleri en önemli delil ise kendi kaynaklarında nakledilen bazı rivâyetlerden ibarettir.

    Bize göre bu rivâyetlerin bir kısmının muradı yanlış anlaşılmış, bir kısmının senedi zayıftır; geriye kalan bir kısmı ise aynı kaynaklarda nakledilen ve meshi gösteren diğer bir kısım hadislerin yanı sıra (ki bunlardan bazılarını yukarıda aktarmıştık) Ehlibeyt kanalıyla nakledilen hadislere bütünüyle ters düştüğü için delil olarak gösterilmeleri yanlıştır. Şimdi bunlardan bazı örnekler vermeğe çalışalım:

    1- Buhâri ve Müslim'de, Abdullah b. Amr b. Âs'tan tahriç edilen rivâyette şöyle diyor:

    "Hz. Resulullah'la birlikte yolculuktaydık; Resulullah (s.a.a) bizden geriye kaldı; (biraz bekledikten) sonra gelip bize ulaştı. İkindi namazının vakti de gelip çatmıştı. Abdest alırken ayaklarımızı meshediyorduk. Resulullah (s.a.a), "Vay topuklara ateşten!" buyurdu ve bu cümleyi iki veya üç defa tekrarladı."[47]

    Bizce bu hadis yanlış değerlendirilmiştir. Zira evvela o kadar sahabînin onca zamandan sonra henüz ayakların hükmünden bihaber kalıp da bilgisizlikleri yüzünden ayaklarını yıkama yerine meshettiklerini söylemek son derece insafsızlıktır! Acaba Allah'ın emin ve sâdık elçisi, ayakların hükmünü o zamana kadar henüz onlara açıklamamış mıydı? Veya Resulullah'ın nasıl abdest aldığını o güne kadar kimse görmemiş miydi? Yoksa açıklamasına ve Resulullah'ın nasıl abdest aldığını görmelerine rağmen, kasıtlı olarak mı ayaklarını yıkama yerine meshetmişlerdi?! Ya da hepsi birden unutkanlık illetine müptela olup yanlışlıkla mı ayaklarını meshettiler?! Her halde siz de tasdik edersiniz ki bu ihtimallerden hiçbirisinin makul bir tarafı yoktur. Bunların hiç birisi makul değilse, o halde söz konusu hadisin başka bir muradı ve mesajı olsa gerek.

    Saniyen bu hadis doğru olduğu takdirde meshi gerektirir, yıkamayı değil. Çünkü Resul-i Ekrem, hep birlikte ayaklarını mesheden Sahabîleri bu amelden nehy etmemiştir; hatta onların bu amelini te'yit bile etmiştir. Zira eğer onları bu amelden sakındırmayı amaçlasaydı, bunu daha açık ve net bir ifadeyle beyan ederdi, böyle müphem bir ifadeyle değil. O halde "Vay topuklara ateşten!" cümlesiyle hangi mesajı vermek istemiştir Allah'ın Resulü (s.a.a)?

    Evet bizce Resul-i Ekrem'in bu tavrı takınması ve bu cümleyi söylemesinin asıl nedeni şudur ki siyer kitaplarının da yazdığı gibi, Ashâb'ın arasında bir grup yalın ayaklı bedevî Araplar vardı; bunlar idrar ettiklerinde, özellikle yolculukta, idrarın ayaklarına sıçramasına aldırış etmiyor ve bundan kaçınmıyorlardı. İşte bundan dolayı necis ve kirli ayaklarla namaz kılmamaları ve mescide girerek orayı necis etmemeleri için Resulullah (s.a.a), topukların kir ve necasetini kınayarak, onları ikaz etmiştir. Bunu te'yid eden bir karine de Araplar içerisinde bazı bedeviler için "Bevvâlün li-akıbeyh" (topuklarına işeyen bedevî) tabirinin kullanılmasıdır.

    2- İbn Mâce Sünen'inde Ebu İshâk'tan, o da Ebu Hayye'den şöyle rivâyet etmiştir; dedi ki: "Ben Ali'yi abdest alırken gördüm; ayaklarını mafsala kadar yıkadı, sonra şöyle dedi: 'Peygamber'inizin taharetini (abdestini) size göstermek istedim."[48]

    Bahsettiğimiz senedi zayıf hadislerden birisi işte bu hadistir. Zira Sünen-i İbn Mâce'de, bu hadisin dipnotunda da yer aldığı ve Mizân-ül İ'tidâl[49] gibi kaynaklarda da açıklandığı üzere "Ebu Hayye" meçhul ve tanınmayan birisi olduğu için durumu belli değil. Zehebî, "Mizân"ının künyeler bölümünde; "O, tanınmamış biridir" diyor ve İbn Medyenî ve Ebu'l-Velid-i Farzî'nin, onun hakkında, "Meçhuldür" dediklerini de sözlerine ilave ediyor. Zehebî daha sonra, "Hadis uyduranların böyle bir kişiyi de uydurmuş olmaları mümkündür" diyerek, "Ben her ne kadar araştırma yaptıysam da bu adam hakkında hiçbir bilgi edinemedim" diyor.

    Kaldı ki bu hadis, sadece Ebu İshâk yoluyla nakledilmiştir.[50] Ebu İshâk ise çok yaşlandığından ve hafızasını kaybettiğinden dolayı halk onu terk etmiş[51] ve Ebu Ahvas ve Züheyr bin Muâviye el-Cu'fî'den başka, kimse ondan hadis nakletmemiştir.[52] Halk, Ebu İshâk'tan hadis naklettiklerinden dolayı o ikisini kınamıştır.[53] Şüphesiz, bir muhaddis hafızasını kaybederse, hafızasını kaybetmeden önce mi, yoksa sonra mı naklolunduğu bilinmeyen tüm hadisleri itibardan düşer. Çünkü şüphe-i mahsuredeki icmalî ilim, hepsinden kaçınmayı gerektirmektedir. Bu kural, Usul-u Fıkıh'da beyan edilmiştir.

    Öte yandan Hz. Ali'den bu ve benzeri birkaç hadisi nakleden Ehl-i Sünnet kaynakları, yine Hz Ali'nin kendisinden, bu hadislerle çelişen ve ayakların meshedilmesi gerektiğini gösteren başka hadisleri de nakletmişlerdir ki hatırlayacağınız gibi biz örnek olarak iki tanesini (5. ve 6. hadisler) nakletmiştik ki her ikisinin de senedi Ehl-i Sünnet'in kendi ölçülerine göre sahihti.

    Aynı durum bazı diğer rivâyetler için de söz konusudur; mesela Abdullah b. Zeyd'den, Hemrân kanalıyla Osmân'dan ve diğer bazı râvilerden ayakların yıkanmasına dair hadis nakleden Sünnî kaynakları, aynı adamlardan, hem de sahih senetlerle, abdestte ayakların meshedilmesini açıkça gösteren hadisler nakletmişlerdir. Bunların da bir kaç örneğini yukarıda naklettik.

    Hepsinden de önemlisi, bu gibi hadisler, bizzat Allah'ın Kitabı'na ters düşmektedir. Zira önceden de geniş bir şekilde açıkladığımız gibi Kur'ân-ı Kerim'den meshden başka bir şey anlaşılmamaktadır. Bu gerçeği Ehl-i Sünnet âlimlerinden de birçoğu itiraf etmiştir ki bunlardan bazılarına değindik, bazılarına ise ileride değineceğiz. Hatta hadislerle Kur'ân'ın nesh edilebileceğini kabul etsek dahi (ki bunu İslâm âlimlerinin ekseriyeti reddetmektedir), burada bu hadislerle abdest âyetinden istifade edilen hükmün neshedildiğini iddia etmek kesinlikle doğru değildir. Zira ( Fahr-i Râzî'nin de tefsirinde belirttiği gibi), bu hadisler mütevâtir değil, haber-i ahattırlar ve Kur'ân'ı bu gibi hadislerle neshetmek mümkün değildir.

    Hatta buna bile göz yumsak, yine de abdest âyetinin nesh edildiğini kabul etmek mümkün değildir. Zira hadisin, âyeti nesh edebilmesi için ondan sonra sadır olması, gündeme gelmesi gerekir; yoksa önceden söylenen bir hadisin, sonradan nâzil olan bir âyeti nesh edebilmesi söz konusu olamaz.; hangisinin önce hangisinin sonra olduğu ise belli değildir; hatta aksini söylemek daha doğru ve mantıklı olur. Çünkü bu âyeti de içine alan "Mâide" suresi en son inen suredir. Allah-u Teâlâ bu surede dinini kâmilleştirdiğini , nimetini tamamladığını ve bir din olarak İslam'a razı olduğunu bildirmiştir. Öyleyse ondaki farz ve haramlar, kıyamete dek farz ve haramdır.

    Kurtubî bu konuda şöyle rivâyet etmiştir: "Resul-i Ekrem (s.a.a) "Vedâ' Haccı"nda, Mâide suresini Müslümanlara okudu ve ardından şöyle buyurdu: 'Ey insanlar, Mâide suresi Allah'ın indirdiği en son surelerdendir; o halde onun helâlini helâl ve haramını da haram bilin."[54]

    Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinden Zerekşî de "El-Burhân Fî Ulûm-­il Kur'ân" kitabında, Mâide'nin, inen en son sure olduğunu kabul ederek şöyle rivâyet etmektedir: "Resulullah, Vedâ Haccı'nda Mâide suresini okudu ve şöyle buyurdu: 'Ey insanlar, şüphesiz Mâide suresi en son inen suredir; o halde onun helâlini helâl, harâmını ise haram sayın."[55] (Yani onun hiçbir hükmü nesh edilmemiştir.)

    Ümm'ül-Müminin Âişe'den de şöyle rivâyet edilmiştir: "Âişe, hac seferinde kendisini ziyaret eden Cübeyr bin Nüfeyr'e şöyle dedi: 'Ya Cübeyr, Mâide Suresini okuyor musun?' Cübeyr; 'Evet, okuyorum' dedi. Bunun üzerine Âişe; 'Bil ki, Mâide Suresi en son nâzil olan suredir; onun helâlini helâl, haramını da haram bilin' dedi."[56]

    Yukarıda naklettiğimiz 10. rivâyette, İkinci Halife Ömer'in de bunu te'yid eden bir sözü vardı.

    Öte yandan Mâide suresi indikten sonra Resulullah'ın fazla yaşamadığını dikkate alır, yıkama hadislerinden de bir türlü vazgeçmezsek, o zaman iddia edilenin tersine bir neshin söz konusu olduğunu söylemek daha mantıklı olur. Yani önceden söz konusu olan ayakları yıkama, en son inen Mâide suresinin âyetiyle nesh edilmiştir. Böyle olunca da yine, bugün ayakların abdestte meshedilmesi gerektiği ispatlanmış olacaktır. Elbette bütün bunları bir varsayım ve Ehl-i Sünnet'in mantığına göre söylüyoruz; yoksa biz ne olursa olsun, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'inde indirdiği kesin hükmün karşısında hiçbir şeyin tercih edilemeyeceği kanısındayız. Zira Allah'ın Resulü Ehl-i Sünnet kaynaklarının da naklettiği bir hadisinde bize şöyle buyurmuştur: "Benim hadisimi Kur'ân'a sunun; eğer ona mutabık olursa, onu ben söylemişimdir, (aksi takdirde hayır)."[57] Aynı mâna, "Kur'ân'a ters düşen hadisi atın" veya "Vurun duvara" gibi tabirlerle de nakledilmiştir.

    Yine önceden de naklettiğimiz mütevâtir olan "Sekaleyn" (iki ağır emanet) hadisi gereği biz, Resulullah'tan sonra ihtilaf ettiğimiz konularda, onun ümmetine bıraktığı ve Kıyâmete dek birbirinden ayrılmayacak emanetleri olan "Kur'ân ve Ehlibeyt'ine" mürâcaat etmeliyiz. Abdest konusunda da rivâyetler ve görüşler muhtelif ve çelişkili olduğu için Kur'ân ve Ehlibeyt'in hükmünü kıstas olarak kabul etmeliyiz. Kur'ân'ın bu konudaki hükmü ortadadır. Ehlibeyt İmâmlarının ise hepsi, abdestte ayakların meshedilmesi gerektiğinde icmâ etmişlerdir.[58] İşte bütün bu sebeplerden dolayı Ümmet bu ikisinin hükmüne sarılmalı ve onlara ters düşen her rivâyeti uzağa atmalıdır.

    Ayakların yıkanmasıyla ilgili hadislerin zayıf olduğunu açıkça gösteren bir diğer şâhit, Ashap ve Tabiîlerden de bir çoğunun, ayakların meshedilmesi gerektiği görüşünü benimsemeleri, hatta bunun üzerinde ısrarcı olmalarıdır. Biz bunlardan bir kısmının isimlerini, bazı sözleriyle birlikte meşhur ve muteber kaynaklardan naklettik. Bunlardan birisi de ümmetin âlimi, Kitap ve Sünnet'in heybesi olarak tanınan Abdullah İbn Abbâs'tır. Burada, onun bu konuda ihticâc ettiği bazı sözlerini, önemine binaen tekrar nakletmeği faydalı buluyoruz; diyor ki:

    "Allah-u Teâlâ, abdestte iki yıkamayı, iki de meshi farz etti. Görmez misin, teyemmümü zikrederken, iki yıkama yerine iki meshi zikretmiş, iki meshi (başı ve ayakları meshetmeyi) ise terk etmiştir."[59]

    Yine İbn Abbas der ki: "Abdest iki yıkama, iki meshetmedir."[60]

    Abdullah İbn Abbâs'a, "Muavvız bin Afra'nın kızı Rubeyyi', Resulullah 'ın (s.a.a) onun yanında abdestte ayaklarını yıkadığını sanmaktadır" dediklerinde, İbn Abbas, Rubeyyi'in yanına gelip durumu ondan sordu ve onun sözünü kabul etmeyip, abdestte ayaklarını yıkayanlara şaştığı ve: "Ben, Allah'ın Kitabı'nda meshten başka bir şey görmüyorum" dediği kaynaklarda kayda geçmiştir.[61]

    Ayakları yıkamakla ilgili hadislerin bir diğer zaafı şudur ki, eğer bu hadisler doğru olsaydı, tevâtürle nakledilmiş olurdu. Çünkü abdestte ayağın yıkanması, kadın, erkek, köle, hür herkesin öğrenmeye ihtiyaç duyduğu bir konudur. Eğer yıkamak, Müslümanların arasında kesin ve yaygın bir şey olsaydı, bütün mükellefler, Peygamber'in zamanında ve ondan sonraki zamanlarda onu iyice öğrenip ve her asır ve zamanda onu tevâtürle nakletmiş olurlardı ve hiçbir kimse onu inkar veya reddetmeye kalkışamazdı. Durum böyle olmadığından dolayı da, bu hadislerin zaaf ve yetersizlikleri bizim için gün gibi âşikar olmaktadır.

    Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki bu konuyla ilgili hadisler, çelişkili olduğu ve zikrettiğimiz bunca mahzuru beraberinde getirdiği için, bunlara itibar eden kardeşlerimiz, artık Kur'ân'a dönmelidirler; Kur'ân ise açıkça ayakları meshetmeyi emrediyor.

    c)-İstihsân Yoluyla İstidlâl:

    Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları ayakların yıkanması için bir de şöyle istidlal etmişlerdir: "Başı meshetmek, onu yıkamaktan daha uygun olduğu gibi, ayakları yıkamak onları meshetmekten daha uygundur. Çünkü ayakların kiri genellikle yıkanmaksızın temiz olmaz, ama baş genellikle meshetmekle temiz olur."

    Yine şöyle demişlerdir:

    "Makul maslahatlar, farz olan ibadetler için sebep olabilirler. Hatta Allah-u Teâlâ, onda her iki manayı, yani maslahatî ve ibadî yönünü birlikte kastedebilir. Maslahatî yönünden maksat, hissedilen maddi faydalardır; ibadî yönünden maksat da nefsi arındırmaktır."

    Bu sözün cevabı şudur ki, biz de, Allah-u Teâlâ'nın emrettiği her şeyde bir maslahatın olduğunu, nehyettiği her şeyde de dünyevî veya uhrevi bir zararın bulunduğunu kabul ediyoruz. Ama Allah-u Teâlâ bu maslahat ve zararı, kulların görüşüne bağlı kılmamıştır. Yani, Allah'ın emrinde bir maslahatın olduğuna inanıyoruz, ama bu maslahatın ne olduğunu kendi kafamızdan kestirip, "Bu hükmün gerekçesi budur" demeye hakkımız yoktur.

    Kur'ân abdestte başın ve ayakların meshedilmesini emretmektedir. Bir mu'min olarak bize düşen, bu emre boyun eğmektir; bu emirdeki maslahatı anlasak da anlamasak da.

    Elbette abdestte ayakların necisten temiz olması gerektiğinin şart olduğunu bildiren delillerden dolayı, ayaklar eğer necis iseler, abdest almadan önce yıkanıp temizlenmesi gerekir.[62]

    Bir de eğer "Ayakların kiri genellikle yıkanmaksızın temiz olmaz, ama baş genellikle meshetmekle temiz olur" sözü gerçekçi ise ayakların yıkanması ve başların meshedilmesindeki hikmetin bu olduğuna inanıyorlarsa, neden bazı âlimleri (İmâm Şâfiî gibi), başı bir parmak, hatta yarım parmakla meshetmenin dahi yeterli olabileceğine fetvâ vermişlerdir?! Yarım parmakla meshedilen bir başın, nasıl temizlendiği bilmecesini bize de açıklayabilirler mi acaba?!

    d)-"Ka'b" Kelimesinin Manasına Dayanarak İstidlâl:

    Caferî âlimleri Zurâre ve Bükeyr'in[63] ve ayrıca Şeyh Sadûk'un[64] İmâm Muhammed Bâkır'dan (a.s) naklettikleri rivâyete dayanarak, abdest âyetindeki "Ka'beyn" kelimesinin, ayakla bacağın arasındaki mafsaldan (bilekten) ibaret olduğunu söylemektedirler.[65] Lügat âlimleri, de bu görüşü te'yid etmektedir.[66]

    Ehl-i Sünnet âlimleri ise ayağın iki tarafındaki çıkıntılı kemiğe "ka'b" dedikleri için Caferî âlimlerine karşı şöyle ihticac etmişlerdir:

    "Eğer "ka'b", ayakla bacağın arasındaki mafsal olsaydı, o zaman her ayakta bir "Ka'b" olduğundan Kur'ân'ın "ka'beyn" (müsennâ kipi) yerine "ve ercülekum ile'l-kiâb" (çoğul kipi şeklinde) demesi gerekirdi. Nitekim, her kolda bir "mirfak" (dirsek) olduğundan Kur'ân "ve eydiyekum ile'l-merâfik" buyurmuştur."

    Büyük Caferi âlimlerinden Merhum Allâme Şerefuddin, bu sözün cevabında şöyle diyor: "Eğer Allah-u Teâlâ "merâfık" yerine "mirfekayn" de buyurmuş olsaydı, şüphesiz yine de doğru olurdu. Bu durumda âyetin manası şöyle olurdu: "Yüzünüzü ve iki dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başınızı ve iki mafsala kadar ayaklarınızı meshedin." Bir âyette bu iki kelimenin ikiyi bildiren kipte olması, veya çoğul bildiren kipte olması veyahut bu yönden birinin diğerinden farklı olması tabirin doğruluğu açısından aynıdır. Evet, tabirin daha güzel olması için böyle ifade olunmuştur denilebilir.

    Öte yandan cerrah doktorlar, "ka'b" denilen ayakla bacağın arasındaki mafsalın içinde, inekle koyunun bacağının alt kısmında olduğu gibi yuvarlak kemiğin olduğunda ittifak etmişlerdir.[67] Buna göre her ayağın meshi, iki "ka'b"a ulaşmaktadır: Biri mafsalın kendisi, diğeri ise mafsalın altındaki yuvarlak kemik. Âyette, "ka'b"ın tesniye olup "merâfık"ın tesniye olmaması cerrahların bilip kabul ettikleri hususa işaret olabilir."

    Kaldı ki "ka'b kelimesini mafsal diye mana edip bunun her ayakta bir tane olduğunu söylesek dahi yine de âyette "ka'beyn" (iki mafsal) tabirinin kullanılmasının hiçbir sakıncası olmaz. Yani o zaman âyeti şöyle mana ederiz: "Sizler iki mafsalınıza kadar ayaklarınızı meshedin." Hiç şüphesiz herkes, her ayağında bir mafsal olmak üzere toplam iki mafsala sahiptir.

    Yine Ehl-i Sünnet müfessirlerinden "Tantâvî", âyetteki "ka'beyn" kelimesine dayanarak Caferi âlimlerine karşı şöyle ihticâc etmiştir: "Âyette ayakların taharetinin sınırı "iki ka'b" olarak belirlenmiştir. "İki ka'b"dan maksat ise ayakların iki tarafında yer alan çıkıntılı kemikten ibarettir. Böyle olunca da ayağın tahâreti, ancak onların suyla kaplanmasıyla gerçekleşebilir. (O halde onları mesh değil yıkamamız gerekir.)"[68] Her halde Tantâvî, ayakları o noktaya kadar mesh suyuyla ıslatmanın mümkün olamayacağını düşünerek böyle bir sözü söylemiştir.

    Bizce bu yaklaşım da delilsiz olmakla birlikte, yersizdir de. Zira "ka'b"ın manası onun dediği şey olsa bile abdest suyuyla ayağın o noktaya kadar meshedilebileceği hiç de zor ve imkansız bir şey değildir. Denemesi kolaydır; isteyen hemen deneyebilir! Evet bu tür soğuk teviller ve delilsiz içtihatlarla, âyetin âçık hükmünden kaçmak, asla mümkün değildir. Bunların hepsi, "Nass"ın karşısında yapılan içtihatlardır.

    EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNDEN BAZILARININ KONU HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

    Burada son olarak Ehl-i Sünnet camiasının ileri gelen âlim ve tefsircilerinden bazılarının da konu hakkındaki görüşlerini ve âyete getirdikleri yorum ve tevilleri kendi kaynaklarından sizlere aktarıp kararı kendinize bırakacağız:

    1- İmâm Fahruddin er-Râzî (Vefat: 606 H.):

    O kendi tefsirinde şöyle diyor konu hakkında:

    "Meshi farz bilenlerin delilleri, "ercül" kelimesindeki naklolan iki meşhur kırâate dayalıdır. Kırâat imâmlarından İbn Kesir, Hamza, Ebu Amr ve -Ebu Bekr’in rivâyetine göre- Asım, lafzı, cerr (esre) ile, "ercülikum" şeklinde okumuşlardır. Nâfi', İbn Amr ve -Hafs'ın rivâyetine göre- Âsım, nasb (üstün) ile, "ercülekum" şeklinde okumuşlardır.

    Sonra şöyle ekliyor:

    "Ercül" kelimesi esreyle, yani "ercülikum" okunursa, o zaman "ruûs" kelimesine atfedilir. Yani, başın meshedilmesinin farz olduğu gibi ayakların da meshedilmesi farz olur."

    Fahr-i Râzî sonra şöyle diyor:

    "Eğer bir kimse: "ercül" kelimesinin esreli oluşu, "ruûs kelimesine matuf olduğundan değil, "Cerr-i civâr"dan dolayıdır. Örneğin: "Cuhru zabbin haribin" cümlesinde "harib" kelimesi, "zabbin" kelimesiyle bir arada olduğundan dolayı esreli okunmuştur. Veya "Kebir-u unâsin fî bicadin müzzemmilin" cümlesindeki "müzzemmil" kelimesi, "bicâdin" kelimesiyle bir araya geldiğinden dolayı esreli olmuştur" derse, cevabında deriz ki: "Şu bir kaç delile göre bu doğru değildir:

    1- "Cerr-i civâr" gerekçesiyle kelimeyi esreli okumak dilbilgisi açısından kural dışı bir uygulamadır ve ancak şiirlerde zaruret dolayısıyla bu tür garip yollara başvurulabilir. Kur'ân-ı Kerim'i böyle kural dışı garip tabirlerden tenzih etmek gerekir.

    2- "Cuhru zabbin haribin" gibi "Cerr-i civar" yöntemiyle okumak, ifade yönünden herhangi bir şüphe ve karışıklığa yol açmadığı taktirde uygulanabilir. Örneğin, söz konusu örnekte herhangi bir yanlış anlama söz konusu değildir. Çünkü, "harib", "zabb"ın sıfatı olamaz, sadece "cuhr"un haberi olabilir. Ama abdest âyetinde, bu yönteme başvurarak esreli okumak, mana yönünden belirsizliğe yol açtığı için uygulanamaz. "Cerr-i civar" gereği esre, ancak harf-i atıf olmadığı yerde olur. (Abdest âyetinde ise harf-i atıf vardır). Harf-i atıfla birlikte "Cerr-i civar" kuralının da gelmesini hiç kimse söylememiştir."

    Fahr-i Râzî sonra şöyle devam ediyor:

    "Bir grup âlim, "ercül" kelimesinin nasb (üstün) ile okunmasının da meshi gerektirdiğini söylemişlerdir. Çünkü "ercülekum", "bi-ruûsikum" yerine mâtuftur. Bu kelime, "mef'ulün bih" olduğundan dolayı mahallen mensuptur. Fakat lafzan "Ba-i Carre" ile mecrurdur. "Ercülekum"un, "ruûs" kelimesinin mahalline atfedilip mensup okunması câiz olduğu gibi, "ruûs" kelimesinin zahirine atfederek mecrur okunması da câizdir."

    Fahr-i Râzî daha sonra şöyle diyor:

    "Binaenaleyh, "ercül"e de nasb veren âmilin "vemsehû" veya "feğsilû"[69] olduğunu diyebiliriz. Ama eğer iki âmil bir ma'mülde toplanırsa, en yakın âmilin amel etmesi daha uygundur.[70] Öyleyse dediklerimize nazaran, Allah-u Teâlâ'nın sözündeki "ercülekum" lafzına nasb (üstün) veren âmil "vemsehû"dur."

    Fahr-i Râzî yine şöyle diyor:

    "Buna göre "ercülekum"un lamını nasb (üstün) ile okumak da ayakların meshedilmesini gerektirmektedir."

    Daha sonra şöyle devam ediyor:

    "Âlimlerin, hadislere dayanarak ayağın meshedilmesi farz değildir, demeleri doğru değildir. Çünkü (bu konudaki) tüm hadisler, "Ahbar-ı Ahad" babındandır. Kur'ân'ı, "Haber-i Vahid" ile neshetmek ise câiz değildir."

    Bütün bu delillere değinmesine rağmen, Fahr-i Râzi görüşünü şöyle açıklıyor:

    "Ayağı yıkamak hakkında çok hadis nakledilmiştir; bu yüzden yıkamak ihtiyata daha yakındır; çünkü yıkamak meshi de kapsamaktadır; ama bunun aksi öyle değildir.. Bundan dolayı yıkamak farzdır. Demek ki, ayakları yıkamanın meshin yerine geçerli olduğu kesindir." [71]

    Fahr-i Râzî'nin, "Yıkamak meshi de kapsamaktadır" sözü, bizce apaçık bir yanılgıdır. Çünkü "gasl" (yıkamak) ve "mesh", lügat, örf ve şeriatta bir birine zıt iki ayrı hakikattir. "Gasl"ın gerçekleşmesi için suyun az da olsa abdest uzuvlarında akması gerekir. Ama "mesh"in gerçekleşmesi için suyun abdest uzuvlarında akmaması ve sadece elin ayağın üzerine çekilmesi şarttır. Binaenaleyh "gasl", kesinlikle "mesh"in yerini almaz. Ama gerçek olan şudur ki, Fahr-i Râzî, iki mahzurun arasında kalmış; ya apaçık âyete muhalefet etmek veya onun görüşüne göre sahih olan hadislere muhalefet etmek. Bu çıkmazdan kurtulmak için, "Gasl (yıkamak), meshi de kapsamaktadır; bu ihtiyata daha uygundur, meshin yerine de geçerlidir" diyerek zannınca âyetle hadisin arasını cem' etmeğe çalışmıştır.

    Kim onun bu söz ve müdafaasına dikkatlice bakacak olursa, onun bir çıkmazda olduğunu açıkça görecektir. Eğer âyet, meshin farz olmasını açıkça bildirmeseydi, o, gaslin (yıkamanın), meshin yerine geçerli olacağını söylemeye ihtiyaç bile duymazdı!

    2- Şeyh İbrâhim Halebî (Vefat: 956):

    Meşhur Ehl-i Sünnet fakihi Şeyh İbrâhim Halebî, "Gunyte'ül-Mütemellî, fi Şerhî Münyet'il-Musallî, Ale'l Mezheb'il-Hanefi" kitabında abdestle ilgili âyet hakkında bahsederken şöyle demiştir:

    "Abdest âyetinde geçen "ercülekum" kelimesi, Kurrâ-i Seb'a (Yedi Kârî) arasında hem esre, hem de üstün ile okunmuştur. Üstün ile okunması "vücûhekum" yerine atfedildiğinden, esre ile okunması da "Cerr-i civâr"dan dolayıdır. Ama doğru olan şu ki: "Ercül" kelimesi her iki kırâatte "ruûs" yerine matuftur; üstün ile okunduğu takdirde mahalline, esre ile okunduğu takdirde de lafzına matuftur."

    Daha sonra şöyle devam ediyor:

    "Ercülekum"u, "vücuhekum"a atfetmek câiz değildir. Çünkü matufla matufun aleyh arasında yabancı bir cümle (Vemsehu bi-ruusikum) vaki olarak onların arasına ayrılık düşüyor. Oysaki bu ikisinin arasında bir kelime dahi yer alamaz; nerede kaldı ki bir cümle vaki olsun."

    Şeyh İbrâhim Halebî sonra şöyle diyor:

    "Fesahatli hiçbir kimsenin sözünde "Zerebtu Zeyden ve merertu bi Bekrin ve Amren" diyerek, Amr'ı Zeyd'in yerine atfetmesini duymuş değilim. Cerr-i civara gelince, bu tür tabir çok nadir olarak sıfatlarda kullanılmaktadır. Örneğin bazıları şöyle demiştir: "Haza cuhru zabbin haribin." Te'kid'de ise sadece bir tane şiirde geçmiştir:

    "Ya sahibu, belliğ zeviz-zevecati kullihim: En leyse vaslun iz-in hallet ure'z-zenebi." Ferrâ'nın naklettiğine göre "kullihim" cerr-i civardan dolayı esreyle okunmuştur."

    Sonra şunu da sözüne ekliyor:

    "Ama atıf harflerinde "Cerr-i civar" kuralını uygulamak kesinlikle câiz değildir. Çünkü atıf, cerr-i civarı engelliyor."

    İşte bunlar Şeyh İbrâhim Halebî'nin sözleridir."[72] Ama bütün bunlara rağmen o da sırf bazı rivâyetlere itibar ederek yıkamayı seçmiştir.

    3- Sindî (Ebu'l-Hasan Muhammed b. AbdülHâdî):

    Yine Ehl-i Sünnet'e mensup meşhur âlimlerden, Sindî ismiyle meşhur olan Ebu'l-Hasan Muhammed b. Abdülhâdi, İbn Mâce’nin Sünen'ine yazdığı haşiyesinde de, Kur'ân'ın zahirinden meshin anlaşıldığına yakin ettiğini itiraf ederek, şöyle diyor:

    "Kur'ân'ın zahiri (abdest âyeti), meshi göstermektedir. Çünkü esreyle, yani "ercülikum" şeklinde okunduğunda, "ruûsikum" yerine atfedilir; üstünle, yani "ercülekum" şeklinde okunduğunda da "ruûsikum"un mahalline atfedilir. (Her iki durum da meshi gerektirir.)

    "Ercül"ün üstünle okunup "ruûs"ün mahalline atfedilmesi, cerr-i civardan daha uygundur. Nitekim Nahiv ilminin bilginleri de buna tasrih etmişlerdir."

    Yine diyor ki: "Cerr-i civar Arapça'da pek azdır, ama mahalline atfetmek yaygın ve çoktur. Bu açıklamayla, matuf ve matufun aleyhin birbirinden ayrı düşmesinden de kurtulmuş oluruz. Bu beyana göre, Kur'ân'ın zâhiri, meshe delalet etmektedir."[73]

    Sindî, sözünün bir diğer yerinde, önceden bizim de İbn Mâce'nin Sünen'inden naklettiğimiz Hz. Ali'ye isnâd edilen hadise atfen şöyle diyor: "Bu, ayaklarını mesheden Şia'ya tam anlamıyla bir reddir." Daha sonra şöyle ekliyor: "İşte bundan dolayı kitabın yazarı, (İbn Mâce) bu babda Ali'nin rivâyetini nakletmiş ve kitabın babına onun hadisiyle başlamıştır. O bu hadisi tahriç etmekle güzel bir iş sergilemiştir. Allah ona iyi mükafat versin."

    Sindi sözüne şöyle devam ediyor:

    "Kur'ân'ın zâhiri meshi gösteriyor. Nitekim İbn Abbâs'ın hadisinde de mesh geçmiştir. Ama onu yıkama diye yorumlamak gerekir."[74]

    İşte gördüğünüz gibi bu muhterem âlimler, âyetten anlaşılan mesh manasını açık bir şekilde itiraf etmelerine rağmen, yine de âyetle açık bir şekilde çelişen, bir çoğunun senedi kendi ölçülerine göre zayıf olan, yine kendi naklettikleri sahih senetli bir çok diğer hadislere ters düşen bazı rivâyetlerden nedense bir türlü vazgeçemiyor ve açıkça "Gerçi Kur'ân meshi diyor, ama yine de biz onu yıkama diye yorumlamalıyız" veya "Hadislerden de vazgeçemeyiz" diyebiliyorlar!!

    4- Zımahşerî (Cârullah Mahmud b. Ömer) (Vefat: 536 H.):

    Zımahşerî, "El-Keşşâf" tefsirinde abdest âyeti hakkında filozofluk taslayarak şöyle demiştir:

    "Yıkanan üç uzuv arasında yer alan "ercül" (ayaklar), suyun onun üzerine dökülmesiyle yıkanıyor. Yıkanmasında, nehyedilen israfa yol açabileceğinden dolayı abdestte meshedilen üçüncü uzva (ruûs) atfedilmektedir. Bu atıf, onun meshedilmesi için değildir, sadece suyun onun üzerine dökülmesinde iktisatlı davranmanın gerekli olduğu içindir."

    Zımahşerî sonra şöyle devam ediyor:

    "Allah-u Teâlâ, "ile'l-ka'beyn" tabiriyle de, ayağın meshedilmesini zannedenin zannını gidermek için onun nihâyetini belirtmiştir. Çünkü meshin, İslâm şeriatında nihâyeti belirlenmemiştir."[75]

    Zımahşerî'nin bu sözlerine karşı verecek cevabımız şudur ki, evvela ayakların meshini savunanlar, onun bir sınırı olmadığını ne zaman söylemişlerdir? Ya da ayağın meshine muhalif olanlar, "Eğer ayağın meshi murad olsaydı, bunun bir sınırı olmaması gerekirdi, halbuki burada "iki ka'b"a kadar sözüyle bunun sınırı belirlenmiştir, o halde yıkanması gerekir" sözünü nereden çıkarıyorlar acaba? Bizce bu kuru bir iddiadan başka bir şey değildir.

    Sonra her kes biliyor ki âyette sadece bir tane "imsehu" (meshedin) fiili mevcuttur; nasıl ve neye dayanarak sayın Zımahşerî, aynı fiilden baş için hakikî mesh manası, ayaklar içinse mecazî mesh (hafif ve israfsız yıkama) manası çıkarabiliyor?!

    Kaldı ki Zımahşerî'nin mantığına göre, israf etmek bazı yerde sakıncalı bazı yerde ise sakıncasızdır. Aksi taktirde neden ayakların yıkanmasında mesh kelimesi kullanılarak insanlar israf etmemek için uyarılıyorlar da, yüz ve eller yıkanırken böyle bir uyarıya gerek duyulmuyor ve adeta istedikleri kadar su kullanabilmeleri için serbest bırakılıyorlar?! İsrâfın kötü olduğunda kimsenin bir tereddüdü yoktur; zaten Kur'ân-ı Kerim de muhtelif âyetlerinde bunu açıkça beyan etmektedir. Bizim itirazımız böyle açık bir hususun tekrar bu âyette, o da sadece belli bir yer için, üstelik oldukça müphem bir tabirle vurgulanmasınadır.

    Bir de o, neden bu sözü başın meshinde söylemiyor? Eğer bir kimse başlar için kullanılan "Meshedin" fiilini de aynı onun dediği şekilde tefsir edip hiçbir delile dayanmadan, ondan hafif bir yıkama manası çıkarırsa, kabul edecek mi acaba?!

    Kaldı ki burada birbirine atfedilmesine rağmen, başların meshiyle ayakların meshi farklı bir biçimde tefsir edilirse, aynı şey yine "ve" harfiyle "yüzler"e atfedilen "eller" kelimesi için de söz konusu olabilir; orada da birisi kalkıp kafasına göre "Ellerin yıkanmasıyla yüzlerin yıkanması arasında fark vardır; kolların daha hafif yıkanması gerekir" derse, Zımahşerî'nin verecek bir cevabı var mı?! Evet bunu söylemek ne kadar abes ise, onu söylemek de o kadar abestir.

    Gördüğünüz gibi Zımahşerî, kendi elleriyle kendisini açık bir tenakuzun içerisine sürüklemiştir. Evet, o, bu sözleriyle "ercül"ün, "ruûs" yerine atfedilmesinde hikmeti keşfettiğini, "ile'l-ka'beyn" tabirinin, ayağı yıkamanın haddini belirlediğini iddia ediyor. Onun sözleri, İslâmî meseleleri, doğru yöntemlere dayanarak istihraç etme yerine, âyeti kendi mezhebine tatbik ve tevil etmenin açık bir örneğidir. Onun bu sözleri tefsir değil, bir nevi kehanettir. Ayakların yıkanmasını kesin ve zaruri kabul eden kimseden başkası için bu sözler hiç bir şey ifade etmez. Oysaki ayağı yıkamak ihtilaflı bir meseledir. Ama o, bunu nazara bile almamıştır. Oysaki kendi mezhebinin bilginleri bile, Kur'ân'ın zahirinin, meshin farz olmasını gösterdiğini itiraf etmektedirler. Kısacası bu konuda, "ercü"lün, "ruûs"a atfedilmesiyle ilgili Nahiv kuralları bile tek başına bizim için yeterlidir.

    #2
    Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

    5- Kurtubî (Ebu Bekr Yahyâ b. Sa'dun) (Vefat: 567 H.):

    Ehl-i Sünnet'in meşhur müfessirlerinden olan "Kurtubî", kendi tefsirinde, Taberî'nin mükellefin yıkamayla meshetme arasında muhayyer olduğu görüşünü, "Nehhâs"ın da hem yıkayıp hem de meshetmesi gerektiği görüşünü naklettikten sonra şöyle diyor: "İbn Atiyye, "ercül" kelimesini cerr (esre) ile kırâat edenlerden bazıları ayaklar için de "meshedin" hükmünün geçerli olduğunu kabul etmekle birlikte, bu meshin ayaklarda yıkama anlamına geldiğini savunmuşlardır." Kurtubî son görüşün ardından şu ifadeleri kullanmaktadır: "Evet doğru olan da budur. Zira "mesh" kelimesi müşterek bir lafızdır; hem meshetme hem de yıkama anlamında kullanılmıştır. Hirevî birkaç vasıtayla Ebu Zeyd-il Ensârî'den şöyle nakletmiştir; dedi ki: "Mesh Arap kelamında, hem yıkama hem de mesh etme anlamında kullanılmaktadır. Bu yüzden de organlarını yıkayan kimseye "Temessehe" (mesh etti) tabiri kullanılmıştır. Böylece Arap kelamında "mesh" kelimesi, hem yıkama hem de mesh etme anlamında kullanılmaktadır. Böyle kullanıldığı sabit olduğu için de "ercül" kelimesini esreyle okuyup ona yıkama manası yükleyenin görüşü tercih edilir."[76]

    Değerlendirme: Evvela yıkama ve mesh etmenin iki farklı kavram olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Ebu Zeyd'il-Ensârî'den nakledilen söz ise meshin hakikî bir manasının da yıkama olduğunu ispatlamaz. O, mesh kelimesinin böyle de kullanıldığını söylemektedir. Bu ise onun o manada hakikî bir mana olarak kullanıldığını ispatlamaz. Naklettiği kullanış ise muhtemelen, organları yıkarken, elle onların sıvazlandığı dikkate alınarak yapılmıştır, onun hakiki bir manası olduğu için değil.

    Saniyen diyelim ki "mesh"in bir manası da yıkama olsun, fakat bu mana ondan ancak cümlede tek başına kullanıldığı zaman anlaşılabilir; yoksa aynı cümlede hem "mesh" hem de "gasl" (yıkama) kelimesi kullanılırsa (abdest âyetinde olduğu gibi), o zaman her birisinden ayrı ayrı mana çıkarmak gerekir.

    Nitekim aynı durum Arapça'da "Fakir" ve "Miskin" kelimeleri için söz konusudur. Yani bu iki kelime ayrı ayrı yerlerde kullanıldıklarında, ikisi de aynı mana da kullanılabilir; ancak her ikisi de aynı yerde kullanıldığı zaman, birbirinden farklı manaları ifade ederler.

    Kaldı ki abdest âyetinde sadece bir "imsehû" fiili kullanılmıştır. Şimdi aynı fiilden başa göre meshetme, ayaklara göre ise yıkama manası anlayıp bir fiilden iki zıt manayı çıkarmak nasıl mümkün olabilir?!

    6- İmâm Celalettin Suyutî (Vefat: 911 H.):

    İmâm Ceâlettin Suyutî, Kur'ân bilgileri hakkında yazdığı "El-İtkân" isimli eserinde, Kur'ân'dan istifâde etmek isteyen kimsenin, mutlaka uzak ve zayıf ihtimallerden ve kuraldışı lügat manalarından kaçınması ve hiçbir şekilde Kur'ân'ı onlara dayanarak tefsir etmemesi gerektiğini vurguladıktan sonra, âbdest âyetindeki "ercül" kelimesinin esreli okunması kırâatini "Cerr-i civâr"a dayandırmayı buna örnek olarak zikrederek şöyle diyor: "Çünkü Cerr-i civâr, zayıf ve kural dışı bir kullanış tarzıdır ve bir kaç nadir yer dışında kullanılmamıştır."[77]

    Sonra şöyle devam ediyor: "Doğru olan şudur ki "ercül" kelimesi abdest âyetinde "ruûs" kelimesine atıftır. Böyle olunca da âyette ayakların mesh edilmesinden murad, ayakkabılar üzerine mesh etmektir!"

    Gördüğünüz gibi o da ayakların mesh edilmesi gerektiği gerçeğini itiraf etmesine rağmen onu, (her halde bazı hadislerden de esinlenerek,) ayakkabıların meshi olarak yorumlamıştır.

    Evvela, ayakkabıları mesh etmenin, ayakları meshetme olmadığı açıktır; halbuki Kur'ân, açıkça ayakkabıları değil, ayakları mesh etmeyi emrediyor. Faraza bir yerde ayaklar, ayakkabılar anlamında kullanılmışsa da bu kesinlikle mecazî ve kural dışı bir kullanıştır. Böyle bir şey olsa dahi, bunu anlayabilmek için yanında mutlaka bir karine olması gerekir; aksi takdirde o kelimelerden hakikî manasının anlaşılacağı kesindir.

    Sâniyen, "ayaklar" kelimesinin, "başlar" kelimesine atfedilerek kullanılması, başlardan hakiki manası anlaşıldığı gibi, ayaklardan da onun gerçek manasını anlamayı gerektirir.

    Sâlisen, açıkça görüldüğü gibi âyet, ayakları mutlak bir şekilde zikretmiş ve onu ayakkabı falanın içerisinde olmakla kayıtlandırmamıştır. Ve bilahare âyetteki "ayaklar" kelimesinden, "ayakkabılı ayaklar" anlamını çıkarmak, onun ekseri fertlerini hükümden istisnâ edip az bir ferde has kılmaktır. Bu ise akıllılar nezdinde kabih bir şeydir. Yani ayakkabıya mesh etmenin câiz olduğunu söylesek dahi, bu sadece bazı zamanlar ve zarurî durumlar için söz konusudur; oysa çoğu zaman insanlar ayaklarının kendisini yıkayıp veya mesh ederler. Şimdi Allah-u Teâlâ'nın kendi kitabında, insanların çoğu zaman ihtiyaç duydukları bir hükmü ve vazifeyi göz ardı edip de, bazı zaman yapmaları gereken bir hükmü beyan etmesi, nasıl makul ve mantıklı olabilir?!

    7- İbn Hazm'il-Endülüsî (Vefat: 456 H.):

    İbn Hazm, "El-Muhallâ" kitabında şöyle diyor: "Kur'ân, mesh üzere inmiş ve Allah-u Teâlâ "Mesh edin başlarınızı ve ayaklarınızı" buyurmuştur. Burada "ercül" kelimesinin sonu ister esreli okunsun, isterse üstünlü, her halûklarda onu "ruûs" kelimesine atfetmek gerekir; esreli okunduğunda "ruûs"un zahirine, üstünlü okunduğunda da onun mahalline atfedilir. Bunun dışında bir şey söylemek doğru değildir. Çünkü "matuf" ve "matufunaleyh"in arasına bir cümlenin girmesi câiz değildir. İbn Abbas da aynı şeyi vurgulamış ve şöyle demiştir: "Kur'ân, abdestte (ayakların) meshini indirmiştir."

    Ayakların mesh edilmesi gerektiği, Selef'ten (geçmiş İslamî şahsiyetlerden) de bir çoğunun görüşüdür; Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, Hasan, İkrime, Şa'bî ve diğer bazıları gibi. Taberî'nin de görüşü bu yöndedir. Bu konuda bir çok hadis de nakledilmiştir.

    Mesela Hemmâm kanalıyla, İshâk b. Abdullah b. Ebî Talha'dan, o da Ali b. Yahyâ b. Hallâd'dan, o da babasından, o da amcası Rufâa b. Râfi'den şöyle rivâyet etmiştir: "Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Hiç şüphesiz sizlerden birisi abdestini güzelce Allah'ın emrettiği şekilde olmadığı müddetçe namazı doğru olmaz; şöyle ki yüzünü ve dirseklere kadar ellerini yıkar, sonra da başını ve iki mafsala kadar ayaklarını mesh eder."

    Yine İshâk b. Raheveyh, İsâ b. Yunus'tan, o da A'meş'ten, o da Abd-ü Hayr'dan, o da Hz. Ali'den şöyle rivâyet etmiştir: "Ben, iki ayağın alt kısmını mesh etmenin, üst kısmını mesh etmekten daha evla olduğunu düşünürken, Resulullah'ı, onların üst kısmını mesh ederken gördüm."

    İbn Hazm, âyetten meshin anlaşılması gerektiği hususunda yaptığı ve sadece bir kısmını naklettiğimiz bu detaylı açıklamanın ardından, yine maalesef çoğu Ehl-i Sünnet âlimleri gibi, bazı hadislerden vazgeçemeyip ayakların yıkanması gerektiğine hükmetmiştir. O, özellikle önceden de nakledip tahlilini yaptığımız "Vay topuklara ateşten" hadisine takılarak, "Bu hadiste, âyette söylenenden öte bir mana (ayakların yıkanması gerektiği) vurgulanmaktadır. O halde bu hadis, âyeti nesh eder" demiştir.[78]

    O, diğer bir kitabında ise abdest âyeti hakkında benzer açıklamaları yaptıktan sonra şöyle demiştir: "Ancak sünnet, ayakların yıkanması gerektiğini açıkladığı için, "(Âyetle beyan edilen) ayakların meshi hükmü nesh edilmiştir" demek doğru olur."[79]

    Gördüğünüz gibi İbn Hazm'ın da âyetin açık hükmünden vazgeçmesinin asıl nedeni, nakledilen bazı rivâyetlerdir. O, özellikle "Vay topuklara ateşten" hadisini ön plana çıkarmış ve böylece âyetin hükmünün bunlarla nesh edildiğine hükmetmiştir.

    Biz daha önce bu hadisin muhtevası ve muradı üzerinde durarak gereken açıklamayı yapmış ve o hadisin yıkamaya delil olamayacağını delilleriyle ortaya koymuş olduğumuz için, burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.

    Hadislerle âyetin hükmünün nesh edildiği hususuna gelince, bunu da geniş bir şekilde ele alıp, böyle bir şeyin doğru olduğunu kabul etsek dahi, abdest âyeti konusunda bunun geçerli olamayacağını, yine delilleriyle ortaya koymuş ve demiştik ki: "Burada illa da bir neshden söz edilecekse, âyetin, söz konusu hadislerin hükmünü nesh ettiğini söylemek daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Zira abdest âyetini de içine alan "Mâide" suresi, kaynakların da ifade ettiği gibi, Resulullah'a inen en son suredir ve onun hiçbir âyeti nesh edilmemiştir. O halde hadisler de dahil, hiçbir şeyin, onun âyetlerini nesh ettiği söz konusu değildir. Böyle olunca da, bugün bu surenin âyetlerine muhatap olan her Müslüman'ın, abdest alırken ayaklarını mesh etmesi gerekir.

    Böylece Allah-u Teâlâ'nın sonsuz lütuf ve yardımıyla bu konuyu, hem Kur'ân, hem Sünnet ve hem de lügat ve Nahiv kuralları açısından incelemiş ve bu konuda bir çok sahabî, tabiî ve İslâm âliminin görüşlerini ortaya koyarak, gücümüz ölçüsünde onları tahlil etmiş bulunuyoruz. Bize bu imkanı bahşeden Rabbimize sonsuz hamd u senâlar olsun.


    1- Tefsir-ül Kur'ân-il Azim (İbn Kesir), C.2, S.45. Şia hakkında bu ağır ithamda bulunan İbn Kesir, bu sözlerinden sadece birkaç satır sonra, ayakların mesh edilmesi görüşünde olan en az on sahabîden bahsetmektedir!! Kim bilir, belki söz konusu sahabîler de Şia'nın sinsi planlarıyla yollarını şaşırmış ve ayaklarını yıkama yerine meshetmişlerdir!!

    2- Hâşiyet-üş Şehâb, Ale-l Beyzâvî (Şehâb-ül Hafâcî), C.3,S.221.

    3- Bu konuda tefsir kitaplarına, ör. Fahrettin Râzî / Tefsir-i Kebir - Tefsir-i Taberî, abdest âyetinin tefsiri bölümüne bakabilirsiniz.

    4- Bu konuda muteber sayılan temel Nahiv kaynaklarına, ör. mezhep olarak da Sünnî olan "İbn Hişâm"ın Nahiv ilminde yazdığı en eski ve meşhur kaynaklardan biri "Muğn-il Lebib" 4. bâbına bakabilirsiniz. Bu kitapta atfı üç kısma ayırarak, bunlardan birisinin de mahalle atıf olduğunu kaydetmekte ve şu örneği vermektedir: "Leyse Zeydun bi-kâimin ve-lâ kâiden." Bu örnekte "Kâiden" kelimesi, "Bi-kâimin" kelimesinin mahalline atfedilmiştir.

    5- İbn Hazm'ın bu sözü için bakın: El-İhkâm-u Fî Usûl-il Ahkâm, C.1, S.510, (Dâr-ül Cil Yayınevi, Beyrut, 1407 H.).

    6- Kenz-ül Ummâl, C.6, S.429, Hadis: 26822- Sünen-i İbn Ebî Şeybe- Müsned-i Ahmed b. Hanbel- Târih-i Buhârî- Müsned-ül Adenî- Misbâh-üs Sünne (Bağavî)- Müsned-i Bâverdî- El-Mu'cem-ül Kebir (Tabarânî)- Câmi-u Ebî Nuaym.

    7- El-İsâbe (Dâr-ül Fikr Yayınevi), C.1, S.185.

    8- El-Müsannaf (Dâr-üt Tâc Yayınevi), C.1, S.16.

    9- Tehzib-üt Tehzib (Dâr-ül Fikr Yayınevi), C.8, S.105, C.11, S.227.

    10- El-Müsannaf, C. 1, S. 16- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.1, S.337- Mecme-üz Zevâid -heysemi.

    11- Hadisin senedinde yer alan Muhammed b. Bişr, Said b. Ebî Urube, Katâde, Mûslim b. Yesâr ve Hamran'ın için Zehebî'nin "Siyer-u A'lâm-in Nûbelâ kitabının (Müesseset-ür Rısâle baskısı) C.9, S.265, C.6, S.413, C.5, S.269, C.4., S.510, C.4, S.182. bakınız.

    12- Câmî-ül Beyân (Dâr-ül Ma'rifet Yayınevi), C.5, S.86.

    13- Bu konuda Takrib-üt Tehzib C.11, S.54, C.2, S.378, C.2, S.23.bakınız.

    14- Müsned-i Ahmed b. Hanbel (Dâr-üs Sâdır Yayınevi), C.1, S.158.

    15- Tehzib-ül Kemâl (Müzzî) (Müesseset-ür Risâle Yayınevi), C.2, S.904, C.4, S.540, Tehzib-üt Tehzib, C.10, S.278, C.6, S.377.

    16- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.1, S.95.

    17- Siyer-u A'lâm-in Nübelâ, C.9, S.140, C.5, S.392, Takrib-üt Tehzib, C.1, S.331, C.6, S.113.

    18- El-Müstedrek-u Ala-s Sahihayn (Hâkim Nişâburî), C.1, S.241. Aynı yerde benzer muhtevayı içeren birkaç hadis daha nakledilmiştir ki isteyenler oraya mürâcaat edebilirler.

    19- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.5, S.342.

    20- Siyer-u A'lam-in Nübelâ, C.9, S.98, C.4, S.372 ve 45.

    21- Üsd-ül Gâbe (Dâr-üş Şa'b Yayınevi), C.6, S.46.

    22- Ed-Dürr-ül Mensur /Suyutî C.3, âyetin tefsiri

    23- Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle nakledilmiştir: "Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; birisi Allah'ın kitabı (Kur'ân), diğeri itretim- Ehlibeyt'im; bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla delalete düşmezsiniz. Onlar (Kevser) havuz başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Bakın, benden sonra onlara nasıl davranacaksınız."

    Sekaleyn (iki değerli emanet) hadisi olarak meşhur olan ve sadece Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Sahih-i Müslim başta olmak üzere takriben 39 senetle nakledilen bu hadis, hadis âlimleri tarafından "mütevâtir olarak kabul edilmektedir. Ehl-i Sünnet'in önemli hadisçilerinden İbn Hacer, tek başına bu hadisi 27 senetle nakletmiştir. Ehlibeyt kanalıyla ise 82 senetle nakledilmiştir.

    "Benim Ehlibeyt'im, Nuh'un gemisine benzer; ona binen kurtulur, binmeyen boğulur, helak olur."

    Bu hadisi nakleden Ehl-i Sünnet kaynaklarından bazıları şunlardır: Müstedrek-üs Sahihayn (Hâkim Nişâbûrî), C.3, S.163, Hadis: 4720, C.2, S.343, Câmi-üs Sağir (Suyûtî), C.2, S.533, Hadis: 8162, Ferâid-üs Simtayn (Hamevî), C.2, S.246, Hadis: 519, Yenâbi-ül Meveddet (Kundûzî), C.1, S.94, Hadis: 5.

    "Benim Ehlibeyt'imi aranızda, bedendeki baş ve baştaki iki göz yerine koyun. Başsız bir beden hedefe ulaşamayacağı gibi, gözsüz bir baş da muradına eremez"

    Bu hadisin nakledildiği bazı Sünnî kaynaklar şunlardır: Mecme-üz Zevâid, C.9, S.172, İs'âf-ür Râğibin, S.114, Raşfet-üs Sâdî, S.91, Eş-Şeref-ül Müebbed, S.31.



    24- El-Kâfî / Kuleynî, C.3, S.8- 9- Vesâil-üş Şia / Âmilî C.1, S.272- Et-Tehzib / Tusî C.1, S.63- 92, El-İstibsâr / Tusî C.1, S.64, İlel-üş Şerâyi / Saduk S.289.

    25- El-Muğnî (İbn Kudâme), (Âlem-ül Kütüp Yayınevi-Beyrut), C.1, S.132.

    26- El-Muğnî (Âlem-ül Kütüp Yayınevi-Beyrut), C.1, S.132, Müsned-i Ahmed, C.6, S.358, Sünen-i Dârekutnî, C.1, S.95, Sünen-i Beyhakî, C.1, S.72.

    27- Sünen-i İbn Mâce, C.1, S.156, Hadis: 458, El-Musannaf (İbn Ebî Şeybe), C.1, S.32, Hadis: 14, Ed-Dürr-ül Mensur Tefsiri (Suyutî), C.2, S.262.

    28- Tefsir-i Taberî, C.6, S.82, Tefsir-i İbn Kesir, C.2, S.44, El-Muğnî, C.1, S.132

    29- Ed-Dürr-ül Mensur, C.2, S.262, El-Câmi-u Li-Ahkâm-il Kur'ân (Kurtubî), C.6, S.92, Tefsir-i İbn Kesir, C.C.2S.44, Tefsir-ül Hâzin, C.,1 S.435.

    30- Şerh-u Maân-il Ahbâr, C.1, S.35, El-Musannaf (Abdurrazzâk), C.1, S.21, El-Musannaf (İbn Ebî Şeybe), C.1, S.31.

    31- El-Musannaf (Abdurrazzâk), C.1, S.18, Ahkâm-ül Kur'ân (Cessâs), C.2,S.345, El-Musannaf (İbn Ebî Şeybe), C.1, S.30, Tefsir-i Taberî, C.6, S.82.

    32- El-Musannaf (Abdurrezzâk), C.1, S.18, Tefsir-i Taberî, C.6, S.82 Tefsir-i Kurtubî, C.6, S.92 Tefsir-i Kebir (Fahr-i Râzî), C.11, S.161, Ahkâm-ül Kur'ân (Cessâs), C.2, S.345, El-Fakih-u Vel-Mütefakkıh (Hatip),C.1, S.76.

    33- Tabakât (İbn Sa'd), C.6, S.275.

    34- Ed-Dürr-ül Mensur, C.2, S.262, El-Musannaf (İbn Ebî Şeybe), C.1, S.30, Tefsir-i Taberî, C.6, 82- 83, El-Musannaf (Abdurrezzâk), C.1, S.19.

    35- Tefsir-i Taberî, C.6, S.82.

    36- Tefsir-i Taberî, C.6, S.82.

    37- Tefsir-i Taberî, C.6, S.82.

    38- Tefsir-i Taberî, C.6, S.83.

    39- Tefsir-i Taberî, C.6, S.83.

    40-Tefsir-i Taberî, C.6, S.83.

    41- Daha önce naklettiğimiz 8. Hadis ve kaynaklarına bknz.

    42- Daha önce naklettiğimiz 1. Hadis ve kaynaklarına bknz.

    43- Daha önce naklettiğimiz 5. Hadis ve kaynaklarına bknz.

    44- Daha önce naklettiğimiz 6. Hadis ve kaynaklarına Mürâcaat edin.

    45- Tefsir-i Kebir (İmâm Fahr-i Râzî), C.11, S.161.

    46- Mesâil-ün Nâsıriyyât (Seyyid Murtazâ), S.120.

    47- Sahih-i Buhârî, C.1, S.42, (Abdest Kitabı, Ayakları Yıkama Bâbı). Bu hadis, Amr, Âişe ve Ebu Hureyre'nin rivâyetinde geçmiş, Buhârî ve Müslim'in şartına göre de sahihtir.

    48- Sünen-i İbn Mâce, C.1, S.170 (Ayakların Yıkanması Bâbı).

    49- Mizân-ül İ'tidâl (Zehebî), C.4, S.519.

    50-Zehebî, "Mizân"ının Künye babında, (C.4, S.489) sadece Ebu İshâk'ın Ebu Hayye'den, "Ali (a.s) abdestte başını meshetti ve ayaklarını mafsala kadar üç defa yıkadı" diye naklettiğini zikretmektedir.

    51- Mizân-ul İ'tidâl ve diğer teracim kitaplarında, Ebu İshâk'ın ismi, Amr bin Abdullah-i Sebîî diye zikredilmiştir. Bu söz, onun hal tercemesinde mezkurdur.

    52- Zehebî, Mizân-ul İ'tidâl'da bunu açıklamıştır.

    53- Hatta Ahmet bin Hanbel şöyle demiştir: "Züheyr bin Muaviye'nin, Ebu İshâk'ın ömrünün sonlarında ondan naklettiği hadisler zayıftır, onun dışındaki şeyhlerinden naklettiği hadisler sağlamdır." Ebu Zer'a da şöyle demiştir: "Züheyr bin Muaviye sıkadır; sadece sorunu şudur ki, Ebu İshâk’ın hafızası karıştıktan sonra ondan hadis nakletmiştir. Zehebî, Ahmed ve Ebu Zer'a'dan bu sözleri naklettikten sonra şöyle diyor: "Ebu İshâk'ın hadisleri, kendi şahsından dolayı zayıftır, ondan (Züheyr bin Muaviye'den) dolayı değil."

    54- El-Câmi-u Li-Ahkâm-il Kur'ân, C.6, S.31.

    55- El-Burhân Fî Ulûm-il Kur'ân, C.1, S.194.

    56- El-Müstedreku Ala-s Sahihayn (Hâkim Nişâburî), C.2, S.311. Mâide Suresinin Tefsiri.

    57- Kenz-ül Ummâl, C.1, S.179, Hadis: 907.

    58- Ehlibeyt İmâmları, ayakların meshedilmesinin farz olmasında icmâ' etmişlerdir. Bu konuda, Vesâil-üş Şia ve diğer fıkıh ve hadis kitaplarına bakabilirsiniz.

    56- Kenz-ül Ummâl, C.5, hadis: 2213.

    60-Kenz-ül Ummâl, C.5, hadis: 221. Şia’nın büyük şahsiyetlerinden olan Bahr-ul Ulum, Fıkhî Menzumes'inde (Dürret'ün Necef) şöyle der:

    İnne'l-vudue gasletâni indenâ

    Ve meshatâni ve'l-Kitâbu meenâ

    Fel-ğaslu lil-vechi ve lil-yedeyni

    Vel-meshu lir-re'si ve lir-ricleyni

    "Abdset bizim yanımızda iki yıkayış ve iki meshediştir; Kur'ân da bizim görüşümüzü teyit etmektedir. İki yıkayış yüz ve kollardır, iki mesh de baş ve ayaklardır."

    61- Sünen-i İbn Mâce, C.1, S.156, Hadis: 458.

    62- Bundan dolayı, ziraat vb. işlerde yalın ayak çalışan Caferî mezhebine bağlı işçi ve çiftçiler, abdest almak isterken önce ayaklarını yıkayıp temizlerler. Daha sonra yüz ve kollarını yıkayıp kuru ve temiz ayaklarının üzerini elin ıslaklığıyla meshederler.

    63- Şeyh Sadûk, sahih senedle A'yen'in oğullarından naklettiği hadiste onlar İmâm'a: Ka'beyn neresidir? diye sorduklarında, İmâm (a.s) bacakla ayağın arasındaki mafsala işaret ederek işte burasıdır buyurmuştur.

    64- Şeyh Sadûk, İmâm Muhammed Bâkır'dan şöyle rivâyet etmiştir: İmâm Bâkır (a.s), Hz. Resulullah'ın nasıl abdest aldığını naklederken, "Başının ön kısmını ve ayaklarının üstünü bacağın mafsalına dek meshediyorlardı." buyurdu.

    65- Bazıları ayakların ayağın üzerindeki kabarmış kemiğe k'ab demişlerdir. Ama ayakla bacağın arasınaki mafsalın k'ab olması, daha güçlü ve ihtiyata daha uygundur.

    66- Lugat sözlükleri, bunu açıkça bildirmektedir. İsteyen, sözlüklere bakabilir.

    67- Muhammed bin Hasan-üş Şeybânî ve Esmaî; "Abdest âyetindeki "ka'b" bacağın alt kısmındaki yuvarlak kemikten ibarettir" diyorlar. Asmaî şunu da sözüne ekliyor: "Ayağın iki tarafında bulunan çıkıntılı kemiğe Araplar "mincemeyn" diyorlar."

    Fahr-i Râzî, bunların görüşünün, İmâmiyye'nin görüşü olduğunu zannetmiş ve onların reddinde şöyle demiştir: "Eğer âyetteki "ka'b" bacağın alt kısmındaki yuvarlak kemik olursa, bu gizli bir şeydir, onu ancak cerrahlar bilebilir. Ama ayağın iki tarafındaki iki çıkıntı herkes için malumdur. Şer'î hükmün mevzusu ise açık olmalıdır, gizli değil."

    Cevap: Fahr-i Râzî, İmâmiyye’nin mafsala dek ayaklarını meshettğini gördüğünden, Şeybânî ve Esmaî'nin görüşünü İmâmiyy'enin (Caferî Mezhebi'nin) görüşü olarak zannetmiştir. Ama "ka'b" kelimesinin İmâmiyye'nin yanında, herkes için malum olan mafsalın kendisi olduğunu anlayamamıştır.

    68- El-Menâr Tefsiri (Tantâvî), C.6, S.234.

    69- Feğsilu'nun "Ercülekum"un âmili olması kesinlikle câiz değildir. Çünkü o zaman "Ercülekum"un, "Vucuhekum"un yerine atfedilmesi gerekir. Bu da lügat alimlerinin ittifakıyla doğru değildir. Çünkü matufla matufunaleyh arasında bir cümlenin fasıla olması dil kuralları yönünden câiz değildir.

    70-Önceden açıkladığımız gibi, "Ercülekum"un birden fazla âmili olamaz; o âmil de "Vemsehu"dur.

    71- Tefsir-i Kebir, C.3, S.370, (Mâide suresindeki abdest âyetiyle ilgili bahis).

    72- Gunyet-ül Mütemelli'il-Kebir (Şeyh İbrâhim Halebî), S.16. (Bu kitap "Halebî Kebir" diye de meşhurdur.)

    73- Şerh-i Sünen-i İbn Mâce, C.1, S.88, (Gasl'ül-Kadameyn konusu). Fahr-i Râzi, Halebî ve Sindî'nin sözünü te'yid ve tasrih eden bilginler oldukça çoktur.

    74- Gördüğünüz gibi mezhebini Kur'ân'dan istinbat edeceğine, Kur'ân'ı kendi isteği doğrultusunda yorumlayıp mezhebine tatbik ediyor!

    75- El-Keşşâf Tefsiri, (Dâr-ül Ma'rife Yayınevi-Beyrut), C.1, S.326.

    76- El-Câmi-u Li-Ahkâm'il-Kur'ân (Dâr'ül-Fikr Yayınevi), C.6, S.92.

    77- El-İtkân (Emir Yanınevi), C.2, S.313.

    78- El-Muhallâ, C.2, S.56.

    79- El-İhkâm Fî Usul'il-Ahkâm, C.1, S.510.

    Yorum


      #3
      Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

      1-Ayakları meshetmek farz, yıkamak sünnettir görüşüde vardır

      2-Yıkamak zaten meshide kapsamaktadır

      3-Caferiler ayaklarını tamamen meshetmiyorlar, sadece üstünü meshediyorlar buda eksiktir.

      Yorum


        #4
        Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

        [quote author=Barış87 link=topic=17621.msg107052#msg107052 date=1286581418]
        1-Ayakları meshetmek farz, yıkamak sünnettir görüşüde vardır

        2-Yıkamak zaten meshide kapsamaktadır

        3-Caferiler ayaklarını tamamen meshetmiyorlar, sadece üstünü meshediyorlar buda eksiktir.
        [/quote]

        Bunlar sizin düşünceniz değerli kardeş! Bunların cevabı da yukarıda mevcut idi. Hem Kurani deliller hemde Sahih hadis ve rivayetler doğrusunun Şia'nın yaptığı ayakları mesh etmektir. Yıkamak değil. Şia'da yıkamak meshi kaplamaz. Ve ayrıca siz mesh etmekten ne anlıyorsunuz? 3. şıkda verdiğiniz örneğe bakarak acaba başımızında sadece üstünü değil de boyun arkasına kadar mı veya kulak diplerine kadar mı mesh etmemiz gerekir? İyi de bu mesh olmakdan ziyade yıkamak olmaz mı?

        Yorum


          #5
          Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

          http://www.velayet.com/index.php?topic=2903.0

          biz bunu daha önce tartışmıştık. tekrar ordan buraya mı aktaralım. Yoksa link yeterli mi? sonra tekrar ediyorsun diye editlenmeyelim...
          Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
          Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

          Yorum


            #6
            Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

            bir de makale ekleyeyim müsadenizle.

            İslâm Tarihinin en büyük müfessirlerinden biri olan İbn Cerîr et-Taberî, abdest ayetinin yorumunda, kimi müfessirler tarafından yanlış anlaşılmıştır. Bunlardan birçoğu, onun abdest alırken ayakları yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bıraktığını, dolayısıyla Şîa paralelinde bir görüş beyan ettiğini söylemişler ve onu töhmet altında bulundurmuşlardır. Oysa Taberî, ayakları sadece yıkama veya sadece meshetmenin yeterli olamayacağına, aksine her iki işlemin birden yapılması gerektiğine işaret etmiştir. Yani ayakların tümünü su ile ıslatarak el ile de meshedilmesini / ovalanmasını gerekli görmüştür.

            Abdest ayetinin anlaşılmasında, yorumlanmasında ve gramatikal açıdan tahlilinde Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında kayda değer bir anlaşmazlık yoktur. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet ile İmamiyye Şi‘ası arasında büyük bir anlaşmazlık söz konusudur. İmamiyye, abdest ayetinden ayakların meshedilmesinin farz olduğu hükmünü çıkarırken(1), Ehl-i Sünnet, aynı ayetten ayakların yıkanmasının farz olduğu hükmünü çıkarmaktadır.

            Bu da, birinci derecede abdest ayetindeki(2), “ercül” kelimesinin fetha ve kesre ile iki şekilde okunmasına; ikinci derecede ise, “kâ‘beyn” kelimesine yüklenilen anlama dayanmaktadır. Zira Ehl-i Sünnet alimleri, “kâ‘beyn” kelimesine ayak ile baldır arasında her iki taraftan dışa doğru çıkık iki kemik anlamını yüklerken(3), İmamiyye ayağın üstündeki kubbemsi kemikler olduğu anlamını yüklemektedir(4).

            Bu konuyu tartışırken maksadımız, Ehl-i Sünnet ile Şi‘î mezhepleri arasındaki ihtilâfları gündeme getirmek ve bu konuyu derinlemesine incelemek değildir. Çünkü bu, birçok araştırmacı tarafından detaylı bir şekilde işlenmiştir(5). Bizim buradaki asıl maksadımız, konuyu sadece Taberî bağlamında ele alarak, sırf onun bu konudaki görüş ve düşüncelerini net bir biçimde ortaya koymak olacaktır. Zira abdestte ayakların meshedilmesi gerektiğini savunan fakih ve müfessirler, ondan kendilerine delil getirdikleri gibi, yıkamayı savunanlar da, “Taberî, ayakları yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bırakmıştır”(6) diyerek aynı şekilde onu töhmet altında bulundurmuşlardır.

            Dolayısıyla çalışmanın sınırlarını zorlamadan belirli bir sistematik içerisinde Taberî’nin görüşlerini aşağıdaki konular çerçevesinde izah etmeye çalışacağız:

            1. Abdestte meshetmekten ne anladığını;

            2. Yukarıda belirtildiği üzere, bir takım kimselerin, “Taberî, ayakları yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bırakmıştır,” şeklindeki sözlerinin gerçeği yansıtmadığını, başka bir deyişle onun böyle bir görüşünün olmadığını;

            3. İmamiyye’nin, ayağın sadece üst kısmının meshedilmesinin farz olduğu tezine karşı çıkarak, Ehl-i Sünnetin, ayağın yıkanması gerektiği görüşünü de, yeterli bulmayarak, ayağın tümünün su ile meshedilmesinin(7) farz olduğunu;

            4. Bazılarının, o, “ılımlı bir Zeydî idi”(8) ya da, “Şi‘î idi” şeklindeki sözlerinin de gerçek olmadığını;

            5. Ayrıca Taberî’nin “ercül” kelimesinde kesre okuyuşu tercih edip, yıkama ve mesh konusunu ayetin lafzına uyarak makul bir biçimde cem ettiğini.

            Söz konusu Mâide Sûresi 6. ayetinin meali şu şekildedir: “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı meshedin (ıslak elle silin) ve ayaklarınızı da topuklarınızla beraber yıkayın...”

            Buradaki ihtilâf, “ercül” kelimesinin mütevâtir olarak, fetha ve kesre ile iki farklı biçimde okunmasından kaynaklanmaktadır.

            Taberî’nin açıklamasına göre, Hicaz ve Irak kurrâsından bir topluluk kelimeyi fetha ile “ercüle”, diğerleri ise, kesre ile “ercüli” şeklinde okumuşlardır(9). Fetha okuyanlara göre, ilgili bölüm “ercüle” kelimesi, “vücûhe” kelimesi üzerine atfedilmiş olup, anlamı: “...yüzünüzü, dirseklere kadar ellerinizi ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız...” demektir. Cümle içerisinde “ercül” kelimesi her ne kadar lafız yönünden sonra olsa da, anlam yönünden öncedir. Bu okuyuşa ve bu izah tarzına göre, Allah (c.c.), ayakları meshetmeyi değil, yıkamayı emretmiştir. Farz olan ayakları yıkamaktır. Dolayısıyla çıplak ayaklar üzerine mesheden kimse abdest almış sayılmaz(10).

            Taberî, önce bu okuyuş tarzını, bu hususta varid olan hadîsleri ve bu yorumu ön gören Sahabe sözlerini ve ileri sürdükleri delilleri açıklar. Buna göre: Hz Ömer, Hz. Ali, İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs, Abdullah b. Ömer, Ömer b. Abdülaziz, İbrahim en-Nehaî, Urve b. ez-Zübeyr, Atâ, A‘meş, Mâlik b. Enes, ve Dahhâk gibi Sahâbî ve Tâbi‘în’in her birinden ayrı olarak rivâyet ettiği haberlerde, abdest alırken ayakları yıkamanın gerekli / farz olduğunu, söyler. Bu rivâyetlerden bir kısmını aşağıda zikredeceğiz(11).

            Taberî’nin anlattığına göre, Ebû Kılâbe şöyle diyor: “Bir adam abdest aldı, ayağının üzerinde tırnak kadar kuru bir yer kaldı. Adam öylece namazını kıldı. Namazı bitince Ömer (r.a.) ona: “Abdestini yeniden al ve namazını iade et” dedi(12).

            Müslim ise, Hz. Ömer’den aynı hadîsi şu şekilde rivâyet etmektedir: “Bir adam abdest aldı, ayağının üzerinde tırnak kadar kuru bir yer kaldı. Hz. Peygamber onu gördü ve şöyle dedi: “Geri dön ve abdestini güzelce al.” Adam geri döndü, yeniden abdestini tamamladı ve sonra namazını kıldı”(13). Aynı hadîs Enes b. Mâlik’ten de rivâyet edilmiştir(14).

            Bazı Sahabîlerden rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber, su isabet etmediğinden ayağının üzerinde bir dirhem kadar parlaklık bulunan bir kişinin, namaz kıldığını gördü. Ona, abdestini ve namazını iade etmesini söyledi(15).

            Kâsım b. Muhammed(16) diyor ki: “Ömer’in oğlu Abdullah mestlerini çıkarır, sonra abdest alırdı. Ayaklarını yıkar ve ellerini ayak parmaklarının arasından geçirirdi.” Hadîsin diğer varyantı şöyledir: Şeybe b. Nessâh şöyle diyor: “Mekke’de bir ara Kâsım b. Muhammed’le beraber bulundum. Abdest aldığı zaman ayaklarına su döker ve ellerini ayak parmaklarının arasından geçirirdi. Ona, neden böyle yapıyorsun? diye sorduğumda, “Ömer’in oğlu Abdullah’ın böyle yaptığını gördüm” diye cevap verdi(17).

            Abdülmelik, Atâ’nın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Ben çıplak ayak üzerine mesheden bir kimseyi daha görmedim”(18).

            A‘meş şöyle demiştir: “Abdullah (İbn Mes‘ûd)’ın arkadaşları hep “ercüle” şeklinde okurlar ve bu okuyuşa göre de ayaklarını yıkarlardı”(19).

            İbn Abdi Hayr babasından şöyle rivâyet etmiştir: “Ali (r.a.)’yi gördüm. Abdest aldı ve ayağının sırtını / üst kısmını yıkadı. Sonra da şöyle dedi: “Eğer Resûlüllah’ın böyle yaptığını görmeseydim, ayağın içinin / tabanının, yıkamaya daha layık olduğunu düşünürdüm”(20). Bilindiği üzere Şi‘a mezhebi mensupları, ayakları yıkamayıp sadece üst kısmını meshederler.

            Ebû Abdurrahmân (es-Sülemî), Hz Ali’den; İkrime, Abdullah b. Abbâs’tan; Hişâm b. Urve, Urve b. ez-Zübeyr’den; Zirr b. Hubeyş, İbn Mes‘ûd’dan rivâyet ettikleri haberlerde, mezkûr zatların “ercüle” şeklinde fetha ile okuduklarını ve böylece ayette, ayakların yıkanmasının emredildiğini söylemişlerdir(21).

            Eşheb diyor ki: “Mâlik’e bu ayetin “ercüle” mi, yoksa, “ercüli” şeklinde mi okunduğu soruldu.” O: “Bu ayet, ayakları meshetmeyi değil, yıkamayı ifade eder; ayaklar meshedilmez, sadece yıkanır” diye cevap verdi. Yine ona soruldu ki: “Ne dersin, bir kimse ayağını meshedecek olursa, onun için yeterli olur mu?” O, buna da, “hayır” dedi(22).

            Taberî’nin yukarda zikrettiği haberlerden ve açıkladığı görüşlerden, gerçekte bu okuyuşta, ayakları yıkamanın farz olduğu açıkça anlaşılmakta olup ayakların meshedilmesine dair en ufak bir belirti yoktur. Zaten cumhur-i ulema, ayakların yıkanmasında ittifak etmiştir(23).

            Esasen ayakları yıkama veya meshetme hususundaki ihtilâf, kesre okuyuşta ortaya çıkmaktadır. Şimdi bu okuyuşu ve bu konudaki ihtilâfları özetlemeye çalışalım:

            Taberî’nin belirttiğine göre, Hicaz ve Irak kurrâsından bazıları da, -yukarda da ifade edildiği gibi- kelimeyi “lam” harfinin kesresi ile “ercüli” şeklinde okumuşlardır. Bunlara göre “ercül” kelimesi daha önce zikri geçen “Vemsehû bi-rüûsiküm ...başlarınızı meshediniz” şeklinde geçen ifade üzerine atıftır, dolayısıyla onun hükmüne tabidir. Buna göre mana: “...yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başınızı ve ayaklarınızı da topuklara kadar meshediniz” şeklinde olur(24). Yani Allah Teâlâ, ayetteki bu okuyuş ile, abdest alırken ayakların yıkanmasını değil, meshedilmesini emretmiştir(25).

            Sahabeden Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik; Tabi‘înden de, İkrime, Ebû Ca‘fer, Âmir eş-Şa‘bî, Alkame, Mücâhid ve Dahhâk gibi zatlar da, bu görüşü nakletmişlerdir. Şimdi de, bu kırâat şekli ve bu mana ile ilgili Taberî Tefsîr’inde geçen bazı haberleri aktarmaya çalışalım.

            İkrime, Abdullah b. Abbâs’ın, “abdest, iki azayı yıkama ve iki azayı da meshetmektir” dediğini nakletmiştir(26).

            Musâ b. Enes, Enes’e “Ey Ebû Hamza! Haccâc bize Ehvaz denilen yerde hutbe okudu, temiz olmaktan bahsetti ve bize: “Yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın. Başınızı meshedin, ayaklarınızı da. Şüphesiz, ayaklar, insanoğlunun pisliklere en yakın azasıdır. Onların altlarını üstlerini ve ökçelerini yıkayın.” (Bu ifadeden anlaşıldığına göre, Haccâc, fetha kıraâtı tercih etmiş ve ayakların yıkanmasına işaret etmiştir.) Bunun üzerine Enes, biraz kızarak: “Allah’ın sözü doğrudur. Haccâc ise, yalan söylemiştir. Zira Allah: “Başınızı meshedin ve ayaklarınızı da” diye buyurdu. (Enes bu sözüyle ayakların meshedilmesine işaret etmiştir.) Mûsâ diyor ki: “Enes ayaklarını meshederken onları ıslatırdı”. Hadîsin Humeyd’den rivâyet edilen bir varyantı ise, şöyledir: “Mûsâ b. Enes dedi ki: “Haccâc bir hutbe irat etti ve şöyle dedi: Yüzünüzü, ellerinizi, ayaklarınızın altını ve üstünü topuklara kadar yıkayın. Pisliklerden korunmanızın en azı budur.” Bunun üzerine Enes, Allah doğru, Haccâc ise, yalan söylemiştir. Çünkü Allah Teâla, ‘Başınız ve topuklara kadar ayaklarınızı meshediniz’ diye buyurmuştur” dedi(27).

            Ayrıca, Enes’in, “Kur’ân, ayakların meshedilmesi hükmünü indirdi. Sünnet olan ise, onu yıkamaktır;” dediği de rivâyet edilmiştir(28).

            Şa‘bî’ye göre de, Yüce Allah, abdest alırken yıkanmasını emrettiği organlardan el ve yüzün, teyemmüm ederken meshedilmesini emretmiş; abdest alırken meshedilmesini emrettiği iki organın ise, (baş ve ayakların) teyemmüm ederken terk edilmesini emretmiştir(29)

            Bu iki farklı açıklamadan sonra, Taberî, her konuda olduğu gibi burada da, kendi görüş ve tercihlerini delilleriyle ortaya koyarak şunları zikreder:

            “Bize göre, bunlardan doğruya en yakın olanı, Allah Teâlâ’nın, abdest alırken “iki ayağın tümünün su ile meshedilmesini” emrettiğini söyleyen görüştür. Nitekim teyemmümde de, yüzün bir bölümünü değil, tamamının meshedilmesini emretmiştir. Abdest alan kimse, ayaklarının tümünü su ile meshettiği takdirde, kendisine “mesheden” denildiği gibi, “yıkayan” da denir. Zira iki ayağı yıkamak, onların üzerine su akıtmak veya onları suya sokmakla gerçekleşir. Meshetmek ise, elleri onların üzerine sürmekle gerçekleşir. Dolayısıyla bir kimse ayaklarına bu iki şeyi birden yapacak olursa, ona hem “yıkayan” hem de “mesheden” denir”(30).

            Ayakları yıkayanlar, ayakların meshedilmesi konusunda gelen haberleri, diğer görüşte olanlar ise, yıkama ile ilgili haberleri göz ardı etmişlerdir(31).

            Taberî’ye göre, buradaki mesh ifadesi, umumî ve hususî olmak üzere iki anlam içermektedir. Hususî anlamıyla ayakların bir bölümünü (sadece üst kısımlarını)(32), umumî anlamıyla da, ayakların tümünü meshetmeyi içerir. Taberî sözlerine devamla şöyle demektedir: “Ayetten kastedilen asıl anlam, ayakların tümünün su ile meshedilmesidir. Bu itibarla ayaklarını elleri ile meshetmeksizin / ovalamaksızın sadece onlara su dökmek veya onları suya sokup çıkarmak yeterli değildir.”(33).

            Taberî, nasb ve cer okuyuşun ve ondan çıkan hükümlerin doğruluğunu beyan ederken, şöyle bir sentez yapmaktadır: “Nasb okuyuş doğrudur, zira bunda ayakların tümünün üzerine su dökmek anlamı vardır. Cer okuyuş da doğrudur, zira bunda da ellerle ayakları meshetme anlamı vardır(34). Görüldüğü üzere, Taberî, her iki kırâatın tek hüküm ifade ettiğini beyan etmektedir ki, o da ayakların tümünün su ile meshedilmesidir. Yani ayaklar, hem hafifçe su ile ıslatılacak hem de ellerle ovalanacaktır.

            Süleyman Ateş, “Taberî, “ercüli” şeklindeki kırâatı tercih etmiş ve dolayısıyla bundan ayakları meshetmenin farz olduğunu anlamıştır, Ca‘ferî mezhebine mensup Şi‘îler de, bu şekilde anlamışlardır”(35) diyor. Sonra da şu açıklamalara yer veriyor: “Hiç şüphe yok ki Kur’an’ın emri meshtir. Farz olan budur. Mesh ıslak eli bir uzva hafifçe sürmek demektir. Bu, hafif yıkama sayılır. Mesh yapmakla Kur’an’ın emri yerine gelmiş olur. Ancak Allah’ın elçisi Kur’an’ın emrinden fazlasını da yapmış, her zaman olmasa da, çoğu kez ayaklarını yıkamıştır. Sıcak yerde ayakları yıkamak vücudu dinlendirir. Ayakları yıkamak farz değil, Peygamber (s.a.v.)’in sünnetidir”(36). Süleman Ateş, ayakları meshetmenin farz olduğunu söylemekle birlikte hududunu belirtmeyerek meseleyi muğlak bırakmıştır.

            Oysa Taberî’nin görüşlerinde Şî‘a’nın anladığı şekilde, meshetmeye cevaz verdiğine veya muhayyer bıraktığına dair en ufak bir belirti yoktur. Onun, her iki kırâatın doğru olduğunu söylemesi, sadece yıkamaya veya sadece meshetmeye müsaâde etmesi anlamına gelmemektedir. O, “Nasb kıraâtte ayakların üzerine su dökmek; cer kırâatte de, ayakların her tarafını su ile meshetmek anlamı vardır,”(37) diyerek her iki kırâatın hükmünü birleştirmiştir. Bir bakıma ayakların tümünün üzerine az su dökerek ovalanmasının gerekliliği üzerinde durmuş yani ayakları meshe benzer bir şekilde hafifçe yıkamayı savunmuştur.

            Ayakları yıkama ile ilgili bir takım haberler zikrettikten sonra da, şunları söylemiştir: : “Hz. Peygamber’den, abdestte ayakları su ile yıkama konusunda nakli sahih olarak gelen ve şöhret derecesine ulaşan hadîsler, ayakları yıkamama özrünü (mesh anlayışını) ortadan kaldırmıştır. Konu hakkındaki hadîsler o kadar kesin ve sağlamdır ki, yıkanması farz olan ayakların, bir kısmını yıkayıp, bir kısmını terk etmeyi mübah saymak doğru değildir.”(38).

            Taberî, görüşlerini açık bir şekilde ifade etmeye şöyle devam etmektedir: “Madem ki, “mesh” sözcüğünün, organın tümünü veya bir bölümünü meshetme olarak, iki anlamı vardır ve de (daha sonra) zikredeceğimiz deliller Allah Teala’nın buradaki “mesh” etmeden ayakların tümünün meshedilmesini kastettiğini göstermektedir. Öyleyse, bu ayetteki mesh ifadesi, hem yıkama hem de meshetmeyi kapsadığından “ercül” kelimesini iki şekilde okumakta sahihtir. Çünkü, ayakların tümünü su ile mesh etmede, onları yıkama; kişinin elini ayakları üzerinde gezdirmesinde de, meshetme anlamı vardır.”

            “Ancak her ne kadar iki kırâatta güzel ve doğru olsa da, benim daha fazla hoşuma giden, “ercüli” şeklinde kesre okunan kırâattır. Çünkü bu kırâata göre ayakların tümünün su ile meshedilmesi hükmü ortaya çıkmaktadır. Böyle bir meshetme şeklinde de, hem ayakları yıkama, hem de elleri ayaklar üzerinde gezdirmek suretiyle meshetme/ovalama vardır.”

            Diğer yandan, “ercül / ayaklar” kelimesi, “rüûs / başlar” ifadesinden sonra zikredilmiştir. Bu ifadeyi, daha önce zikredilen “eydiye / eller” üzerine atfedip bağlama yerine, yanı başında bulunan “bi-rüûsiküm” ifadesine atfetmek daha uygundur(39). İbn Teymiyye de seleften birçok alimin, buradaki meshten, yıkamayı anladıklarını vurgulamıştır(40).

            Taberî, “İhtilâfu Ulemâi’l-Emsâr”(41) adlı eserinde bütün büyük mezheb imamlarının görüşlerinden ve ihtilâflarından bahsettiği halde, İmam Ahmed b. Hanbel’in görüşlerine yer vermemiştir. Onu bir fakih değil, sadece bir muhaddis olarak algılamış dolayısıyla mezhep imamlığını da, kabul etmemiştir. Bu sebeple, Hanbelîler’in şiddetli hücumlarına maruz kalmıştır. Hanbelî sâlikleri, mesh konusunu bahane ederek, onu Şi‘îlik ve Zeydîlikle itham etmişlerdir(42). Ömer Nasuhi Bilmen, Zehebî’nin: “Onda bir şi‘îlik vardı” sözünü, Zehebî’nin, Hanbelî mezhebine bağlılığından ileri gelen duygusal bir yaklaşım olduğunu belirtir(43).

            Taberî’nin, ayağı, meshe benzer bir şekilde hafifçe yıkama anlayışını destekleyen birtakım deliller daha vardır. Şöyle ki:

            Abdestte azayı üç kere yıkamak sünnettir. Üçten fazla yıkamak ise, kimilerine göre tahrimen, kimilerine göre tenzihen mekruhtur(44). Bunun delili, “Kim bunu üçten fazla veya eksik yaparsa haddi aşmış ve zulmetmiş olur” hadîs-i şerifidir(45). İbn Mâce, Abdullah b. Amr b. Âs’tan şöyle rivâyet etmiştir: “Resûlüllah Sa‘d’ın yanına geldi. O, abdest alıyordu. Ona : “Bu ne israf böyle” dedi. Sa‘d: “Ey Allah’ın Resûlü abdestte israf olur mu?” diye sorunca, Resûlüllah: “Evet, akan nehirde bile olsa haram olur” diye buyurdu”(46).

            Rivâyet edildiğine göre, Abdullah b. Muğaffal, oğlunun: “Ey Allahım! Ben, seni ve Firdevs cennetini istiyorum” şeklinde dua ettiğini duyunca ona: “Allah’tan cenneti iste ve onun azabından yine ona sığın” dedi; sonra da, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini işittim diyerek şunu ilâve etti: “Bu ümmet içerisinden öyle insanlar gelecek ki, onlar dua ve temizlik / abdest konusunda haddi aşacaklar”(47). Hasan (r.a.) İbn Sîrîn’le konuşurken ona şöyle diyordu: “Abdest alan birtakım insanlar var ki, kırba ile yıkanıyorlar, su üstüne su döküyorlar, ovaladıkça ovuyorlar, bunlar hem kendilerine zahmet veriyorlar, hem de Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı davranıyorlar”(48).

            Yukarıda zikredilen meseleler ve haberler ışığında konuyu ele aldığımızda aşağıdaki sonuçlara ulaşmamız mümkündür:

            1. Bir kısım alimler, buradaki meshten, ‘ayakları yıkarken su israfından kaçınmanın’ kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. Nitekim İbn Kesîr, buradaki meshten maksadın hafifçe abdest almak ve ayakları meshe benzer şekilde hafifçe yıkamak olduğunu söyler. Şafi‘î’nin de, bu görüşte olduğunu ve bunun sünnet olduğunu belirtir. Gerçek meshin ise, sadece giyilen mest üzerine olduğunu açıklar(49).

            Şevkânî de, şunları söylemiştir: “Kelime “ercüli” şeklinde kesre ile okunsa da, yine meshe benzer çok hafif bir şekilde yıkamaya delâlet eder. Çünkü kelime “rüûs” üzerine atıftır. Bu, İbn Cerîr’in görüşüdür ve İbn Abbâs’tan mervîdir” demiştir(50).

            Zemahşerî’nin değerlendirmesi de şöyledir: “Ercül” kelimesinin “ruûs” üzerine yani civara / yakına atfedilmesi, ayaklara suyu dökerken iktisat etmenin gereğine işaret eder; onları meshetmeye değil. Zira abdest alırken yukarıdaki hadîslerde de görüldüğü gibi, ayaklar üzerine fazla su dökmek kınanmıştır”(51).

            Ebû Hayyân, yıkanan üç abdest azası arasında, özellikle ayaklarda su israfı nehyedilmiştir; diyor. Bu sebeple buradaki civara atıf, meshe değil, su dökmede israftan kaçınmaya yani hafifçe ayakları yıkamaya delâlet eder(52). Yukarıda da belirtildiği üzere, Taberî’nin meshetmekten kasdı, bu olmalıdır. Başka bir deyişle hafif yıkama ifadesini bütün müfessirler, onun “su ile ayağın tümünü meshetme” ifadesinden almış olabilirler. Zira o: “Ayakların tümünü su ile meshetmek” derken aynen bu anlama işaret etmektedir. Ayrıca Zemahşerî, Taberî’yi, ayetin zahirinden meshetmeyi anlayanlar içerisinde zikretmemiştir(53). Dâvûd ez-Zâhirî ve Zeydiyye mezhebî imamlarından en-Nasır Lilhak da, abdestte yıkama ve meshi cem edenler arasındadırlar(54).

            2. Mesh kelimesi müşterek bir lafız olduğundan hem mesh , hem de yıkama anlamına gelmektedir(55). Bazıları da: “Mesh, lügatte eli bir şey üzerinde gezdirmek demektir. Örfde ise, suyu azaya değdirmek, dokundurmak, isabet ettirmektir” şeklinde tanımlanmıştır(56). İbn ‘Atiyye ve İbn Teymiyye, Araplar’ın mesh sözcüğünü abdest alma anlamında kullandıklarını beyan ederek, şöyle demişlerdir: “Araplar, namaz için meshlendim” dediklerinde bundan abdest anlaşılmaktadır. Abdestin tümüne birden mesh denilmektedir(57). Âlûsî de, bu bağlamda şöyle diyor: “Mesh sözcüğü burada yıkama anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Ebû Zeyd el-Ensârî ve birtakım dilciler bu görüştedir. Adam abdest aldığı zaman ona, “meshlendi” derler. Yağmur yağıp yeryüzünü temizlediği zaman, “meshlendi” derler. Buna göre “ercül” kelimesinin “ruûs” üzerine atfedilmesinde Şî‘a’nın ileri sürdüğü şekilde “ayakları meshetme anlamı ortaya çakmaz(58). Buna göre gasl, iyice yıkama; mesh ise, hafifçe yıkama anlamına gelebilir. Kurtubî de, konuyla alakalı olarak şöyle der: “Bu hususta söylenen sözlerin en güzelini en-Nehhâs söylemiştir. Meshle yıkamak her ikisi birden vaciptir. Cer okuyuşa göre mesh, nasb okuyuşa göre yıkamak gerekir. Dolayısıyla burada iki kırâat, iki ayet hükmündedir”(59).

            3. İbn Kesîr daha ilginç ifadelerle bu konuda şunları söylemektedir. “Şî‘a’dan ayakların mestler gibi yıkanmasını gerekli görenler, sapmış ve sapıtmışlardır. Aynı şekilde hem meshi, hem de yıkamayı caiz görenler de hata etmişlerdir. İbn Cerîr’den bu hususu nakleden kimseler, onun hadîslerden ve uygulamadan dolayı yıkamayı, ayetten dolayı da meshetmeyi gerekli gördüğünü söylerler. Oysa bu konuda ondan böyle bir görüş sâdır olmuş değildir. Tefsîr’inde sergilediği görüşlerinden anlaşılan şudur: O, mesh sözüyle diğer abdest azalarının değil de, özellikle ayakların su ile ovalanmasını kastetmiştir. Çünkü ayaklar sürekli yerle irtibat halinde olan azalar olduğundan, toprak, çamur ve diğer pisliklerle iç içedir. Dolayısıyla üzerindeki pisliklerin temizlenmesi için ovalanması gerekmektedir. Ancak o, burada “ovalama” yerine “mesh” sözcüğü ile ifade edince, onun sözünün derinliğini düşünmeyen bazı kimseler, bundan ayakları mesh ile yıkamanın cem edilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Bir kısmı diğerinden hikâye ederek, asırlar boyu, Taberî’yi bu şekilde takdim etmişlerdir. Fakihlerin çoğu bu durumu karışık bulmuşlardır. Halbuki o, bu konuda mazurdur. Çünkü yıkama ve mesh zaten birbiri içindedir(60). İkisini birleştirmenin bir anlamı yoktur. İster biri önce, ister diğeri sonra olsun. İbn Kesîr daha sonra şunları zikreder: “Sonra onun sözünü derin olarak düşünmeye başlayınca, birden cer kırâatla nasb kırâatın arasını cem etmeye çalıştığını gördüm. Dolayısıyla cer okuyuşta mesh yani ovalama, nasb okuyuşta ise, yıkama vardır. Bu şekilde o, iki kırâatın hükmünü birleştirerek, yıkama ve meshi bir araya getirmiştir” (61).

            Kâsânî de, Taberî’nin görüşüyle alakalı olarak şunları söylemiştir: “Abdestte cem’ olayına hükmeden kimse, tek ayetteki iki kırâtın, iki ayet hükmünde olduğunu ve her ikisiyle birden amel edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bu, mümkün bir durumdur. Zira bir azayı aynı anda yıkama ve meshetme arasında esasen hiçbir tezat söz konusu değildir.(62)

            4. Âlûsî’nin konu hakkındaki düşünceleri şöyledir: “Ebü’l-‘Âliye, Şa‘bî, İkrime gibi kimselere meshin cevazını; Hasan Basrî ve Muhammed İbn Cerîr’e de, tahyîri nispet etmek yalan ve iftiradır. Bu çeşit rivâyetler Şî‘î raviler tarafından yayılmış, sahihini yanlışından ayırt etmeyen birtakım Ehl-i Sünnet alimleri de, bunları senetsiz olarak rivâyet etmişlerdir. Esasen tahyîr fikrini savunan, Muhammed b. Cerîr b. Rüstem eş-Şî‘î’dir. Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden İbn Cerîr b. Ğâlib et-Taberî değildir. Onun Tefsîr’inde zikrettiği şey, ne mesh, ne cem, ne de tahyîrdir, sadece yıkamadır(63).

            Nitekim, Tâvûs’tan, abdest alan kimsenin ayaklarını sadece suya sokup çıkarması sorulunca: “Ben bunun maksada ulaşan bir amel olduğunu kabul edemem” dediği rivâyet edilmiştir(64). Buna mukabil ayakların yıkanmasını farz sayan Hasan Basrî’den, denizde abdest alan kimsenin ayaklarını nasıl yıkayacağı sorulduğunda: “Onun ayaklarını suya daldırıp çıkarmasında bir mahzur yoktur” dediği rivâyet edilir(65).

            5. Öyle zannediyoruz ki, birçokları araştırmamıza konu olan meşhur tarihçi ve müfessir Muhammed b. Cerîr b. Ğâlib b. Yezîd et-Taberî’yi, İmamiyye Şî‘a’sından olan ve onunla aynı ad ve künyeye sahip olan, hatta baba adları, doğum yerleri ve ölüm tarihleri aynı olan Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî ile karıştırmışlardır(66). Bazı kimselerin Taberî’yi Şî‘îlikle itham etmeleri de, muhtemelen buna dayanmaktadır. Nitekim, İbn Hacer, konu ile alâkalı olarak şöyle demektedir: “Muhammed b. Cerîr et-Taberî’ye nispet edilen, abdest konusunda ayakların meshedilmesi (nin yeterli olduğu) görüşü, mutlak sûrette işte bu râfızîye aittir. Bu, onun görüşüdür”(67). Aynı şekilde Taberî’yi, yine İmamiyye Şî‘a’sından olan Muhammed b. Ebi’l-Kâsım et-Taberî ile de karıştırmamak gerekir(68).

            Taberî, ayakların yıkanması konusunda kendisine; “ayakların tümünün su ile meshedilmesine dair delilin nedir?” diye soranlara karşı birçok haber nakletmekte ve bu husustaki delillerini sıralamaktadır. Biz bu konudaki haberleri şu şekilde özetleyebiliriz:

            1. “Cehennemlik ökçelerin ve ayak altlarının vay haline”(69). Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bu hadîsle, ayakların topuklara kadar hiçbir yer kuru kalmaksızın su ile yıkanması veya ıslatılması kastedilmektedir.

            2. Muhammed b. Ziyâd şöyle demiştir. “Ebû Hureyre yanımızdan geçiyordu. O esnada bazı insanlar mataradan abdest alıyorlardı. Ebû Hureyre dedi ki: ‘Abdest azalarını tam olarak hakkı ile yıkayın. Çünkü Ebü’l-Kâsım (Hz. Peygamber s.a.v.): “Ateşten topukların vay haline’ diyordu.”

            3. Şeddâd’ın azatlı kölesi Sâlim diyor ki: “Ben Sa‘d b. Ebî Vakkâs’ın vefat ettiği gün Hz. Peygamber’in zevcesi Âişe’nin yanına gittim. Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahman da onun yanına geldi. Âişe’nin yanında abdest aldı. Âişe ona dedi ki: ‘Ey Abdurrahman! abdesti, azalarını tam yıkayarak al. Çünkü ben Hz. Peygamber’in, “ateşten ökçelerin vay haline’(70) dediğini işittim”(71).

            Taberî’ye göre bu haberler, ayakların tamamının meshedilmesi gerektiğini ortaya koyar. Ona göre, ayakların tümünü meshetme, hem yıkamayı hem de meshetmeyi içine alır. Zaten Allah’ın muradı da budur. Bu hususla ilgili olarak şunları zikreder: “Şayet, ayakların sadece bir bölümünün meshedilmesi yeterli olsaydı, Resûlüllah’ın ayakların tümünü terk edip, sadece bir bölümünü su ile meshedenleri, bu şekilde cehennemde yanmakla, uyarması söz konusu olmazdı. Zira bu kişi o ameliyle üzerine düşen farziyeti yerine getirmiş olur; dolayısıyla azaba hak kazanmazdı. Aksine bol sevap kazanmış olurdu. Oysa, ayağın tümünü yıkamayı terk edene azabın gerekli görülmesi, ayağın tümünün yıkanması gerektiğine en büyük delil olup aksinin fasid olduğunu ortaya koyar”(72).

            Taberî’nin bu yaklaşımını şu şekilde anlamak mümkündür. Ayaklara su dökerek eller ile meshetmek veya ayakları suya batırıp, ayakların topuğa kadar olan her tarafını ellerle silmek gerekir. Çünkü ayaklar yerle en çok temas edeler azalar olduğundan kirlenmesi ve mikrop kapması pek muhtemeldir. Enes’in de, ayaklarını meshederken su dökerek onları ıslatması buna delâlet eder(73).

            İbn Atiyye, “ercüli” şeklinde kesre olarak okuyanların bir kısmı, “meshetmek” ifadesinden yıkamak anlamını çıkardıklarını söylemiştir(74). O, bu sözüyle muhtemelen Taberî’yi, kastetmiştir. Zira onun meshetme ifadesinden yıkama anlaşılmaktadır.

            İbn Teymiyye, ayakları meshetme hususunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’den hiçbir kimse bir nakilde bulunmamıştır diyerek şunları söyler: “Bu olay Kitaba ve Sünnete aykırıdır. Sünnete aykırılığı ‘ateşte yanacak topukların vay haline’ hadîsiyle ortadadır. Kur’ân’a aykırılığını gelince, “ercül” kelimesinde nasb ve cer olarak iki meşhur kırâat vardır. Nasb okuyan onu “vech” ve “eydiye” üzerine atfetmiştir. Bu, zaten kendiliğinden yıkamayı vacip kılan okuyuştur. Cer okuyan ise, “ruûs” üzerine atfeder. Seleften birçok alim, buradaki meshin de esasen yıkama manasında olduğunu söylemişlerdir(75). Şevkânî de aynı şekilde meshin değil, yıkamanın farz olduğu hükmüne varmıştır(76).

            Menâr müellifi de, bu bağlamda şunları söylemektedir: “Taberî’nin bu konudaki görüşü açıktır. O, “mükellefin ayaklarını yıkadığı esnada onları eliyle meshetmesi gerektiğine” işaret etmiştir. Çünkü ayaklar, insanın pisliklerle en yakın temas içerisinde olan azasıdır. Bu sebeple onların temizliğine aşırı ihtimam gösterilmesi gerekir. El ile silmeksizin yalnız su dökmek pisliği gidermez ve istenilen temizliği sağlamaz. Ayrıca, o dönemde su kıtlığı olduğu için ve az su kullanmak da sünnet olduğu için buna ayrıca ihtimam gösterilmiştir(77). Zaten “kâ‘beyn / iki topuk sözcüğü de, meshetme ile ilgili değil, yıkama ile ilgilidir. Meşhur hadîsler ayakların meshini değil, yıkanmasını emreder(78), dolayısıyla yıkamayı terk edene caza gerekir(79).

            Taberî, daha sonra Evs b. Ebî Evs ve Huzeyfe gibi Sahabîlerden rivâyet edilen ve Hz. Peygamber’in ayaklarının yalnız bir kısmını meshettiğine dair haberleri zikreder ve onların kritiğini yapar.

            Evs b. Ebî Evs şöyle demiştir: “Bir keresinde Hz Peygamber’i gördüm, abdest aldı, ayakkabılarını meshetti, sonra kalkıp namaz kıldı.” Diğer bir rivâyette de, “Hz. Peygamber, bir kavmin çöplüğüne geldi; abdest aldı ve ayakları üzerine meshetti” şeklindedir(80).

            Huzeyfe’den rivâyet edilen bir hadîste ise şöyle denilmiştir: “Hz Peygamber, bir kavmin çöplüğüne gitti. Ayakta durarak küçük abdestini bozdu. Sonra su istedi, abdest aldı ve ayakkabılarının üzerini meshetti.”(81)

            Taberî, önce Evs b. Ebî Evs’in rivâyet ettiği bu habere itiraz ederek şunları söyler: “Evs b. Ebî Evs’den rivâyet edilen hadîs, ayakların, sadece bir bölümünü meshetmenin abdestte yeterli olacağını ifade etmektedir. Zira bu hadîste, Resûlüllah’ın abdestini bozduktan sonra, abdestsiz iken böyle yaptığı zikredilmemektedir. Aksine Resulüllah, abdestli iken tekrar abdest aldığı zaman ayaklarına veya ayakkabılarına meshederdi. Yahut Hz. Peygamber’in o anda ayaklarında mest olduğu da düşünülebilir. Evs’in rivâyet ettiği bu hadîs, Hz. Peygamber’in abdestli iken tekrar abdest aldığını bildirmektedir”(82). Oysa abdest bozduktan sonra abdest aldığını anlatan hadîslerde hep mest üzerine veya ayakkabı üzerine meshettiği belirtilmiştir.

            Hz. Peygamber abdestli iken tekrar abdest aldığında, ayaklarını veya ayakkabılarını meshetmekle yetindiğini Hz. Ali’den rivâyet edilen şu hadîs de, açıkça ortaya koymaktadır. Abdu Hayr şöyle diyor: “Hz Ali bir testi su istedi. Sonra: “Ayakta su içmeyi sevmeyen o kişiler nerede? Dedi. Testiyi aldı ayakta su içti. Sonra hafifçe bir abdest aldı. Ayakkabıları üzerine meshetti ve dedi ki: “İşte Resulüllah’ın, abdestini bozmayan temiz kimse için aldığı / öğrettiği abdest böyledir(83). Dikkat edilirse zikredilen bu hadîste Hz. Ali, abdestini bozmamış, abdest üstüne abdest almıştır. Hz. Peygamber’in de, böyle yaptığını ileri sürmüştür.

            Taberî diyor ki: Hz Peygamber’in, abdest alırken, ayakların tamamının yıkanmasını emrettiğine dair hadîslerin, mazeret bırakmayacak şekilde çok açık olarak zikredilmesi göstermektedir ki, Evs’ten rivâyet edilen hadîs, abdestli iken abdest aldığını ortaya koymaktadır(84).

            Huzeyfe’den rivâyet edilen hadîse gelince, bunu Huzeyfe’den Ebû Vâil yoluyla A‘meş rivâyet etmiştir. Oysa, A‘meş’in en sadık arkadaşları Ebû Avâne, İbn İdris, Ebû Muâviye ve Amr b. Yahyâ, hadîsin aslının şu şekilde olduğunu rivâyet etmişlerdir: “Hz. Peygamber bir kavmin çöplüğüne geldi. Ayakta küçük abdestini yaptı, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine meshetti”(85) Hadîsin Müslim’deki varyantı ise şöyledir: “Hz. Peygamber bir kavmin çöplüğüne geldi. Ayakta küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaşmıştım. O, bana yaklaş dedi. Ben de, ona yaklaşıp ayaklarının arkasında durdum. Resûlüllah abdest aldı ve iki mestinin üzerine meshetti(86). Bu rivâyette Hz. Peygamber’in mest giydiği vurgulanmıştır. Sadece Cerîr b. Hâzım’ın A’meş’ten rivâyet ettiği haberde Hz. Peygamber’in ayakkabılarına meshettiği zikredilmektedir. Bu da şâz bir rivâyettir. Sahih olduğu kabul edilecek olsa dahi, Resulüllah’ın çorapları üzerine giymiş olduğu ayakkabılarına meshettiğini ifade etmiş olur(87).

            Rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber giydiği mestler veya ayakkabılar üzerine meshetmiştir. Yoksa çıplak ayağına veya ayağının bir kısmına asla meshetmemiştir.

            Değerlendirme: Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere Taberî, birçok kimsenin ileri sürdüğü gibi abdestte, ayakları yıkama ve mesh konusunda insanları muhayyer bırakmamıştır(88). Aksine kırâatların hükmünü ayetin lafzına uygun bir biçimde cem ederek mantıklı ve tutarlı bir hüküm ortaya koymuştur. Ayakların tümünün su ile meshedilmesi gerektiğini savunarak İmamiyye’nin görüşünü reddetmiştir. Abdestte yalnız ayaklara su dökmeyi yeterli gören bazı Ehl-i Sünnet mezheplerinin, bu görüşlerini de, yeterli bulmayıp, kesin olarak el veya el yerine geçecek bir şey ile ayakları meshetmenin(89) gerekliliği üzerinde durmuştur. Bir noktada, abdest almayı daha ihtiyatlı ve tatminkâr bir hale getirmiştir. Nitekim Mâlikî mezhebine göre de, abdestte ayakları yıkarken elin içiyle hafif bir şekilde ovalamak farzdır(90). Bunun dışında bir kısım İslâm bilginlerinin ileri sürdüğü gibi, ayakları meshetmede su israfının önlenmesi de düşünülmüştür. Zira, o dönemde su sıkıntısı had safhada idi(91).

            Taberî, mesh ve yıkamanın bir arada olması gerektiğini ileri sürürek, Ehl-i Sünnet mezhepleri arasındaki bazı ihtilâfları da böylece giderme yoluna gitmiştir(92). Yani yıkama ile meshin esasında aynı şeyler olduğunu söylemiş, yıkamadan mesh, meshden de, yıkamanın anlaşılacağını belirtmiştir. Ona göre yıkama olmadan mesh, mesh olmadan yıkama söz konusu değildir. Taberî’nin, yukarıda “Ayakların tümünün su ile meshedilmesi gerektiğini” söyleyen görüşü tercih etmesi, sonra da, “ayakları meshetmeksizin sadece onlara su dökmek veya suya sokup çıkarmak, abdest için yeterli değildir” şeklindeki Tâvûs’un görüşünü benimsemesi dikkat çekicidir. Bu cümleler birleştirildiğinde, Taberî’nin abdest ayetinde Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğu ve onu benimsediği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte yukarıda zikredilen abdestte su israfı konusundaki hadîsi de göz önünde tutarak, özellikle ayakları yıkamada su israfını önlemek için, hafifçe abdest ya da ayakların tümünü su ile meshetme ifadesini kullanmıştır. Bu, Taberî’ye has bir yaklaşımdır. Dolayısıyla onun abdest konusunda mesh ile yıkama arasında insanları muhayyer bıraktığı görüşü doğru değildir.

            Ehl-i Sünnet alimlerinin yıkama ve mesh konusundaki görüşleri şöyledir: Yıkama / gasl, suyu azanın üzerine tamamen dökmektir(93). Ovmak / delk şart değildir. Necasetten taharette ovmak veya silmek vacip ise de, hadesten taharette yani abdestte yıkamak kâfi gelir. Farz olan budur. Mâlik’e göre ovmak da farzdır. Mesh ise, bir şeye dokunmak, el sürmek anlamındadır. El sürmek farziyet için yeterlidir(94). Bundan dolayı bir kimse abdest azalarını ıslatsa, fakat suyu üzerinden akıtmasa, bu abdest için yeterli olmaz. Yani sırf mesh farziyet için yeterli değildir. Çünkü Allah Teâlâ, suyun azalar üzerinden akıtılmasını emretmiştir. Ama cünüplükten dolayı gusülde, bunun yeterli olma ihtimali vardır. Bu ikisi arasında fark şudur:

            Abdestte emredilen şey yıkama işidir. Bu da, suyu ancak abdest azaları üzerinde akıtma ile meydana gelir. Cünüplükte emredilen ise temizliktir. Bu, “...fakat Allah sizi iyice temizlemeyi diler” ayeti ile ifade edilmektedir. Bu temizlik de, bedeni sadece ıslatma ile hasıl olmaktadır(95). İlk bakışta Ehl-i Sünnetin bu görüşleriyle Taberî’nin görüşü arasında bir tezat var gibi görünse de, esasında bir tezat yoktur. Zira Taberî, meshin umumî ve hususî olmak üzere iki anlamı olduğunu, umumî anlamıyla ayakların tümünün, hususî anlamıyla da, ayakların bir kısmının su ile meshedilmesinin gerektiğine işaret etmiş ve bu ayette(96), umum anlamının sahih olduğunu yani ayakların bütününün su ile meshedilmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle demiştir: “Şüphesiz Allah’ın ayakların meshedilmesinden muradı, ayakların (bir kısmı değil) tümüdür. Bundan da, hem yıkama hem meshetme anlamı çıkar. Çünkü ayakların her tarafının su ile meshedilmesinde yıkama, el veya el yerine geçecek bir şeyin aza üzerinde gezdirilmesinde de, meshetme anlamı vardır.”(97) Görüldüğü üzere o, sırf bir mesh veya sırf bir yıkamadan bahsetmemiştir.

            Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Taberî, “ercüle” ve “ercüli” şeklindeki her iki kırâatın da, sahih olduğunu belirtmekle beraber, “ercüli” şeklindeki kırâatı tercih etmiştir. Bunun sebebi ise, “ercüli” kırâatının hem yıkamayı, hem de meshi içine almasıdır. O kırâat tercihlerinde özellikle anlamı daha geniş, daha kapsamlı olan kırâatları tercih etmektedir. Buradaki düşüncesi de bundan ibarettir. Bazıları Taberî, iki kırâatı iki ayrı ayet hükmünde kabul ederek, birinci kırâate göre yıkamayı; ikinci kırâate göre de meshi gerekli görmüştür demişlerdir. Hangi yaklaşım ve hangi gaye ile olursa olsun, Taberî, ayetin lafzına en güzel anlamı vermiştir. İki kırâatın ihtiva ettiği anlam, tek hükümde birleşmiştir. Hiçbir açıklayıcı hadîs, haber ve yorum olmasa dahi, ayetin lafzından anlaşılan en güzel yorum kanaatimizce Taberî’nin getirdiği yorumdur. Bu yorum hiçbir açıklayıcıya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve nettir.

            Doç. Dr. Abdülmecit Okcu

            Dipnotlar:

            (1) Zemahşerî, Cârullah Mahmûd b. ‘Ömer, el-Keşşâf ‘an Hakâiki’i’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîli fi Vücûhi’t-Te’vîl, Dâru’l-Ma‘rife Beyrut, tsz., I, 599; Tabersî, Ebû ‘Ali el-Fadl b. Hasan, Mecma‘u‘l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut, 1406/1986, III, 256-257; et-Tûsî, Ebû Ca‘fer, et-Tibyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Matba‘atü’l-‘İlmiyye, Necef, 1957, III, 452; Râzî, Fahruddîn Muhammed b. ‘Ömer, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Tahran, tsz., XI, 162; Kurtubî, Ebû ‘Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1408/1988, VI, 62; İbn Teymiyye, Mecmû‘u Fetâvâ, Dâru ‘Âlemi’l-Kütüb, Suudî. Arabistan, 1412/1992, XXI, 129-130; Şevkânî, ‘Ali b. Muhammed, Neylü’l-Evtâr fî Münteka’l-Ahbâr, Dâru’l-Hadîs, Kahire, tsz., I, 209; Tabâtabâî, Muhammed Huseyn, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut, 1970, V, 222; ‘Abduh, Muhammed, Tefsîru’l-Menâr, Dâru’l-Menâr, Mısır, 1373/1953, VI, 227; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989, II, 477; ayrıca bkz. Adıgüzel, Mehmet, Kıraâtlar Açısından Fahruddîn er-Râzî ve Tefsîr-i Kebîri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum, 1998, s. 181-183.

            (2) Mâide Sûresi 6. ayet.

            (3) Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed İbn Cerîr, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1992, IV, 477; Rağıp el-İsfahânî, Ebu’l-Kâsım Huseyn b. Muhammed, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, nşr. Muhammed Seyyid Kîlânî, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut, tsz., s. 433; Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. ‘Ali er-Râzî, Ahkâmü’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1993, III, 352; İbn Rüşd, Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed, Bidâyletü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz., I, 12-13; İbn Hümâm, Kemâlüddîn b. Abdülvahid, Şerhu Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1397/1977, I, 17; İbn ‘Âbidîn, Muhammed Emîn, Reddü’l-Muhtâr, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1386/1966, I, 98; İbn Teymiyye, Fetâvâ, XXI, 129-130; Molla Husrev, Düreru’l-Hukkâm, fî Şerhi Ğureru’l-Ahkâm, Matbaa-yı ‘Âmire, İstanbul, tsz., I, 9.

            (4) Bkz. Tabersî, III, 259; Tabâtabâî, V, 222. Malûm olduğu üzere bu kemik de, pratikte yıkanmaz, sadece meshedilebilir.

            (5) Daha geniş bilgi için bkz. Ateş, Süleyman, “Kur’ân ve Sünnetin Işığında Abdestte Ayakları Meshetme veya Yıkamanın Hükmü”, İslâmî Araştırmalar, c. III, sy. 4 (Ekim 1989), s. 188-193; Uğur, Mücteba, “Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Abdestte Ayakların Yıkanması”, İslâmî Araştırmalar, c. III, sy. 2, (Nisan 1989), s. 16-28; Kaya, Remzi, “Kıraat Açısından Abdest Ayeti”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. V, (1993), s. 255-266; Doğru, Cafer Sadık, İbn Cerîr et-Taberî’nin Tefsîrindeki Fıkhî Görüşler, Yayınlanmamış Öğret. Üyeliği Tezi, Erzurum Yük. İslâm Enst., 1981, s. 57-66; Yıldırım, Zeki, Müfessir İlkiyâ el-Harrâsî ve Ahkâmü’l-Kur’an Adlı Eserine Göre Kırâat Farklarının Hukukî Ayetlerin Tefsîrindeki Rolü, Yayınlanmamış Yük. Lisans Tezi, Atatürk Üniv. Sosyal Bil. Enst., Erzurum, 1990, s. 109, 129; Dağ, Mehmet, Kırâat Farklılıklarının İslâm Hukukuna ve Metodolojisine Etkisi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniv. Sosyal Bil. Enst., Erzurum, 1998, s. 211, 220.

            (6) Râzî, Kurtubî, Ebû Hayyân ve Şevkânî gibi birçok müfessir, “Muhammed b. Cerîr, Cübbâî ve Hasan Basrî’nin, Abdest alan kimse ayaklarını yıkama ve meshetmede muhayyerdir” dediklerini naklederler. Bkz, Râzî, XI, 161; Şevkânî, Neyl, I, 209; Fethu’l-Kadîr el-Câmi‘u beyne Fenni’r-Rivâye ve’d-Dirâye min ‘İlmi’t-Tefsîr, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut tsz., II, 18; İbn Hazm, Muhammed b. ‘Ali b. Ahmed, el-Muhallâ, Mektebetü’l-Cumhûriyyeti’l-‘Arabiyye, Mısır, 1387/1967, I, 78-81; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelüsî, el-Bahru’l-Muhît, Metâbi‘u’n-Nasr’il-Hadîse, Riyad, tsz., III, 437; Kurtubî, VI, 62; Serahsî bu konuda yalnız Hasan Basrî’nin adını zikretmiştir. Bkz. Serahsî, Ebû Bekr Mahmûd b Ahmed, Kitâbü’l-Mebsût, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1406/1986, I, 8; Molla Husrev de, iki kırâat da, mütevatir olduğu için bazıları, yıkama ve meshetme arasında insanları muhayyer bırakmışlardır” diyor. Bkz. Molla Husrev, I, 9; ‘Abduh, VI, 228.

            (7) Taberî burada meshten ovalamayı kastetmiştir. Bkz. Taberî, IV, 472, İbn Kesîr, I, 20.

            (8) Arkoun, Muhammed, Kur’an Okumaları, çev. Ahmet Zeki Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 170-171.

            (9) Taberî, IV, 466, 469; Nâfi‘, İbn ‘Âmir, Kisâî, Ya‘kub, ve Hafs, “lâm” harfinin fethasıyla “ercüle”; diğerleri ise, “laâ” harfinin kesresiyle “ercüli” şeklinde okumuşlardır. Bkz. İbn Mücâhid, Ebû Bekr Ahmed b. Mûsâ, Kitâbü’s-Seb‘a, Dâru’l-Ma‘ârif, Kahire, tsz., s. 242; ed-Dânî, Ebû ‘Amr ‘Osmân b. Sa‘îd, Kitâbü’t-Teysîr fi’l-Kırââti’s-Seb‘, nşr. Otto Pretzl, İstanbul, 1930, s. 98; İbn Bâziş, Ebû Ca‘fer Ahmed b. ‘Ali, Kitâbü’l-İknâ‘ fi’l-Kırââti’s-Seb‘, Matba‘atü Rikâbî ve Nadr, Dimaşk, 1403/1982, II, 634; İbnü’l-Kâsih, ‘Ali b. ‘Osmân, Sirâcü’l-Kârii’l-Mübtedi, Matbaa-yı Osmâniye, İstanbul, 1304, s. 196; Ebû Şâme, Şihâbüddîn, ‘Abdurrahmân b. İsmâîl, İbrâzü’l-Me‘ânî min Hırzi’l-Emânî, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire, 1402/1991, s. 426; İbnü’l-Cezerî, Ebu’l-Hayr Muhammed, en-Neşr fi’l-Kırââti’l-‘Aşr, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, tsz., II, 254; Tayyibetü’n-Neşr, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1369/1950, s. 271; es-Safâkusî, ‘Ali Nûrî, Ğaysü’n-Nef‘ fi’l-Kırââti’s-Seb‘, Matbaa-yı Osmâniye, İstanbul, 1304, s. 86; el-Pâlûvî, ‘Abdülfettâh, Zübdetü’l-‘İrfân, Hilâl Yayınları, İstahbul, tsz., s. 50; ‘Abdülfettâh el-Kâdî, el-Büdûru’z-Zâhire, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut, 1401/1981, s. 89; Muhaysin, Muhammed Sâlim, el-Mühezzeb fi’l-Kırââti’l-‘Aşr, Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1980, I, 181.

            (10) Bkz. Taberî, IV, 467.

            (11) Taberî, IV, 467.

            (12) Bkz. Taberî, IV, 467;

            (13) Bkz. Müslim, Sahîh, Tahâret, 31, 243; Ebû Dâvûd, Sünen, Tahâret, 67, 173.

            (14) Taberî, IV, 469.

            (15) Taberî, IV, 467; Ebû Dâvûd, Tahâret, 66, 175.

            (16) Tabi‘în’in büyüklerinden olup, Medîne’de yetişen yedi büyük alimden biridir. 106/725 yılında vefat etmiştir. Bkz. İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, Beyrut, 1325/1907, VIII, 333.

            (17) Bkz. Taberî, IV, 467.

            (18) Taberî, IV, 468.

            (19) Taberî, IV, 468.

            (20) Taberî, IV, 468.

            (21) Taberî, IV, 468.

            (22) Taberî, IV, 469.

            (23) Şevkânî, Neyl, I, 208; Fethu’l-Kadîr, II, 18.

            (24) Taberî, IV, 469; ayrıca bkz., Râzî, II, 164; Cessâs, II, 487; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ ‘İmâdüddîn İsmâîl, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, tsz., II, 25; Kurtubî, VI, 62; Suyûtî, Celâlüddîn ‘Abdurrahmân, ed-Dürru’l-Mensûr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1983, III, 28-29; en-Nehhâs, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Muhammed, İ‘râbü’l-Kur’ân, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1409/1988, II, 9; İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn ‘Abdurrahmân, Zâdü’l-Mesîr fî ‘İlmi’t-Tefsîr, Mektebetü’l-İslâmî, Beyrut, 1384/1964, II, 246; Zemahşerî, I, 597.

            (25) Taberî, IV, 469; Serahsî, I, 8.

            (26) Taberî, IV, 469.

            (27) Hadîsin aynı anlamda başka varyantları da vardır. Uzatmamak için onları zikretmiyoruz. Bkz., Taberî, IV, 469.

            (28) Taberî, IV, 469; ayrıca bkz. Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd, Me‘âni’l-Kur’ân, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1401/1980, I, 302; Tabersî, II, 255; Câvî, Muhammed Nûrî, et-Tefsîru’l-Münîr li-Me‘âlimi’t-Tenzîl, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1995, I, 192; Kurtubi, VI, 62; ‘Abduh, VI, 229.

            (29) Taberî, IV, 469-470; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmâîl, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, tsz., II, 26.

            (30) Taberî, IV, 470-471; ‘Abduh, VI, 230.

            (31) Taberî, IV, 471; ‘Abduh, a.y.; Tabâtabâî, V, 222, 223.

            (32) İmamiyye’ye göre “Kâ‘beyn” kelimesiyle ayakların üstündeki kubbemsi kemikler kastedilmiştir. Bkz. Tabersî, III, 259.

            (33) Taberî, IV, 471.

            (34) Taberî, IV, 471.

            (35) Ateş, II, 477; Mehmet Dağ da İbn Hazm’ın Muhallâ’sından naklen, Zâhirîler ve Taberî’nin her iki kırâatı cem ederek, yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bıraktığını söylemiş ve aynı hataya düşmüştür . Bkz. İbn Hazm, I, 78, 81; Dağ, Mehmet, s. 213.

            (36) Ateş, II, 480.

            (37) Taberî, IV, 470, 471.

            (38) Taberî, IV, 476.

            (39) Taberî, IV, 471.

            (40) İbn Teymiyye, XXI, 128-129.

            (41) Gerçekten Taberî’nin adı geçen kitabına göz attığımızda, o, aşağı yukarı bütün büyük fakihlerden yani Mâlik, Sevrî, Evzâ‘î, Şafi‘î, Ebû Hanife ve arkadaşlarından, Tahâvî’den hatta Tabi‘în’in diğer büyüklerinden bahsettiği halde, İmâm Ahmed b. Hanbel’den hiç bahsetmemiş, onun hiçbir görüşüne yer vermemiştir. Bkz. Kitâbü İhtilâfi’l-Fukahâ, nşr. Frederik Kern, Beyrut, tsz., s. 4-64.

            (42) Bkz. Yâkût el-Hamevî, Şihâbüddîn b. ‘Abdullah, Mu‘cemü’l-Üdebâ, Dâru Sâdır, Beyrut, tsz., XVIII, 57; İbnü’l-Esîr, Muhammed b. ‘Abdülkerîm eş-Şeybânî, el-Kâmil fi’t-Târîh, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1963, VIII, 134; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmâîl, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Ma‘ârif, Beyrut, 1966, XI, 146; Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed, Ma‘rifetü’l- Kurrâi’l-Kibâr, nşr, Tayyar Altıkulaç, T.D.V. Yayınları, İstanbul, 1416/1995, II, 528.

            (43) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsîr Tarihi, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1973, I, 366-367; Geniş bilgi için bkz. Okcu, Abdülmecit, Kırâat Açısından Taberî ve Tefsîri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum, 2002, s. 9 .

            (44) İbn ‘Abidîn, Muhammed Emin, Reddü’l-Muhtâr, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1386/1966, I, 132.

            (45) İbn Mâce, Sünen, Tahâret, 48; İbn ‘Âbidîn, I, 132.

            (46) İbn Mâce, Tahâret, 48, h.n. 425; Nehirde abdest almadaki israf şuna benzetilmiştir. Bir kimse nehirden su alıyor, kovasını ağzına kadar iyice dolduruyor, sonra onu tekrar nehre boşaltıyor. Bkz., İbn ‘Âbidîn, I, 132; İbnü’l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebu’l-Ferec ‘Abdurrahman, Telbîsü İblîs, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut, 1410/1990, s. 167.

            (47) Ebû Dâvûd, Sünen, Tahâret, 96; Tirmizî, Tahâret, 43; İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 167.

            (48) İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 167.

            (49)İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, II, 302; İbn Kesîr, II, 26; İbn ‘Âbidîn, I, 265, 266; Molla Husrev, I, 29-30; Ebu’s-Su‘ûd, Muhammed b. Muhammed el-‘İmâdî, İrşâdü’l-‘Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kitâbi’l-Kerîm, Dâru’l-Mushaf, Kahire, tsz., II, 11.

            (50) Şevkânî, Feth, II, 18.

            (51) Zemahşerî, I, 599.

            (52) Ebû Hayyân, III, 438.

            (53) Zemahşerî, I, 599.

            (54) Ebû Hayyân, III, 437.

            (55) el-İsfahânî, s. 767.; İbn Manzûr, Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-‘Arab, “m-s-h” md., Dâru Sâdır, Beyrut, tsz.; İbn ‘Atiyye, Ebû Muhammed ‘Abdülhak b. ‘Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz fî-Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, nşr. ‘Abdüsselâm ‘Abdüşşâfî‘ , Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1422/2001, II, 163.

            (56) el-İsfahânî, a. y.; İbn ‘Atiyye, a. y.; İbn ‘Âbidîn, I, 99.

            (57) el-İsfahânî, a. y.; Tabersî, III, 255; İbn ‘Atiyye, II, 163; Ebû Hayyân, III, 438; İbn Teymiyye, XXI, 132.

            (58) ‘Âlûsî, Ebü’l-Fadl, Şihâbüddîn Mahmud, Rûhu’l-Me‘ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1405/1985, VI, 74.

            (59) Bkz. Nehhâs, II, 9; Kurtubî, VI, 62.

            (60) Yani aynı şeylerdir. Yukarıda izah edildiği gibi, mesh hafif yıkama demektir. Taberî’ye göre, yıkamada mesh; meshde yıkama vardır.

            (61) İbn Kesîr, I, 20.

            (62) Kâsânî, ‘Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ud, Bedâi‘us-Sanâi‘, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut, 1394/1974, I, 6.

            (63) Âlûsî, VI, 77-78; geniş bilgi için bkz. Doğru, s. 66.

            (64) Taberî, IV, 471.

            (65) Taberî, IV, 471; ‘Abduh, VI, 227.

            (66) 226/841 yılında Taberîstan’ın Âmül bölgesinde doğmuş olan Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî, aynen meşhur Taberî gibi, 310/923 yılında vefat etmiştir. Bu iki zat yalnız dedelerinin isimleriyle birbirinden ayrılmaktadır. Rüstem et-Taberî’nin eserlerinden bazıları şunlarıdır: 1-el-Müsterşid fi’l-İmâme, 2- Menâkıbü Fâtıma ve Veledihâ, 3- Nûru’l-Mu‘cizât fî Menâkıbi’l-Eimmeti’l-İsnâ ‘Aşeriyye, bkz. Kehhâle, ‘Ömer Rızâ, Mu‘cemü’l-Müellifîn, el-Mektebetü’l-‘Arabiyye, Dimaşk, 1379/1960, IX, 146; ez-Zehebî, Mîzânü’l-İ‘tidâl, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1382/1963, III, 498.

            (67) İbn Hacer, Ebu’l-Fadl Şihâbüddîn, Lisânü’l-Mîzân, Müessesetü’l- A‘lemî li’l-Matbû‘ât, Beyrut, 1971, V, 103.

            (68) Bu zat da, İmamiyye Şî‘a’sından olup, 1-Beşâretü’l-Mustafâ li-Şî‘ati’l-Murtazâ, 2-Mesâilü’z-Zerî‘a, 3-ez-Zühd ve’t-Takvâ gibi eserleri mevcuttur. H. 525 tarihinde vefat etmiştir. Bkz. Kehhâle, XI, 146.

            (69) Taberî, IV, 472; Buhârî, Sahîh, İlim, 3; Serahsî, I, 8; İbn Teymiyye, XXI, 136, Kurtubî, VI, 65.

            (70) Taberî, IV, 472-473; Buhârî, Vüdû, 29; Müslim, Sahîh, Tahâret, 29, 242; Ebû Dâvûd, Sünen, Tahâret, 46, 97; Tirmizî, Sünen, Tahâret, 31, 41; Neseî, Sünen, Tahâret, 89; İbn Mâce, Sünen, Tahâret, 55, 450; Mâlik, Muvatta’, Tahâret, 5; Dârimî, Sünen, Vüdû, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 193, III, 16, IV, 191; Cessâs, III, 351; Halebî, İbrâhim b. Muhammed, Halebî-i Sağîr, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1315, s. 6.

            (71) Tabersî, bu hadîsin abdestle ilgili olmadığını belirterek, Ebû ‘Ubeyde’nin “Ğarîbü’l-Hadîs” adlı eserinde “ateşten ökçelerin vay haline” hadîsi hakkında şunları yazdığını nakleder: “Araplar arasında temizliğe dikkat etmeyen kaba saba adamlar vardı. Onlar ayakta bevl ediyorlar, ayaklarına ve ayakkabılarına sıçratıyorlardı. Sonra da o şekilde mescide geliyorlardı. İşte bu hadîs, onları korkutmak için söylenmiştir; abdestle alâkası yoktur.” Tabersî, III, 258, 259.

            (72) Taberî, IV, 472.

            (73) Taberî, IV, 469; ‘Abduh, VI, 230-231 ; Âlûsî, VI, 73-76.

            (74) Bkz. İbn ‘Atiyye, II, 163; Kurtubî, VI, 62.

            (75) İbn Teymiyye, XXI, 128-129.

            (76) Şevkânî, Neyl, I, 169.

            (77) ‘Abduh, a. y.; ayrıca bkz. İbn Rüşd, I, 12.

            (78) Şevkânî, Neyl, I, 207, 212.

            (79) Molla Husrev, 1, 9.

            (80) Taberîde, iki rivâyet vardır; bunların birinde Hz. Peygamber’in ayakkabılarını, diğerinde ayaklarını meshettiği nakledilmiştir. Bkz., Taberî, IV, 475; Tabersî, III, 258; Ebû Dâvûd’daki haberde ayaklarını ve ayakkabılarını aynı anda meshettiği nakledilmektedir. Bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 160; Tirmizî, Tahâret, 11; Şevkânî, Neyl, I, 209.

            (81) Taberî, IV, 475; Şevkânî, Neyl, I, 169; Zuhaylî, I, 235-236.

            (82) Taberî, IV, 475; ayrıca bkz. Taberî Tefsîri, trc. Kerim Aytekin, Hasan Karakaya, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1996, III, 234)

            (83) Taberî, IV, 475; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 120.

            (84) Taberî, IV, 475.

            (85) Taberî, IV, 476.

            (86) Müslim, Tahâret, 73, 273.

            (87) Taberî, IV, 477.

            (88) Bkz. Dipnot 1.

            (89) Mesh, eli bir şey üzerinde gezdirmek ve ona isabet ettirmek suretiyle, arız olan bir pisliği gidermek veya silmek gibi anlamlara gelmektedir. Ovalamak, ed-delkü kelimesiyle ifade edilmektedir. Delk: el ile sürünmek, ovmak vücut yıkandığı zaman el ile ovulması gibi anlamlara gelmektedir Bu anlamda mesh ile delk arasında bir anlam yakınlığı görülmektedir. Bkz. İbn Manzûr, “m-s-h” ve “d-l-k” md.; ez-Zebîdî, Seyyid Muhammed Murtezâ, Tâcü’l-‘Arûs, Dâru Sâdır, Beyrut, 1386/1966, “m-s-h” ve “d-l-k” md.; ‘Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1305, m-s-h” ve “d-l-k” md.

            (90) Bkz. İbn Rüşd, I, 34; İbn Hümâm, I, 15; Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletühû, Dâru’l-Fikr, Dimaşk, 1404/1984, I, 235-236; Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdî, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi İstanbul, tsz., III, 1587.

            (91) Bkz., Zemahşerî, I, 597, ‘Abduh, VI, 231; Muhammed b. Süleyman, Mecma‘u’l-Enhür fî Şerhi Mülteka’l-Ebhur/Dâmâd, Matbaa-yı ‘Âmire, İstanbul, 1301, I, 9; Molla Husrev, 1, 9.

            (92) İbn Rüşd, I, 11

            (93) İbn Rüşd, I, 34, 35; İbn Hümâm, I, 15; İbn ‘Âbidîn, I, 95; Dâmâd, I, 9.

            (94) Elmalılı, III, 1587.

            (95) Râzî, XI, 156.

            (96) Taberî, IV, 472.

            (97) Konu ile ilgili ifadesi için bk. Taberî, IV, 471.
            Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
            Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

            Yorum


              #7
              Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

              AYAKLARI MESHETMEK LAZIM HEM KURAN HEM EHLIBEYT BUNU DIYOR.DOGRU OLANI BUDUR.

              Yorum


                #8
                Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فاغْسِلُواْ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَينِ

                Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ kumtum iles salâti fagsilû vucûhekum ve eydiyekum ilel merâfikı vemsehû bi ruusikum ve erculekum ilâl ka’beyn(ka’beyni)

                1. yâ eyyuhâ: ey!
                2. ellezîne âmenû: iman edenler
                3. izâ kumtum: kalktığınız zaman
                4. ilâ es salâti: namaza
                5. fe igsilû: o zaman , o taktirde yıkayın!
                6. vucûhe-kum: yüzlerinizi
                7. ve eydiye-kum: ve ellerinizi
                8. ilâ el merâfikı: dirseklere kadar
                9. ve imsehû: ve mesh edin!
                10. bi ruûsi-kum: başlarınızı
                11. ve ercule-kum: ve ayaklarınızı
                12. ilâ el ka'beyni: topuk kemiklerine kadar (iki topuk kemiğine kadar)

                Allah aşkına, rivayelere ve onun bunun sözüne bakmaksızın siz bu ayetten yıkamayı mı anlıyorsunuz yoksa meshetmeyi mi? Hangi dille söylenirse söylensin ben meshetmeyi anlıyorum. Meallerde biraz insaflı olanlar yıkamayı parantez içerisine alıyorlar, oysa Kur'an açık bir şekilde; "meshedin başlarınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı" buyurmaktadır.
                عاشق اگر رنگی از معشوق نگیرد در عشق خودش صادق نیست

                Yorum


                  #9
                  Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                  Allah aşkına, rivayelere ve onun bunun sözüne bakmaksızın siz bu ayetten yıkamayı mı anlıyorsunuz yoksa meshetmeyi mi? Hangi dille söylenirse söylensin ben meshetmeyi anlıyorum. Meallerde biraz insaflı olanlar yıkamayı parantez içerisine alıyorlar, oysa Kur'an açık bir şekilde; "meshedin başlarınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı" buyurmaktadır.


                  bu nasıl yorumdur ya. insaflı olanlar.
                  aynı şekilde mukabele de bulunayım biraz insaflı olanlar Ayaklarını da yıkar. yıkama mesh etmeyi de kapsadığı için mantıken de daha uygundur. (ayete uygundur.) Örneğin dirseklere kadar yıkanır ama az daha yukarıya çıkmakta sakınca olmadığı gibi fayda da vardır.

                  Burada mesele şudur. Hiç birimiz (ehl-i sünnet veya şia) ayete muhalif değil. Naıl anlamışsa ona göre ibadet ediyor. Siz insaflı olup o sonucu çıkarmışsınız. (önceki şia alimleriniz dahil) biz de yıkanması sonucunu çıkarmışız. (önceki süni ulema dahil)
                  Sonuç insaf meselesi değildir. konu daha detaylandığında yine dönüp dolaşıp şia- ehl-i sünnet tartışmalarına gelecektir. HAdislerin kabul edilip edilmemesi. HAdis ravilerinin güvenilirliği vs.

                  dikkat ederseniz ben Mufazzal ye cevap olsun diye değil. eski bir konu yine açıldı diye eski konunun bağlantısını da vererek yeni bir makale (en azından benim yeni okudğum) ekledim. Mufazzalın yazdıklarını değerlendirmedim. gerekte görmüyorum.
                  Selam ve dua ile. MAksat anlaşılmıştır İnşAllah .
                  En son Qom_u_ask tarafından düzenlendi; 05.08.2020, 20:37.
                  Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
                  Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                    incelediğimizde konu tekrarı olmadığını gördük. konunun açılmasında bir beis yoktur. Alıntılar yeni olduktan sonra bir konunun başka başlıklarda tartışılmasında sorun yok. Her konu başka bir kaç başlık altında diğer konularla tartışılmış olabilir.. hem bir sünni arkadaş taberinin ilgili ayeti tercümesinde tahrifat yapıldığı onun aslında mesh taraftarı olduğunu söylemişti..

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                      [quote author=Mufazzal link=topic=17621.msg106948#msg106948 date=1286519064]

                      Şimdi önce Caferi âlimlerinin bu konudaki delillerini, daha sonra da Ehl-i Sünnet âlimlerinin çeşitli görüşlerini cevaplarıyla birlikte sunmağa çalışacağız,

                      Bilindiği gibi Âyet-i Kerime'de bir atıf söz konusudur. "Matuf" olan (atfedilen) kelime, "ercül" kelimesidir. Caferiler bu matufun, matufunaleyhinin "ruûs" (başlar) kelimesi olduğunu ileri sürmekte ve sonuç olarak ayakların da baş gibi meshedilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Delilleri ise şunlardır:

                      1- Eğer "ercül" kelimesi, "ruûs" yerine, âyetin başlarında geçen "vücûh ve eydî" kelimelerine atfedilirse, nahiv kuralları açısından yanlış olur. Zira bu ilmin otoritelerinin de kitaplarında ittifakla belirttiği gibi, matuf ve matufun aleyh arasına bir kelimenin dahi girip onları birbirinden ayırması doğru değildir; hele bir cümlenin bu araya girip de fasıla olması asla doğru değildir.

                      2- Eğer bir cümledeki bir "ma'mûl"de, aynı cümlede bulunan iki veya daha fazla âmilin hepsinin amel etme salahiyeti bulunursa, böyle bir durumda öncelik en yakın âmile aittir. Burada da "ercül" kelimesinde hem "iğsilû", hem de "imsehû" her ikisinin de amel edebilme kabiliyetleri vardır; ancak "imsehû" (meshedin) âmili "ercül" kelimesine daha yakın olduğu için âmel etme hakkı ona aittir. Böyle olunca da âyetten "Ayaklarınızı da meshedin" sonucu çıkar.

                      3- Burada kelimenin kelimeye atfından başka, bir de cümlenin cümleye atfı söz konusudur. Yani "Başlarınızı meshedin" cümlesi, "Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayın" cümlesine atfedilmiştir. Yine nahiv kurallarına mürâcaat ettiğimizde, diyor ki: "Bir cümlenin diğer bir cümleye atfı, ancak birinci cümle lafız ve mana açısından tamamlandığı takdirde doğru olur. Nakıs bir cümleye başka bir cümleyi atfetmek doğru değildir. Şimdi burada biz, "ayaklarınızı" kelimesinin, birinci cümledeki "yüzlerinizi ve ellerinizi" kelimelerine matuf olduğunu söylersek, bu, birinci cümlenin lafız ve mana açısından henüz tamamlanmadığını gösterir; böylesi bir durumda da "Başlarınızı meshedin" cümlesini, nakıs bir cümleye atfetmiş oluruz ki bu da dediğimiz gibi nahiv kuralları açısından doğru değildir. O halde böyle bir mahzurla karşılaşmamak için, başka bir alternatif de bulunmadığından dolayı mutlaka "ayaklarınızı" kelimesini, "başlarınızı" kelimesine atfetmemiz gerekir; bu da ayakların da meshedilmesi gerektiği sonucunu doğurur.
                      [/quote]

                      Arapça edebiyatını bilseydiniz, üsteki açıklama yeterli olurdu ama Arapçanız yok maalesef, Arapçanız olsaydı bile yine tassup bırakmazdı, yıkamakta mesh de vardır deyip duracaktınız.

                      “yıkamak mesh etmeyi de kapsar” sözünüz, apaçık bir mugalatadır. Gasl (yıkamak) ve mesh; lügat, örf ve şeriatta iki ayrı hakikattir. Binaenaleyh gasl, kesinlikle meshin yerine geçerli sayılamaz.

                      Ğasl'ın anlamında, suyun az da olsa abdest uzuvlarında akması kast olunmuştur. Ama meshin anlamında kesinlikle böyle bir şey kast olunmamıştır. Sadece onun anlamında, elin ayağın üzerine çekilmesi yeterli sayılmıştır.

                      Ehl-i Sünnet (kardeşler)in, fıkıh ve Arap edebiyatı hak-kında görüş sahibi ve muhakkiklerinden bir grup kimse, örneğin: araştırmacı şeyh İbrahim el-Halebî, “Gunyet’ul- Mütemellî fî Şerhî Muniyet-il Musallî Ala’l Mezahib-il Hanefi” kitabında abdestle ilgili ayet hakkında bahsederken şöyle demiştir: “Abdest ayetinde geçen “Erculekum” kelimesi, kurra-i seb’a (yedi kari) arasında hem esre, hem de üstün (nasb)le okunmuştur. Nasble okunması vücuhekum yerine atfedildiğinden, cerle okunması da cerr-i civardan dolayıdır. Ama doğru olan, “Ercül” kelimesi her iki kıraatta “rüus” yerine matuftur; nasble okunduğu takdirde mahlline, cerle de okunduğu takdirde lafzına matuftur.”
                      Daha sonra şöyle devam ediyor: “Erculekm”u, vücuhekum’a atfetmek câiz değildir. Çünkü matufla matufu aleyh arasında yabancı bir cümle (yani, Vemsehu bi-ruusikum) vaki olarak onların arasında ayrılık meydana gelir. Kural şudur ki, onların arasında bir kelime dahi fasılaya sebep olmamalı, nerede kaldı ki bir cümle vaki olsun.”
                      Merhum şeyh İbrahim Halebî sonra şöyle diyor: “Fesa-hatli hiçbir kimsenin sözünde “Zerebtu Zeyden ve merertu bi-Bekr’in ve Amren” deyerek, Amr’ı Zeydin yerine atfetmesini duymamışım. Cerr-i civara gelince, bu kural sıfatta çok nadir kullanılmaktadır. Örneğin bazıları şöyle demiştir: “Haza cuhru zabbin harib’in.” Tekit’te kullandığı hususunda ise bir şair şöyle demiştir:
                      “Ya sahi, belliğ zav’iz- zevecati kullihim en leyse vaslun izen hallet urye’z zenebi” (Yani: “Ey arkadaş, bütün birkaç eşi olanlara ilet ki, kuyruğun düğümü çözülür-se, artık vasl olmaz.”) Ferra’nın naklettiğine göre “kullihim” cerr-i civardan dolayı esreyle okunmuştur.”
                      Sonra şunu da sözüne ekliyor: “Ama atıf harflerinde cerr-i civar kuralını uygulamak kesinlikle câiz değildir. Çünkü atıf, cerr-i civarı men ediyor.”
                      (Guniyet’ul- Mütemelli’il- Kebir, s. 16. Şeyh İbrahim Halebî)
                      En son Qom_u_ask tarafından düzenlendi; 05.08.2020, 20:37.
                      عاشق اگر رنگی از معشوق نگیرد در عشق خودش صادق نیست

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                        Yıkama/gasl de mesh yerine geçer ama mesh gasl/yıkama yerine geçmez. bu nedenle abdestte ayakların yıkanması daha garanti olup hem şiilerin yaptığını yapmak hem de ihtiyat anlamına geldiği sık ık söylenmekte.

                        bu tutarsız bir görüştür. Ancak bu noktaya geçmeden önce dini konularda aklın kural/hüküm ihdas/icad etme hakkının olmadığını belirtmek gerekir. Akıl dini hükm koyamaz. Eğer böyle olursa ortada din diye bir şey kalma herkesin kendi kuralları kaplar ortalığı ve herkesin aklı farklı olduğundan din adına farklı bir sürü kural çıkar..Allahsa dininin bu hale getirilmesine ve kendi hükümlerinin arada kaybolup bulunmaz hala gelmesine müsade etmez.

                        ayette çok açık olarak ayakların meshi emredilmektedir. Arap dili açısından ve ayetteki kelimeler açısından bu çok açıktır. Ancak zorlama atıfla ayakların hemen yakınındaki fiilden koparılıp uzaktak yıkamaya atfıyla/bağlanmasıyla kafalar karıştırılmakta ve uydurma hadislerle de bu batıl görüş sağlamlaştırılmaya çalışılmaktadır.

                        Yukarıda dini deliller sıralandığı için biz bunlara girmek yerine, delillerin bırakılıp yıkamanın mesh yerine geçtiğinden onun yerini tuttuğu ama olası yıkama emrine karşın mesh edenlerin abdestlerinin olmayacağındn söz edenlerin bu geçersiz görüşlerine değineceğiz.

                        tam tersine yıkama mesh yerine geçmez. Burda mugalata yapılmaktadır. insan zihni yanıltılmaktadır. Yıkama ayır mesh ayrıdır. bir çeyin çok olması her zaman için iyi anlamına gelmez. Bazen az şey gerekirken çok yapmak zararlıdır. Her zaman için bir şeyin çok olması azın yerini geçmez.

                        Örneğin su insan vücudu için yararlıdır. Ama suyu çok içmeye bağlı hastalıklar vardır bunların çok su içmeleri zararlıdır. Yine gerektiği kadar dereleri dolduran su sele dönüşürse bir sürü tehlikeleri getirir. Öyle bitkiler vardır ki çok yağış alan yerlerde yetişmezler kuraklığı severler. karadenizde çok dha fazla yeşillik olmasına rağmen, koyunlar tersine çok yağış almayan iç anadoluda daha çoktur. çünkü çok yağışta yetişen yemyeşil bitkiler koyunların iç organlarına iyi gelmemekte imiş..

                        Allah kesin olarak meshi emrettiği ayakları yıkamak mesh yerine geçmez. Kim ayakların yıkamaktan zarar gördüğünden dolayı meshin emredildiğini yıkamanın emredilmediğinin garantisini verebilir. Eğer bu dediğimiz zorlama bir yorumsa meshlik deninlen deri çoraplar/ayakkabılar neden icad edilmiştir? Demek ki ayakları yıkamak gerçekten de mesh yerine geçmiyor.. farklı bir şey...Ayakların yıkanması çoğu zaman zararlıdır. Özellikle kışların şiddetli geçtiği memleketlerde ve özellikle yaşlılar için..

                        Şimdi madem yıkamak da mesh yerine geçer o halde neden meshlikler icad edildi?.. Ayakların mesh edilmesi gelenek olsaydı icad edilir miydi gerek duyulur muydu?..

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                          ifade en azından benim ifadem. yıkama mesh yerine geçer değil.

                          yıkama eshi kapsar. basit matematik mantık.
                          Hz Ali r.a. cevap verdiği inanmayan insan örneğinde olduğu gibi. Senin dediğin gibi eğer ahret yoksa ben sadece hayatımı disiplin altına almış olurum. Ama ya benim dediğim gibi ise ve ahret var ise. Sen neyi tehlikeye attığının farkında mısın?

                          yani özetle eğer sizin anladığınız anlamda değil de (ki bir çok isim hadiste ekleyebilirim bir süre sonra böyle anlamayanlar ve bir çok sahih hadis te mevcut) bizim anladığımız anlamda ise.
                          eğer mesh ise yıkarken zaten ayağımızı mesh ediyoruz (sıvazlıyoruz.)
                          Ama yıkama ise ve siz Hadisi şerifte geçen uyarıyı dikkate almıyorsanız "Vay ateşten o topukların haline... " (Buhari, İlim 30; Vudü', 27,29; Müslim, Tahare, 25-28,30; Ebû Davud, Tahare, 46) burada değerledirmeniz gereken kısım burası

                          ben ce bir daha düşünün.
                          Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
                          Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                            yine çok uzun alıntılar da yapmak istememekle beraber Kurtbi Tefsiri ni de tavsiye ederim okumanız için

                            belki görüşleriniz daha da netleşir.

                            http://www.multimediaquran.com/quran...5-kurtubi2.htm

                            http://www.nihathatipoglu.com/nh/ice...44/abdest.aspx

                            Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
                            Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: ABDESTTE AYAKLARIN YIKANMASI MI MESHEDİLMESİ Mİ?

                              "Ama yıkama ise ve siz Hadisi şerifte geçen uyarıyı dikkate almıyorsanız "Vay ateşten o topukların haline... " (Buhari, İlim 30; Vudü', 27,29; Müslim, Tahare, 25-28,30; Ebû Davud, Tahare, 46) burada değerledirmeniz gereken kısım burası

                              ben ce bir daha düşünün."


                              Vay topukların haline hadisi sizi değil bizi destekler. Hz. Peygamber (s.a.a) ashabın ayaklarını meshettiğini görünce, topukları necis olanlara, necis olan topuklarınızı yıkayın diye uyarıda bulunmuştur. Zira Araplar genelde topuklarına idrar ediyorlarmış, onun için topuklarınızı yıkayın buyurmuştur. Ayaklarını mesheden ashap, yıkamasını bilmiyorlar mıydı, o zamana kadar Hz. Peygamber'in nassıl abdest aldığını görmemişler miydi?!! Onların meshedip necis olan topuklarını yakamadığını görünce onları uyarmıştır. Bu size delil olamaz.

                              Bunları geçelim, üsteki mesajımda da söyledim, Allah için söyleyin, biz hiçbir hadis, rivayet ve alimlerin sözlerini görmezsek ayeti nasıl anlarız, ondan yıkamayı mı yoksa meshetmeyi mi anlarız? Hiçbir hadis ve rivayet görmeyen sırf Kur'an okumuş yeni müslüman olan biri, ayetten neyi anlar?
                              [quote author=Velayet_Nuru link=topic=17621.msg107132#msg107132 date=1286664553]
                              يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فاغْسِلُواْ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَينِ

                              Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ kumtum iles salâti fagsilû vucûhekum ve eydiyekum ilel merâfikı vemsehû bi ruusikum ve erculekum ilâl ka’beyn(ka’beyni)

                              1. yâ eyyuhâ: ey!
                              2. ellezîne âmenû: iman edenler
                              3. izâ kumtum: kalktığınız zaman
                              4. ilâ es salâti: namaza
                              5. fe igsilû: o zaman , o taktirde yıkayın!
                              6. vucûhe-kum: yüzlerinizi
                              7. ve eydiye-kum: ve ellerinizi
                              8. ilâ el merâfikı: dirseklere kadar
                              9. ve imsehû: ve mesh edin!
                              10. bi ruûsi-kum: başlarınızı
                              11. ve ercule-kum: ve ayaklarınızı
                              12. ilâ el ka'beyni: topuk kemiklerine kadar (iki topuk kemiğine kadar)


                              [/quote]

                              Sayın ypa, sen bu ayetten yıkamayı mı anlıyorsun yoksa meshi mi? Eğer yıkamak şart olsaydı ayakkabıya niye meshetmeyi caiz görmüşler, hayvanın derisine meshetmek, kendi derisine meshetmekten daha mı iyi?
                              Bakın Ümm-ül Müminin Aişe meste meshetmeyi şiddetle reddetmektedir. Ümmetin bilgini, kitap ve sünnetin heybesi olan İbn-i Abbas da meste meshetmeye şiddetle karşı çıkmıştır. Aişe ve İbn-i Abbas ayağa meshetmeyi inkar edene kızgın bir halde karşı koyduğu gibi meste meshetmeyi de sert bir şekilde reddetmişlerdir.

                              Aişe’nin bu husustaki şu sözüne ne dersiniz?: “Mestlerime meshetmektense, ayaklarımın kesilmesi bence daha sevimlidir.”

                              İbn-i Abbas da bu hususta şöyle diyor: “Eşeğin derisine meshetmek benim için mestlere meshetmekten daha sevimlidir.”

                              (Tefsir-i Fahrî Razî, c. 3, 371. Meste meshetmekle ilgili bahiste)
                              عاشق اگر رنگی از معشوق نگیرد در عشق خودش صادق نیست

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...