Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

    Dr. Ahmed Huber, İsviçre

    Ben, günlük siyasi olayları yorumlayan bir gazeteciyim. Bu nedenle benim uluslararası emperyalizmin yol açtığı sömürü ve zor­balık konularında konuşacağımı düşünüyor olabilirsiniz. Ancak şurası bir gerçektir ki, biz bugün aynı zamanda büyük bir manevi zulüm ve baskı altında yaşıyoruz. Ben de bu konuda konuşmak istiyorum.

    Bir gazeteci olarak, son yıllarda (1980-1984 ve 1985) bazı olay­ların şaşırtıcı bir biçimde birbirleriyle kesiştiğim gözlemledim. Bu olaylara bir Müslüman gazeteci olarak baktığımda bunların birer rastlantı olabileceğini kabul etmiyorum.

    1980 yılından sonra İran İslam Cumhuriyeti'nin gücü ye etkisi­nin İslam dünyası içinde ve dışında şaşırtıcı bir biçimde artmış olması çok ilginçtir. İslami hareket, İslam dünyasında 1980 yılın­dan beri hızlı biçimde güçlenip kuvvetlenmektedir.

    Aynı yıllarda dünyada bazı önemli olaylar ve yıldönümleri ya­şanmıştır. Almanya'da, Islahatçı hareketin lideri Martin Luther'in başlattığı hareketin yıldönümü ile Kari Marks'ın 100. ölüm yıldönümü dolayısıyla aynı yılda (1983) törenler yapılmıştır.

    1984 yılı, Doğu ve Batı dünyasındaki mevcut siyasal sistemle­rin iflas ettiğini, bunların birer parti diktatörlüğü olduğunu anla­tan İngiliz yazar George Onvell'in
    "1984" adlı ilginç kitabının yıl­dönümüdür. Bilindiği gibi, 1944-45 yılların büyük devleri olan Amerika ve Sovyetler Birliği günümüzde çok zayıf bir duruma düşmüşlerdir. 1987'de Sovyet devriminin yetmişinci, 1988'de Si­yonist İsrail'in Filistin'deki işgalinin kırkıncı yıldönümü kutlana­caktır. Ayrıca 1989'da Fransız ihtilalinin iki yüzüncü, aynı yıl Çin komünizmi devriminin kırkıncı yıldönümünü kutlama törenleri yapılacaktır. 1980'den sonra yapılan ve yapılacak olan yıldönümlerinin yanı sıra İslam devriminin gücü daha da gelişip büyümek­tedir.

    İslam devriminin dışında cereyan eden bütün yıldönümü kut­lamaları birer çürüme ve zayıflamayı ortaya koymaktadır. Bu yıl-dönümlerinin üzerinde durulması ve düşünülmesi biz Müslümanlar için de gereklidir. Çünkü zorbaların zulüm.ve sömürülerini sağlama almayı amaçlayan bu kutlamalar ve gösteriler birçoğu­muzun düşüncesini sürekli meşgul etmektedir. Bu yoldaki düşün­celer henüz yeryüzünde güçlü bir konumdadır. Ama, bizlerin de biricik teselli kaynağımız olarak, İran İslam Cumhuriyeti'nin varlığını ve İslam'ın tek kurtuluş yolu olduğunu bilmemiz gel­mektedir.

    Batı basını İslam devrimini hiç bir zaman desteklemese de, İran'da İslam devriminin yerine oturduğunu ve bundan böyle ge­riye bir dönüşün göz konusu olamayacağını itiraf etmektedir.

    Şimdi, yukarıda değindiğimiz yıldönümlerine bir göz atacak olursak:

    Batı dünyasında 1983 yılında, Martin Luther isimli bir Protestan papazın reform hareketinin Yıldönümü kutlandı ama, biz Martin Luther'in gerçek bir reformcu olmadığını biliyoruz. Eğer o, gerçekten reformcu olmuş olsaydı, yaşadığı toplumda gördüğü bidat ve hurafelerle uğraşır, onları düzeltmeye çalışırdı. O, Hıristiyanlıktaki üç tanrı inancım düzeltmek için hiç uğraşmamış, bu konu halkın zihninde şüpheler ve tereddütler uyandırmaya devam etmiştir. Yine, Hz. İsa’nın, Allah'ın oğlu (hâşâ) olmadığını anlamak ve anlatmak çabasını göstermemiş, Hıristiyanlığın yan­lış uygulamalarını kaldırma yolunda herhangi bir çalışma yapmamıştır. .

    Çağımızda Hıristiyan toplumlar -ister Katolik, ister Protestan olsunlar- büyük bir binalıma sürüklenmiştir. Avrupa toplumunda gözlemlediğimiz sosyal ilişkiler ve bunların sonucu olarak beliren ve gelişen olaylar, bu manevi bunalımın açık bir göstergesidir. Papa'nın durumu bu tespitin dışında değildir.

    Martin Luther, mutaassıp bir papaz olarak sürekli İslam'ı eleş­tiriyor ve "Kur'an-ı Kerim yeryüzünün en tehlikeli kitabıdır, her Hıristiyan onunla mücadele edebilmek için Kur'an'ı okuyup öğren­melidir" diyordu. Bu söz, Martin Luther'in hayatı boyunca söyle­diği belki de tek doğru sözüydü. Kur'an'ı Kerim gerçekten de on-dört asırdan beri bütün kafirler ve zorbaların, onların piyonları­nın tek korkulu rüyasıydı, onlar için en tehlikeli kitaptı.

    Ayrıca hatırlamak gerekir ki, Martin Luther bir Alman prensi­ne mektup yazıp onu İslam tehlikesi(!) karşısında uyarmıştı. Mektubunun bir bölümünde şunları söylüyordu:


    "Müslümanlar bize karşı savaşa hazırlanıyor. Eğer buraya ka­dar ulaşırlarsa Hıristiyan halk onları sevinçle karşılayıp İslamiyet’i kabul edecektir." "Neden?" sorusuna yine kendisi şu cevabı ve­riyordu:

    "Çünkü İslâmiyet’te, sosyal adaleti gerçekleştiren bir vergi düzeni ile zekat müessesesi vardır. Bunlar bizde bulunmuyor. İşte bu yüzden Hıristiyanlar Müslüman olabilirler."


    1980 sonrası dönemde yıldönümleri kutlanan ve kutlanacak olan Kari Marks ile Adolf Hitler ve Sigmund Freud'a gelince., işin ilginç yanı, bu üç ünlünün de düşüncelerinin milyonlarca in­sana empoze edilmesiyle onların Allah'ı inkâr etmelerine sebep olmuşlardır. Bu üçlü, çağdaşı oldukları insanlardan birçoğunu Al­lah'a imandan yüz çevirtip kendi bâtıl düşüncelerini onlara be­nimsettiler. Bunlara göre ileri bir toplum ancak bilim ve teknoloji sayesinde oluşabilirdi. Kari Marks'a göre sosyal adalete ulaşmak için sınıf çatışmalarının meydana gelmesi gerekiyordu. Freud'a göre insan davranışlarını ancak psikoloji ve psikiyatri açıklayabi­lirdi. Biz Müslüman olarak bu teorilerle ortaya atılan görüşlerin İslam dışı oldukları kadar, son derece yanlış ve tutarsız oldukla­rını da biliyoruz. Bu teorilere önem veren çağımız batı medeniye­tinin temelinde Allah'ı inkâr sapıklığı yatmaktadır. Allah inan­cından kopanlar insanlar problemlerinin çözümünü hep maddi yollar ve araçlarda aradıkları için girdikleri bunalım çıkmazların­dan kurtulamıyorlar.

    Çağımızdaki zorbalık ve sapıklıkların kökeninde bu batıl dü­şünce ve teoriler vardır. Bunlardan sürekli olarak felaketler üremektedir. Sadece İran İslam Devrimi, bu yanlış yorum ve yakla­şımların dışındadır. Bu nedenledir ki birçok Doğu ve Batı düşü­nürü bu devrimi tahlilde ve kavramada güçlük çekmektedir.

    İran İslam Devrimi ve getirdiği İslami hareket
    "Allah-u Ekber’le başlayıp bu temele oturmuştur. Bu devrim, çağımızın dev­rimi olarak bizlere bir çok şeyler öğretmiş ve zengin tecrübeler kazandırmıştır. Artık çürümeye yüz tutan Fransız, Rus ve Çin devrimleri, hareketlerine odak noktası olarak Allah inancını al­madıkları için egemen oldukları toplumları bir takım' parti ve grupların tasallutu altında yaşatmışlardır. Bunlar, Allah'ın hü­kümeti yerine dinsizlik doktrinini egemen kıldıkları için halkı esaretten başka bir yola götürememişlerdir. Allah'a teslimiyetin yerine ırkçılığı, soy sop veya sim üstünlüğü anlayışım getirmiş­ler; bunun sonucu olarak insanlar büyük facialara ve talihsizliğe uğramışlardır. Bu yaklaşımların ve batıl devrimlerin temel felse­fesi materyalizmdir.

    Ayrıca belirtelim ki, Fransız ve Rus devrimlerinden bu yana emperyalizmin etkinliği dünya çapında gelişmiş ve insanlığa yeni yeni zorbalıklan bela etmiştir. Ancak şimdi, bütün bu sapıklık ve bayağılıkların zorbalığı karşısında İslam devrimi vardır.

    İslam devrimi, Allah'ın yolundadır, bu İlahi yolu takip ederek zafere ulaşmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.a.)'in asr-ı saade­tinden sonra, yüce İslam prensipleri gerçek manası ile ifade ve tatbik edilmemiş, ona riayet sağlanmamıştır. İslam devrimi Müslümanlar için olduğu kadar, dünyanın her yerinde yaşayan bütün gayr-i Müslimler için de dikkate değer büyük bir olaydır. Bu dev­rim, artık gayr-ı Müslimlerin de kalplerinde inkarcılığa ve sapık­lığa karşı şüpheler duymasına ve yerleşik düşüncelerinde deği­şiklikler meydana getirmesine neden olmuştur. Onlar, artık ha­yat seviyelerinin yükselmesi ve kadınlarına yeni haklar kazan­dırmak endişesi içinde değillerdir; tam aksine Allah'a iman konu­sunda yeni arayışlar içinde bulunmaktadırlar. Doğa kanunlarına eskisi kadar ilgi göstermiyorlar ve yavaş yavaş evrene ve insan hayatına egemen olan ilahi kanunların farkına varıyorlar. Şimdi­lik bu kanuna ne isim vereceklerini bilmiyorlar. Sadece şunu bil­meleri gerekir ki, bu kanuna ancak Allah'ın kanunu denir. Bilini­yorlarsa da hissetmiyor değiller. Artık, sosyal ve siyasi hayatları­na yeni düzenlemeler gerektiğini bir ihtiyaç olarak duyuyorlar. Fakat bunu bir türlü bulamıyorlar. Bizler de -ne yazık ki- düşün­ce ve inançlarımızı onlara yeterince aktarabilmiş, öğretebilmiş değiliz.

    Biz Müslümanlar büyük ve değerli alimlere sahibiz. Bu alimler bize sadece dini konularda değil, bütün bilim dallarında yardımcı olan saygın kişilerdir. Matematik, Astronomi, Coğrafya, Tarih v.d. alanlarında değerli alimlerimiz vardır. İnsanlar Batı'da bu çok yönlü alimleri arıyorlar. Bu yüzden insanlık dünyası artık bir takım sorular sorup bunların cevaplarını araştırıyorlar. Onlar, farkında olmadan, sorularına İslami cevaplar bulmaya çalışıyor­lar. İşte bu İslami cevaplan, Doğuda, Batıda, Kuzeyde ve Güney­deki tüm kardeşlerimize ulaştırmak bizim vazifemizdir.



    #2
    Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

    Bakır Şer’i, Bangladeş

    Her devrimin bir harekete geçireni vardır. Muharrik liderdir, harekete geçen ise halktır. Lider, devrim ortamını hazırlar ve halkı nihai zafere doğru faaliyet göstermeye yöneltir.

    İran İslâm devriminin diğer devrimlerle karşılaştırıldığında kendine özgü bir yapıya sahip olduğu anlaşılır. Diğer devrimlerde önceden hazırlanan bir ordu veya parti varken, bu devrimde söz konusu olmamıştır. Yani bu devrim tam anlamıyla halk devrimi­dir. Önderliği, çok dayanıklı ve sonuna kadar uzlaşmayışı ile ün­lüdür.

    Bu devrim, başlangıcından beri şahlık yönetiminin düşmesi sloganıyla başladı ve geçici hedefler için durmadı. Bu özellik, Fransız ve Rus devrimlerinde yoktur. Meselâ, Lenin, Rusların es­ki düşmanı Almanlarla işbirliği yapmış ve onlardan yardım gör­müştür.

    Halk çoğunluğuna dayanan İslâm Devrimi'nde halk merkez ve temeldir. Bu konuda üç özellik dikkat çekicidir,


    l- Halkın sevinçli ve coşkulu durumu

    2- Ruhaniyet (din alimleri) camiasının öncü­lüğü,

    3-Önderin karakteri.


    Şahlık sultası altında yaşayan halk, pek çok zorluğa dayana­rak dinç ve canlı kalmayı başarmış ve özellikle zorunlu savaş kar­şısında gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla İslâm'a ve Lider'e olan bağlılıklarını ispatlamıştır. Gerçekten de bu büyük Müslüman millet, şahın tankları karşısında açık göğüsleri ve boş eleriy­le eşsiz bir direniş sergilemiştir. Halbuki diğer devrimlerde, ken­dilerini silahsız sayanlar bile en azından hafif silahlarla donatıl­mışlardır. Bu devrim sırasında bütün halk kitleleri siyaset sahne­sine çıkmıştır.

    "Ruhanilik, İran'da özel bir sınıf değildi."

    Batıda, Hıristiyan ruhanileri toplum içinde özel bir sınıf oluştu­rurlar. Halkın önderliğini kazanmayı yalnız İran ruhanileri ba­şarmış ve halkı adaletin uygulanmasına, sömürünün sona erme­sine, insanların, en iyi biçimde eğitilmesine yöneltmişlerdir. Üm­metin imamı, ruhanilere yol göstermekte ve doğru yolda yürüme­lerinde büyük' rol oynamaktadır.

    Halk kitlelerinin amacı, İslam'ı hayatlarına egemen kılmaktı. İslam da bu insanları mutluluğa ulaştırdı. Ruhaniler de bu fırsat­tan yararlanarak Hıristiyanlarınkinden çok farklı olan büyük alimler yetiştirdi. İran'da ruhaniler, müstazafların (zayıf bırakıl­mışların) .yanında yer alan, kanaat sahibi, adalete önem veren ve zahid olan insanlardır. Aynı zamanda şehidler kervanının öncü­lüğünü de yapan ruhaniler, devrimden önce işkence, hapis, sür­gün ve öldürülmeyi göze aldıkları gibi, devrimden sonra da İslâm yolunda fedakârlıkta bulunmaya devam ettiler.

    Çağımızda siyasal ve devrimci hareketlere katılmış olan bazı din adamları yok değildir. Ancak bunların siyasi hayattaki etkile­ri kısa süreli ve sınırlı olmuştur. Halbuki İmam Humeyni'nin ön­derliğinde, bütün iç ve dış saldırılara, süper güçlerin saldırılarına karşı konulmuş, İslâm düşmanlığına direnilmiş ve sürekli zafer kazanılmıştır. Liderin karakterinde özellikle aranılacak özellik­ler, onun arif, feraset sahibi bilgin ve dayanıklı olmasıdır. O, bü­tün tehditlere direnmiş, olağanüstü macera ve düşmanlık girişimlerine karşı irade gücünü ispatlamıştır.

    Devrimin ortamının hazırlanması, liderin karakteri, Müslüman halkın öndere bağlılığı, karşılıklı güvene sahip olunması, yardımlaşma ve ruhanilerin varlığı, zaferin önemli faktörlerinden sayılmaktadır.


    "Düşman, Allah'ın Hininin zaferine sebep olur."

    Şah'ın zulmü devrimin gerçekleşmesine sebep oldu. Şah, İs­lam'ın kutsal kural ve prensiplerine hakaret edince Müslüman halkı karşısında buldu.

    İmam'ın yetişkin oğlu (Seyyid Mustafa) esrarengiz biçimde şehit edilince, imam metanetle
    "Allah'ın hikmetidir" dedi ve onun şahadetinin kırkıncı gününde halk, Kum, Tebriz, Şiraz ve diğer şehirlerde ayağa kalktı. Böylece bu musibet devrim hareketinde tutuşturucu bir rol oynadı.

    "Tağutlar bilmeden İmam'a hizmet ettiler."

    Şah ile Saddam'ın arası iyi olduğu için, Irak Baas Partisi İmam'ın Irak'ta iken susmasını istemiş ve İmam da bu isteği red­dederek Irak'ı terk etmişti. Baas Partisi, ondan susmasını istedi­ğinde İmam, ceddi olan Resulullah (s.a.a.)'in bir hadisini hatırla­dı. Resulullah, Kureyş'in yeni tekliflerini ileten amcasına, şöyle buyurmuştu: "Ey amca, Allah'a yemin ederim ki, güneşi sağ eli­me, ve ayı sol elime yerleştirseler bile, dinimden hiç bir zaman vazgeçmeyeceğim" İmam, bu espriye uygun hareket ederek, aziz İslam bayrağını bırakmadı ve örnek tutumu ile bütün dünya Müslümanların sevgisini kazandı. Verdiği mesajlar binlerce ki­lometreyi aşıp geniş halk kitlelerini harekete geçirdi. Bu görkem­li olaydan sonra Carter, Begin ve Sedat bir araya gelip "Camp David" anlaşmasını imzalayarak mukabil bir zafer elde etmeye, daha doğrusu nefislerini tatmine çalıştılar. Fakat, İmam'ın orta­ya çıkışı, Resulullah (s.a.a.)'in bayrağının dalgalanması, geleceği gören İmam'ın sesiyle haykırılan İslam mesajı zalimleri depreme uğramışçasına sarstı.

    Devrimin başarıya ulaşmasının sırlarından biri, Batılı ve Do­ğulu düşmanların İslâm ideolojisini anlayamamasından ileri gel­mektedir. Carter ve Brejnev, yaşlı bir insanın boş elleriyle uzak yolların ötesinden Müslüman halkı ayağa kaldırmasına, halkın ona
    "evet" demesine, gecenin karanlığında damlara çıkıp "Allah-u Ekber" diye haykırmalarına, Allah'a yakarışlarından sonuç ala­caklarına inanmıyorlardı. İmam'ın gösterdiği basan ise, Müslüman İran halkını uykudan uyandırıp Allah yolunda şahadet ve fedakârlığa sevk etmesiydi.

    Yorum


      #3
      Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

      Mûnire Arife, Amerika

      Ben, İslam'da kadının ruhsal ve manevi açıdan yükselişini güç­lendiren özellikler üzerinde durmak istiyorum.

      Eğer biz toplumu, İslam toplumu diye adlandırmak istiyorsak, Müslüman kadınların toplumda meydana çıkan özel durumlara katılmasını sağlayalım. Benim amacım her şeyden önce Müslüman bir kadının bir fert olarak önemli yapısal özelliklere sahip olduğunun, bunlara sahip olarak kendi görevini nasıl yerine geti­rebileceğinin üzerinde durmaktır. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor:
      "İman ederek üzerlerine düşen görevi yerine getiren kimseler, Allah'a dönecekleri günün korkusunu duyarak hayırlı işler görmek ve mutluluğa ermekte acele ederler ve öncülükte bu­lunurlar."

      Allah (c.c.), her eylemin gerçek biçimini bulmasının ancak Al­lah'ın gerçekliğini kabul etmekle mümkün olduğunu bildiriyor. Müslüman kadının davranışları, Allah için ona birer şahit olmalı­dır. Evet, ben Allah'ın birliğine iman ettim desin ve hareketleriy­le de bu inancım kanıtlasın. Bu nedenledir ki Müslüman bir ka­dın bir kişiyi veya başka bir varlığı ilah diye kabul etmez, O'nun kanunlarından başkasını dilemez. Müslüman kadın, bilinçsiz bir itaatte bulunmaz, Allah'ın gösterdiklerinden başkasını kabul et­mez.

      Bir Müslüman kadının tüm varlığıyla inancına bağlı olması ga­yet doğaldır. Allah (c.c.)'dan başka bir yaratıcı olmadığını ve tap­mak için bir başkasının bulunmadığını bilir ve Materyalizmin hiçbir kalıbına iltifat etmez.

      Şimdi neden Müslüman kadınlar tesettüre riayet etmiyor, na­maz kılmıyor, oruç tutmuyor, ve zekât vermiyorlar? Bunun nede­ni yalnız ve yalnız iman eksikliğidir. Yüce Allah buyuruyor:
      "Er­kek ve kadınlardan kim Allah'a iman ederek hayırlı bir iyi amel işlerse biz onu hayatının sonuna kadar mutluluk ve esenliğe eriş­tiririz, iyi amelleri için ona çok büyük bir sevap veririz." (16: 97).

      Müslüman bir kadın inancı sayesinde tüm insanlar için bir ör­nek olur. Orucunu tutar, namazını kılar, güzel davranışlardan mutluluk duyar, şeytani hareket ve arzulara karşı çıkar. O, Ra­him ve Adil olan Allah'tan haberdardır. O, Allah'a olan imanı ve sevgisiyle anne, öğretmen ve doktor olup devrimci faaliyetler gös­terir.

      Acaba, bizimle İran'daki kardeşlerimiz arasındaki fark nedir? Bu fark eğitim ve öğretimden mi, ekonomik nedenlerden midir? Acaba İran'lı kadınlar tümüyle üstün zekâlı olduğu için mi

      Kur'an'ın emirlerine yerine getirmektedirler? Acaba bu kardeşle­rimiz bunun için uzun yıllar üniversitelerde özel bir yüksek öğre­nim mi görmüşlerdir?

      Hayır, bunların hiç biri değildir. Ancak, Allah'a inançları ve sevgileri sebebiyle bunları yapmaktadırlar. Onlar yalnız Allah'a bağlılık göstermekte, yalnız O'nun rızasını kazanmak için faali­yet göstermektedirler. Bundan dolayı, yaptıkları işler bu kardeş­ler için zor işler değildir ve hiçbir zaman da zor olmayacaktır. Eğer O'na sığınırsak bizi başarıya ulaştırır. Eğer O"nu seversek, O'nun istediklerini de yerine getiririz.

      Yaşadığımız dönemde, Müslüman olmayan bir toplumda yaşa­yan Müslümân bir kadın nelere dikkat etmelidir? O, yan İslâmi veya Katolik toplumlarda göze batan bir diken gibidir. O, direnen karşı koyan bir sestir. Siyonizm ve tüm sömürgeciliğe karşı çı­kar. O, Allah'a inanan ve İslam ümmeti ile işbirliğinde bulunan, İslam'ın peşinde olan mü'mine bir kadındır. İslamiyet! Seçmek için evinin her köşesinde bir kanıt vardır. O, kocasından, karde­şinden ve oğullarından savaşın ilk safhasında yer almalarını is­ter. Bugün bu odaya bir bakınız. Acaba buradaki kardeşlerimiz, anneleri tarafından eğitilmiş değiller mi? Elbette onlarda gele­cekteki yavrularını böylesine bir eğitimle eğitecekler. Müslüman kadın, kendi ve komşusunun çocuklarım eğitir. Biz eğer çocukla­rımızı Allah yolunda mücahit olarak yetiştirmeyi amaçlarsak, kı­sa bir süre içinde buna uygun bir ortamı bulamayabiliriz. Bu eksi­ği ancak daha fazla gayret göstererek telafi edebiliriz. Müslüman kadın, dinini komşularına, akrabalarınâ ve hatta uzakta bulunan insanlara tebliğ eder. O, dinini tüm dünyaya, kalemiyle, diliyle, örnek hayatıyla tebliğ eder. O, mü'mine bir kadın olarak İslâm dışı etkenlere mukavemet eder, İslâm ümmetini yönlendirmeye çalışır. O, camide, okulda, hastanede, üniversitede, caddede Al­lah'a iman etmiş bir insan olmanın şuurundadır.

      İslam ümmetinin, Allah yolunda fedakârlıklarda bulunacak mü'minlere ihtiyacı var. Ben, bütün ülkelerdeki kardeşlerime ses­lenerek, Allah'a gerçek bir şekilde iman etmemiz gerektiğini söy­lüyorum, İmanımızı dilimizle ikrar edelim^ geliniz bunları dudak­larımızdan alıp gönüllerimize yerleştirelim.


      Yorum


        #4
        Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

        Mevlana Eşref Ali Kureyş’i, Pakistan

        Ben de sizlere, İran İslam Cumhuriyeti'nde Müslümanların birlik ve beraberliklerinin korunması için yapılanlar hakkındaki izlenimlerimi belirtmek istiyorum.

        Biz insanların iyi niyetinden şüphe etmeyiz. -Çünkü her insan önündeki kâğıtlara kaleminin ucuyla yazdıklarından dolayı bir gün Allah'ın huzurunda hesap verecektir. Şüphesiz insanlar iyi ve kötü amellerinden dolayı yargılanacaktır. Peygamber Efendi­miz (s.a.a) zorluklar ve musibetlerle karşılaşırsa bile gerçeğin belirtilmesinden çekinmemesini buyurmuştur.

        Bugün Müslümanların büyük bir nüfusa sahip oldukları halde zayıf bir donunda bulunduktan açık bir gerçektir. Bunun nedeni de birbirimize düşmanlığımızdır. Allah'a ve son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a.)'e iman ettiğimiz halde, başkalarının onuru­nu ve kişiliğini incitmeden rahat edemiyoruz. Müslümanların güçsüz düşmesinin nedeni bundan başkası mıdır? Günümüzde Müslümanlar için en önemli sorun, Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs'ün işgalci İsrail'in elinde bulunması ve bunun da tüm Müslümanların şerefini tehdit etmesidir. Müslümanların hayat-lan ile ilgili kararlar küfür saraylarında verilmektedir. İslam ül­keleri, süper güçlerin hile ve oyunlarına tutsak olmuşlardır. O halde şu soruyu sormalıyız: Müslüman milletler daha ne zamana kadar süper güçlerin etkisi altında kalacaktır? Tağuti rejimler her yerde Müslümanları istedikleri zaman katledebiliyorlar. Hiç kimse onlardan ne yaptıklarını sormuyor. İslam düşmanlarının hilelerinden de dostluklarından da uzak durmalıyız. Bunu bizden Kur'an-ı Kerim istemektedir.

        Yeryüzündeki tüm kâfirler Müslümanların aleyhinde birleş­miştir, amaçlan da bütün yollan deneyerek Müslümanlara zarar vermektedir. Tağuti rejimler, nasıl olursa olsun, İslam ümmeti­nin arasında ayrılıklar meydana getirmeye ve aralarındaki birliği bozmaya çalışmaktadır. Bu amaç için milyonlar harcıyorlar. Uşaklarının aracılığıyla Müslümanların birleşmesini önlemek ve birliği, kardeşliği teşvik edenler için tuzaklar hazırlıyorlar. Kötü amaçlarını teşhir edenleri ise öldürüyorlar.

        Pakistan'da İslami hareket başladığında bu ülkenin alimleri ve büyükleri her sınıftan insanları bir araya topladılar ve büyük bir çoğunluk onlara uydu. Bunun sebebi onların birliğe önem verme­siydi.

        Eğer bir kişi sadece kendisini düşünürse hiç bir şey yapamaz. Ben şahlık döneminde İran'a gelmiş ve bir çok yeri görmüştüm. O dönemde her yerde Allah'a imansızlık göze çarpıyordu. Çıplaklık ve namussuzluk anlatılmayacak derecede ileriydi. İçki, esrar, ge­nel evler, kumar, gazinolar seks filmleri, gece kulüpleri furyası almış yürümüştü. Şahlık rejimi bunları destekliyordu. Mümin ve şerefli insanlar için huzurlu bir yer yoktu. Sonunda Allah, kuvvetini göstererek Salih Müslümanların eliyle mûstekbirleri dize ge­tirerek kudretini ispatladı. İran'da okullar ve camilerden başla­yan büyük bir hareket İran firavununu devirdi.

        Geliniz, önce Şahlık İran'ı ile şimdiki İran'ın durumunu kıyas­layalım. Şimdi İran'ın hiç bir yerinde içki bulunmuyor, esrar içil­mesi ve alış-veriş kesinlikle yasaktır. Gazinoların yerine camiler ve okullara ilgi gösterilmektedir. Hiç bir kadın tesettürsüz (ör-tünmeksizin) evinden dışarı çıkmıyor. Hatta yabancı elçilerin ha­nımları bile bu kurala riayet ediyorlar. Siz bütün milletin yüreği­ni cihad sevgisiyle doldurdunuz. Duvarlardaki yazılan okuyorum, siz Müslümanları Kudüs'ün hürriyete kavuşmasına çağırıyorsu­nuz.

        Şah dönemindeki sermaye düzeni yıkılmış ve onun yerine müstazaflar (zayıf bırakılmışlar) için yapım ve onarım cihadı çalışma­ları başlatılmıştır. Faiz ve faizcilik sistemine son verilmiştir; Her alanda İslam kanunları egemen olmuştur.

        Bu gerçekleri göz önüne alarak, İslam'ı uygulayanlara ve Tağutu yıkanlara neden muhalefet edilmektedir? Bence bu tür ey­lemlerin İslam'a hizmetle ilgisi yoktur.

        Bu konuda İran İslam Devrimini yakından inceleyen bir bilim adamının gözlemleri şöyledir:


        1980 yılında Tahran'a gelirken belli bir takım düşüncelere sa­hiptim. Merak ederek araştırdığım bir çok konuda olumsuz bir kanıya varamadım. Halbuki İran'a gelirken, Ehl-i Sünnete bağlı olanları öldürüyorlar, ruhaniler halkı sömürüyor biçiminde ko­nuşmalar duymuştum. Bu sözlerin doğru olup olmadığını araştır­dım, ama böyle bir şey hissetmedim. Bu gibi sözleri devrime karşı olan inançsız kişiler yaymaktadır. Belki de bir gruba bağlı olduk­ları içindir. İran'daki İslam devrimini Şii devrimi diye tanıtmak, gelecekteki İslâm devrimleri için tehlikelidir. Yeni bir devrimden söz edildiğinde kimse, Vahhabi, Maliki, Şafiî, Hanefi devrimi ola­cak diyememelidir. Bence bu tür yönelmeler kesinlikle yanlıştır. İslami bir inanca sahip kimselerin bu devrimi anlamak için daha çok dikkat etmeleri gerekmektedir.

        Ehli sünnet Müslümanların yaşadığı ülkelerde İslam devri­minin gerçekleşmemiş olması nedeniyle fitneye sebep olmak son derece yanlış olur. Biz bütün hayatımız boyunca İslam için çalış­tık, rekabet için inanç alış- veriş pazarı açmış değiliz. İslam dev­rimi bizler için İslam inanç ve ideolojisinin uygulanmasıdır. Biz, Allah'tan başka otorite tanımıyoruz. Bütün çabalarımızda, tağutu ve gayr-ı ilahi hükümetlere karşı kıyam edip ilahi kanunların uy­gulanmasını istedik. Dünyanın hangi köşesinden İslâmî devrim sesi duyarsak sevinç ve ferahlık duyarız. Bizim için Arap, Türk, Fars farkının önemi yoktur. Biz Hakk ile batıl, İslam ile küfrü ta­nıyoruz, özgürlük ile zorbalık arasındaki farkı biliyoruz. Biz açık­ça İslam düzeni için çalışıyoruz. Biz Hak yolunda darağacına git­mekten bile korkmuyoruz. Çünkü Hak ve hakikat yolu güçlükler­le doludur. Biz eğitimimiz ve bilgimize göre Hakk'ı destekliyoruz ve şüphesiz İran devrimini bir İslami devrim olarak biliyoruz. İyi­yi emretmek ve kötüden sakındırmak ilahi bir hükümdür. Biz de Allah'ın hükmüne göre davranıyoruz. Zalimi mahkûm etmek ve mazlumu korumak Peygamberimizin hükmüdür, biz de Peygam­berimizin hükmüne riayet edeceğiz. Sıradan bir kişinin İslam devrimine muhalefeti önemli değildir. Ama dindar olan ve İslami bir hükümeti amaçlayan bir kimsenin karşı gelmesi önemli olur. Eğer İran'ın eski yönleriyle bugününü kıyaslarsak, arada çok fark olduğunu görürüz. İslam, İran milletini aydınlatmıştır, ço­cuktan yaşlıya kadar herkes cihad ve iman sevgisiyle doludur.

        İran'a yolculuğum sırasında, oğlunu savaşta kaybeden Tah­ranlı bir aile ile karşılaşmıştım. Taziyede bulunmak için evlerine gittiğimizde şehidin babası şöyle dedi:


        "Ne yazık ki bir oğlum var! Bir tane daha olsaydı, onu da Allah yolunda şehit görmek isterdim."

        Bu gibi örnekler halkın Islama bağlılığını göstermektedir. Hakk yolunda hiç bir kimseden, hiç bir şeyden korkulan yoktur.

        Bugün küfür dünyası, mümkün olan her yolla İran İslam Dev­rimine karşı kötümserliği aşılamakta ve Şiiler ile Sünniler ara­sında ayrılık ve çelişkiler icad etmektedir. Bu ortamda piyonlar tefrika alevini yükseltmektedirler. Bunlar ahireti unutarak, Al­lah'ın huzurunda ne cevap vereceklerini düşünmüyorlar mı?

        İslam milletlerine en büyük darbeyi, dindarlık kisvesiyle dola­şan bu maskeyi takanlar vurmaktadır. İran İslam Devrimine mu­halefet edenler, Şah dönemi zulmünü ne çabuk unuttular. O dö­nemde İslam'dan ve devrimden söz eden kimselerin hapishaneler­de organları kesilmekte, canlan alınmakta, bedenlerine elektrik şoku verilmekteydi. İşkence altında binlerce insan İslam devrimi istedikleri için can verdi. şehit düşenlerin sayısı altmış binden, sakat bırakılanlar yüz binden fazlaydı. Ancak böyle fedakârlıklardan sonra devrim zafere ulaştı.

        Şimdi Yahudiler, Hıristiyanlar ve Komünistler basın-yayın or­ganları aracılığıyla İslam devrimi aleyhine propagandalar yap­makta, Müslümanları devrime karşı kötümserliğe itmektedirler, devrimin dünya üzerindeki tesirlerini engellemektedirler.

        Peygamber efendimiz (s.a.a.) döneminde Yahudi ve Hıristiyanların düşmanlığı bütün Müslümanların malumuydu. Onlar, deği­şik hilelerle İslam'a saldırmakta, Müslümanlar arasında şüphe ve tereddütler yaratarak onları aldatmaya çalışmakta, Allah'ın son peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.a)'in buyruklarından çıkarmaya çalışmaktaydılar, Müslümanlıkta, birlik ve dayanışma emredilmiş, Müslümanların ayrılık ve çekişmeden sakınmaları istenmiş, ihtilaf yaratanlar Müslümanların düşmanı ilan edilmiş­tir.

        Bugün, bütün İslam ülkelerinde İslami uyanış vardır. Böyle Şii-Sünni ihtilafı ortaya çıkanlarsa, bu İslam'ın aleyhine olacak­tır. Bu ayrılıkların yüzünden Müslümanların birinci kıblesi Ku­düs bugün Yahudilerin elindedir. Yahudi ve Hıristiyanlar gece-gündüz demeden Müslümanların aleyhinde propagandalar yürüt­mektedirler. Fakat yeni nesil, bu kısır düşüncelerden bıkmıştır ve Kudüs'ü kurtarmaya kararlıdır. Allah'ın lutfuyla Müslümanların yüreği cihad sevgisiyle dolmaktadır. İslam düşmanlar bu yüzden Müslümanları temel problemlerinden saptırma telaşındadır. Müslümanların ise gelişip güçlenmek için birleşmeleri gerekir. Din alimleri ve aydınların, halkı Kur'an hükümlerini uygulama­ya, cihad sevgisine yönlendirmeleri lazımdır. Eğer bir milyar Müslüman birleşirse dünyada hiç bir kuvvet onların önünde du­ramaz. Şimdi Müslümanların en önemli meselesi, Kudüs'ün Siyo­nistlerin elinden kurtarılmasıdır.

        Ben, İran'da yapılan Cuma imamları kongresine katılarak İran'daki şimdiki durumu araştırdım. Siyonistlerin çabası İslam devrimini yenilgiye uğratmaktı. Şeytani güçler işbirliği yaparak, Sünni-Şii ihtilafını icad edip Müslümanları gerçek hedeflerinde» uzaklaştırmak ve sorumsuzluğa itmek istemişlerdir. Doğu ve Ba­tı kültürünün etkisi altında daha fazla sömürülmeden, birleşerek Allah'ın egemenliğini kurmalıyız. Ancak bu şekilde kurtulabiliriz.


        Eğer, binlerce tehlike ve korku varsa; dil, yüreğin yoldaşı ol­malıdır."

        Yorum


          #5
          Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

          Muhammed Mehdi Şemseddin Lübnan

          A- İslam devleti özelliklerinin İran'daki İslamî hükümete uygulanışı:

          Bir toplumun politika, idare, yargı, yasama ve yürütme, ekme­mi ve diğer alanlarında gerekli düzenlemeyi sağlayan bir siyasi otorite, kavram olarak devlet diye adlandırılır. Bu kavramın içerdiği hususların toplum hayatına yansıması esastır. Yani, onun kültürel varlığı, toplumu oluşturan fertlerin ve grupların hayatını açıklayabilmelidir. Bu üstlenme ve kabullenme köklü ve karar­lı bir dayanak olarak toplumun siyasal gelişmesinde ve devletin güçlenmesinde en etkin rolü oynar. Bu temel noktayı önemseme­yen yönetimler, devletin yapısında sarsılmalar meydana gelmesi­ne fırsat vererek çaresizlik içinde polisiye tedbirlere başvururlar. Böyle bir sonuçta toplumda huzursuzluklar artarak siyasal istik­rarsızlıklara yol açar. Bunun ardından yasalara başkaldıran ve onu çiğneyen hareketler baş gösterir. Bazen de bu hoşnutsuzluk­lar bir devrimle sonuçlanır.

          Devletin özelliklerinden biri de zorunlu olarak aile fertlerin ha­yatı üzerine bina edilmiş olmasıdır. Bu nedenle devlet, uyarıcı psikolojik ve diğer etmenlerle yöneten-yönetilen uyumunu sağla­yabilmelidir. Ne zaman toplumun yaşama tarzı bu etmenlerle uyumsuzluk göstermeye başlarsa, yönetilenleri meydana getiren fertlerle hükümet arasında bir yabancılaşma oluşur ve böyle bir gelişme hükümetin siyasal düzenini bir takım şüphelere ve gü­vensizliklere sürükler.

          Bu rejimin ve hükümetin, milletinin kültürüyle uyum sağlayıp sağlayamadığını veya bu hükümetin belirgin bir kültür anlayışı olup olmadığını, yönetimin iki temel özelliğe sahip olup olmadığı sorgulanarak belirlenebilir:


          l- Egemenliğin yasal temeli,

          2- Yasaların meşrutiyet temeli.


          Ülke yöneticileri daima bir takım kararlar alır, yürütme organ­larından bu kararların uygulanmasını isterler. Yürütme organla­rının bu kararlan uygulamasıyla devletin egemenliği sağlanmış olur. Ancak burada şu soruyu sormak gerekiyor: Acaba bu ege­menliğin asıl sahibi olan kaynak, yöneticilere hükmetme hakkını veriyor mu? Egemenliğin yasal temeli, o toplumun kültürel varlı­ğından kaynaklanmasıdır. Başka bir kültürün egemenliği altına sokulmak o toplum için yasal değildir. Bazen bir toplumun bir başka kültürün egemenliğini kabulü zorunlu hale gelebilir. Ama bu, kesin ve değişmez, her zaman için geçerli bir kural değildir.

          Devletin yasama organları toplumsal konuların tümünü içeren yasalar çıkarır ve hür insanlardan oluşan halktan bu kanunlara itaat edilmesini isterler. Hükümet, yönettiği kurumlar aracılığıy­la bu yasalar uygulamaya ve korumaya çalışır. Yasalara karşı çı­kanlara ise cezalar uygulanır ve özgürlüklerini kısıtlayıcı önlem­ler alınır. Acaba devlete bu biçimde itaat edilmesini öngören ya­salar gücünü hangi kaynaktan almaktadır?

          Kanunların meşruluk ilkesine uygunluğu, toplumun köklü ve canlı kültür hayatına uyumuyla anlaşılabilir! Ancak bu şekilde yasalar milletten kaynaklanmış olur. Bunun dışında bu yasalar, başka kültür ortamları için yasal sayılsa bile bu imletin nazarın­da meşru değildir. Bu temel vasıflara sahip olmasıyla bir devlet İslami, Hıristiyan, Yahudi, kapitalist, sosyalist vb. isimler alabi­lir. Bu devletler de bu genel kurallara aykırı davranamaz.

          Bu temel özellikleri göz önüne aldığımızda, İran İslam Cumhuriyeti'ne tam bir İslam devleti ve hükümetine de İslam hükümeti diyebiliyoruz. Çünkü İran milletinin kültürü İslam kültürüdür. Bu millet kanunlar ve ahlak yönüyle olsun başka kültürlere ilti­fat etmeyen Müslüman bir millettir. İslam devrimi öncesi dönem­de kendisine yamanmak istenilen gayr-ı İslami yaşantı özentile­rinden silkinip kurtulmuştur. Önceki dönemlerde halkı İslam'a yabancılaştırma yolunda birçok şeytani gayretler sarf edilmiştir. Bu çabaların amacı batı kültürü ve medeniyetini İslam kültürü ve medeniyetinin yerine geçirmekti. İslam'ı hayattan kopuk soyut bir kültüre dönüştürmekti istedikleri. Bu amaca ulaşmak için gösterilen cabalar ve sarf edilen paralar sonuca ulaşamadı, plan­lan yenilgiye uğradı.

          İran İlam Devrimi'nden sonra kurulan İslam Cumhuriyeti'ne saygı uyandıran bir kaç olay:


          l-Özgür bir seçim:

          Millet, devletin yönetim biçiminin İslam Cumhuriyeti olmasını kendi özgür oylarıyla tercih etti. Halkın kendi kültürü olan İs­lam'a uygun yönetimi belirleyen bu seçimin toplumun büyük ço­ğunluğunun tercihi oluşu, kurulan devletin temelini güçlendiren önemli bir dayanak olmuştur.

          2- İslam Cumhuriyeti'nin seçimlere uygunluğu:

          Egemenliğin temel dayanağı olan İslam fıkhına uygu olarak bi­çimlenen bu seçim büyük bir dikkat ve açıklık ile gerçekleştirildi. Seçimden sonra işbaşına gelen devlet ve hükümet yöneticileri tü­müyle İslam kanunlarına sadık kaldılar ve devlet kurumlarının çalışmaların! Düzenlerken İslam esaslarına riayet ettiler. İran İs­lam Cumhuriyeti, yasal sorunlarını çözümlemek üzere yasama organı olarak İslamî Şura Meclisini tesis etti. Kanunların İslam şeriatına uygun olarak yapılmasını kontrol etmek üzere yüksek denetim heyeti unvanı ile anayasayı korumayı gözeten bir şura oluşturuldu.


          Bütün bu çalışmalar, devletin yasal egemenliğinin kaynağının, hükümetin onayladığı kanunlarla birlikte İslam kanunları ve prensiplerine dayandığını göstermektedir. Bu altyapı, yasama kuruluşlarının ve yönetimi denetleyen kuruluşların oluşmasına neden olmuştur. Böylece İran'da yönetim mekanizmasının bir İs­lam devleti olarak işlemesi için gerekli hukuksal tedbirler alınmış, devletin İslamiliği konusunda tereddüde yer verilmemiştir.

          Devrimden önce devlet kuruluşları eski yönetim düzeninin esaslarına bağlıydı ve düzenin kültürel anlayışına uygun bakış açılarını yansıtırdı. Bu görüşlerin tümü, batı sömürgeciliğinin İs­lam dünyasına yerleştirmeyi arzu ettikleri İslam dışı anlayışları ifade etmekteydi.

          Bu yaklaşım devletin teşkilatlanmasına mahsus değildi, ku­rumların faaliyetine, yönetim düzeninin önemli sorunlara getirdi­ği çözümlere de yansımıştı. Bir başka deyişle devlet kuruluşları­na egemen olan anlayış, yönetimin benimsediği batılı görüşlere uygun düşüncelerden kaynaklanıyordu. Bu kurumların yönetici ve sorumluları doğal olarak ülke yöneticilerinin felsefî anlayış ve kültürel kabullerine uygun kimselerdi. Bu kurumlarda görev al­mak için yetiştikleri ortam bu düşünceleri benimsemelerini ge­rektiriyor ve buna zorluyordu. Bu nedenle İslam Cumhuriyeti'nin ilanından sonra eski düzenin kurumlarıyla yeni oluşturulan İs­lam kurumlan, Müslüman millet, ümmetin imamı İmam Humeyni’nin. Önderliği ve İslam Cumhuriyeti arasındaki çelişki ortaya çıktı, Îslami yönetimin yapması gereken hizmetlerden biri de ku­rumlar arasında uyumu sağlamak böylece devlet ile halk arasın­da sağlam köprüler kurup ilerlemeyi sağlamak için bu kurumlar­la ilgili yeni düzenlemeleri gerçekleştirmekti. Bu köprünün yok­luğu eski dönemde devlet ile halk arasında büyük uçurumlar meydana getirmiş, ayrılık ve uyumsuzluğa neden olmuştu. İslam Cumhuriyeti yetkilileri bu konuda gerekli düzenlemeleri yapar­ken birçok güçlüklerle karşılaştılar. Çünkü getirdikleri değişiklik sadece bir siyasi değişiklik değildi. Şahısların değiştirilmesi, bir ferdin bir makamdan alınıp yerine başkasının getirilmesi soru­nun çözümlenmesi için yeterli olamazdı. Çünkü önemli olan bu kurumların işleyiş ve çalışma anlayışında köklü bir değişimin gerçekleştirilmesiydi. Bunun için bu kurumların yönetimi ve hiz­metlerini görecek şahısların İslami görüşlere ideolojik açıdan da vakıf olmaları, hizmetleri görürken bu ideolojiye uygun siyaseti uygulayabilmeleri, yönetime egemen olan genel İslamî ilke ve yaklaşımları kavramaları gerekliydi. Bütün bunlar kolay değildi. Bu konuda büyük güçlük, birçok kuruluşun eski rejimin anlayış temelleri üzerine kurulmuş olmasından ve şimdi bunlardan İsla­mi amaçlara uygun hizmetler beklenmesinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle kuruluşların yeni işlevlerine uygun değişimi tamam­layabilmeleri birden bire değil, ancak zaman içinde gerçekleşebi­lecektir. Bu değişim tümüyle gerçekleşene kadar daha bir süre yurt içinde ve dışındaki devlet kuruluşlarının yanlışları ve eksikleri görülebilecektir. Bu hatalardan ve eksik yönlerden söz eden kimselerin İran gibi büyük bir devletin değişiminin çok kısa za­manda ye çok kolay olmayacağını da göz önüne almaları gerekir. Ayrıca bu sorunların sadece devrimden sonra ortaya çıkmadığını, büyük bir bölümünün sosyal ortamın fesatlarından, İslam Cum­huriyetini hazmedemeyen bölge devletlerinin teptiklerinden ve hataları büyütmeye çaba göstermelerinden destek aldığını da unutmamak doğru olur. Birçok merkez, mevcut bazı hatalardan, hatta uydurulan hatalardan yararlanıp İslam Cumhuriyeti'ni ol­duğundan başka türlü göstermeye planlı bir biçimde özel çaba sarf etmektedir. İslam Cumhuriyeti yönetimi eski ve yeni kuru­luşların İslamî amaçlara uygun biçimde hizmetler vermesi yolun­da şimdiye kadar büyük adımlar atmış olup, kuruluşların İslam devrimine kısa sürede gösterdiği büyük uyum, büyük çoğunluk tarafından takdirle karşılanmaktadır.

          Toplumlar, içinde bulunan organların durumundan doğrudan etkilenen canlı varlıklar gibidir. Toplumu oluşturan fertler ve gruplar iç ve diş şartlardan mutlaka bazı tesirler alır. Bu doğal bir neticedir. Dış dünyaya ve iç dinamiklere sağır. Bir toplum dü­şünülemez. Tarih, kapalı kabile toplumlarının zayıflayarak za­manla yokluğa sürüklendiğini kaydetmiştir. Bu nedenle bir top­lum, doğal olarak sosyal ortamıyla ve çevre dünya ile alış-veriş içinde olup kendini geliştirebilmelidir. Böyle bir toplumun haya­tında iki tavır görülebilir. Ya bu toplumun sosyal bir derinliği olan ve saygı ile sahiplenilen bir kültürü yardır. Bu toplum, yaşa­yışını kendi kültürüne göre düzenler. Ya da bu toplumun köklü bir kültürü yoktur, böyle bir zenginliğe sahip olma şartlarım elde edememiştir. Birinci durumdaki bir toplum, kültürel ve medeni şahsiyetini koruyarak diğer toplumlarla ilişkilerde bulunabilir, faydalanır ve faydalandırır. Ama ikinci durumdaki toplumun ta­nışacağı bir başka toplumun kültür ve uygarlığına verebileceği yoktur. Böyle bir durum, güçlü ve zayıf iki kültür arasında bir sa­vaşı gösterir. Doğal olarak zafer üstün kültüründür. Kültür ve uygarlık açısından yoksul olan toplum ister istemez kendisinden üstün gördüğü kültür ve uygarlığı benimseyip onun tesirinde ka­lacaktır.

          İran toplumunun bu mesele ile ilgisi hakkında şunu söyleyebi­liriz: İran toplumu, İslam ümmetinin bir parçasıdır. Bu ümmet ise tümüyle bir kültür mücadelesini yaşamaktadır. Emperyalist ülkeler yüzyıllardan beri İslam ümmetiyle bu mücadeleyi sürdür­mektedirler ve şimdiki durumda teknik ve askeri güçlerinden ya­rarlanıp İslam dünyasının bu alanlarda düştüğü zaaflardan istifade ederek amaçlanın gerçekleştirmek istemektedirler.

          Birinci hedefleri, İslam kültür ve medeniyetini, kanunlarım, düşüncesini ve ahlakını zihninden ve gönlünden uzaklaştırmak­tır. Bunun ardından gerçekleştirmek istedikleri, batılı hayat tar­zını, batı kültürünü ve değerlerini Müslümanlara benimsetmek­tir. Bunun adını da çağdaşlaşma olarak yaymaktadırlar. Emper­yalistler, lalam ülkelerinde işbirliği yaptıkları kişi ve çevreler aracılığıyla bu yolda birçok çalışmalar yaptılar. Bu çabalarla Müslüman toplumlarda saygın insan kişiliğine, bu kişiliği kazan­dıran erdemlere, İslamî toplumsal ilişkilere, İslamî düşüncelere, İslam'ın öngördüğü kadın-erkek ilişkisi düzenine tüm İslami ölçü ve değerlere ısrarla, sürekli olarak saldırdılar. Bu saldırılarda ba­şarıya ulaşarak İslamiyet’i insanların zihin gönül ve vicdanların­dan, yaşayış düzenlerinden uzaklaştırmak istediler.

          Sömürgeciler için İran milleti, bu korkunç mücadeleye gerekli görülen bir hedefti. Eski rejim bu Müslüman millete batı kültürü ve medeniyetini empoze ederek, inandıkları İslam'ı özüne yaban­cılaştırılmış bir şekilciliğe ve anlamından uzak bazı ibadetlerden ibaret bir dine dönüştürmek istedi. Diğer İslam ülkelerinde yapıl­dığı gibi İran'da da hayatın tüm boyutlarını İslam'dan koparma­ya büyük çabalar sarf edildi. İran milletine karşı sürdürülen bu kültürel savaşta batının zaferini önleyen tek engel İslam alimleri ve İslami kültür yuvalarının sabırla ve azimle devam eden gay­retleriydi. Nitekim bu alimler, İmam Humeyni'nin önderliğinde zafere ulaşan kıyamdan sonra bu amansız savaşı batının aleyhi­ne çevirmiş, batı kültürü ve medeniyetini geri çekilmeye mecbur etmişlerdi. Elbette batılılar kültürel saldırılarını bütün güçleriyle sürdürmek için her fırsattan yararlanmaya önem verdiler. Bu fa­aliyetler İran toplumunda fertlerin günlük hayatında eskiye göre azalma göstermekle birlikte etkili olmaya devam etti. Bu alanda savaş Müslümanların lehine seyrederek, ama bütün şiddeti ve ciddiyetiyle sürüyor.

          Batı medeniyetinin tehlikeli etkilerinden biri de Müslüman İran halkına karşı takındığı siyasi tavırdır. İran İslam Devrimi'nden sonra süper güçler tüm teknik imkanlarını diğer ülkele­rin de İran'a karşı siyasi tavır almalarım sağlamak amacıyla kul­lanmaya başladılar. Eski rejim batı dünyasının gölgesinde büyük hatalar işleyerek Siyonist rejimle ilişki kurdu, onu uluslararası ilişkilerde bir devlet olarak tanıdı. Amerika'yı İran halkının eko­nomik, siyasi ve kültürel hayatına müdahale ettirdi. İran İslam devrimi gerçekleştiğinde bu onursuz ve batı sömürüsüne hizmet eden siyasal ve ekonomik manzara aynen devam edemezdi, mutlaka arınmaya ihtiyaç vardı. Bu yüzden Iran İslam Cumhuriyeti'nin üstlendiği en büyük görev geniş çaplı bir kültür devrimini başlatmaktı. İslam devrimi kadroları, bu yolda başlattıkları yol gösterici çalışmalarla tüm kültür hayatını yeni bir düzenleme ve canlılığa kavuşturabilmeliydi. Bundan böyle İranlı Müslümanlar özgürce bağımsız İslami şahsiyet sahibi olmaya yakışır, davranış­larda bulunabilmek', dış dünyayı taklide ihtiyaç hissetmeyecek düzeye gelebilmeli, halkın özlediği ve gizlediği İslami şahsiyet öz­gürce ortaya çıkıp yenilenebilmeliydi. Elbette bu kısa zamanda tümüyle başarılabilecek kadar kolay bir mesele değildi. Özellikle günümüzde psikolojik propaganda araçlarının (radyo, televizyon, teyp ve video gibi) ileri tekniklerle ulaştığı merhale göz önüne alı­nırsa bu problemi ne kadar güç bir çözüm beklediği anlaşılabilir. Bu, kolay ve basit bir mesele değildir. Bu nedenledir ki, İslam Cumhuriyeti'nin başlattığı İslami kültür mücadelesi karşı propa­ganda ve zıt çağrılarla karşılaşıp çatışıyor.


          D) Önderlik ile milletin uyumu ve birliği

          İslam Cumhuriyeti'nde önderlik ile millet arasında mevcut uyum, hayatın en güzel yönlerinden biridir ve özellikle dünyada eşi olmayan bir olaydır. İslam Cumhuriyeti sayesinde gerçekleşen bu önderlik ve millet arasındaki birliğe başka bir millet ile önderi arasında rastlanmamıştır. Bu gerçeği iyi bilen İslam devrimi düş­manları özellikle bu birlik ve uyumu bozmak için çeşitli kirli plan ve propagandalar başlatmış ve bunlara büyük önem vermişlerdir.

          Dünya tarihinde başka büyük devrimler de gösterilebilir ve millet ile önderlik arasında birliğe rastlanabilir, ama bu birliğin devam etmesi, yıldan yıla kökleşip yaygınlaşarak güçlenmesi İs­lam Cumhuriyeti'nin bir özelliği olmuş ve onu dünyada diğer ha­reketlerden üstün kılmıştır. Bu mübarek birliğin sağladığı güç ve dayanıklılık ile İslam Cumhuriyeti savaş boyunca uğradığı askeri ve ekonomik ambargolara, uluslararası engellemelere dayanabilmiştir. Bu birlik, önderin ve milletin Müslümanlığından, devri­min İslam devrimi olmasından, siyasal düzen ile milletin dünya görüşü ve İslamî kültürünün birliğinden kaynaklanmıştır. Yüce önderin politika, kanun ve pratikte sergilediği tutumları bu dü­şünce, kültür ve görüş birliğinin en güzel örnekleridir. İran'da İs­lam Cumhuriyeti'nin kurulması, Müslüman halkı yeniledi, düze­niyle millet arasında barışı sağladı, aradaki mesafeleri kaldırdı, fert ile toplumun manevi yapısı ile rejim arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırdı, huzuru gerçekleştirdi.


          E) Yeni yasama sistemi ile yeni devrim kuruluşlarının planlan­ması:

          İslam'ı irtica olarak telakki etmek, batının İslam dünyasına karşı sürdürdüğü kültürel saldırılardan biridir. Şunları diyorlar: "İslamiyet gericiliktir, yeni bir hayatın temeli olamaz ve bu anla­yış çağdaş yaşamın temeli olan bilimsel gelişme ve örgütlenme­lerle bağdaşamaz... İslamiyet belki geçmiş yüzyıllarda bir siyasal düzen olarak toplumları yönetmeye yeterli olabilirdi. Fakat eski çağların ve o şartların geride kalmasıyla İslamiyet o yetkinliğini kaybetmiştir... İslam için söylenebilecek en iyi söz onun bir din ol­duğunu belirtmekti. Dinin ise siyasi hayatın yönlendirilmesi ve yönetilmesiyle hiç ilgisi yoktur. Din sadece manevi bir duygudur, dünya işleriyle, bilimsel konularla karıştırılmaması gerekir..."

          Müslüman erkek ve kadınlardan birçok nesil, batılı okullar­dan, üniversitelerden mezun olmuş, batılı yazarların kitaplarım, gazete ve dergilerini, televizyon ve sinema filmlerini izleyerek bunların yansıttığı kültürden etkilenmişlerdir. Bu kültürü be­nimseyen nesiller, ülkelerinde yönetimde görev amca bu kültüre uygun düzenleme ve uygulamalara girişmişlerdir. Biz ve diğer İs­lam milletleri bunlarla karşılaştığımızda şaşkınlık ve endişe için­de kalıyor, onları reddediyoruz. Biz, İslam'dan bir hayat düzeni olarak bahsettiğimizde veya bu görüşleri belirttiğimizde de onla­rın zihinleri ve kalpleri korkuyla doluyor. Hemen bu görüşlerimi­zin karşısına dikilip İslam'ın siyasi hayata ve medeniyete bir ya­rarı ve etkisi olamayacağını ileri sürmüşlerdir.

          İran'da İslam devrimi gerçekleşti, İslam Cumhuriyeti düzeni ülke yönetimini ele aldı ve İslamiyet’e dayalı olarak yasama or­ganları teşkil edilerek İslami yasalar çıkarılarak tüm işler İs­lam'a göre yönetilip yürütülmeye başlandı. Oluşturulan bu organ­lar ile devrimin gerçekleştirdiği hizmetlerle çağdaş İslam uygarlı­ğının işaretleri görülmeye başladı. Eskiden baskı altına alınıp yok edilmek istenilmiş olan İslam uygarlığı, İslam devriminden son­ra tüm alanlarda gerçek varlığım ortaya koydu, İslam'ın bir ha­yat düzeni olduğum, bir ülkeni her bakımdan bu düzenle yönetilebileceğini ispatladı. Bu devrim, bu mühim konuda tanık bir üm­met oluşturdu. Bu dengeli ve ortada yürüyen ümmet, politika ve uygarlıkta dünyaya örnek olacaktır. İran İslam Devrimi, İslam'ın hayatın değişiklik ve ihtiyaçlarına uygun düzenlemeleri özünü yi­tirmeden getirebileceğini de göstermiştir.


          F) Kültür dünyasının pusulası ile yüzleşme:

          İslam devrimi, Batı ve Doğu'ya egemen uygarlıkların bildirdik­lerinden apayrı bir yöntemle gerçekleşti. Bu devrim ayrıca, dün­yadaki mevcut kutuplaşma mantığını da, dünyaya egemen olan uluslararası siyasal düzeni de tümüyle reddetmektedir. İslam devrimi, dünyaya egemen olan düzenlerin karşıtı olan bir uygarlığı temsil ediyor. Bu devrim ile İslam uygarlığı dünyaya bambaş­ka bir yaklaşımı getirmektedir. Bu devrim dünyaya yeni bir kül­tür ve uygarlık getiriyor, pratikte ortaya örnek bir ümmet can­landırmıştır ve bu örnek çok şey söylemektedir.

          Böylece anlaşılıyor ki, İran İslam devrimini gerçekleştirenler, İslam Cumhuriyeti'nin ister istemez Doğa ve Batı'nın dünyayı sa­ran hileleri ile karşılaşmak zorunda olduğunu görmüşlerdir. Bu devrim dünyada üçüncü bir devin doğuşunun pırıltılarını yansıt­maktadır. Bu üçüncü güç, insanlığın, dünyayı kendisine köle yap­mış olan süper güçlerden ve insanlığı felakete sürükleyen batı uy­garlığından kurtulması şartlarını gerçekleştirecektir.

          Yukarıda değinildiği üzere anlaşılıyor ki İslam Cumhuriyeti tüm insanlığı ilgilendiren konularda bir kenara çekilip izole ol­mak niyetinde değildir, sabır ye direnişle bu meselelerle ilgili planlan bozmayı tercih ediyor. İslam Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana geçen kısa süre içinde iç ve dış meselelerde üstün basan­lar elde etti. Hükümet sisteminin değiştirilmesinde, sosyal hiz­metlerin yaygınlaştırılması, savaş şartlarında ekonominin sağlık­lı bir yapıya kavuşturulması ve uluslararası politika ortamında önemli adımlar atmıştır.

          İran İslam Cumhuriyeti, düşmanlarının saldırılarım, şahadet severlik ve cihad inancı ile reddetti. Hileci ve nifakçılara adalet uygulayarak nifakı köklü bir yenilgiye uğratırken samimi bir ce­vap vermiş oldu. Bütün başarılar yönetimin benimsediği İslamî programların bereketiyle, İslam'ın gücüyle sürekli gelişiyor.


          G) İçerde ve dışarıdaki müstazaflara hizmet, Ümmet ve Müslüman kitlelerle diyalog:

          İslam Cumhuriyeti'nin özü ve temeli, onun bütün çerçevesini çizen ve tutumlarını belirleyen İslam'dır. İslam Cumhuriyeti, İs­lam tarihinde ilk olarak devleti toplumun hizmetçisi olarak görü­yor. İslam, devleti sadece polis ve asker gücü olarak değil, halkın yaşadığı hayatın sorumlusu olarak da değerlendiriyor. Bu görüş İslam'ın uygulama alanlarında apaçıktır. Açık bir örnek olarak Hz. Ali (a.s.)'ın, Mâlik Eşter'e gönderdiği fermam gösterebiliriz.

          Politik açıdan İslam Cumhuriyeti'nin İran'da varlığı, İslam'ın bir kavim ve ırka mahsus yönetim anlayışını kabul etmediğini, bütün Müslümanları dikkate aldığını gösteriyor.

          İslam Cumhuriyeti bu ümmetin tümünün sorunlarıyla ilgilenir ve çözüm için ümmetin güçlerini bir araya getirmeyi organize eder. İslam Cumhuriyeti aynı zamanda tüm ümmetin sorumlu ol­duğu İslam'dan sorumludur. İslam Cumhuriyeti ile ümmet ara­sındaki ilişki, gevşeyen ve azalan politik ilişkilerden çok ilerdedir. İslam Cumhuriyeti'nin bir taraftan iç ve dış mustazaflaria1 diğer taraftan kendi milleti ve bütün Müslüman toplumlar arasında gözettiği birlik ve dayanışma, İslam'ın Ölümsüz gerçeğinin ifadesidir.


          H) İslam Cumhuriyeti'nin İslami siyasal düşünceye etkisi:

          İslam Cumhuriyeti'nin kurulması ve uluslararası ilişkilere ge­tirilen düzenlemeler "Ne Doğu, Ne Batı" politikası, içerde idari teşkilatlanma konusunda gözetilen hususlar, İslam devriminin ilk ve genel özellikleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. İs­lam devrimi bütün bu uygulamalarıyla ümmetin bilgi ve tecrübe­lerine yeni zenginlikler kazandırmıştır. Devrimden önce, İslam dünyasındaki hareketler ve partiler, milli devletlerin politikaları­na ve ülkenin Avrupalılaşması görüşüne bağımlıydı. İslam Cum­huriyeti, yönetime egemen olunca İslami dünya görüşü uygulan­maya, İslam'ın siyasal, ekonomik ve kültürel yaklaşımları ortaya çıkıp, pratikteki durumunu gösterdi.

          İslam Cumhuriyetine karşıt güçler, İran'a ekonomik ambargo uygulayıp onu dünya politikasından tecrit etmeye çalıştılar, ülke içinde fitne ve kargaşa ortamı yaratmak için ellerinden geleni yaptılar ve yedi yıldan beri süren Irak savaşını başlattılar.

          Bütün engellemelere' rağmen, İslam devriminden sonra İslam düşüncesi ve ideolojisi kendi tezini bütün anlam derinliği ve genişliğiyle zenginleştirip anlaşılır kılmıştır. Devrimden önce bu husus büyük ölçüde ihmal edilmişti.

          Bunun dışında İslam devrimi, ülke yönetimi, yeni yasaların meydana getirilmesi, ekonomik büyüme politikasının uygulanma­sı, dış politika ve savaş meselesiyle ilgili gerekli tedbirlerin alın­ması, uluslararası ilişkileri yeni bir anlayışla düzenleme gibi bü­tün politik ve sosyal konularda büyük gelişmeler sağlamıştır. İs­lam devrimi, kurulan İslam Cumhuriyeti yönetimi ile İslamî siya­set düşüncesini canlandırıp geliştirdi ve İslam Cumhuriyeti ulus­lararası politikada güçlü varlığını ortaya koydu.

          İslam'ın dünyada üçüncü bir büyük güç olarak uluslararası po­litikaya ağırlığını koyabilmesi için, İran'a destek olmak gerekiyor. Böyle bir gücün iki bloğun karşısında varlığını hissettirmesi üçüncü dünya ^halkının büyük ölçüde yararına olacaktır.


          î) İslam Cumhuriyeti ve bilimsel -teknolojik gelişmeler:

          Bilim ve teknoloji konusunda, İslam Cumhuriyeti'nin yaklaşı­mı tümüyle İslami bir görüştür. İslam'ın bu konudaki bildirdikle­rinden farklı bir görüşü yoktur. İslamiyet bu konuda müspet bir görüşe sahip olduğu için İslam Cumhuriyeti bu alandaki gelişme ve çabalara kollarım açmıştır. Batı kültürünün birçok Müslümancın zihninde bıraktığı aldatıcı düşüncelerden birisi de İslam'ın bi­lime karşı olduğu ve değer vermediğidir. Bunun için Müslümanların bilimde ileriye gidemeyeceğini iddia etmektedirler. Bu alda­tıcı propagandalar genç Müslümanları İslam'dan uzaklaşmaları­nı amaçlamaktaydı. Böylece gençleri kendi amaçlarına hizmet için yönlendirmek istemişlerdi. Bu propagandalarla gençlere İs­lam devletinin kurulmasını istemekle, bilime karşı çıkmanın aynı şey olduğunu iddia ediyorlardı. İslam devletini geriye dönüşü is­teyen bir devlet olarak tanıtmaya çalışıyorlardı. Bu iddiaların ya­lan olduğunu düşünce olarak ispatlamak kolaydı, ama İslam Cumhuriyetinin kurulup bilime uygulamada büyük hizmetlerin ve katkıların sağlanması ortaya canlı bir örnek koydu.

          Bilim, Müslümanlara veya Hıristiyanlara bağımlı olmayan ta­rafsız bir konudur ve onun dine karşı olduğunu söylemek doğru değildir. Bilimden yararlanma yöntemini ve düzenini ahlak yö­nünden belirleyen yine dindir. Elbette ilimle ulaşılan beceriler in­sanların lehine de aleyhine de kullanılabilir. Bunu belirleyen, olumlu yönde etkileyebilecek olan ancak ümmetin kültürüdür. O kültür aynı zamanda ümmetin karakterini biçimlendirmiştir.

          O halde şunu söyleyebiliriz ki; İslamiyet bilime ve teknolojiye açıktır, karşı değildir, ama bu alanlardaki çalışmaları ve bilgileri batılılar gibi milletlerin iradesini baskı altına almak ve onlara musallat olmak için kullanmaya karşıdır. Müslümanlar bilimin kimyasal ve nükleer silahlar yapımı için, savaşlar çıkarıp savun­masız toplulukları imha edecek korkunç silahlar için, atom, hid­rojen ve nötron bombalan için kullanılmasını istemiyor.

          Buna rağmen bilim ve teknolojinin gelişmesiyle çeşitli prob­lemlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Meselâ, makineleşmenin gelişmesiyle işsizlik artmış, tarım üretiminde çalışanların endüstri kuruluşlarına transferiyle eğitim ve sağlık durumlarında olumsuz gelişmeler görülmüştür. Bu ve benzeri sorunların çö­zümlenmesi için, bilimsel çalışmaların ümmetin kültürüyle uyum içinde yürütülmesi gerekmektedir. İslam Cumhuriyeti de bu problemleri asgari seviyeye indirmek için gerekli tedbirleri, Îslamî ilkelere uygun olarak alma çabasındadır.


          Yorum


            #6
            Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

            İbrahim Emin, Lübnan

            Allah'ın selamı, resuller ve peygamberlerin en büyüğü Hz. Muhammed (s.a.a.) ve O'nun temiz Ehl-i Beyti'ne, ümmetin imamı­na, şehidler veren ümmete ve ümmetin şehitlerine olsun. Allah'ın (c.c.) rahmeti ve bereketi üzerlerine olsun.

            Ümmetin, özellikle devrim öncesi ve sonrası meziyetleri hususunda konuşmanın ayrı bir önemi yardır. Neden? Çünkü biz Müslümanlar bugün bir devrime ve İslam devletine tanıklık et­mekteyiz. İslam inkılâbının liderlik yönünden merkezi İran'dır, İran İslam devrimidir. Bu noktada size iki önemli hususu vurgu­lamak isterim.

            Birincisi, Kur'an-ı Kerim'in esas kaynak olduğunun kesinliği­dir, ikincisi ise, vahdettir. Kur'an ve onun bildirdiği İslam insan­lar için ilahi bir görev olarak gelmiştir. Risalet süreklidir ve tüm insanlar onun gölgesi altında dünyada İslami ve insani bir toplu­mun biçimlenmesi gerçekleşinceye kadar çalışmalıdır. Ümmetin, bu görevde insanlığa örnek teşkil edeceği Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır.
            "Siz insanlar için ortaya çıkan en hayırlı üm­metsiniz."

            Tarihe baktığımızda, Resul-i Ekrem (s.a.a) Arabistan'ın belli bir noktasından başlayarak İslam'ı yaşayıp, İslam prensiplerini açıklayarak dünyanın diğer noktalarına ulaştırmıştır. Böylece va­hiyle gelenlerden haberdar olan çok sayıda Müslüman ortaya çık­mıştır. İslam'ın, insanları kendisine doğru çekmesiyle, İslam üm­meti oluşmuştur, diyebiliriz. Müslümanların sayı fazlalığı konu­sundan daha ziyade, onların İslami özelliklere sahip olmaları önemli bulunarak, bu hedef bilhassa gözetilmiştir. Bunların sayı­sı tek bile olsa bir ümmeti ifade edebilir. Ümmetin imamı bu ko­nuda, Ayetullah Beheşti'nin şahadeti dolayısıyla şöyle buyurmuş­tu: "O, milletimiz için bir ümmettir" Sömürgeciler, İslam'ı ve üm­meti birbirinden ayırmak için Arapçılık, Araplara düşman olmak ve nasyonalizmin diğer çeşitlerini kışkırtma planlan hazırlamış­tır.

            Burada, İslam ümmeti için bir merkezi organizasyon teşkilatı­nın gerekli olduğunu söylemem gerekiyor. Başka bir özelliğe sahip olmak için değil, İslam akaidi, İslamî ideoloji konularında ge­rekli bilgilere sahip olmak için böyle bir teşkilata gerek duymaktayız. Bunun sayesinde İslam ümmeti, eğitim itibariyle gelişerek bir düşünce, bir politika, bir düzen, bir ahlak ile yaşasın istiyoruz. Ümmet bu yoldaki gayretlerle kendisine İslam ümmeti olma
            vasıflarını kazandırıcı özelliklere sahip olma yolunda birlik içinde ilerlemeler kaydedebilecektir.

            Düşman içerde gösterdiği çabalarla ümmetin kültür tarihini değiştirmek istiyor. Buna karşılık İran İslâm devrimi, ümmetin tarihinde yeni bir merhaleyi oluşturmakta, yeni bir yönelişin meydana gelmesini sağlamaktadır. Bunu, dünya Müslümanları olarak kabul etmemiz gerekir. Bu devrim zafere ulaşacak, İslam aydınlığını yeryüzünün her tarafına ulaştıracak, İslam ümmetine layık olduğu şerefi, kültürü, gerçek kişiliğini, gerçek yolu ve ken­di yolunu yeniden kazandıracaktır. Eğer biz, birlik ve tek bir üm­met olmayı istiyorsak sadece slogan atmakla, seminerlerde ko­nuşmakla yetinmeyip, İslam'ın bu yeniden doğuşunu ve İran İs­lam Devrimi'ni hayatımızda bir örnek olarak alalım, kendi yol ve yönümüzü, ona uydurmaya gayret gösterelim. Bugün yeryüzünde İslam devleti ve İslam devriminin mevcut olduğunu bilelim. Duy­gusal hareket ederek bu devrimi anlatmak ve onu övmek yeterli değildir. Bütün Müslümanlar, bu devrimin parçalarıymış gibi bu devrimin onlara ait olduğunu bilerek davranmalıdırlar. Ancak böylece hareket edilirse İslam ümmeti yeryüzündeki varlığını göstermiş olur. Yine bu taktirde her Müslüman, merkezi İran olan İslam kültürü organizasyonu merkezine bağlı ümmete bağ­lanmış olur. Düşman, ümmetin bu yüce şahsiyetini yok etmek için kültür, eğitim ve siyasî alanlarda birçok faaliyetler göster­mektedir. Düşman, bu amaçla şahsiyet sahibi insanların hayatı­na son vermeye ve insanları düşünceden, şahsiyetten ayırmaya gayret etmiştir.

            Elbette, İslam devrimine ve İslam'a içten ve dıştan savaş ilan edenler bu ümmeti tanımamaktadır ve İslam ümmetinin dışında demektir. Bu nedenle İran İslam Cumhuriyetine açılan bir savaş İslam'a açılan bir savaş demektir. Bu gerçeği bilerek, İslam ile küfr arasında bansın anlam taşımadığını öne sürebiliriz. Nitekim ümmetin lideri ve imamı şöyle buyurmuştur: "Ben İslam ile kürf arasında bir barışa mana bulamıyorum." O halde biz onlarla hiç­bir barışa ve onlarla aynı yerde olmaya inanmıyor ve karşı çıkıyo­ruz.

            İran İslam devriminin küfr ile savaşı, bunlarla birlik ve barışı anlamsız kılmıştır. Biliyorsunuz ki, bugün Müslüman İran milleti İslam'ı savunmaktadır, İslam adına savaşmaktadır. Düşmansa İslam ve Müslümanlar adına, İslam ve Müslümanlarla savaşmak­ta. Eğer bu İslam devrimi yenilirse, İslam'dan geriye bir şey kal­mayacak, ayrıca İslam için hiçbir taban bulunamayacaktır. Bu de­ğerlendirmede dünya Müslümanları, İran'ın ekonomik sıkıntılar içinde ve askeri yönden savaştayken, tüm dünyanın onun aley­hinde birleşmesi karşısında hiçbir şey yapmadıkları için suçlu ve sorumludurlar. Bu ciddi ve hassas denemde bile İran'ın önemli du­rumda olduğunun farkında değiliz, İslam’ın düşmanları elbirli­ğiyle dayandığında İran'ı savunmamışızdır. Biz İran'a içte değil ama dışarıda yardım edip, dıştan onun aleyhine plan hazırlayan­larla karşılaşmalıyız. Bu düşünceleri İran'ın içinde değil dışında söylemeliyiz. Bunları yerine getirebilmemiz, mükemmel bir şuura erdiğimizi gösterecektir.

            Biz İran Müslümanlarıyla birlikteyiz ve bunun gereğini yerine getirmek meselemizdir. Düşman, İran'da, Afganistan'da, Lüb­nan'da nerede bir olay çıkarma ihtimali varsa oradan saldırıp Müslümanları mahkum etmek istiyor. Biz bunu bilerek, düşma­nın İslam'ı hedef aldığının farkında olarak birbirinden farklı ve uzak cephelerde savaşıyoruz. Eğer biz, İran cephesini, Afgan cep­hesini Filistin sayarsak, bu şuur ile tek bir ümmet düşüncesine sahip olmuş oluruz. Bunu uygulayarak, pratikte ispat etmeliyiz. Eğer biz, İslam'ın kıymetini, İslam ümmetinin varlığını, İslami şahsiyete sahip olarak, düşmanla savaşmayı düşünmüyorsak, hiçbir konuşma ve seminer bize fayda sağlamayacaktır!

            Konuşmamın sonuna yaklaşırken önemli bir hususu belirtmek istiyorum.

            Ey Müslümanlar, ey kardeşlerim bizim burada esas itibariyle tek problemimiz vardır. O da İslam tarihi boyunca görülen, ayrılı­ğa düşmektir. Bu, büyük bir suç ve hatadır. Bu ayrılık ve ihtilaf­lar, bir araya gelip bir şeyi yapmak istediğimizde bile bize mani olmuştur. Bundan dolayı burada yapmamız gereken en iyi şey, bi­zi birleştiren birlikte olmamızı sağlayan temel esaslar üzerinde duralım Müslümanlar olarak, ihtilafları bir kenara bırakmak için konuşalım ki, bu birlik sayesinde İslam düşmanlarıyla karşı kar­şıya gelelim.


            Yorum


              #7
              Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

              Musa Taki Şemseddin, Irak

              Niçin pazarlar, evler, saraylar, elbiseler ve süs eşyaları, Ameri­kan, İngiliz, Fransız, Rus ve Japon yapısıdır veya onların yönlen­dirmesi altındadır? Sorun budur. Neden, bizlerin zarar ve ziya­nından başka istekleri olmadığı halde, onların pazarlarına akın ediyoruz? Sizler, bunlara yardım ederek kazançlarını daha büyüt­melerine, sömürülerini arttırmalarına, İslam ümmetini ortadan kaldırmaya çalışmalarına destek olursanız, bu konuda sonra na­sıl bir özür ve bahane gösterebiliriz? Biz Müslümanlara, yabancı­ların sömürü pazarlarını hangi metotla olursa olsun kapatmak ve ihtiyaçlarımızı -malları kaliteli olmasa bile- Müslümanların pi­yasasından karşılamak farzdır. Yalnız bu yolla Allah rızasını ka­zanabilir, bağımsızlığa ulaşmış oluruz. Allah rızası için yapılan bir iş, dünyamız ve ahiretimiz için de faydalıdır.

              Bu konuda İmam Humeyni'den çok değerli bir sözünü hatırlı­yorum. Şöyle demişti:
              "Biliniz ki, Amerika'nın yaptığı işlerin milletimize hiçbir faydası yoktur. Amerika'nın tek işi bizim için fay­dalıydı, o da bizimle ilişkilerini kesmesi ve bu sayede işlerimizde kendimize güveni kazanmış olmamızdır."

              Önce Allah'a dayanıp, sonra kendi üretimlerimize güvenmeliyiz. Herkes kendi güç ve kapasitesine göre çalışmalıdır. Böylece süper güçlerin bağımlılığından kurtulmak yolunda önemli adımlar atmış oluruz. Teknolojik ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılayabil­men' ve ihracatını da yapabilmeliyiz. Zorunlu olarak mal ithal et­tiğimizde alışverişimizi dostlarımızla yapmalıyız, düşmanlarımızla değil."

              Allah'ın emrine uyarak, kendi güç ve imkânlarımızı bir araya getirmeli, her alanda her zaman üstün olmalıyız. Bu ise ancak birbirimize güvenip dayanışmamız ile sağlanabilir.

              Muhterem kardeşlerim, İran İslam devriminden, tek İslam devletinin bütün zulüm ve fesadı yıkmak için çalıştığını öğrenme­liyiz. Bilindiği gibi, eskiden rejimini silah zoruyla koruyan Şah ve babası, İslam'a saygı göstermeksizin her türlü kötülüğü yapmak­taydılar. Eğer mücahit ve takvalı insanlar buna karşı çıkmasaydılar ne olacaktı? Allah'a şükürler olsun ki, İslam her zaman Al­lah'ı unutmayan ve ticarî endişelerle vazifelerini yerine getirmek­ten kaçınmayan kişiler yetiştirmiştir. Bu insanların başında, dev­rimin meşalesi, alimlerin önderi ve İran İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu İmam Humeyni gelmektedir.

              Bu hareket şu aşamalarda gerçekleşmiştir: Birinci aşamada eleştiriler yapıldı. (İmam'ın, tağuti rejimin politikasına eleştirile­ri). İkinci aşamada, eleştiriler itiraz halini aldı. Üçüncü aşamada, rejim rahatsız edildi ve korkutuldu. Dördüncü aşamada, ihtar ve­rildi. Beşinci aşamada ise Tağut, Allah'ın ye halkın öfkesinde, intikamından kaçmak durumunda kaldı. İmam, artık tagutun tövbesinden ümit kesince ve Amerika hiçbir uyarıyı dinlemeyince mecburen kutsal cihadı ilan etti. Halk İmam'ın önderliğinde "Allah-u Ekber" ve "lailahe illallah" sloganlarıyla, Allah'tan başkasına itaatin olmadığını bildirerek sokaklara döküldüler. Artık şah, ne de kurşun, bunların hiçbiri Müslüman halkın gücü de duramadı.

              Ey Ruhullah, zafer ve kurtuluş için yaptıklarının tümü, Allah'a dayanmandan ve O'nun bildirdiklerini anlamandan Seri gelmektedir. Hani, bütün cadde ve sokakları doldurup halka Al­lah'ın yerine tağuta tapmaya çağıran heykeller nerede? Bu işlerin hiçbiri tağut ve tağutiçelerin kaderini değiştirmedi, Allah'ın zafe­rini önleyemedi.

              Kardeşlerim, Müslümanlar çok derin bir uykudadır, onları uyandırın. Şimdi artık İslam'ın ve Müslümanların izzet, şeref, yü­celme ve ayağa kalkma dönemidir. Allah'ın bize öğrettiği ilahi sö­zü haykıralım.


              "De ki, Hakk geldi ve batıl yok oldu, bâtıl yok olmaya mahkum­dur."

              Yardım ve zafer yalnız Allah'tandır. Allah'a sığınarak birlik ve beraberliğimizi korumalıyız.

              Allah (c.c.) İslam devrimi liderini korusun.


              Yorum


                #8
                Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                Hacı Muhammed Mansur Ahmed Barlı, Senegal

                Hamd etmekle kulluğumuzun gereğine yerine getirdiğimiz kâinatın yaratıcısı yüce Allah'a (c.c.) hamd olsun. Selam, son Pey­gamber Hz. Muhammed (s.a.a.) ve O'nun ashabının üzerine ol­sun. Allah onlardan razı olsun.

                Allah-u Tealâ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:


                "Eğer kim sizden din uğruna yardım beklerse onların yardımı­na koşmak size farzdır..."

                Ey bu toplantıda hazır bulunan ve hazır bulunmayan Müslüman kardeşlerim. Biz İran İslam Cumhuriyeti'nin davetini kabul ederek buraya gelmekle savaşı ve ganimetleri görmeye gelmedik. Biz İran’daki gerçekleri görmeye, İslam düşmanlarının İran hak­kında Müslümanlara musallat olan şüpheleri kaldırmaya ve siz İran Müslümanların, kulakları ve kalpleri kirletilen Müslüman kardeşlerinize yardım edesiniz diye geldim.

                Ey Müslüman İran Milleti. Biz buraya, İran'daki durumları in­celeyerek, eğer İran Tevhit kelimesini yükseltmek ve dini koru­mak için çalışıyorsa ona yardım etmeye, değil ise Allah'ın yoluna doğru döndürmek üzere geldik.

                Şimdi şu gerçeği görüyoruz: İran gerçekten de iddiasına tam manasıyla sadıktır. Ben bunu gözlerimle görüyor ve kalbimle his­sediyorum. İranlıların iddialarının gerçek olduğunu gösteren üç konu ve örnek vardır:

                Birincisi, ümmetin önderinin değişmeyen kararlı tutumu ve milletin de onun izinde aynı azimle gitmesidir. Bu öylesine örnek bir direniştir ki, Doğu ve Batının hiç bir olumsuz tesiri ve hiç bir tehdidi onların yolunu değiştirmesine sebep olamamıştır. Ancak, aynı tesirlerin diğer İslam ülkelerini etkileyebildiğini biliyoruz. İran'daki bu kararlı, tavizsiz tavrın iki güzel ve sağlıklı özelliği vardır. Bunlardan biri, Tevhit kelimesinin yükseltilip Allah'ın di­nine yardım edilmesi, öbürü Allah'a sığınarak, kullarından korkmaksızın onun tevhit ipine sarılmaktır.

                İbn-i Asker İbn-i Abbas'tan ve o da Resulullah (s.a.a) den ri­vayet ettiğine göre Resul-ü Ekrem (s.a.a.) şöyle buyurmuştur:


                "Allah-u Teâlâ Davud Peygambere buyurdu:

                Benim kullarımdan kim, başkalarına önem vermeden bana sı­ğınırsa ben onun niyetinden haberdarım ve gökteki bütün yara­tıklar bile ona saldırsa mutlaka onu korur, onun için bir çıkış yo­lu yaratırım. Ama kim benim kullarıma sığınıp da beni unutursa onun da niyetini de bilir ve göklerin rahmetinden onu mahrum ederim."

                Devrimin, İslam ve Kur'an'ın izinde olduğunu ispat eden ikinci delil, devrimin büyük önderinin güzel ve inançlı hareketleridir. Devrimin önderi İmam Humeyni, tüm güçleri kendine çekmiş, Müslüman İran milleti arasında Tevhit kelimesini yükseltmiş, Allah'ın dini ve Resulü'nün şeriatini tebliğ etmiştir. Böylece onla­rı Batı ve Doğu putlarına tapmaktan, maddiyata yönelme heva ve hevesinden kurtarmıştır. Yüce Peygamberimiz (s.a.a) şöyle bu­yurmuştur: "Allah'ın göğünün altında Allah'tan başkasına tap­mak, kendi heva ve nefsine tapmaktan daha kötü değildir."

                Birinci ve ikinci kanıtımdan daha açık olan üçüncü kanıtım, Müslüman İran milletinin birlik ve beraberliğidir. Bu birlik, bir ruh tarafından kontrol edilen bir vücudun birliği ve bütünlüğü gi­bidir. Benim gördüğüm İran milleti, kendi gücünü birlik düşünce­siyle toplayarak Allah-u Teala'ya ibadet etmekte ve İslam Devri­mi hedeflerinin gerçekleşmesi için çalışmaktadır. Bu birliğin amacı, İslam'ın emirlerini yerine getirmek ve sadece Allah sevgi­sini yüreklerine yerleştirmek içindir. Allah onlara gizli ve açık yardımlarını, zaferlerini nasip etmiştir. Bunun benzerini ancak Hz. Peygamber (s.a.a.) zamanında görebiliriz. Bu durum bize, Allah'u Teâlâ'nın Resulü'ne şu buyurusunu hatırlatmaktadır:


                "Eğer tüm kâinatı onlara verseydin onların kalplerini sakinleştiremezdin. Lâkin Allah (c.c.) onların kalplerini yumuşatmaya ve sakinleştirmeye karar verdi."

                Böylece Allah-u Teâlâ'nın lütfü ve sevgisi ümmetin imamı'nın kalbine girmiş; Allah-u Teala'ya olan sevgi, güven, arzu akarsularım bu gönüle akıtmıştır. Sonuçta İran milleti bu feyiz ve bere­ketlerden nasiplerini aldılar, yüreklerinde Allah (c.c.)'dan başka­sına güvenme hastalıklarından şifa buldular, bu sayede Ameri­ka'ya da diğer süper güçlere de önem vermemektedirler.

                Allah-u Teâlâ, İran İslam Devrimini bu nedenle zafere ulaştır­dı. Şimdi de Yüce Allah'tan, bu İslam devrimini örnek kılmasını ve diğer İslam devrimi hareketlerinin de amaçlarına ulaştırılma­sını ümit ediyoruz. Ayrıca bu devrimin, İslâm düşmanları tarafından ortaya atılan tüm zorluk ve problemler karşısında ve güçlü bir sığınak olmasını, İslâm ülkelerinde İslâmî eğitime karşı olanların hidayete ermesini diliyoruz.

                Yaşadığımız bu dönemde müstekbirler tarafından Îslâm üm­meti için çeşitli ayrılık ve çekişme sebepleri ortaya çıkarılmış olup bunların esef verici sonuçlan yaşanmaktadır. Batı uygarlığı, zayıf düşürdüğü bu ümmeti kendisine tapmaya zorlamakta, bunun ka­çınılmaz bir durum olduğu propagandasını yaygınlaştırmaktadır. Halbuki Yüce Allah (c.c.) tüm yeryüzünün ve kâinatın yaratıcısı­dır, önün kudretinin üzerinde kudret yoktur. Biz ondan başkasını ilah kabul edemez ve Allah'ın koyduğu sının aşamayız!

                Son olarak, tüm ve gerçek kulların diliyle Yüce Allah'tan, İran İslam Devrimi'nin yüce önderini her türlü fenalıktan korumasını, kendi nimetini ona ve tüm ümmete tamamlayıp yardımcı olması­nı, İslâm ve Müslümanlara her zaman hayırlar nasip etmesini ni­yaz ediyoruz.

                Ayrıca ona yardım eden, kelime-i tevhidi yükseltip Allah'ın di­nini koruyan ve Allah yolunda şehit olan Ayetullah Beheşti, Ayetullah Medeni, Muhammed Recai ve İslam'a büyük hizmetlerini sürdüren Ayetullah Muntazeri, Hüccetül islâm Rafsancani ve Cumhurbaşkanı Hamaney'den Allah razı olsun. Yüce Allah'tan İslâm şehitlerinin temiz ruhuna rahmet dilerim.


                Yorum


                  #9
                  Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                  Ramazan Cibril, Pakistan

                  Peygamberlerin en büyüğü Hz. Muhammed (s.a.a.) ve O'nun Ehl-i Beyti ve ashabına selâm olsun.

                  Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber. Rusların ye Ame­rikalılarının düzenbazlıklarına Allah-u Ekber. İngiliz ve Fransız­ların hilelerine Allah-u Ekber. Kâfir ve münafık tüm düşmanları­mıza ve onların uşaklarına Allah-u Ekber, Allah-u Ekber. Yaşayanları öldüren ve ölenleri dirilten ancak o’dur.

                  Değerli ve aziz kardeşlerim, dar'ül-islâmda bulunan Müslüman misafirler. İslam devriminin ve şehitlerin ülkesine teşrif buyur­muşsunuz. Bu İslâm ülkesi inancı ve gerçeği tüm dünyaya hay­kırmaktadır. Geliniz, Yüce Rabbimize yakınlaşmak ve sığınmak için bu bir kaç dakikada hep birlikte Fatiha suresini yavaşça oku­yalım, onun sevabını bu temiz ülkenin şehitlerine hediye edelim. Bu ülkenin çocukları ve gençleri Tevhit kelimesinin yükselmesi uğruna düşmanca zulme uğratılarak öldürüldüler. Bu millet, şahadeti kabullenerek temiz kanlarıyla toplumlarındaki İslam ağa­cını suladı. Bu milletin genç erkekleri ve kadınları, müstazafların ve yoksulların kurtuluşunu da sağlayacak olan İslam hükümetini kurma yolunda canlarını seve seve feda ettiler. Ama gerçekte on­lar yaşıyorlar ve Rablerinin katında rızıklandırılıyorlar.

                  Allah'ım, okuduğumuz bu fatihaların sevabım şehidlerin temiz ruhlarına ulaştır ve bunu ilahi bir rahmet olarak onların temiz ruhlarına takdim et. Çünkü onlar bu yaşadığımız çağda Allah ke­limesinin yükselip değerinin anlaşılması için öldürüldüler. Rabbim, onları muttakilerle birlikte hasret. Çünkü takva sahipleri, kainatın ve tüm varlıkların yaratıcısı Allah'ın cennetine layık gö­rülenlerdir. Ya Rabbi, İslam'a ve Müslümanlara yardım et; İsra­il'i, Siyonistleri, haçlıları, Amerika'yı, Sovyetleri, İngiltere ve Fransa'yı Doğu ve Batı'daki münafıkları yok eyle. Savaş, savaş, zafere kadar. Allah'ım, kendi yardımını kendi asker ve savaşçıla­rından esirgeme. Allah'ım, değerli ve büyük önderimiz, imamla­rın takipçisi ve ümmetin kahramanı Hz. İmam Humeyni'yi mu­vaffak eyle ve destekle. Allah'ım, O'nu ve Müslüman İran milleti­ni hatalardan uzaklaştır, attıkları adımları hedeflerine ulaştır, onları yüklendikleri bu savaşta düşmanlarına karşı muzaffer ey­le.


                  Kardeşlerim:

                  Allah-u Teâlâ bizleri minnettar ederek bize bu değerli ve bü­yük lideri gönderdi. Bu lider, önderlik ettiği kıyam ile ülkesinin tarihini değiştirmiş, halkını mûstekbirlerin sömürü karanlığın­dan kurtarıp aydınlığa kavuşturmuş, imanın kudreti ve hakikati ile onları ihsan, iman ye İslam ışığına yöneltmiştir. O, kendini Al­lah'a adayarak, hayatını tümüyle ilahi kanunları tatbik etmeye vakfetmiştir. Biz bu hakikati ulema toplantısında ve her yerde açıkça müşahede ettik. Artık bugünün İran halkı, İslama olan imanları, gösterdikleri şecaatleri ve Kur'an'ın emirlerini yerine getirmeleriyle iftihar ediyorlar. Buna şaşırmamak gerekir, çünkü aslanın yavrusu da aslan gibidir. Demek ki İran halkı, büyük sa­habe Selman-ı Farisi (R.A.)'ın yolunu sürdürmektedirler. Selman-ı Farisi de Müslümanlığıyla iftihar ediyordu. O'nun bu konuda ünlü bir sözü vardır. O, "benim babam İslâmdır; İslâmdan başka babam yok" demişti. O dönemde insanların çoğu soyları sofları ve milletleriyle iftihar ediyorlardı.

                  Değerli Kardeşlerim;

                  İmam Humeyni'nin Müslümanları mertçe ve cesaretle birlik ve beraberliğe çağırmasına kulak veriniz. O, nerde olursak olalım hep birlikte düşmanlarımıza karşı güçlerimizi birleştirip tek bir kuvvet oluşturmamızı istemektedir.

                  İmam bu ilahi görevi sadece İslam'a hizmet ve Müslümanların iyiliği için yüklenmiştir. Bu büyük sorumluluk her âlimin boy­nunda olup, beyazı ve zencisiyle bütün insanları İslam'a ve Kur'an'a davet etmektedir. Allah'a şükürler olsun, Müslüman alimler İmam'a bağlanarak birlik ve beraberlik içinde yardımla­şarak İslam yolunda değerli çabalar sarf ediyorlar. Daha önce birçokları İslam'ı ve Kur'an'ı kendi nefislerine ve hükümetlerinin ar­zularına uygun biçimde yorumlamış, böylece Amerikan ve İsrail oyunlarının saptırıcılığına hizmet etmişlerdi. Daha sonra bu üm­met zaferler kazandılar. Bunların hepsi İran İslam Devrimiyle, İmam'ın önderliğine inanmak ve tabi olmakla sağlanmıştır. Şim­di bütün dünya halkları İran İslam Devrimine imrenerek, gıpta ederek bakmaktadırlar.

                  Ey Allah'ın askerleri olan İranlı savaşçılar, bütün zorluklara göğüs geriniz, bütün engellere saldırınız. Musibetlerden kötü olaylardan ürkmeyiniz, sıkıntı duymayınız. Siz herkesten üstün­sünüz, çünkü Allah (c.c.) sizinle birliktedir. Allah en büyük yar­dımcıdır. Savaş, savaş, zafere kadar. Düşmanlarla, Allah'ın dini­ne dönene kadar, Allah'ın adıyla savaşın ki, Allah'ın rahmeti doğ­rultusunda hareket etsinler.


                  Değerli Kardeşlerim;

                  Bu, dünya cuma imamları konferansında aktif rol oynamamız ilâhi bir lütuf idi. Kendi çapında benzersiz olan bu konferans, bü­tün dünya ülkelerinin İslamî düşünür, âlim ve şahsiyetlerini bir araya getirebilmiştir.

                  Allah'a hamd ederek, konferans düzenleyenlerin başarıya ulaş­masını dilerim. Ümidimiz, gözettiğiniz amaçlara ulaşmanız; Müslümanlar arasında birliğin sağlanması ve Kudüs'ün özgürlüğe ka­vuşturulması çabalarında başarılar sağlamanızdır.

                  Müslümanları, İmam'ın önderliğinde, birlik, güvenlik ve barış içinde yaşatmasını Yüce Allah'tan dilerim.


                  Yorum


                    #10
                    Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                    Ali Bulaç, Türkiye

                    Şu geride bırakmakta olduğumuz yüzyılda büyük olaylar ya­şandı, tarihin akış yönünü derinden etkileyen liderler geldi geçti, iki Dünya Savaşı, resmi düzlemde askeri ve siyasi sömürgeciliğin son bulması, dünya haritasının yeniden çizilmesi, Çarlık Rusyasında Bolşevik devrim, Osmanlı devletinin dağılması, Mao'nun Çin'deki uzun yürüyüşü ve iktidara gelişi, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulması, Cezayir bağımsızlık savaşı, İtalya, Alman­ya ve İspanya'da faşizmin iktidara gelişi, Vietnam savaşı, İran İs­lam devrimi, Afganistan'ın işgali vb. önemli olaylar. Yüzyılımız ileriki tarihlerde kendilerinden çokça söz edilecek büyük liderlere de tanık oldu: Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini, Mao, Mustafa Ke­mal, Gandhi, Nasır vb...

                    Lenin devrimci kişiliğiyle ön plana çıkar. Ama ismine "devrim" de dense 1917 olayı bir devrim olmak yanında, asıl savaş dolayı­sıyla konjöktürel şartların yardım ettiği Rusya'daki köklü bir ik­tidar değişikliğidir. Kuşkusuz bu anlamıyla da ele alınsa sonuçta bir devrimdir, ama geniş halk yığınlarının aktif ve sürekli katılı­mım yol açtığı devrim sonunda farklı bir iktidar kimliğine bürün­müş. Bu noktaya ileride tekrar döneceğiz. Stalin, Hitler, Mussoli­ni ve Franko ister komünizm ister nasyonal sosyalizm veya fa­şizm olsun, kitleleri devletin bunaltıcı baskıcı (parti ile özdeşleş­miş) bir devlet fetişizmi altında tutan sıkı ve otoriter (despotça-berrut) rejimlerin birer simgesidirler. Mustafa Kemal'i savaş son­rasının konjöktürel şartlan içinde ele almak gerekir. Ama ger­çekleştirdiği radikal iktidar değişikliği ve Osmanlı'nın yerine (4 milyon km karelik geniş bir alan üzerine 800 bin km. karelik kur­duğu Türkiye Cumhuriyeti) ikame ettikleriyle her zaman kendi­sinden söz ettirecektir. Cemal Abdunnasır ise bir devrimci olmak­tan çok, bir Arap milliyetçisiydi. Üçüncü Dünya hareketi içinde (Nehru, Tito vb.) aktif rol aldı ve Arap dünyasını gerçekten derin­den etkiledi.

                    Mahatma Gandhi ve Moa Ze Dung bu sıralamada özel bir yere sahiptirler. Gandhi, sömürgecilikle onuru zedelenmiş ve karşı ko­yacak ateşli silahlan olmayan kalabalık bir ulusa yepyeni diren­me yollan ve araçları gösterdi. O, Batı sömürgeciliğine karşı gele­neğin gücünü keşfetmişti. Ama yine de öğrenimini İngiltere'de, Oxford’da yapmış, avukat olmuş, kısaca kökeni ile bir aydın ola­rak ülkesine dönmek üzere yola çıkmıştı. Mao, kökeni öğretmen olan bir halk hareketinin önderiydi. Köylüleri ayaklandıran dev­rimci söylemleri, destansı uzun yürüyüşleri ve son tahlilde Batı değer yargılarında ifadesini bulsa da modern Batı'ya kafa tutan eleştirileriyle kitlelere önderlik yapmayı başarıyla sürdürdü. Bel­ki tek hatası, zaman zaman bir "kışla komünizmi"ne dönüşen yö­netimi Tao ve Konfüçyüs gibi zengin ve köklü Çin geleneğine sır­tını dayamayı düşünmemesi oldu. Ara sıra kendisiyle görüştüğü veya haberleştiği Gandhi'den onu ayıran en önemli nokta budur. Belki deneseydi, akupunktur örneğinde olduğu gibi bazı şeyleri Batı karşısına dikebilir, Batılı olmayan toplumlara ufuk açabilir­di. Veya belki de Çin ve Hint geleneğinde Batı karşısında alter­natif unsurlar konumuna çıkabilecek kültürel araç ve kaynaklar sanıldığı kadar dayanıklı değildir.

                    Yukarıda saydıklarımıza ilave olarak yüzyılımızın en büyük olaylarından biri, hatta toplumsal anlamda en önemli olanı kuşkusuz İran İslam Devrimi (22 Behmen 1357/1 Şubat 1979)'dır. Bana bağlı olarak çağdaş tarihin akış yönü üzerinde en derin ve anlamlı etkiyi bırakmaya aday lider de devrimin tartışmasız ön­deri Ayetullah Humeyni'dir. (1902-1989) Humeyni 2 Haziran 1989 günü gece yansı öldü, 16 yıl süren zorlu bir mücadeleyi dev­rimle sonuçlandırdı ve devrimin tam 10 yıl önderliğini yaptı, so­rumluluğunu üstlendi. Devrimle dolu dolu geçen 10 yılda olduğu gibi ölümünden sonra da Humeyni hakkında çok şeyler yazılıp söyleniyor; daha uzun yıllar yazılıp söylenecek de.

                    Humeyni, insanları orta noktası olmayan iki karşıt kutupta topladı. Belki de her devrimcinin kaderi budur. Çünkü devrimin kendisi kesin bir tercih gerektirir. Ya yanında olunur veya tam karşısında. Her devrimci gibi Humeyni de "tarafsız" eleştirilemez; hele devriminin olduğu bir ülkede yaşıyorsanız, devrimin "bitaraf olanları hemen "bertaraf ettiğini görürsünüz. Öyleyse devrim eleştirilerinde aşın sevgi de, aşın nefret de olacaktır Dev­rimin üzerinden yeterli zaman geçmedikçe bu sübjektivizm bir dereceye kadar makul karşılanabilir ve eleştirilerin içerdiği sübjektivizmin payı korunabilirse doğru sonuçlara varılabilir.

                    Devrimler soğukkanlılıkla karşılanamaz. Çünkü devrim bire­yin ve toplumun geleceğini yeniden çiziyor. Bu, Fransız ve Sovyet devrimleri için geçerli olduğu gibi, İslam devrimi için de geçerli­dir. Hiç kimse 1789 ve 1917 devrimlerini oturduğu yerde ve sükûnetle karşılamadı. Bir anda devrimin boy gösterdiği toplumun, çevre ulusların ve ardından bütün dünyanın zihni sarsıldı, sonra politik ve sosyal sistemler sallandı. Devrimler yeni devrimlere ge­bedir. 19. yüzyılda bütün Avrupa'nın yüzünü değiştiren monarşi­lerin yerine cumhuriyetleri geçiren, imparatorlukları ulus devlet­lere bölen temel değişimin fitilini Fransız devrimi ateşledi. 1917'den sonra işçi sınıflan, köylü ve halk kitleleri kapitalizm ve emperyalizm karşısında direnişe geçtilerse, bunda Sovyet devri­mini payı görmezlikten gelinemez. Mao'nun Çin'indeki değişiklik, Latin Amerika'nın devrimci potansiyeli ve Doğu Avrupa'da coğra­fi ve siyasi haritanın yeniden çizilmesinde yine bu devrimin etki­si büyüktür. Bolşevik devrimi hiç bir şey yapmadıysa bile, yıllar­ca 2.5 milyar insanı peşinden sürükleyebildi.

                    Kuşkusuz İslam devrimi de benzer etkilere yol açacaktı, nite­kim ilk etkilerini göstermeye başladı da. Devrime karşı nefretin beslediği yalan, propaganda ve yüz kızartıcı uluslararası karala­ma kampanyasının baskın olduğu ülkelerde devrim kan, ölüm, şiddet ve vahşetten ibarettir. Devrimciler kan akıtmaya susamış gözü dönmüş katiller olarak kitlelere sunulur. Karşı propaganda her şeyin dehşet verici olduğunu telkin ederken, nasıl oluyor da milyonlarca insanın devrimcileri yücelttiği, onların bir cümlelik çağrılarıyla kitlelerin sokaklara döküldüğü gerçeğini göz ardı eder. Bu işte bir paradoks yok mu? Eğer devrimciler, kitlelerin ruhundaki devrimci ateşi-tutuşturamamışlarsa, nasıl oluyor da kitleleri peşlerinden sürükleyebilirler? Hiç bir baskı rejimi, bir anda milyonlarca insanı sokağa döküp onlara coşkuyla slogan söylettiremez. Aksine onları işyerlerine ve evlerine hapsetmeyi, politik alanın dışına çıkarmayı kendisi için daha güvenli bulur. Nihayet öldüklerinde devrimcileri görkemli törenlerle uğurla­mak, arkalarında ölesiye ağlayıp çırpınmak ve günlerce matem tutmak baskı ile açıklanabilir mi? Şüphesiz ki hayır.

                    İşte İmam Humeyni ile ilgili yaptığımız ilk gözlem de şu: Gidişi de gelişi gibi görkemli ve coşkulu oldu. Sürgünden Tahran'a gelir­ken onu 10 milyon insan karşılamıştı, Tahran'dan ebedi yurduna giderken de onu 10 milyon insan uğurladı. Bu, Humeyni'yi dev­rim kuşağında yer alan diğer devrimcilerden ayıran farklı bir ko­numa çıkartıyor. Çünkü hiçbir devrimci böylesine büyük bir se­vinç ve aynı şiddette bir acıyla karşılanıp uğurlanmadı; coşkuyla karşılandıysa bile, uğurlanırken aynı ilgiyi göremedi.

                    Humeyni'nin yakın çevresi ve geniş halk kitleleriyle kurduğu ilişkinin derin ve manevi bir boyutu vardı. O, politik bir lider ol­manın ötesinde dini bir rehber, yol gösterici bir müctehid idi. İran'a dönüşünden bir gün önce 31 Ocak 1979 günü Paris'te oğlu Ahmed Humeyni'yi çağırır ve ona: "Git ve dostlarını çağır, ben ya­rın İran'a dönüyorum; biatlerini geri vereceğim." der. Oğlu Ah­med, arkadaşlarını çağırır ve fakat hiç kimse biati geri almaz.

                    Humeyni, Kerbala'ya gitmeden önce Hz. Hüseyin'in yaptığı şe­yin aynısını yaptı. İran'a dönerken de, herkesin karşı koymasına rağmen uçaktan doğru Behişt-i Zehra'ya gitti ve " İlk ahdimi şe­hitlerle yapacağım" dedi. Belki de onu kitlelere bu kadar yakın kılan şey, onun bütün sosyal sınıfların üstünde daima ve her fır­satta şehitleri ve yoksulları yüceltmesiydi. Diyordu ki: "Zengin­likle yoksulluk arasındaki savaş sonsuza kadar sürecektir. Bu devrim, yoksulların zayıf omuzlan üzerinde yükseldi. Ben, yok­sulların bir kılını, şu sarayların hepsine değişmem."

                    Gerçekten kendisi de, sade, mütevazi ve bir yoksul gibi yaşadı, gösterişli hayata hiç iltifat etmedi. Bundan olacak ki hangi gör­kemle karşılandıysa, aynı görkemle uğurlandı.

                    İslam devriminin üzerinden (Humeyni'nin ölümüne kadar) geçen 10 yılda devrim boyunca dökülen kanlar veya öldürülen in­sanların sayısı acaba gerçekten belirli iletişim araçlarının sundu­ğu kadar çok ve dehşet verici mi? Veya Fransız ve Sovyet devrim­leriyle mukayese edildiğinde İslam devriminin tablosu daha kanlı mı? Bu konuda da dünyâ kamuoyunun yanlış ve yanlı bilgilendi­rildiğinde kuşku yok. Ancak bu, şüphesiz her öldürülmüş olanın mutlaka ölümü hak ettiği gibi genel bir yargıyı bizim de paylaştı­ğımız anlamına gelmez. Ama yine kaba da olsa bir mukayese yap­makta yarar var.

                    Fransız devrimini hemen izleyen haftalarda ölüm sehpaları kurulmuş ve giyotinler kelle kesmeye başlamıştı. Jakobenler'in artık devrim öncesi monarşi yönetimi aratan cinayetlerinin he­sabını bugün bile kimse doğru dürüst yapamıyor. Köylülerin ve halk kitlelerinin büyük cesaret ve özveriyle gerçekleştirdiği devri­mi ele geçiren Paris'in egemen kent burjuvazisi liberal haklan ilan ettiği zamanda bile, despotik bir yönetim kurarak binlerce insanı giyotin altına yatırdı; binlerce, hatta onbinlerce insan... Öl­dürülenlerin büyük bir çoğunluğunun aristokrat oluşu büyük bir yalandır, çünkü öldürülenlerin ancak yüzde 10'u bu sınıftan iken, geri kalanları ruhban sınıfından ve devrimi yapan halktan kimse­lerdi "'Devrim kendi evlatlarını yer" sözü Fransız devriminin dev­rimlere bir armağanıdır. Öyle ki Ölüm emrini verenlerin daha çok geçmeden giyotin altına yatırıldıkları bilinmektedir. Devrim son­rasında kadın öldürmeyi meşrulaştıran da Fransız devrimidir ve hiç kimse çıkıp da 10 yıl içinde bu kadar kişinin gerçekten ölümü hakkedip etmediğini sormadı. Devrimin, ideallerinin aksine bası­na getirdiği sansür ve kısıtlamalar ise 1792'de muhalif gazetelere düzenlenen kanlı baskınlarla doruğuna ulaştı. Bu gazeteler mül­kiyet ve burjuvazi aleyhine yazı yazdıkları için kapatılıyor, yazar­ları, sanatçı ve düşünürleri giyotine gönderiliyordu. 1793'te ise çı­karılan "Şüpheliler Yasası" ile zanlıları da öldürme imkanı doğdu ve sorgusuz sualsiz insanlar Ölüme mahkum edildi. Jakobenlerin kendilerince şöyle geçerli mantıkları vardı: "Şimdi halk egemen, öyleyse iktidar onun adına konuşur, diğerlerinin konuşması suç­tur."

                    Fransız doktor Giyotin'in buluşu olan ölüm makinesi giyotin, yalnız politikacıları değil, bilim ve sanat adamlarını, sağda solda konuşan halktan insanların da kafalarım gövdelerinden ayırıyor­du. Fakat sonraları Fransız Başbakanı Clemanceau: "Fransız devrimi günahlarıyla sevaplarıyla bir bütündür. Onun kanlı yö­nünü bir kenara bırakalım da insanlığa getirdiği ışıklı ilkelerine bakalım" diyecek, diğer ülke aydınlan da bunu alkışlayacaktı. Ama 1789-1795 arası altı yılda öldürülenler nasıl unutulabilir? Özellikle Danton ve Robespierre'in devrimci terörünü. Bu devrim­ci terör ki o günden bugüne İslam ülkelerinde de bütün şiddetiyle estirilip durmaktadır. İslam dünyasını derinden saran devrimci terör, 10 Ağustos 1792'de resmen monarşiyi yıkıp yerine cumhu­riyeti ikame eden Jakobenlerden ilhamını alır. Fransız devrimin­den bizlere özgürlük, eşitlik ye kardeşlik (Hürriyet-Musavat-Uhuvvet) gibi özel mirasların geçtiği söylenir, oysa biz daima Jakobenlerin mirasını tanıdık ve Fransa dışında, özellikle Osman­lı'da ve devamı ülkelerde hep Jakobenler hüküm sürdü. Hala öz­gürlük, eşitlik ve kardeşlik bizler için bir Anka kuşudur. Jakobenci yöntemlerle Müslüman toplumları dönüştürebileceğini sanan asker-sivil bürokrat ve aydın takımı, Fransız devriminin köylü ve halk tabakalarının öncülüğünde gerçekleşen gerçek toplumsal ve devrimci yönünü, daima gizlemeye çalıştılar. Bunun yerine baskı, sindirme, zorbalık ve yakandan buyurma ilkelerini benimsemiş Jakobenci ruhunu ön plana çıkardılar. Fransız devrimi ve sonra­sında kaç onbin kişinin hayatına son verildiği hala meçhul ol­makla birlikte, Nis'te 200 bin kişinin "tehcir" edildiği meçhul de­ğil. Bu tehcir şekli de, bu insanların yargılanmaksızın, canlı canlı sandıklara doldurulup suların dibine gönderilmeleriydi.

                    Sovyet devrimine gelince... Sovyet devrimi sırasında ve sonra­sında (Lenin ve S talin) öldürülen insan sayısı konusunda Batılı gözlemcilerle Sovyet yetkilileri arasında olduğu gibi Sovyet yetki­lileri arasında bile görüş birliği yok. Satıhlar bazen bu sayıyı 20 milyona çıkarıyorlar; ancak Glasnost'tan sonra seri bir şekilde gündeme gelen konu etrafında çıkan tartışmalarda muhafazakar komünist kanat, öldürülenlerin 3,5 milyondan fazla olamayacağı­nı öne sürerken, Glasnost yanlıları bu rakamın asgari 5 milyon olduğunu öne sürüyor. Her iki durumda da rakamlar dehşet veri­cidir.

                    Sovyet devriminin öldürmeden çok, onun devrim şeması ve örgütlenme kuramı çok daha ilgi çekicidir. Lenin tarafından geliştirilen kuramda devrim, yönetenlerin toplumu artık yönetemeyecekleri, yönetilenlerin de artık yönetilemeyeceği noktalara gelindiğinde devrim kaçınılmaz olur. Böyle bir safhada Lenin'in deyimiyle devrimci kişi o ki, kabaran devrimci dalgayı sezer ve perçeminden tutup yönlendirir. Burada "parti" ve "örgüt" bir yere oturtulmuştur. Dolayısıyla devrimci ekipler, halk kitlelerine dayanmaktan çok, kendi örgütlenme biçimlerine ve partilerine güven duymaktadırlar. Bir bakıma devrim öncesi jakobencilik

                    Lenin'in devrim kuralında belirleyici bir konuma gelmiş sayılır.

                    Bunun da devrim sonrasında Üçüncü Dünya ülkelerinde büyük umutlara kapılan sol ve sosyalist akımları derinden etkilediği veya onların toplumsal değişim ve devrim stratejilerini yönlendirdi­ği söylenebilir.

                    Fransız devrimi bize Jakobenciliği miras bıraktıysa, Sovyet devrimi de bize örgüt ve parti fetişizmini miras bıraktı. Her ikisi de gerçekte halk kitlelerinin devrimci eylemini ve katılım ruhunu yansıtmaz.

                    İran'da ise sadece 1977 Kasım ile 1979 Şubat aylan arasında Şahlık rejimi 150 bin göstericiyi öldürttü. Batılı çevreler bu raka­mı mübalağalı bulur ve fakat buna rağmen 60 bin kişinin öldü­rülmüş olabileceğini kabul ederler. Bu bile dehşet verici bir kı­yımdır. Süreç kuşkusuz bundan önce başlamıştı. 4 Haziran 1963 olaylarında Fevziye Medresesi ve çevresinde bir günde 15 bin kişi hayatını kaybetmişti ve devrime kadar öldürmeler hiç durmadan sürdü. SAVAK'ın ABD'nin Vietnam'da geliştirdiği işkence yön­temlerini yaşlı din adamlarına, öğrencilere ve halka uygulaması, evlerinden alınan insanların bir daha evlerine dönememeği, yurt dışında işlenen cinayetler (bunların en dramatik olanı 1977'de Londra'da Dr. Ali Şeriatı’nın ölü bulunmasıdır), soruşturmalar, takibatlar. En azından devrim öncesinde katillerin kısas edilmesi bağlamında ele alınsa bile devrim sonrasında öldürülenlerin sayı­sı yine de devede kulak kalır. Kaldı ki asıl idama mahkum olan­lar ABD ajanları ve onun içerde örgütlediği kontrgerillaları, sabo­tajcılar, eski rejim artığı profesyonel karşı devrimci subaylar ve tabi en çok uyuşturucu kaçakçıları. Herkes biliyor ki Amerika, bir karşı-devrim hareketi olarak uyuşturucu silahına başvurmakta, devrimci kitleleri afyon ve esrarla pasifize etmek, onların direnç­lerini kırmak istemektedir. Emperyalizmin uyuşturucuyu siyasal amaçlarla kullanması da geçen yüzyılın Îngiltere Çin olaylarına kadar dayanmaktadır. Bütün dünya ve en başta ABD, uyuşturu­culara karşı savaş açmışken, İran'da Mafya'ya karşı yürütülen mücadelenin insan temel hak ve özgürlüklerinin ihlali şekline alı­nıp dünya kamuoyuna sunulması çok anlamlıdır. "Hür dünya" belki de ilk defa ve İran devrimi söz konusu olunca özgürlük hava­risi kesilip Mafya babalarına ve onların içerdeki maşalarına göz­yaşı dökmektedir. Ama bunların timsahın gözyaşları olduğun herkes biliyor.

                    Devrim boyunca her şeyin yolunda gittiği, alınan bütün karar­ların doğru ve isabetli olduğu elbette söylenemez ve şüphesiz eleştiriye açık sayısız politika ve uygulama vardır. Ancak İran'da in­san haklarının sistemli bir şekilde ihlal edildiğini söyleyenler, Güney Afrika'daki ırkçı beyaz rejimin, İsrail’in Filistin’de uyguladığı vahşetin, Latin Amerika'daki faşist rejimlerin, ırak ve Suriye Baasçılarının arkasında kimlerin olduğunu gözden Oysa bütün bunların arkasında ABD, İngiltere ye Batı Batı'nın destek ve teşviki olmasa Güney Afrika, İsrail ve Latin Amerika ile diğer ülkelerde insan haklan bu boyutlarda ihlal edi­lemezdi. Bu özgürlük havarilerinin İran'ın gözündeki çöpten ön­ce, kendi gözlerindeki merteği görmeleri gerekmez mi? Ama bü­tün bunlar, İran'ın gözünde çöp varsa bunu hep tutmasına geçerli bir gerekçe de teşkil edemez.

                    İran'da bir devrim olmuştur, bir iktidar değişikliği değil. Dev­rim olağanüstü bir durumdur ve kuşkusuz bu arada istenmeyen şeyler de olacaktır. İran da bu genel kuralın dışında tutulamaz; ama yine de hiç kimse İslam devriminin Fransız ve Sovyet dev­rimlerinden daha çok kan döktüğünü öne süremez. Bunun en canlı kanıtı İran'ın BM'deki temsilcisinin İnsan Haklan Komisyo­nu Başkan Yardımcılığına seçilmiş olmasıdır. 26 Ocak 1992'de Cenevre'de Asya ülkelerinin oy çokluğuyla İran'lı bir şahsın böyle bir göreve getirilmiş olması, İran'da insan haklarının hiç de öne sürüldüğü ölçeklerde ihlal edilmediğinin göstergesidir.

                    Milyonlarca insanın aynı coşkuyla karşılayıp uğurladığı İmam Humeyni niçin bu kadar önemlidir?

                    Bu soruya birkaç açıdan cevap verilebilir. Ancak hemen söyle­nebilecek şudur: Humeyni geçen yüzyıldan bu yana, Batı'nın eko­nomik, siyasi, askeri ve kültürel saldırılarına karşı Geleneğin içinden çıkıp karşı koyan ve dünya sistemine cepheden saldırma­yı göze alabilen tek örnektir.

                    Gerçek şu ki, sömürgeciliğin başlangıcından sözgelimi Napolyon'un Mısır'a çıkışı olan 1799'dan bu yana İslam dünyasında sa­yısız anti-sömürgeci mücadele verildi. Cezayir'de Şeyh Abdülkadir, Fas'ta Abdülkerim El Mağribi, Sudan'ın Mehdisi (Muhammed Abdullah), Libya'da Senusiler, Nijerya'da Şeyh Osman ve Ahmed Bello, Mısır'da Ahmed Urabi, Filistin'de Şeyh İzzeddin El Kasım, Hind'li Arafan Eş-şehit, Muhammed Ali Cevher, Soma­li'de Muhammed bin Abdullah Hasan, Eritre'de Muhtel Tahir ve daha birçok küçüklü büyüklü hareketler. Bunlar da kuşkusuz Gelenek'ten yola çıkıyorlardı. Ama iki önemli ayrımları vardı: Biri, bu direnişler yöresel ve spesifik kalıyorlardı; diğeri, buna bağlı olarak geleneksel sistemin siyasal, entelektüel ve toplumsal al­ternatif modelini geliştiremiyorlardı. Bu da onları kaçınılmaz bir biçimde monarşilere zemin hazırlayan kabilevi yapılarla bütün­leştirmeye sürüklüyordu. Nitekim Afganistan'da da büyük bir askeri direniş olmakla birlikte, mücahit grupları ile ülkenin aşiret yapısı arasında baş gösteren kitlenme, askeri zaferin köklü siya­sal, toplumsal ve kültürel bir modelin ortaya çıkmasına engel teş­kil etmektedir.

                    Bir başka önemli nokta şudur: Hemen hemen Senusiler'den sonra sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerde önderlik, ulema­dan aydınlara ve politikada aktif rol alan profesyonel ekiplerin eline geçmiş bulunuyor. Şu halde geçen yüzyılın ikinci yansından itibaren kapsamlı ve global bir mücadele stratejisi anlamında İslami direniş geleneğinin kesintiye uğrama tehlikesiyle karşı kar­şıya kaldığını ve özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından sonra bu­nun iyiden iyiye su yüzüne çıktığını, böylelikle belirleyici konuma Batılı eğitimden geçmiş aydınların önderliğe geçtiğini söyleyebili­riz. Cemaleddin Efgani yakın tarihin tek istisnasıdır. Çünkü o da geleneksel çizginin içinden geliyor, ancak bütün çağrılan ve çaba­lan ulemayı harekete geçirmeye yetmiyordu. Bu açıdan Cemaled­din Efgani'nin Humeyni'de olumlu bir iz bırakması şaşırtıcı değil. Efgani'ye göre İslam dünyası Batı'nın askeri gücünden değil, asıl materyalizm, rasyonalizm ve misyonerlik türü faaliyetlerinden korkmalıydı. Askeri korku, kişinin gece mezarlıkta dolaşırken duyduğu yersiz korkuya benzer. Hepimiz ölülerin hortlamayacağını biliriz, ama yine de mezarlıkta dolaşmayı göze alamayız. Ayetullah Humeyni de aynı örneği veriyor ve bunun "bazı bilgilerimi­zin imana dönüşmemesi'nin kanıtı olduğunu söylüyordu. Belki Efgani'nin direniş ruhunda 19. yüzyıl İran ulema geleneğinin be­lirli bir etkisi var. Nitekim Osmanlı'da statükonun korunmasın­dan yana olanlar, zaman zaman Cemaleddin Efgani'yi Şiilikle suçlarken, onun gerçekten mezhep olarak Şii olmasını değil, onun siyasal iktidara karşı baş kaldırıyı ön plana çıkaran çağrılarının Şiilikle Örtüşen yanına işaret ediyor olabilirler. Ancak ne olursa olsun, Sünni kimliği ağır basan Cemaleddin'i İranlılar da Öylesi­ne benimsemiş ki onlara göre O, "Efgani" değil "Cemaleddin Esedabadi"dir.

                    Yukarıda yüzyılımızı derinden etkilediğine işaret ettiğimiz bü­tün liderler, derece farkıyla Batı geleneğine bağlı kimselerdir. Lenin devrimin ilk zamanlarında -ve öncesinde- "Burjuvazinin bü­tün basan ve birikimlerinden yararlanacaklarını" ve böylelikle Sovyet toplumunu sanayileştirip proleter sınıfına iktidarın maddi şartlarını hazırlayacaklarım söylüyordu. Stalin ayrıca zikretmeye gerek yok ki, onun sıkı otoriter rejimi olmasaydı sanayileşme ide­alleri belki de gerçekleşemezdi. Hitler, Mussolini ve Franko doğ­rudan Darvin, Hegel Sorel, Spencer, Nietzsche ve İlerlemeci Batı kafaların beslediği bir geleneğin siyasal temsilcileriydi- Cemal Abdunnasır, Üçüncü Dünya idealine bağlıydı, ama Fransız devri­minin idealleri arasında yer alan ulusçuluğun Araplardaki sözcü­ğüydü. Mustafa Kemal'in ise Batılılaşmayı ve çağdaş bata uygarlı­ğı seviyesine çıkmayı otoriter yönetiminin resmi ve vazgeçilemez politikası haline getirdiğini söylemeye gerek yok. Kemalist mo­dernleşme ve uluslaşma projesini mümkün kılan en önemli araç Jakobenci politikalardır.

                    Bu yelpazede Mao ve Gandhi farklı konumdadırlar. Ancak bu, yine de bir mahiyet farkı değil, derece farkıdır. Mao, Batılı değer­leri yüceltmedi, hatta yer yer küçümsedi, ama alternatif bir gele­neğe de sırtını dayamadı; hatta bir ara aksayan işlerin sorumlu­luğunu Konfüçyüs'e yükledi. Belki bu onun en büyük yanılgısıydı. Yine de Mao'nun paradoksu, onun Batı kültürünün bir versiyonu olan Mantizm'i Çin gibi geleneksel bir topluma taşımasıydı. Onun farkında olmadığı tek gerçek buydu.

                    Hind'in büyük önderi, baldın çıplak Mahatma Gandhi, bütün görkemli hayatı, Batıyı küçümseyen söylemleri ve direniş sitiliyle bir Doğulu gibiydi. Ama o da öğrenimini Oxford’da yapmış ve avu­kat olarak ülkesine dönmek üzere İngiltere'den ayrılmıştı. Onu Batı'ya karşı bir konuma iten kökeni değil, konjöktürel ağır şart­lardı. Kısaca kökeni ve aldığı eğitimiyle Gandhi, Mao gibi bir ay­dındı. Belki de ikisi de kendi geleneklerinin imkânlarını araştır­dılar ve düşündüler. Ne var ki bizim ısrarla vurguladığımız gibi, Batı'nın eritici kazanına karşı ölü ve en azından aşınmış durum­da olan Çin ve Hind kültürlerinden alternatif modeller oluştura­cak malzemeler devşiremezlerdi.

                    Bu yelpazenin tek istisnası Ayetullah Humeyni'dir. Doğulu, Asyalı, Müslüman ve Ulema'dan bir İmam. Mao bir öğretmen, Gandhi bir avukat, Humeyni ise Kum medreselerinde yetişmiş ve ders vermiş bir molladır. Her üçünün de anti-batıcı ve antiemperyalist olduklarında kuşku yok. Ancak direnme gücünü ve top­lumsal, kültürel alternatif gösterme imkânını sadece Humeyni'de görebiliriz. Bugün birbirlerinden haberdar olduklarını bildiğimiz Mao ve Gandhi güçlü Batı sistemine karşı geçerli, sürekli ve da­yanıklı bir model gösteremediler. Humeyni gösterdi, çünkü sırtını İslam'a dayamıştı. Gücünü ve farklılığını İslam'ın alternatif ve dinamik kaynaklarını anti-emperyalist mücadelede adeta yeni­den keşfetmesinden alıyordu. Gelenekten gelişi de onu kaçınıl­maz olarak modern dünya ile uzlaşmazlığa götürecekti. Bu da onun geleneğin direnişçi kanadına mensup oluşuyla bağlantılıdır. Çünkü sömürgeciliğe ve Batı modeline karşı İslam'a sırtını dayayan bir çok Müslüman lider ve düşünür, bir noktadan sonra Batı­lı değerlerle bir yerde uzlaşıyordu. Daha çok pozitivizm ve modernizmin temel varsayımlarına karşı özür dileyici bir konumda olan bu İslamcıların İran'da da iz-düşümleri vardı. Bu akımın kötü ör­neği devrim sonrasında ilk cumhurbaşkanı Ebu'l-Hasan Beni Sadr, iyi örneği mühendis Mehdi Bazergan'dır. Humeyni'ye göre ise, bu aydınlar bütün İslami söylemlerine rağmen zihinleri Batı kültürü ile kirlenmişti; bundan dolayı medrese geleneğinden ge­lenlerle mukayese edildiklerinde devrimci uzlaşmazlığı bir yere kadar taşıyabilirlerdi. Onlar da eninde sonunda modern bürokra­tik yapılanma içinde ülkeye bir kalkınma planı hazırlanması ge­rektiğini düşünüyorlardı. Oysa Humeyni her fırsatta Hz. İsa'nın bir sözünü hatırlatırcasına "Devrim sadece ekmek için yapılmaz" diyor, devrimci eylemin daha üst amaçlar içerdiğini vurguluyor­du. Humeyni'nin Batı standartlarının dikte ettirdiği kalkınma modellerinden birini kabul etmesi düşünülemezdi; çünkü Şah'ın 1963'te başlattığı Ak Devrimi'ne karşı çıkarken, ısrarla Batılı kal­kınma modelinin ülkeyi daha çok yoksullaştırıp dünya sistemine bağımlı hale getireceğini ifade ediyordu. Bu durumda iki görüş karşı karşıya geliyor: Modern kalkınma modellerinden birini izle­yip refaha uzlaşmaya çalışan "Müslüman bir İran mı?", yoksa bü­tün Batılı kalkınma modellerinin dünyayı ve İslam ülkelerini ba­ğımlı kıldığını ilan eden devrimci ve "alternatif Müslüman bir İran mı?" Bizce başından beri "Hatt-ı İmam" adı verilen İmam Humeyni'nin çizgisi bu ikinciyi dünyaya ve kitlelerin bilincine ak­tarmaya çalışan bir siyaset çizgisi içerir. Hiç kuşkusuz Bazergan ve onun gibi düşünen aydınlar birinci kanatta yer alacaklardı; ni­tekim orda yer aldıkları çok geçmeden görüldü. Peki, acaba Hu­meyni büsbütün haksız mıydı veya Batı'ya göre ilerleme ve mo­dern kalkınma inancına sahip olan herkes hangi ulus ve toplum­dan olursa olsun, ebediyen Batı'nın ırkından değil miydi? Öyley­di, çünkü bu bizzat Batılıların tanımıydı.

                    Humeyni'ye göre sömürgecilik biçim ve yöntem değiştirmişti sadece. Nitekim De Gaulle: "Biz sömürgeciliğin karlı olmaktan çıktığını gördük ve çekildik" demişti. Bu gerçeğin farkında olan Humeyni'ye göre çekilen sömürgeciler çekirge sürüleri gibi yu­murtalarım geriye bırakarak çekilmişlerdi. Humeyni, Batı eğiti­minden geçmiş ve içten Batılı değerlere hayranlık duyan aydınla­rı böyle tanımlıyordu: Aydınlar kendi toplumlarında farklı ve ay­kırı bir geleneğin sözcüleri idi; onlar Batı karşısında yenilginin her türlü acısını tadmış yoksul kitlelerin önderliğim yapamazlar­dı. Öyleyse, bu Batılı değerlerle zihni kirlenmemiş ve toplumun tarihsel doğru kaynaklarıyla köklü bağı olan bir başka geleneğin içinden gelen ulemanın görevi ve sorumluluğu olacaktı. Peki, ule­ma kimdi?

                    Batı ve onun içerdeki doğal sözcüleri durumundaki aydınlar toplumun yerli geleneğinin dışında idiler: Başlangıçta ve devrim boyunca İranlı aydınlar, Humeyni ve ulemanın çevresinde toplan­maktan başka çıkar yol olmadığını anlamışlardı. Çünkü 700 bin kişilik kuvvetli ve iyi donatılmış Şah'ın ordusunu ancak ulema­nın önderliğinde halk gücüyle etkisiz hale getirilebilirdi. Halkı da ulemdan başka kimse mobilize edemezdi. Humeyni şu sloganı önplana çıkarmıştı: "-Askeri göğsünden değil, kalbinden vurun." Gerçekten Humeyni’nin çağrılan üzerine özellikle onbinlerce ka­dın gösterilerde ön saflarda yer alıyor, askerlere çiçek atıyor ve kendilerine kurşun sıkıldığında da göğüslerini siper etmekten çekinmiyorlardı. Humeyni'ye göre kadınların kararlı direnişi ve göstericilerin akan kanları askerlerin direncini kıracaktı. Nite­kim öyle oldu. Herkes kabul eder ki, devrimler tarihinde İslam devriminde olduğu kadar hiçbir devrimde kadınlar böylesine aktif rol almış değildiler. Ve ister Batı'da, ister başka bir yerde, hiç bir feminist hareket İran'lı kadınlar ölçeğinde bir toplumsal değişime öncülük etme yeteneğini gösterememiştir.

                    Humeyni'nin yaptığı çağrıları herhangi bir aydın da yapabilir­di. Ama o, Kur'an'î ve İslamî temel kavramlara yeni tanımlar yükleyerek halka derin bir gelenekten sesleniyordu. Humeyni'nin yeni devrim sözlüğünde Şah bir "tağut'tu, ezilen kitleler "müstaz'af', gösteri ve ayaklanma "kıyam" ve devrimci isteklerin bede­li "şahadet" idi.

                    Dünya sisteminin İran’da ambargo uygulaması; yılda bir ay oruç tutan Müslüman halkın gerekiyorsa bir yıl oruç tutarak at­latabileceği bir engeldi. Bu söylemde oruç emperyalizme karşı bir silaha dönüşmüştü. İşte bu temel dini kavramları ulemadan baş­ka hiç kimse, özellikle aydınlar öylesine çarpıcı tanımlarla halkın bilincine aktaramazdı. Humeyni, sık sık "Ulema Peygamber'in varisidir" hadisini hatırlatıyordu. Aydınlar da bu hadisi destekle­di. Ama onlar ulemanın önderliğinde gerçekleştirilecek devrimin sonra kendilerine teslim edileceğini düşünüyorlardı. Bu bakım­dan Humeyni'ye verdikleri desteklerinde her zaman bîr parça oportünisttiler. Ancak, 1960'lardan itibaren Humeyni'ni "ulema" kavramını yeniden tanımladığını ve geleneği tashih ederek, dire­nişçi kanadı ön plana çıkardığını fark edememişlerdi. Bu, İranlı aydınların en büyük hatası oldu. Onlar Türkiye, Cezayir ve diğer örneklerden hareketle, devrim sırasında veya sonrasında nasılsa inisiyatifi ele geçirebileceklerini düşünüyorlardı, hatta Batı bile bundan kesin emindi. Onların perspektifinden ulema devrime ka­tılabilir, kitleleri harekete geçirir; ama modern çağı analiz edip sorunlarına çözümler arayamaz, sonunda istemese de aydınlan görev başına çağırmak zorunda kalır. Ama Ayetullah Humeyni aydınları da, Batı'yı da feci şekilde yanılttı, onları derin bir düş kırıklığına uğrattı. Çünkü Humeyni'nin yeni tanımında Peygam­ber (s.a.)'e mirasçı olacak ulemanın yalnız devrime öncülük değil, yönetimde de öncülükte yarışması gerekirdi.

                    Bu arada hatırlatmakta yarar var. Humeyni ulema geleneği­nin özel ve çarpıcı bir örneğidir. Çoğunlukla devrim sonrasında devrimin temel tarihsel dinamiklerini doğru anlayamayan kimi Sünni ve Şiilerin sandığının aksine, İslam tarihinde farklı söy­lem ve gerekçelerine rağmen siyasal iktidarlar karşısında Sünni ve Şii ulema hemen hemen ortak bir pratiği paylaşmışlardır. Şii­liğin başından beri ve hiç değilse doktriner anlamda muhalefette kaldığı doğrudur. Ancak bu, doktrin gereği 12. İmam'ın gaybubeti ve devletin meşruiyetini kaybetmesi (illegalite) dolayısıyla teorik bir muhalefettir. Şii târihi gözden geçirildiğinde Hz. Hasan'ın tavrının Hz. Hüseyin'e baskın olduğu ve hep öyle geldiği görülebi­lir. İmam Ca'fer'in Ehl-i Beyt adına yapılan kıyama karşı göster­diği çekimser gerekçe veya İmam Rıza'nın tutumu hayli anlamlı ve açıklayıcıdır. Sünni geleneğin ise, Şia'nın pratikteki tutumuy­la örtüşür biçimde hem teorik hem pratik (genel eğilimi itibariy­le) siyasal iktidar karşısında güvenlik ve istikran adalet ve meş­ruiyetin önüne geçirdiği görülür. Bu, zalim ve facir (cair), dolayı­sıyla da seçimle işbaşına gelmemiş yönetimlere doğrudan itaate temel bulma çabasının doğal bir sonucudur. İctihad kapısının devlet eliyle ve ulemanın rızasıyla kapatılmasına fazla itiraz edil­memesinin bir nedeni, içtihadın siyasal iktidarın yetkilerini sınır­landıran ve halkın siyasal katılımını öngören sivil karakterinin politik toplumun sahibi devletçe hoş karşılanmamasıdır. Bir İs­lam toplumunda İctihad kapısı kapalı ise, halk adına "Zalim hü­kümdara karşı hak sözü söyleyebilecek" konumda olan ve hukuki dayanağını Şeriat'tan (Hukukun Üstünlüğü) ve halkın onayından (Biat) alan müctehid de yok demektir. Teorik ve pratik düzlemde Sünni, pratik düzlemde Şii gelenek ulemayı böyle bir konuma oturtunca, din de doğa^l olarak devlet dini oldu ve ulema kendi is­teğiyle kendini devlete eklemledi. Öyleyse öncelikle İctihad yapa­bilecek konumdaki ulema geleneğinin, siyasal iktidarla uzlaşan ve güvenlik ve istikrar (fitne çıkarmama) adına meşru ilke ve adaleti feda eden resmi ulema geleneğinden ayırt edilmesi, hatta ona baskın çıkarılması gerekiyordu.

                    Ayetullah Humeyni bu hayati lojistik desteği geçen yüzyılın Usûlileri'nden, Ayetullah Burucerdi ve Şeyh Abdülkerim Hairi'den sağladı.

                    Abdülkerim Hairi (1859-1936) devrimin mayalandığı Kum şeh­rinin adeta yeniden dini yapılanmasını sağlayan öncülerin başın­da gelir. 1928'de Kum'da Havza-ı İlmiye'yi ilk kuran Hairi, yakın mesafeden ve gündelik siyasetten uzak kalmakla birlikte dini fa­aliyet, öğrenim ve organizasyonun tamamlayıcısı oldu. Bütün İran çapında zekat ve humus'un dini öğrenimi yürüten merkezle­re akmasını sağladı. Maddi, ilmi ve kültürel faaliyetler arasında kurulan bu düzenli organizasyondan sonradır ki, dini bilgi ve bi­linç yayıldı.

                    Ayetullah Burucerdi (1875-1961) bu sürecin çok önemli bir hal­kası olmakla birlikte siyasal düşüncesi etrafında belirsizlikler olan bir zattı. Başlangıçta ve ilke bazında Şahlık rejimiyle her­hangi uzlaşıcı bir tavır tespit edilmemesine rağmen, 1953'teki Musaddık olayında suskun kalmasının gerçek nedenleri bugün de tam olarak anlaşılabilmiş değil. Ancak Humeyni üzerinde belirli bir etki bıraktığı genellikle kabul edilir. Ayetullah Burucerdi, ta­rihsel düzlemde Şahlar ve Padişahlar tarafından bir siyaset aracı şeklinde kullanılan Şii-Sünni ayırımın hiç değilse hafifletilmesi yönünde önemli adımlar attı. Mısır'ın Ezher ulemasında Şeyh Mahmut Seltut'la bu alanda verimli temaslar sağladı. Bu temas­lar sonucudur ki, Şeltut, Ezher'in fıkıh programına dört Sünni mezhep yanında Şii fıkıh öğrenimini de ekledi.

                    Ayetullah Humeyni'nin beslenme kaynaklarım sadece bunlarla sınırlandırmak mümkün değil. Sözgelimi kendisinden felsefe ve tasavvuf okuduğu Muhammed Şahabadi de zikredilebilir. Bu öğ­renimin Hamid Algar'ın deyimiyle onun filozof, alim, fakih, ve su-fi (arif) bir kişilik kazanmasında önemli bir rol oynadığına şüphe yok. Ne var ki genel bir tasnife tabi tutarsak, Humeyni'yi Usûli ve direnişçi ulemanın kanadına ve hem de bu kanadın bazı ba­kımlardan en duyarlı halkasına yerleştirmemiz gerekir. Buna rağmen İmam Humeyni yakın tarihten sadece Şeyh Fazlullah Nuri ve Şeyh Hasan Müderris gibi şahsiyetlere atıf yapmakla ye­tiniyor, diğerleriyle ilgili görüş beyan etmiyordu. Bu da hayli dik­kat çekicidir.

                    Bilindiği gibi 16. yüzyıla kadar İran genelde Sünni bir karakter taşır. İran'da Şia mezhebinin yaygınlık kazanması bu tarih­ten sonra sistemli bir şekilde Irak, Suriye ve Bahreyn tarafların­dan getirtilen ve çoğunluğu Arap kökenli Şii alimlerin yoğun çaba ve faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. İlginç olanı, bugün İran Şiiliğini Türk Sünniliğine karşıt bir alternatif görenlerin, İran'ı Şiileştirenlerin Türklerden başkası olmadığı gerçeğini unutmaları­dır. Kökenleri Türk olan Safeviler, Osmanlıların Sünni ye Hanefi resmi din ideolojisine karşı, bir devlet ideolojisi arayışıyla Şiiliğin hayli etkili olduğa bölgelerden bol miktarda ve iyi şartlarda Şii bilgini getirtip Şiiliğin İran'da yayılmasına çalıştılar. Gerçekten de bir iki nesil sonra İran Şiileşti. Bu önemli olayda devletin res­mi ve etkili desteği yanında Suriye, Irak, Bahreyn ve Arap yarı­madası gibi yörelerde güç şartlar altında yaşayan Şii ulemanın görüş ve düşüncelerini rahatça yayabilecekleri- elverişli bir orta­ma kavuşmuş olmalarının payı var.

                    Bu gelişmeden sonra 17. yüzyılda İran'da ilk büyük müctehid silsilesinin ortaya çıkıp teşekkül ettiği söylenebilir. Ama hemen bu döneme özgü olarak ulema ve devletin adeta birbirlerine ek­lemlendikleri gözleniyor. Devlet ile ulema arasındaki bağ ancak 1724'te Safeviler'in yıkılmasıyla kopacaktır.

                    18. yüzyıl İran için hayli önemlidir ve her halde Humeyni'yi besleyen en önemli kanal bu yüzyılda gelişen verimli tartışmalar sonrasında açılmış olmalıdır. Bu yüzyılda, devletle göbek bağını koparan ulema, kimlik sorunu üzerinde durdu. Ulema kimdir? Devletin veya merkezi otoritenin olmadığı bir ortamda ulema na­sıl ayakta duracaktır? Düzen ve intizamdan uzak yaşayan halkın teme sorunlarına çözümler aranacak mıdır? Aranacaksa bunun yolu yöntemi ne olmalıdır?

                    Şüphesiz bu tartışmanın Şii inancının vazgeçilmez bir parçası olan İmam'ın gaybubeti zamanında devletle ilişkisinin tanımlan­masında ortaya çıkan teorik güçlüğün giderilmesi ile doğrudan ilişkisi var. Çünkü eğer zamanın sahibi (Sahibuzzaman) İmam yoksa, siyasal iktidar da gasp edilmiş güçler eliyle meşruluğunu kaybetmiş sayılır. Buna rağmen yukarıda değindiğimiz gibi, bu teorik kabule rağmen genel eğilim olarak Şii cemaat konjöktürel şartlar dolayısıyla siyasal iktidarlarla uzlaşma yolunu seçmiş gö­rünüyor. Bu, tarihte Ehl-i Beyt adına yoğun direnişler olmadığı anlamına gelmez, burada söz konusu olan genel ve baskın eğilimin ortaya koyduğu pratiktir ve Sünni siyasal felsefe ile Şii konjök­türel maslahat arasında ortak bir paydayı teşkil eder. Sünni siya­set felsefesi, güvenlik ve istikrar adına adalet ve ilkeden vazgeçip cair (seçim ve biatla işbaşına gelmeyen, şuraya riayet etmeyen baskıcı) yönetime itaat etme yolunu seçmiş, buna mukabil Şia'da İmam'ın yokluğunda sabredip gelişini beklemekten başka yapa­cak şey olmadığı gerekçesiyle aynı pratiği paylaşmıştır. Nitekim ilke bazında meşru olmasa da, "yönetimde adil ve hak gözetir sul­tana itaat" Şeyh Tusi (461/1068) ve İbn-i İdris (598/1202) gibi ün­lü Şii bilginler tarafından tavsiye edilmiştir.

                    Ancak Safeviler'in yıkılışıyla ortaya çıkan sosyal, siyasal anar­şi ve kaos, Şii ulemayı konumunu yer yer belirlemeye zorluyor­du. Merkezi otoritenin olmadığı bu fetret devrinde gündelik so­runların çözümü ve en önemlisi asayiş ve düzenin sağlanması ih­tiyacı her yörede ve sonraları ülke düzeyinde en saygı ve sözü dinlenir ulemayı önplana çıkaracaktı.

                    Peki ulema fetva verip yeni ictihadlar yapacak mıydı?

                    Ulemayı bu konuda yeni karar almaya iten iki önemli toplum­sal baskı unsuru gelişmişti: Biri, halkın her gün biraz daha yo­ğunlaşan talepleri, diğeri devletle bağı kopan ulemanın yeni mad­di kaynak arama ihtiyacı. Ulema geleneksel tutumunu sürdüre­mezdi, çünkü bir yandan halkın zekat ve humusunu almak, öte yandan halkın sorunlarına ilgisiz kalmak paradoksal bir durum olurdu. Her ne kadar doktriner (Şiiliğe özgü) bir zorluk varsa idiyse bile, konjonktüre! durum yeni bir tutumu kaçınılmaz kıl­maktaydı.

                    Böylesine duyarlı bir tarihsel ortamda Usûliler, halkın maddi desteğine muhtaç olan ulemanın gündelik ve pratik sorunlarına yeni ictihadlar yaparak çözüm aranması gerektiği tezini ortaya attılar. Bu teze göre yeni ictihadlar hayati öneme sahiptir. Yaşa­yan müctehidler İctihad yapmak zorundaydı ve bunun için son derece elverişli, üstelik hukuk geleneğinde ifadesini bulan bir yöntem izlenebilirdi. Eski müctehidler İctihad yaparken, belirli bir usûl izlemişlerdi. Eğer (yöntem-hukuk metodolojisi) tekrar canlandırılırsa, bu usûl izlenecek yeni ictihadlar yapılabilirdi. Bu, gaybet (İmam'ın yokluğu) zamanında bağımsız bir irade ve huku­ki bir çabanın benimsenmesi demekti. Çünkü onlara göre İctihad süreklidir ve ancak yaşayan müctehid Merce-i Taklid olabilirdi.

                    Ahbariler ise doktriner gerekçeler öne sürüp bu fikre karşı çı­kıyor, Gaybubet zamanında bağımsız fikir ve görüş yürütülemeyeceğini öne sürüyorlardı. Haber'e (Ahbari burada gelir) yani Hadis'e uymak ve İmamlardan gelen rivayetlere müracaat etmek yeterlidir. Hukukta değişim ancak İmam'ın zuhurunda mümkün olabilecektir.

                    Bu önemli tartışmayı ictihaddan yana Usûliler'in kazandığını biliyoruz. Buna göre müctehid yalnız görüş bildirmez, ona itaat de edilir. Bu alanda rehberlik gerekir ve mukallid her halükarda bir rehbere muhtaç kimsedir. Toplum rehbersiz bırakılmaz. İşte Ayetullah Humeyni'nin başarı ile önplana çıkaracağı Velayet-i

                    Fakih'in bu temelde ifadesini bulduğu söylenebilir. Aynı zamanda devrim geleneğinin beslenme kanadı da bu kaynaktan başkası değil.

                    18. yüzyıla gelinceye kadar ulemanın konumumda geleneksel yapının bariz etkisi hakimken, bu tarihten sonra adeta her şey ye­niden tanımlandı. Muhammed Bakır Vahid Bihbihani'nin ortaya çıkışı (1704-1791) bu değişimin dönüm noktasıdır. Mirza-i Kumi, Şeyh Murtaza Ensari, Molla Muhammed Kazım Horasani ve Mu­hammed Hüseyin Naini ulemanın yeni ve aktif tavırlar alıp usûli ictihad geleneğinin pekişmesinde önemli rol almış kimselerdir.

                    Usûliler, ictihad etkinliklerinde akla belirleyici bir rol kazan­dırdılar; Sünni ictihad'ta dört kaynak arasında yer alan Kıyas'ın yerini böylelikle "Akıl" almış oldu. Bu, aynı zamanda fıkhı temel kaynakların eleştirel bir gözle yeniden ele alınmasını sağlayıp, Şii rivayetlerin ana metni durumundaki Kuleyni, Şeyh Saduk ve Şeyh Tusi gibi kaynakların tartışmasız ve eleştirisiz kabul edile­ceği yolundaki geleneksel görüşü sarstı. Çok geçmeden buna, Peygamber'e ve İmamlara atfedilen söz ve rivayetlerin sıhhat de­recesinin de eleştirilmesi gerektiği fikri eklendi; böylece hadiste sened yanında metin eleştirisi de ağırlık kazanmış oldu. Yine bü­tün bunlardan daha önemli olan, yaşayan müctehidin içtihadına uyulması şartının getirilmesidir. Bu önemli ve dinamik ilke bu dönemdeki verimli tartışmalar sonrasında tam olarak hayata geç­miş oldu ki, geleneksel Sünni fıkıh anlayışına kıyasla Şii fıkha di­namizm katan en önemli unsur da bu olsa gerek. Çünkü yaşayan müctehidin temel referans alınması, bir yandan İslam hukukuna canlılık ve dinamizm katarken, öte yandan her dönemde Müslüman toplumu kendi müctehidini yetiştirmek gibi aktif bir sorum­lulukla karşı karşıya bırakır. Ahbariler'in karşı çıktıkları Usûliler bir başka konu üzerinde de duruyorlardı. Onlara göre İs­lam hukukunu gereksiz ayrıntılarla sınırlandırmak onu dondur­maya yol açar. Şeriat tarafından doğrudan ve açıkça reddedilme­yen her fiil "mubah”tır.

                    Usûliler ile Ahbariler arasındaki bu verimli tartışmadan akıl ve ictihad’dan yana olanların galip çıkması, akıl ve içtihadın ko­numunu yükseltti. Bundan sonra ulema toplumsal sorunlara ya­kın mesafeden ilgi duymaya başladı, dolayısıyla statüsü iyileşti; buna karşı, ulemaya karşı siyasal otorite de zaman içinde yumu­şadı. Hatta bu fetret devrindeki gelişmeden sonra iktidara geçen Kaçar Hanedanı'nın ulema ile baş edemediği söylenebilir.

                    Aynı dönemde yaşayan Osmanlı Devleti'nde de benzer gelişme­lere niye rastlanamadığı konusu araştırılmaya değer. Çünkü bilindiği gibi geçen yüzyılda Ahmet Cevdet Paşa gibi seçkin kafalar, İslam fıkhım tarihte uğradığı donukluktan kurtarmak için, Usûlilerinkine benzer bir faaliyete girişmiş, görevi hukuku yeni gelişmeler karşısında dayanıklı kılmak olan İctihad Evi Kurul­muş ve bu arada "Mecelle" gibi önemli b:r eser ortaya çıkarılmış­tır. Ne var ki İran'dan farklı olarak, Osmanlı uleması devletle sı­kı bağlarım sürdürmüşlerdir. Bizce hukuk alanında köklü çalış­maların yapılması ihtiyacı derinden hissedilmesine rağmen, hu­kukun yaşayan organizma olmasına mani olan şey, dini yapılan­ması yer yer Bizantinizm'i hatırlatan Osmanlı'daki hakim din-devlet ilişkisi, kısaca din'in devlete bağlı olması ve ulemanın dev­let içinde örgütlenmiş bir sınıfsal kurum olmasıdır. Osmanlı'nın en bariz özelliği, devletin bireye olduğu gibi din'e de özgür bir alan bırakmayan merkezi bürokratik yapısıdır. İctihad ihtiyacı hissedilse bile, sonuçta içtihadı yapacak olan resmi ulema (devle­te bağlı din adamları) olacağından, bağımsız İctihad ile devletin geleneksel yapısı ve güttüğü politika ister istemez çatışacaktı. Böyle bir ortamda ise özgür müctehidin bağımsız bir faaliyete gi­rişmesi ve topluma yol göstermesi mümkün değildi. Osmanlı'da din ve ulemâ sivil olamayınca, bu durumda dini temel konular adına karar verecek konumda olan yine devlet olacaktır. Devlet İctihad yapmaya karar verebildiği gibi, İslam hukukunun temel çerçevesini aşan laik hukuka bağlı muhakeme usulleri ve batıdan kanun ithal edilmesi gibi konulara da karar verebilmektedir. Ni­tekim devletin temel politikasında köklü değişim olan batılılaş­maya da yine devletin karar verdiği biliyoruz.

                    Şu halde Osmanlı'da ve önceki dönemlerde İctihad kapısının geçerli bir devlet politikası sonucu kapatıldığını söyleyebiliriz. Çünkü İctihad, halkın özgür siyasal katılımını öngören ve merke­zi otoritenin yetkilerini sınırlandıran temel İslami bir kurumdur. Bir toplumda İctihad yapamıyorsa, O toplum tepeden tırnağa po­litik toplumdur ve hiçbir sivil örgütlenmeye izin vermez. İslam hukukunun uzman müctehidler eliyle üretilmediği ve yeni sorun­lara çözüm bulunamadığı toplumlar, potansiyel olarak laikliği ka­bule hazır toplumlardır. Nitekim Osmanlı toplumu da sonunda laik bir kimliğe bürünmekte büyük zorluğa düşmemiş, Osman­lı'nın yerini bir başka toplum biçimi alabilmiştir.

                    İran'da Safeviler'in çöküşüyle ulemanın devletten kopup ba­ğımsızlaşması ve Kaçar Hanedan'ın'dan sonra ilmi ve ekonomik alanlarda özerkleşmesi ulemayı siyasal gelişmelerin ortasına itti. Bu tarihten sonra toplumun dış saldırılara karşı mukavemetsiz olduğu her olayda ulema, toplumun yanında ve önünde yer alarak, toplumun direncini yükseltti. 1826'da Ruslar'a karşı ulema­nın direnişi, 1890'da İngilizlere verilen tütün imtiyazlarına karşı Mirza Hasan Şirazi'nin tütünün üretimini, kullanımım ve taşın­masını yasaklayan fetvayı yayınlaması ile Meşrutiyet'in ilanıyla 1906 Anayasası'nda ulemanın kazandığı belirleyici rol bunun so­mut Örnekleridir. İran, anayasa'yı Batı'dan ithal etti ama, Hamid Algar'in deyimiyle ulema onu adeta yeniden tanımladı, kendine benzetti.

                    1953'te baş gösteren Musaddık hareketinin bir beslenme kay­nağı da bu yukarıda sözünü ettiğimiz ulema geleneğidir. Çünkü ulusal karakterine rağmen Musaddık'a Ayetullah Kaşani'nin ver­diği desteğin özel bir anlamı var. Bu önemli olayda Humeyni'nin hocası Ayetullah Burucerdi'nin suskunluğu hala çözümlenmiş de­ğil. Belki Musaddık'ın İslam yerine İran ulusçuluğunu merkeze alan siyaseti ile ulemanın daha bir süre altyapılarım kurmak için muhtaç oldukları zaman, Burucerdi'yi böyle bir tutuma sürükle­miş olabilir. Ama ne olursa olsun, toplumsal ve siyasal olaylara son derece duyarlı olan ulemada bu tutum uzun süre bir ezikliğe yol açmış kabul edilir.

                    İşte Humeyni, sanki bu ezikliği tümüyle bertaraf etmek ister­cesine 1963'te Şah, Akdevrim'i ilan edince ve ABD'lilere imtiyaz tanıyan anlaşmaları imzalayınca birden bire ortaya çıkıp Şah'ı en yüksek perdeden eleştirdi. Humeyni ilk defa konuşuyordu. Ona göre Şah, 1906 Anayasası'nın temel hükümlerini çiğniyor. Ameri­ka ve İsrail'e İran'ı peşkeş çekiyordu. Şah Rıza Pehlevi Humeyni'ye karşılık vermekte gecikmedi ve 15 Hordad (5 Haziran 1963) günü düzenlediği baskınla 15 bin insanı şehit etti. Feyziye Med­resesi kana bulanmış ders odaları tahrip edilmiş ve cesetler kuru Lut gölüne götürülüp gömülmüştü.

                    Humeyni'nin ABD'yi böylesine sert bir biçimde eleştirmesi ol­dukça anlamlıydı. Çünkü Musaddık'tan sonra İran petrollerinin %40'ı ABD'nin eline geçmişti. İran ordusu ABD adına bölgenin jandarmalığını yapıyordu. İsrail'in güvenliğini üstlenmişti. 40 binden fazla ABD'li uzman ve sayısı hala bilinemeyen İsrail'li İran'da faaliyet halindeydi. Şah, en kötü zamanda bile Ameri­ka'dan 4 milyar, İsrail'den 600 milyon dolarlık silah satın alıyor­du. İran ordusu dünyanın beşinci büyük ordusu konumuna yük­selmişti. Tahran'daki ABD elçiliği, M. Hasaneyn Heykelin deyi­miyle bölgeyi kontrol eden bir sinir sistemi gibiydi. Şah, ABD'ye o kadar güveniyordu ki, Musaddık'ın devrilmesinden sonra ABD Başkanı Roosvelt'e şöyle demişti: "Tahtımı Allah'a, halkıma, or­duma ve size borçluyum." Şah, görünürde haklıydı, ordudan yana hiç bir korkusunun olmaması gerekirdi. Çünkü ordunun iletişim ağını Bahailer'e bırakmıştı. İsrail, petrol ihtiyacının büyük bir bö­lümünü İran'dan temin ediyor, Şah'a istediği silahı satıyor ve Arap olmayan güçlü bir ülkeyi kendi güvenliğinin vazgeçilmez bir unsuru görüyordu.

                    İran birçok bakımdan ABD ve İsrail, dolayısıyla Batı için önemliydi. Dünya petrol rezervlerinin %70'i Körfezdeydi ve yine dünya petrol ihtiyacının %60'ı hurdan karşılanıyordu. Bölgedeki ülkelerin bilinen petrol rezervleri 110 ile 140 yıl arasında değişiyorken, bu rakam sadece Suudi Arabistan ve İran'da 500 yıla çı­kıyordu.

                    Humeyni İran'ın dünya sistemi karşısındaki çarpık durumunu bütün çıplaklığıyla gündeme getirdi. Humeyni başka konular üzerinde de duruyordu. Ona göre Balâ'dan yediği darbe ile ser­semleyen İslam dünyası bu sersemlik içinde debelendiği sorunla­rının çözümünü yine Batı'da arıyordu. Oysa asıl bu sorunların nedeni Batı idi. Müslüman dünya Batı'dan yardım talep etmeyi bırakıp kendisi işe koyulmalıydı. İslam dünyası zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına rağmen, hakim siyasal iktidarların Batı'ya olan bağımlılıkları yüzünden uluslararası bölüşümde eşitsiz bir konuma itilmiş, bir avuç elit ve zengin tabakanın tahakkümü al­tında yığınlarca yoksul açlıkla mücadele eder hale gelmişti. Siya­sal iktidarlar ve onların koruyucu kanatları altındakiler kendi servetlerine servet ekliyor, Batı da Müslüman dünyanın parasıy­la har vurup harman savuruyordu. Bütün dünyada petrol zengini şeyh ve emirlerin yol açtığı şehvetine düşkün, açgözlü, muhteris bir Müslüman imajı yayılmıştı. Bu ülkelerde -ki bunlara ülke bile denilemez, ancak birkaç petrol kuyusunun koruyucuları denebi­lir- rejimleri ayakta tutan, halkın gönüllü desteği değil, rejim or­dularıydı.

                    Gerçek şu ki, başından beri Humeyni'yi en çok düşündüren ko­nu ordu idi. Nitekim devrimden önce Hasaneyn Heykel'e önünde­ki en önemli engelin ordu olduğunu söylemişti. Ancak 50 bin üye­si olan SAVAK ile 700 bin kişilik Şah ordusunun hiçbir şey olma­dığını ve devrimin asıl orduya karşı yapılacağını görüp stratejisi­ni yeniden belirlemişti. Bu önemli bir olaydı, çünkü İslam devri­minden sonra, halk kitlelerinin önünde orduların fazla mukave­met gücüne sahip olamadığı anlaşılacak, bu Polonya'dan Filis­tin'e, Filipinlerden Latin Amerika'ya kadar yepyeni bir mücadele umudu olarak ortaya çıkacaktı.

                    Humeyni'nin önderliğini yaptığı İslam devrimi, Şah'ın monar­şisi, ordu, ABD ve Batılı sistemi karşısına alışıktı. Devrim gerçekleştiğinde Batı önünde yenilgiye uğramış Müslüman dünyanın bilinci yeniden dirilip özgürlüğüne kavuşacaktı. Belki de devrim ilk defa bunu kuvveden fiile çıkardı, akılların kabul edemediği bir şeyi kabul edilebilir hâle getirdi. Bu, belli belirsiz de olsa yitiril­miş bir özgüvenin geri gelmesi demekti.

                    Bütün bu zorlu süreç yaşanırken, Humeyni'nin çabası cami, medrese ve ulemayı başarıyla merkeze çekmek olmuştur. Humeyni her fırsatta, Peygamber'in mirasçısı olan ulemanın günde­lik sorunlardan uzak duramayacağım söylerken, Batı'dan aktarı­lan din-siyaset ikileminin geçersizliği üzerinde duruyor, "Bizim ibadetimiz siyaset, siyasetimiz ibadettir" diyordu. Ona göre, fukaha ve ulemanın kendini salt ibadet, taharet, necaset ve dua gibi hüküm ve şartların açıklanmasıyla sınırlandırması emperyaliz­min zihinlerimize akıttığı bir zehir artığıdır. "Biz" diyordu, "Hz. Muhammed (s.a.a)'e ilk indirildiği şekliyle hükmetmek istiyoruz." Sultanların ve Şahların ulemayı "fitneden kaçınma" bahanesiyle aktif hayattan uzaklaştıran sinsi taktikleri, İslam toplumunun asıl potansiyel güç ve aktivitesini yok etmeyi amaçlamaktadır.

                    Eğer ulema, dinin kendileri için yüklediği sorumluluğun tam bilincinde görevini yapacak olursa, toplumu derinden saran insa­ni ve kültürel yabancılaşmaya çözüm bulunabilecek, dünya siste­minin empoze ettiği maddi ve ruhsal çöküntüye bir son verilebile­cekti.

                    Humeyni'nin ulemayı devrimci eyleme katmakla salt siyasal bir pragmatizm peşinde olmadığı bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Humeyni, sahih bir İslam geleneğinin beslediği ulemanın aynı za­manda iki büyük işlevi göreceğini umuyordu. Bunlardan biri epistemolojik uyanışa katkı sağlamak, diğeri de modern çağda makyavelisit felsefe ile iyiden iyiye kirlenmiş siyasete yüksek ah­laki bir boyut kazandırmaktı. Nitekim Sovyet Lideri Gorbaçov'a gönderdiği mektupta İslam düşünce tarihinde bilgi kuramının te­mel referansları arasında yer alan İbn Sina, Suhreverdi, Muhyid-din İbn Arabi, Molla Sadra vb. bilginlere işaret ediyor, Sovyetle­rin ve bütün dünyanın temel sorununun bilgi kuramında karşı­laştığı güçlüğü aşamamasında yattığını söylüyordu. Humeyni'ye göre devrimci hareketlere ve siyasete derin manevi ve ahlaki bo­yutlar katılmadıkça insan hep aynı lanetli, profan kısır döngü içinde dönüp dolaşacak ve asla sahici bir çıkış yolu bulamayacaktır. Öyleyse Nebevi bir siyasetin çarpıcı ve doğru örneklerini koy­mak gerekir; bunu da bilgi, hikmet, irfan ve derin manevi olgun­laşmadan geçen ulemadan başka kimse başaramaz. Devrimci si­yaset, pragmatizmi ve gündelik dayatmaları değil, vazgeçilmez kutsal ilkeleri temel alarak üretilmelidir. İlkelerin yerine prag­matizm tercih edildiğinde siyaset Nebevi olmaktan çıkar, secüler basit bir araca dönüştür.

                    Başından beri anlattıklarımız kendi özel şartlan içinde Şiiliğin teorik düzeyde muhalif bir söyleme sahip olmasına rağmen, pra­tikte Sünnilikle ortak bir paydayı paylaştığını ortaya koymuş bu­lunmaktadır. Ancak geçen iki yüzyıl içinde iktidar boşluğunun doğurduğu fetret devrinde Usûliler ve Ahbariler arasında başla­yan tartışma mezhepte köklü değişmelerin meydana gelmesine yol açtı. Humeyni şüphesiz Usûli kanadın temsilcisi ve devamcısıdır. Ama sadece bir temsilci olarak görülemez. Çünkü onun Şii. mezhebine yaptığı katkılar var ki, bunlar gelecekte mezhepler ta­rihi yeniden yazılacak olsa şüphesiz önemli ilaveler olarak zikre­dilecektir. Bize göre Ayetullah Humeyni'nin mezhebe yaptığı en Önemli katkılar şöyle sıralanabilir:

                    1. Velayet-i Fakih; Bilindiği gibi bu anahtar deyim Humeyni tarafından ön plana çıkarılmıştır.Türkçeye de çevrilen "İslam Fık­hında Devlet" adlı kitabında belirttiği gibi, Humeyni'ye göre bu­güne kadar genel anlayış içinde kayıp İmam beklenirken İslami temel hükümlerin dünyevi iktidarlar tarafından çiğnenmesine ses çıkarılmamış, bir bakıma siyasal iktidarlar kendi fiili durum­larının kaçınılmaz tarihsel şartların dayatmasıyla meşru oldukla­rını kitlelerin bilincine yansıtmışlardır. Çünkü öğretiye göre, eğer İmam hayatta obuasına rağmen kayıpsa ve günün birinde zuhur edecekse, yapılacak tek şey onu beklemek ve bu arada sabret­mektir. Dünyevi iktidarlar tabiatları gereği zalim ve baskıcıdır­lar. Halk ise yüce ve kâmil adalete ancak İmam'ın zuhurunda ka­vuşacağından beklemek veya mümkün ölçülerde siyasi iktidarın zulüm ve baskılarını hafifletmek tek çıkar yoldur. Ancak daha ra­dikal düşünenlere göre ise, zulmün, cefa, cevr ve baskının artıp çelişkinin derinleşmesi İmam'ın gelişini erkene alan önemli bir faktördür. Öyleyse zulüm arttıkça İmam'ın gelişi de yakınlaşıyor demektir,

                    Ayetullah Humeyni bu görüşü deyim yerindeyse tam tersine çevirdi. İki önemli noktayı öne sürdü. Birincisi İmam'ın temel hü­kümleri, farz, helal ve haramları ertelenemez. İmam ne zaman gelirse gelsin, İslam erteleme kabul etmediğinden, müntesiplerin-den kendisine uyulmasını ve hayata aktarılmasını ister. Dünyevi siyasal iktidarlar tabiatları gereği zalim, baskıcı ve din-dışı ol­duklarından onların yönetimlerine rıza göstermek, İslami hü­kümlerin fiilen neshedilmesi gibi vahim bir sonuca yol açar ki, bu kabul edilemez. İkincisi, eğer İmam'ın bir an önce gelişi isteniyorsa, zulüm ve baskı altında sabırla beklemek değil, İslamiyet! te­mel hükümleriyle hayata geçirerek hazırlanmak gerekir; bu, İmam'ın gelişini çabuklaştıracaktır.

                    Gaybubet zamanında İmam'ın naibleri ulemadır. Velayet-i Fakih, İmam adına Müslüman toplumun sorumluluğunu yüklenir. Bu, bir şahıs olabileceği gibi, şahıslar da olabilir. Ama İslam'ın temel hükümlerini iyi bilen fakihler ve din bilginleri bu sorumlu­luğu yüklenmek zorundadırlar.

                    Humeyni bu görüşleri 1960'larda ortaya attığı zaman geniş tartışmalara yol açtı. Ama zaman içinde Ali Şeriatı, Mehdi Bazergan, Celaleddin Farisi vb. aydınlardan destek gördü. Ulema için­de de önemli bir grup (Ruhaniyan-ı Mübariz/Direnişçi Ulema) bu görüşü destekledi ve kısa zaman içinde de halk arasında yayılma­ya başladı. Şüphesiz aydınlar ve direnişçi ulema Humeyni'nin bu görüşünü benimseyip kitleye götürmeselerdi, iş çok daha zor şart­lar altında gerçekleşebilecekti.

                    Eklemek gerekir ki, Velayet-i Fakih görüşü, Sünniliğin tarih içinde geliştirdiği Hilafet ve Saltanat yönetim modellerine karşı, Şiiliğin İmamet modelinin çağımızdaki uygun bir formülasyonudur.

                    Bu katkıyı sağlayan bir kişi olarak Humeyni, Velayet-i Fakih'e ve Fakih'in gücünü İmam'dan almasına inanmasına rağmen, ö si­yasi düzenin belirsizliklerden kurtulması, yöneticilerin tayini ve hatta Velayet-i Fakih'in onaylanması için halkın hür iradesine, seçim veya referanduma gitmeyi ihmal etmedi. Öyle ki savaşta Tahran üzerine füze yağarken dahi seçimlerin yapılmasını istedi. Bu, ilahi tayin ve vasiyet «sasına dayalı Şii İmamet modeli açı­sından "seçim" olgusuna merkezi bir önem atfeden ilginç bir tu­tumdur. Bu da gösteriyor ki, Humeyni'nin Velayet-i Fakih'i doğ­rudan İmam gibi "masum" biri değil, fakat halkın desteğini ka­zanmış İmam'ın naibi (Naib-i İmam) bir kişidir. Bu açıdan, "bu­gün İran'da rejimin tepesinde masum, yanılmaz ve hata etmez (lâyuhti) bir İmam vardır," diyenler, ya bilgisizliklerini ortaya ko­yuyorlar veya kasıtlı davranıyorlar. Çünkü Velayet-i Fakih, ma­sum İmam'ın kendisi değil, yanılma ve hata etme ihtimali olan naib kişidir.

                    2. Takiyye İnancı: Şiilerin tarih içinde uğradığı baskılar ve ta­kibatlar onları kendi varlıklarını gizlemeye itmiştir. Takiyye kı­saca, can ve mal tehlikede ise, kişinin kendi inancını gizlemesi ruhsatına dayanır. Bunun benzer bir uygulamasına Sünni fıkıhta da rastlanır. Sünni fıkıh kitapları Azimet ve Ruhsat babı adı al­tında bu konuyu ele alır. Ancak Şia'da bu, bazen uç noktalara kadar vardırılmış ve zaman içinde olumsuzluklara yol açmıştır. Ta­biatıyla siyasal iktidarla başı dertte olan bir kimse, eğer takiyyeyi yerli yerinde tanımlayamıyorsa, bu onun direncini kırara bir araca dönüşecek demektir. Humeyni bunun çok iyi farkındaydı. Yaptığı bir ictihadla takiyyeye ilişkin şu iki önemli hükmü getirdi:

                    a)Eğer Takiyye yalan, ikiyüzlülük, fırsatçılık ve hile gibi amaç­
                    lan içeriyorsa, Sünni olsun Şii olsun, hiçbir müslümana karşı ya­pılamaz.

                    b)Ve eğer İslam'ın varlığı bir tehdit altında ise Takiyye yap­mak kesin olarak haramdır. Bugün Şahlık rejimi İslamiyet'in varlığını yalnızca tehdit etmekle kalmıyor, fiilen ortadan kaldır­mak istiyor; şu halde takiyyeye başvurulamaz.

                    3) Sünni-Şii Ayırımının Hafifletilmesi: Ayetullah Humeyni'nin son tahlilde bir Şii olduğu ve Şia geleneği içinde yetiştiği bir ger­çek. Dolayısıyla onun düşünce ve görüşleri de bu mezhepten ayrı düşünülemez. Ama hocası Ayetullah Burucerdi gibi, Sünni ve Şii mezhepleri arasında tarihten gelen ve Padişahlar ile Şahlar tarafından özellikle bir siyaset aracına dönüştürülen bu çelişkinin ha­fifletilmesi için belirgin bir çaba harcadı. En önemli yaptığı işler­den biri Sünni fıkhın Kum medreselerinde okutulmasını sağla­mak, dört mezhebi öğretim programına sokmaktır. Sürekli Şiilerin günde beş vakit namaz kılmalarını öğütledi. Sünnilerin ar­kasında namaza durmalarını istedi ve her fırsatta iki mezhep arasındaki çatışmaları körükleyenlerin Büyük Şeytan (Şeytan-ı Buzurg) Amerika'nın kışkırtıcı ajanları olduğunu vurguladı. Kuş­kusuz devrimden sonra Batı istihbarat örgütleri, bölgede devrimi bloke etmek için mezhep ayrılığından yararlanmaya çalıştılar ve eski tarihsel kin ve düşmanlıktan sonuna kadar kışkırttılar; bu provokasyon hala bütün hızıyla sürmekte, buna geçmişte kendi marjinal mezhebi dışında bütün mezhepleri sapık diye tanımla­yan petrol zengini bir Arap ülkesi de katılmakta, bu uğurda mil­yonlarca dolar harcamaktadır.

                    Humeyni her fırsatta devrimin bir İran veya Şii devrimi olma­dığım, bir İslam devrimi olduğunu söylüyordu. Bu görüş devrimin ilk yıllarından beri kimi ulema tarafından da desteklenmektedir. Sözgelimi 1981'de Meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmada Aye­tullah Beheşti şöyle diyordu: "Bu devrimi İran'a özgü ulusal bir devrim şeklinde takdim etmek isteyenler var. Bu yanlıştır. İranlı­lar niçin 2.500 yıldır bir devrim yapamadı. Yine devrimin Şii bir devrim olduğunu söylüyorlar. Hayır, bu devrim İslam adını alan bir devrimdir." Buna rağmen kimi ulema bu sözlerden ve görüşlerden memnun olmamıştır ve hatta Ahbariler'in devamı sayılan Hüccetîler, devrimi Şiiliği engelleyen talihsiz bir gelişme olarak görmeye devam etmişlerdir.

                    Humeyni'nin zikredilmeğe değer bir başka katkısı da, zaten ictihad ve müctehid geleneği olan Şii mezhebinin ictihad usûlünün genişletilmesi ve durumun değişmesiyle hükmünün de değişme­si gerektiğiyle ilgili açtığı ve bizzat kendisinin de katıldığı ictihad tartışmasıdır. Humeyni belki yeni bir usûl önermedi, ama Selef-i Satihm'e ve Hasan Necefî gibi kimselere atıflar yaparak bu konu­ya dikkat çekti. Şeyh Ahmed Hunsari gibi fıkıh fetvalarım sat­ranç kurallarıyla cevaplayabilecek esneklikte bir fıkıh ve ictihad geleneğinin diriltilmesi fikrini savundu. Bu mesele "kurban ola­cak kadar önemlidir" dedi ve yeni ictihad usulüne karşı çıkanları taşlaşmış (mutahaccir) kafalar diye eleştirdi. Ona göre İslam dü­şüncesinin yeni bir yöntemi olmalıydı. İslami hareketlerin amacı İslam’ı hayata iade etmektir. İmam bu konuda önderlik etti. Bu hareket çok amaçlıydı. Ama şimdilik siyasi alanda basan kazan­dı. O daima fıkıh alanındaki tecdit faaliyetini ön plana çıkarıyor­du.

                    İmam Humeyni'nin ihmal edilmemesi gereken bir yönü de onun irfan yönüydü. İlahi Hikmet temelinde İslami hayatın ma­nevi alanda yeşermesine çalışıyordu. Diğer ariflerin aksine ha­yattan ve gündelik pratik sorunlardan1 uzaklaşmıyordu. Ona göre Allah'ı sevmek, bu sevgiyi hayatın pratiğinde somutlaştırmak de­mekti. Eski arifler bu sevgiyi hayattan uzaklaşma şeklinde alı­yorlardı. Bu görüşü ile O içtihat ve irfanı birleştirmişti. Bundan hareketle kutsiliğe de yeni bir tanım getirdi ve ilimsiz ruhanilik veya kutsiliği reddetti. Diyordu ki: "-Emperyalizm bizi kendi kül­tür ve siyaseti ile vuruyor. Bizim en büyük silahımız İslam Birliği (İttihada-ı İslam), fıkıh, kelam ve eylemde yenilenmedir. Ancak bu, derin irfanı ve manevi bir hayatla bütünleşmelidir. Arif müctehid, müctehid arif olmalı ve böyle bir Meşru devlet kurucu olmalı­dır."

                    Bu yüzyılın ikinci yansından itibaren bütün dünyada devrim­ler çağının bittiği yolunda yaygın bir görüş vardı. Kimileri bu çağı Lenin veya Mao ile kapatıyorlardı. Din'in de geleneksel işlevini kaybettiği hemen hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir gö­rüştü. İslam devrimi bu iki düşünceyi de geçersiz kıldı. 1979'da büyük bir devrim oldu ve devrimi artık fonksiyonu bitmiş kabul edilen din (İslam) gerçekleştirdi. Şüphesiz devrim kuramları açı­sından da İslam devrimi, devrim içinde bir devrimdir. Halk kitle­leri görülmemiş bir coşkuyla ve göğüslerini kurşunlara siper ederek yaşlı bir İmam'ın arkasında devrime koştu, aylarca sokaklar­da gösteri yaptı ve sonunda 2.500 yıllık güçlü bir monarşiyi devir­di.

                    Fransız devriminden bize arta kalan dine karşı secüler ve laik bir ideoloji, Sovyet devriminden ise parti ve örgüt fetişizmidir. Her iki devrimde de halkın geniş ve özverili katılımı söz konusudur. Ancak devrim sonrasında, özellikle Fransız devriminin ar­dından Jakobenler ve Lenin sonrasında Stalin, devrimi bir başka

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                      Raşid El-Gannuşi, Tunus

                      Son yüzyılda, İslam dünyasında birçok seçkin şahsiyet belir­miş ve bunların varlığı halkı Müslüman olan ülkelerde, değişik gelişme, değişim ve ıslahatlara vesile olmuştur. Ümmetin nüvesi­ni oluşturmada birer alternatif olarak ortaya çıkan şahsiyetler arasından şunlar sayılabilir:

                      Muhammed Ahmed Sudani (Sudan), Şeyh Şamil (Kafkasya), "Emir Abdulkadir" ve "Bin Badis" (Cezayir), Seyyid Cemaleddin Afgani "İkbal Lahori" ve Seyyid Abdulala Mevdudi" (Pakistan), Ayetullah Kasanı (İran), "şehit Hasan Benna" ve "şehit Seyyid Kutub" (Mısır), Alel Fasi (Fas), Bediuzzaman Said Nursi (Türki­ye), şehit Muhammed Bakır Sadır (Irak) ve benzerleri...

                      Düşünce tarzı, bunların İslam savunma yolunda ortaya koy­dukları realite, dış sömürüye ve yerli uşaklarına karşı vermiş ol­dukları mücadele. İslam'ın siyasetini yayma yolundaki gayretleri veya en azından İslam dünyasının bir bölümünde İslami bir hü­kümet kurmak için sarf etmiş oldukları çaba, bu şahısların, İs­lam'ın büyük şahsiyetleri listesinde yer almalarına vesile olmuş­tur. Öte yandan böyle bir karizmaya sahip şahsiyetler kendi ta-kipçilerince, "müceddid", "muslih", "mürşid", "şeyh", veya "İmam" lakablarıyla anılmışlardır.

                      Burada, İmam'ın bu cetvelde, hangi yükseliş merhalesinde ol­duğu sorusu söz konusudur?

                      Kanaatimce onların düşünce ve hareket tarzlarını inceleyip, İmam Humeyni'nin asrımızdaki fikri hareketiyle kıyaslamanın bu makalenin ve hatta bir kitabın boyutlarını aşmasının da öte­sinde, İmam Humeyni'nin çok yönlü olması, dünya sahasındaki fikri etkisi, siyasi fıkhının yayılmasının tesiri ve özellikle onun İran'a dönmesinden sonra bunun artış göstermesi böyle bir kıyas­lamayı imkansız kılmaktadır.

                      Adı geçen bu şahsiyetler arasında, diğerlerine nazaran fikri, si­yasi, toplumsal ve pratik sahada bir üstünlüğe sahip olsalar bile, kıyam, ıslah, harekete geçirme ve İslami düşüncenin yayılmasın­da belirli bir yere sahip olan, mutlak bir toplumsal mücadele yön­temi ortaya koyanların hiç biri, İmam Humeyni'nin seçkin ve kapsayıcı konumuna sahip değillerdi. Hatta İmam Humeyni'nin en yakın talebelerinden hiçbiri, İmam'ın muhtelif boyutluluğunu, günümüz dünyasındaki tesirini ve onun diğerleriyle kıyaslanmasını mantıki, mükemmel ve eksiksiz bir şekilde ortaya kayabile­cek güçte değil.

                      Hiçbir abartma ve mübalağaya yer vermeden, hareketler ve zikredilen şahsiyetlerin düşünce tarzı üzerinde yapılacak mütala­adan ve ayrıca onların varlığıyla şekillenen nüvelerin incelenme­sinden sonra, İmam'ın 1963 yılında bilfiil Kum'a yerleşmesinin ardından, günümüze kadar devam eden süreç, ondan önceki şah­siyetlere dayanan hareket ve düşüncelerle kıyaslandığında, İmam Humeyni'nin bir rehberde bulunması gereken bütün üs­tünlükleri, İslami Hareketi kapsayıcı sıfatlan, vasıflan ve normal insandan daha fazla kabiliyetleri kendisinde toplamış olduğu gö­rülür.

                      İmam Humeyni'nin, fıkıh, kelam, felsefe, tefsir, hadis, usul, ir­fan, ve benzeri sahalardaki ilmi yönüyle, sosyal ve değişik alan­lardaki toplumsal ve ferdî hususiyetlerini, diğer söz konusu şahıs­larla nasıl kıyaslayabiliriz?

                      Yaklaşık yetmiş yıllık araştırma, tedris, talebe eğitimi yapma­sı, bütün seviye ve alanlarda İslami düşünceyi yayması, onlarca kitap telifi, tağut ve sapık düşüncelere karşı vermiş olduğu müca­dele, "Necef' sürgün yatağından mücadeleyi bütün dünyaya yay­mak, ardından İran'daki hareketi ıslah edip geliştirmesi, İslam inkılabı düşüncesini pratik olarak dünyanın en ücra köşelerine kadar yaymak, dünyadaki her türlü emperyalizm ve yeni Arap ge­riciliğine karşı vermiş olduğu 80 yıllık mücadele ve karşı koşma merhalesinden sonra şehit olmuşçasına vefat ve ondan önceki bir ömür dolusu gayret, mücadele, zindan ve sürgün hayatı, diğerle­riyle nasıl kıyaslanıp mantıkî bir netice çıkarabilinir?

                      İlginç olanı, bu şahsın aramızda yaşamış olmasına rağmen bu­güne kadar İran genç nesline faydalı olacak şekilde, onun haya­tından bir bölümünün bile mutlak, dakik ve mükemmel bir sevi­yede açıklanmamış olmasıdır.

                      Bir müddet sonra Rehber Ayetullah Hameneyi ile yapılan gö­rüşmede bu mesele söz konusu edilince, Hameneyi:
                      "Bu da İmam'ın mazlumiyetinin bir delilidir. Gandi'nin hayatını "Romen Rolan" isminde biri aşıkane bir şekilde yazıyor ve bu eser bütün dillere tercüme ediliyor olmasına karşılık; bunca büyük ve kap­samlı bir şahsiyete sahip olan İmam Humeyni'nin hayatını açık­layıcı bir Farsça esere bile sahip olmayışımız üzüntü vericidir."

                      Bu meseleyi araştırmak, hangi kurumun sorumluluğundadır bilmiyorum? İmam'ın eserlerini tanzim ve yayınlama kurumu mu? İlimler Havzası mı? Tarih vakfı mı? Veya hangi bir kuruluş, cemiyet ve kurum? Bunun da ötesinde, bunun bir kurum veya şahsın kapasitesini fazlasıyla aştığını söyleyebilirim. Bu yüzden, bu sahada pek çok kuruluşun katılacağı müşterek ve samimi bir çalışma gerçekleşmelidir.

                      Başlangıçta bu "çıkmazdan" kurtulmak amacıyla, şehit Murtaza Mutanhari'nin İslami Hareketler konusunda yazmış olduğu eserine müracaat ediyorum. Onun bu konuda ne yazdığına baka­lım? "Kuşkusuz son yüzyıldaki ıslahat hareketleri içersinde Seyyid Cemaleddin Esedabadi, Afgani lakabıyla tanınıyor, islam ül­kelerindeki sayısız uyanış hareketi, onunla başladı. Müslüman toplumların dertlerini, gerçekçi bir bakış açısıyla izah etti, ıslah hareketlerinin yanında çözüm yollarını gösterdi.

                      Seyyid Cemaleddin'in hareketi hem toplumsal ve hem de fikri sahaları kapsıyordu. O, Müslümanların düşüncelerinde gelişme sağlamaya çalışmakla birlikte, onların toplumsal sisteminde de değişiklik yapmak gayretindeydi. Öyle ki, onun bu hareketinin boyutları bir şehir, ülke veya kıtayla da sınırlı kalmadı... Asya, Avrupa ve Afrika'yı kapsayan atmosfer içerisinde, her ülkenin de­ğişik gruplarıyla ilişki içerisindeydi. Seyyid Cemaleddin, İslam toplumunun en köklü ve zararlı derdinin kaynağının, dıştaki em­peryalizm ve içteki baskıcı, totaliter ve zorba yönetimler olduğu­nu savunuyordu. Bundan dolayı bu iki alanda mücadelesini somutlaştırarak, bilahare canını bu mücadele yolunda verdi."

                      Şehit Mutahhari, daha sonra Seyyid Cemaleddin, Muhammed Abduh, Kevakibi ve İkbal gibi şahsiyetlerin hareketini kısaca özetledikten sonra, İmam Humeyni rehberliğindeki İslamî Hare­keti değerlendirmeye başlıyor. Ve İmam Humeyni'yi, Allah'ın bir lütfü olarak değerlendiriyor. Öte yandan onun dergahındaki on iki yıllık feyizlenmeye rağmen, İmam Humeyni'nin hayatım değer­lendirmeden kaçınması ilginçtir. Bunca tanımaya, yakınlığa, onun talebesi olmaya ve onun varlığından feyizlenmeye rağmen üstad Mutahhari gibi birisinin bu sahada "kalemini kırması", Kum'da uzun yıllar onun talebesi olmasını göz ardı ederek "başka­larının onun hikayesini anlatması"nı tercih etmesi, meselenin zorluğunu ortaya koyuyor.

                      Buna göre, daha önce de işaret edildiği gibi, söz konusu mesele­leri teker teker incelemek, ilmi bir makalenin kapasitesini ve bo­yutlarını aşar... Öte yandan, ona karşı duymuş olduğum derin kalbi muhabbet, onun talebesi ve komşusu -İmam'ın Rum'daki ikameti döneminde Kazi'nin bodrum katında- olmamdan kaynak­lanan duygusallık onun hakkında mutlak bir değerlendirme yapmamı, -hatta onu yakından tanımış bile olsam- zorlaştırıyor. Ara­mızda yaşıyor olmaması, onun hakkındaki kanaatlerimi açıkla­mamın bir menfaat ve maslahat doğurmasına vesile olmazsa bile, bu açıklamalar mübalağa veya abartma karışmış olarak görülebilir. Bu tek başına, bu konudaki konuşmayı başka bir zamana bırakmamıza ve dostun hikâyesini başkalarının dilinden dinle­meye yönelmemize vesile olmaya yetiyor."

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                        Şeyyid Hâdî Husrevşâhî,İran

                        İnsan kimliğinin tanınması, hayat tarzının belirlenmesi ve ilahî hilafet risaletinin ifası için devamlı olarak peygamberlerin yo göstericiliğine ihtiyaç vardır. Bundan dolayı ilahî mesajlar onların vasıtasıyla beşeriyete duyuruldu. Bu yönlendirme "Artık di­ninizi tamamladım" ayeti nazil oluncaya kadar devam etti. Bu ayet, İnsanin, Allah'ın onların hayat tarzını mutlak bir şekilde belirleyen ilahî hükümleri anlayabilecek bir gelişme merhalesine ulaşmış olduğunu ve bu güzergahta onun yanı başında onun ara­basını yönlendirici bir hidayetçi peygambere -anlama merhalesi­ne ulaştığından dolayı- ihtiyacının olmadığını gösteriyor.

                        Ama insan tekammül güzergahında, muhkem ilahî kanunlarla ilgili modern cehalet veya onu uygulama sahasına koyma yönte­minde yeni çözülmesi zor denklemlerle dolu karmaşık bir prob­lem gibi, engellerle yüz yüze geldi. Bu kez de, ilahi kanunların gerçeğini kavramada yardımcı olacak, beşeriyetin zihnine yerle­şen şüphe, yanlış yönlendirme ve sapmaları ortadan kaldıracak, onun ışığında, mutlak nasların ve yüce ilahi kanunların hedefin­den ilham alarak beşeriyetin yolu üzerine dikilmiş müşkülatlan bertaraf edecek seçkin şahsiyetlerin varlığına ihtiyaç duyuldu. İlahî kanunların muhkemliğini korumak, zamanın değişmesine uyum sağlamak ve Kur'an'ın sabit ahkamını muhafaza etmek için böyle öncülere ihtiyaç vardı. Bunun sağlanması halinde, Kur'an sonsuza kadar beşeriyeti hak, adalet ve iyilik yolunda hi­dayet etme ve yönlendirme kudretine sahip olacaktır.

                        Kuşkusuz İslam'ın ebediliği ve onun ümmetinin bakası iki te­mel esasa bağlıdır:

                        a)İslam'ın mahiyet ve cevheri, insanın fıtrat ve karakterine uyum sağladığından, insanın her türlü ihtiyacını, onu en son te­kammül merhalesine ulaştıracak bir şekilde karşılama gücüne sahiptir.

                        b)Allah’u Teala, İslam ümmetine peygamberlerin varisi olan üstün ve güçlü bir yapı sahibi şahsiyetler bağışlamıştır. Bu büyükler, dini yapmacık süslerden arındırmak, her türlü sapma ve hurafelerden kurtarıp, berraklaştırma mesuliyetim taşıdıkları gi­bi, her asırda müşküllere İslamî çözüm yollan sunmakla da gö­revliydiler.

                        İslam Peygamberi (s.a.a), adalet, hürriyet ve istiklalde billurlaşan ve İslam'ın ahkamına dayanan devlet ve sistemi oluşturdu. Bu sistem peygamberin rihletinden sonra, ashabının eliyle sürdürül­dü. Bu doğrultuda, beşeriyet arzu ve emellerinin bu nizamda ta­hakkuk ettiğini gördüğünden guruplar halinde, Allah'ın dinine girmeye başladı; ancak dinden dönenlerin çıkardığı savaşlar, Pey­gamber (s.a.a) yaranının saflarında telafisi mümkün olmayan yara­lar açtı.

                        Öyle ki Mevdudî haklı olarak onu, "İslam tarihinde tehlikeli bir inkılab maceracılığı" şeklinde yorumluyor. Bu maceracılık, amel ve tavırları ortak olan sahabe sayısının giderek azalmasına sebep oldu. Buna karşılık, İslam'a büyük bir aşkla bağlı olanla­rın, İslamî olmayan yöntemlere uyan, itikat ve tavırlara yönelme­leri fazlasıyla artış gösterdi. Bu ahlakî çözülme ve kişilik erezyonundan kaynaklanan değişine, İslam tarihinde tehlikeli bir dö­nüm noktası haline geldi. Nitekim bunun neticesinde, İslamî hi­lafet, "sultanlığa ve krallığa" dönüştü. Bu değişimin ardından, Müslümanları korkunç bir şekilde etkisi altına alan büyük bir musibet meydana geldi ve dinin siyasetten ayrı olduğu düşüncesi, pratiğe aktarıldı. Bu sapma o derece ileri noktaya vardı ki, "İbni Haldun"un da belirttiği gibi, hilafet sisteminden bir kabuktan başka bir şey kalmadı ve bilâhare hilâfetin bu son kabuğu, yeni emperyalizmin eliyle Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığında ta­mamen yok edildi. Bu yeni emperyalizm, bütün İslam ülkelerinde birçok sekularist, sosyalist, laik veya hatta zahiren İslamî bir anayasası bulunan rejimler oluşturuyordu!

                        Hilafetin çöküşünün darbesi, hilafetin çökmesi ve emperyaliz­min bu çöküşten önce ve sonra kendi yararına sağlamış olduğu gelişme ve ilerleme, Müslüman halkın duygularını şiddetle sarstı. Ama bu yeni gelişme Müslümanları gaflet uykusundan uyandırdı ve onların yapmacık huzurlarını alt üst etti. Her halükarda "en güçlü ve cesur şahsiyetler bu halkın arasından doğdu."!

                        Emperyalistlerin sultasıyla paralel bir şekilde saldırıya geçen Hıristiyan misyonerler, İslam kültürünü köklerinden tamamen sökmeyi ve bütün imkanlarını seferber ederek emperyalist hedef­lerine hizmet edebilecek yeni bir Müslüman nesil yetiştirmeyi amaçlıyordu. Bu gelişme, Müslümanların duygularını şiddetle sarsan darbenin tesirin fazlasıyla artırıyordu. Bu manzaranın belirginleşmesinden sonra "Müslümanların neden geri kaldıkları ve diğerlerinin ilerlediği?" sorusu fazlaca hayret verici olmasa gerek.
                        Elbette bu soruya cevap bulma düşünceleri, İslam dünyasında iki zıt kutubun meydana gelmesine vesile olmakla birlikte, uyanı içe­risinde olmayan ve sürekli çekişmeye bahaneler bulan iki karşıt kampı da doğurdu. İki zıt cevap!

                        İlk cevap: Müslümanların geri kalmışlığı, İslam'ın cevher ve kimliğinden kaynaklanıyor; bundan dolayı bu kimliği batı medeniyetiyle bütünleşecek şeküda değiştirmek gerek! İşte ancak bu şartlar altında Müslümanlar dünya uluslarının kervanına katıla­bilir. Marksistler bu sorunun cevabının arayışı içerisinde, duru­mu daha da ileri götürerek "tamamen İslam'ı terk etmek gerekir!" dediler. Bu meyanda liberal "Taha Hüseyin", "Lütfi Elğevli" ve "Abdullah Garevî"nin marksizmi için bir ön kademe oldu!

                        İkinci cevap: Geri kalmışlık problemi, sadece Müslümanların kendisinden kaynaklanmaktadır ve bunun sebebi İslam değildir. Zira, Müslümanlar gerçek ve aslî kimliklerinden uzaklaştıkları an, geri kalmışlık ve yıkılma problemiyle karşılaştılar. Bu du­rumdan kurtulmak için de, yenilenme ve değişme hareketini baş­latmak lazım. Müslümanlar üzerlerindeki kasaveti atıp, İslam'ın üstüne konmuş tozlan silkeleyip onu hayata yeniden dönderirlerse, onun güçlü iradesi ve rehberliğiyle İslam toplumunu geri kal­mışlıktan kurtaracağı gibi, diğerlerini de bütün sahalarda geçe­cektir.

                        İlk yönelişler, batıdan veya sosyalist ülkelerden düşünce, görüş ve maddi desteği kredi gibi alan milliyetçi, nasyonalist veya sos­yalist hareketlerde berraklâştı. Kendilerine ait hiçbir fikri ve maddi sermayeleri olmayan bu yabancı menşeli hareketlerin ba­şındaki Donkişotlar, sulta altındaki Müslüman ülkelerin bağım­sızlığını elde etmesinin ardından, bu ülkelerdeki yönetimlerin ba­şına geçtiler; ancak kısa bir süre sonra islam dünyasında, bir ha­reket olarak açıkça yenilgiyi tattılar. Bu hareket liderleri Batı'ya yakınlaştıkça uşaklıkları artıyordu. Ancak büyük bölümü, askerî ve iktisadî mağlubiyetin neticesinde çöktü. Bu acı sonlan yaklaş­tıkça da, baskıcı, totaliter, tasviyeci ve vahşice bir diktatörlük ör­neği sergilediler.

                        İkinci ilk yöneliş, Cemaleddin, İkbal, Mustafa Sabrı, Sunusî ve Bin Badis gibi düşünür ve aydınların yenilikçilik isteklerini slo­gan vari konuşmalarla dile getirmeleriyle başladı.

                        Başlangıçta, bu yönelme ilerde inceleyeceğimiz üç büyük hare­ket halinde gelişti. Elbette bu dönemde ortaya çıkan, diğer hare­ketler günümüzde fazlaca bilinmediğinden, onları değerlendiremiyoruz. Hususen bu hareketler kendi sınırlarını aşarak cihanşü­mul bir çehre kazandılar. Kendi mıntıkalarının sınırlarını aşabi­len bu hareketler, genellikle İslamî düşünceyi yenileme çizgisinde ilerliyordu. Ancak onlardan çıkarılan netice, günümüzde başka boyutlar kazanmıştır. O da halk boyutu ve yeniden hareketi şe­killendirmek.

                        Bilindiği gibi, İslam Hükümeti hüviyetini taşıyan saltanatlar yanlış bir bağlamda despotça hayatını sürdürdüğünde bile, yenilenme ve yeniden hayat bulma vazifesi, ıslah, tamir etmek, sap­maları hatırlatmak ve İslam toplumunda bidatlara yönelik saldı­rılarla sınırlı kalmıştır, (İbni Cezm ve İbni Teymiye'nin yaptığı gibi)! Ama nizamın yapısı tamamen çöktüğünde ve İslam hükü­meti mutlak bir şekilde yok olduğunda, artık ıslah edici hareket­ler etkili olmaz. Bilakis ihya ve yeniden örgütlenme yoluna baş­vurulmalı.

                        Bugün İslam dünyasında gördüğümüz böyle bir yeniliktir. Zira geleneksel İslam toplumunun dağılmasının ardından, İslam'ın yeni medeniyet devri başladı. Bu gerçeklerin ışığında biz,İhvan-ı Müslim’in, Pakistan Cemaati İslamî ve İran İslamî hareketinden oluşan üç hareket üzerinde durmak istiyoruz. Onların müşterek hedef, yöntem ve esaslarını değerlendirme konusu yapacağız.

                        Hatırlatma:

                        Açıkça söylemek gerekirse, uzun zamandan beridir bu mesele üzerinde çok düşünüyordum. Bunun zaruretini bilmeme rağmen, bunu pratiğe aktarmayı bazı sebeplerden dolayı bugüne kadar er­teledim:

                        1-Bu mevzunun hassasiyetleri artırması ihtimali çok fazladır!

                        2-Üstad "Fethi Yeken"in haklı bir şekilde tespiti gibi, "Çağdaş İslamî Hareketler her alan ve seviyede tecrübelerle doludur. Ancak bugüne kadar, onun mahiyetini araştırma, kaydetme veya değerlendirme sahasına yeterince girilmemiştir. Ancak tarihinden zor merhalesinde güçlü bir hareketin Müslümanlara öncülük yap­ması sahasında ve bunları yeterli görmek mümkün değil..."

                        3. Kendimi onların talebesi olarak görmeye bile layık görmedi­ğim büyük insanları, seçkin ulemayı veya mücahidleri değerlen­dirme gücünü kendimde bulamıyordum!...

                        Ama her haliyle bu meseleyi irdelemece söz konusu etmeye bü­yük bir ilgi duymaktayım. Zira birçok insanda tek düşüncede şartlanma ve fikri başıboşluk o derece tehlikeli noktalara ulaşmış ki, giderek faydadan daha ziyade zarar veriyor. Bunlar, İslamî yönelişin ve genel olarak çağdaş İslami hareketin kendi başına bağımsız ve bir grup anlayışı çerçevesi içerisine sığıştırılmış hareketler olduğunu sanmaktadırlar. Yani bunların hiç birinin diğer gruplarla yöntem, hedef ve program alanında irtibat ve yakınlığı yoktur. Bu sapma öyle tehlikeli bir merhaleye ulaşmıştır ki, bir kısım insanlar iyi niyet, acelecilik veya seviyesizliğinden dolayı hem de ilaç ve çareler üreterek, bu hareketin gerçek çehresini, çağdaş İslamî hareketler karşısında hasta yatağına yala­maktadırlar. Hem de kesin hükümler öne sürerek! Ve: "Falan ha­reket bundan dolayı-başarılı oldu ve falan teşkilat bundan dolayı
                        başarısız oldu!" diyorlar, Halbuki hakikat başkadır. Bundan dolayı, İslamî mücadele ve tecrübelerini değerlendir­me konusu yapmak, hareketin tekammüle ermesi güzergahında bir zarurettir. Bu kesin zaruretten yola çıkarak, sermayemizin azlığına rağmen bu üç büyük hareketi değerlendirmemize konu yapacağız

                        Bu başlık altında ve değişik İslamî eğilim arasından, biz özel­likle isimleri diğerlerine nazaran daha fazla duyulmuş üç akım üzerinde durmak istiyoruz. Nitekim onların temel esaslarını da, şu başlıklar altında inceleyeceğiz:

                        Onların İslam'ı öğrenme anlayışı ve "İslam devleti"nin yoluna açacak İslamî bir toplumun oluşturulması yolunda inkılabı bir tavra sahip özel bir teşkilatın varlığı.

                        Bu özellikler genel olarak aşağıdaki üç harekette kendisini göstermektedir:

                        Mısır İhvan-ı Müslim’in,

                        Pakistan Cemaat-i İslamî,

                        İmam Humeyni'in İran'daki hareketi.

                        Bunun dışındaki hareketler, ya bu üçünden birini herhangi bir şekilde izliyor, ya henüz İslamî meselelerin ayrıntılarını incele­mekle meşguldürler veya onların hareketi sadece davet, vaiz, irşad, fıkıh eğitimi veya zikirle sınırlı kalmaktadır!

                        İslam'ı anlama anlayışının, bu üç harekette de genelde, aynı boyutlarda birbirini destekler mahiyette olduğu görülmekledir. Bu yüzden itikad, şeriat, ibadet ve siyaset birbirinden ayrılmaz bir bütünlük ifade eder. Nitekim bu temel esastan dolayı din, siyaset ve devlet arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Bu üç akımın yayınlanan eserleri arasından, daha az tanınmış olan İmam Humeyni'nin eserlerine temas etmekle yetineceğiz.

                        "Din ulemasının ve fakihlerinin vazifesini, ibadet merasimleriyle, onun hüküm ve şartlarını açıklamakla veya sadece taharet, necaset ve dua üzerinde durmakla sınırlandırma, emperyalist güçlerin üzerinde ısrar ettiği ve hayatını ona bağımlı gördüğü dü­şüncelerdir!... İslam Şeriatının hükmünü anlama bilincine sahip olan fakihlerin en başta gelen mesuliyetleri, Allah'ın ahkamını yeryüzünde hakim kılmak, yüceltmek ve Allah düşmanlarından yeryüzünü temizlemektir. İslam'ın gerçeklerini halka anlatın ki, genç nesil ulemama Necef veya Kum'da köşesinde oturup, dinin siyasetten ayrı olduğu düşüncesini teyid ettiklerini sanmalarına engel olun. Ulemanın sadece hayız ve nifas meseleler ile uğraştı­ğını, siyasete ilgi duymadığınızı sanmasınlar. Bilakis siyasî mücadele şeri bir vazifedir

                        İslam’ı anlamaya çalışmanı neticesi, bir İslam hükümeti kurmaya gayret göstermektir. Her üç akım da, bu hedefe ulaşmak için yoğun bir gayret gösteriyordu. Öyle ki, Hasan El Benna "Böy­le tir hükümet kurulmadıkça bütün Müslümanların günahkar olacağını" söylüyordu. Bu anlayış gereğince bütün dünya Müslümanları tek bir ümmettir ve Müslüman kimliğine sahiptirler. Geçmişte böyle bir yapıya sahip olan Müslümanları, zamanla gelişen hadiseler bir birinden ayırdıysa da, geçmişteki konuma yeniden kavuşmanın tek yolu İslam'ı evrensel platformda söz konusu etmektir. .

                        İmam Humeyni'nin yakınlarından birinin: "İran İnkılabı mü­cadelesini bütün İslam toprakları kurtarıncaya kadar ve Filistin bayrağı İran bayrağının yanında dalgalanıncaya kadar sürdüre­cektir" şeklindeki sözleri çok ilginçtir.

                        Filistin meselesine bu derece ilgi göstermek ve onu kıyasla­mak, İhvan'ın onun kurtarılması için göstermiş olduğu fedakarlık ve dünya Müslümanlarının İran'daki zaferden dolayı duyduğu se­vinç batılı oryantalistleri endişelendirmektedir. Batılı oryantaliste sosyologlar Müslümanlarının, yeryüzünü "daru'l harp" ve "daru'l
                        İslam" olarak ikiye taksim etmelerini, varlıklarına yönelik bir tehlike olarak görüyorlar.

                        İslamî Hareket açısından, "cihanşümul" olmak veya "bölgesel" olmak arasında bir tezat söz konusu değildir. Bir müslümanın kendi vatanını ıslah edip, imar etmesi serî bir vazifedir. Çünkü gelişmiş, ilerlemiş büyük İslam dünyasını bir parçasından, diğer İslam dünyasına ve dünya Müslümanlarına yardımcı olmak ve desteklemek imkanı daha fazladır.

                        "Cemaat-i İslami sadece ulusal ve vatanseverlik üzerinde şekil­lenen bir hareket değildir. Bundan dolayı onun daveti özel bir ümmet veya ülkeyle de sınırlı değildir.'Önün hedefi dünyanın ta­mamını kaplayan cihanşümul bir harekettir. Bununla birlikte biz Pakistanlı müslümanlar, ülkemizde örnek olacak İslamî bir sis­temi gücümüz nisbetinde hakim kılmaya çalışmalıyız. Bunu ya­pamazsak, dünya halklarını bizim itikad ve mektebimizin en üstün olduğuna inandırmayız."

                        Hasan El-Benna da ilk olarak İslam hükümetini Mısır'da kur­mayı ve onun ardından bunu dünyaya yaymayı arzuluyordu. Bundan dolayı ihvan Süveyş Kânalı'nı İngiliz işgalci güçlerine karşı korumak maksadıyla, yoğun bir mücadele veriyor ve Mısır'ı emperyalizm zincirinin son halkasından kurtardıklarına inanı­yorlardı... Diğer yandan Cemaat-ı İslamî, Pakistan'da ülkenin istiklal ve birliği yolunda en az onbin insanını feda ediyordu.

                        Buna göre, bir müslüman tam anlamıyla bir vatanseverdir de. Bundan dolayı, sadece müslümanlar kendi ülkelerinin kültürel ve bütün sahalarının sürekli kıvanç kaynağıdırlar. Öte yandan İs­lam'la uyum içerisinde olmayanlar, gerçek bir vatansever olama­yacağı gibi, kendilerini emperyalizmin kokuşmuş tesirinden de
                        kurtaramazlar!

                        İslam'ın anlaşılması doğrultusunda, ekonomik ve toplumsal meselelere özel ve kapsamlı bir şekilde eğilmek gerek. Bu esastan dolayı, İslamî hareket mensupları fakirlik aleyhinde amansız bir mücadele vermeyi kendilerine bir büyük vazife kabul etmektedir­ler. Ayrıca israf ve ümmetin servetindeki savurganlığa karşı mü­cadele eder. Ferdî mülkiyetin aslına inandıkları gibi, başkalarını sömürmeye vesile olmaması ve toplumun hizmetinde olması için bazı sınırlamalar getirmiştir. İslamî yöneticiler, herkes için çalış­ma ortamı hazırlayıp, halkın refah seviyesini yükseltmeye çalış­malıdır. Bu yüzden, bir ferd eğer, geçimini sağlayamıyorsa veya çalışma gücü yoksa, devletin onların ihtiyacını karşılaması gere­kir.

                        Buna göre, eğer "zekat" fakirlerin geçimini sağlamaya yetmez­se, zenginleri kendi servetlerini bunu sağlama yolunda seferber etmelidir. Eğer onların haklan ödenmezse, bunu almak için mü­cadele verilmelidir."

                        Bütün bu gerçekler doğrultusunda, bizi tuzağa düşürmek için pusuya yatmış Doğu ve Batı emperyalistlerinin siyasi ye ekono­mik bağımlılığından kurtulmak İslamî bir gerekliliktir.

                        Îslamî Hareket öncüleri Batı'nın teknoloji ve sanayisinden fay­dalanmanın sakıncasız olduğunu vurgulamalarıyla birlikte, onla­rın kültür ve kapitalizme dayanan düşüncelerine karşı ısrarla mücadele vermişlerdir. İmam Humeyni bu inanç doğrultusunda, "kültürün ya bir ulusun mutluluğuna vesile olduğunu veya onu kasvet içerisinde zillete duçar ettiğini" söylemektedir. Buna göre eğer kültür sağlıklı olmazsa, gençler bozuk ve saptırıcı bir ortam­da yetişirler. Emperyalistlerin kültürü, İslam toplumunda her za­man sömürüyü kabullenecek gençler yetiştirir. Bu kültür zalimlerin kılıcından daha da tehlikelidir. Bugün kültürümüz emperya­lizm kaynaklıdır ve Salih olmayanların zihniyetine göre şekillen­mektedir.

                        Mevdudî şöyle diyor: "islam, her zaman ve mekanda uygulan­ma kapasitesine sahiptir. İslam geçmişte bu kapasiteye sahip ol­duğunu ispatladı; bugün ve gelecekte de aynı üstün kabiliyete sa­hip olduğu ortadadır. Ama bunun gerçekleşmesi için halk ayakla­nıp, onu uygulamaya gerekli atmosferi hazırlamalıdır."

                        Bununla birlikte İslamî Hareket, islam şeriatının esaslarını azaltmaya ve çoğaltmaya şiddetle muhaliftir.

                        İmam Humeyni şöyle diyor: "Eğer İslam ülkeleri Doğu veya Batı'ya bağlanacaklarına İslam'a ve kendi kaynaklarına dayanır ve Kur'an'ın sonsuz kurtarıcı eğitimini izleselerdi, bugün siyonizmin esareti altında olmayacaklardı."

                        Köktencilikten kastımız, İslam tarihinde oluşmuş düşünce ve görüşlere karşı taassup göstermeden İslam'ın temel esaslarından istifade etmektir. Temel esas, Kur'an ve Sünnette gelmiş olan ve Halifeler döneminde uygulanan değerlerdir. Hasan El Benna şöy­le diyor: "İhvân-ı Müslim in’in bir köktenci hareket ve Kur'an ve Peygamberin sünnetine dayanan İslam’a yeniden dönmeyi amaç­layan bir hareket olduğu söylenebilir."

                        İmam Humeyni, ile Mond" gazetesi muhabirinin "Nasıl bir İs­lam devleti?" sorusuna şu cevabı veriyordu: "Bizim için esas olan, Peygamber ve İmam Âli dönemidir.

                        Biz İslam devletini, Peygamber'e nazil olan temel hükümlere uygun halde kurmayı amaçlıyoruz. Bize göre şia ve Sünni arasın­da bir fark yoktur. Çünkü Peygamber döneminde böyle bir ayrım yoktu."

                        Bu köktenci selefiliğin bir gereği de, Îslamî hareket mensupla­rına bulaşacak, onları tehdid edecek "Vahabilik" damgası gibi, te­melsiz batıl inanç ve hurafelere karış mücadele etmektir. Öte yandan İmam Humeyni, başkalarına iftira atmayı ve ayrıntılarla uğraşmayı kendilerine meslek edinenler konusunda şöyle diyor: "Ortada kökleri belli olmayan ye tamamen ayrıntılar etrafında gürültü koparan bir kesim, ona buna töhmet atarak, çok değerli zamanı telafi etmek isteyenler var. Mesele: Şu "kafirdir", şu "mürteddir" veya falanca "vahhabidir" diyerek dikkatleri başka yöne çekmek istiyorlar."

                        Diğer yandan İslamî bir şahsiyet bu çerçevede şöyle diyor: "İran'daki İslam inkılabı, her türlü mezhebi ve fırkacılık farklılıklarını aşmış umumi ve kapsamlı bir inkılaptır."

                        Elbette buradaki köktenci, selefilikten amaç bazılarının anladığı şekilde, fıkhı ve akaidi mezheplere karşı savaş açmak değil­dir. Böyle bir davranış ümmetin varlığını ve birliğini parçalamak­tan başka bir şeye yaramaz. Köktencilikten maksadımız şudur:

                        a)Allah'ın hükmünün Kitap ve Sünnetten öğrenilmesine çalış­mak.

                        b)Mezheplerin İslam'ın yerini almaması için, mezhebi taassu­ba yer verilmemesi ve propagandaların bununla sınırlandırılmaması

                        c) İslam kardeşliğini bütün cüz'i ayrılıkların üstünde tutarak, muhaliflere karşı hoşgörülü olmak.

                        Burada köktenciliğe ekleyebileceğimiz bir diğer husus da; ka­tıksız birliği korumak ve ihtilaftan uzak durmak için, bütün Müslümanları dinin kaçınılmaz temel esasları çevresinde ve "ittifak ettiğimiz hususlarda yardımlaşır, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görürüz" prensibi doğrultusunda bir araya getirip birleştirmektir.

                        İslam! hareket eğitim metodunda, esbaba (nedenlere) yapışma­nın zaruri olduğunu, bu esbabın, sonuca ancak Allah'ın izniyle ulaştırabileceği inancıyla kabul eder.

                        "İmam Humeyni, "Ramazan Harekatı" sırasında, İslam ülkele­rinin bütün güçlerini Siyonistlere karşı seferber etmeye teşvik ederek şöyle der: "Bütün İslam devletlerinin ve özellikle Arap ül­kelerinin Allah'a tevekkül ettikten sonra bütün güçlerini seferber etmeleri gerekir."

                        Halkçılık, İslamî hükümet halkın belirli bir kesiminin hareketi değil, ümmetin bağrından çıkan en derin duygularım yansıtan bir harekettir. Bu yüzden her türlü tabakalaşma ve sınıflaşmayı reddederek toplumdaki zulüm ve sömürünün her türlüsünü yok etmeye yalnızca İslam'ın kadir olduğunu kabullenir. Ancak İs­lâm'ı gerçek anlamda hayata Uygulamayan bir toplumda sınıflaş­ma ve tabakalaşma kaçınılmazdır. Böyle bir durumda İslamî ha­reket, fakirlerle bir araya gelmekten, onların yanına oturmaktan kaçınan zenginlere karşı, -aldığı emir gereğince fakirlerin yanın­da yer alan Allah'ın Resulü gibi- kendisini yoksul ve ezilenler arasında bulur.

                        "Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma." (Kehf: 18/28). "Allah'ım! Beni yoksul olarak yaşat, yoksul olarak öldür ve yoksullar topluluğuy­la hasret." (Buhari) .

                        Çağdaş İslamî Hareket İslam'ı -belli bir sınıra kadar- egemen sınıfın tekelinden kurtarmayı başarmıştır. "İslam her gün bir beldede egemen sınıftan kurtulup halka mal olmaktadır. iran'da olup bitenler kitlelerin İslam'a teslim olmasının en belirgin örneğidir. Arap milletinin vahdetini, iktisadî ve içtimaî kurtuluşunu gerçek­leştirmemeği için egemen güçler İslam'ı, Arapların siyasî hayatın­dan uzaklaştırmışlardı. Böylece İran'da, bölgede İslam'ı, milliyet­çi akımların emelleri doğrultusunda kullanmak isteyen egemen güçlerin baskısından kurtarmaya yönelik kurtuluş hareketlerini doğrulayabilecek en önemli hareket unsuru başlamış oldu."

                        Mısırdaki İslami hareket, İngiliz ve Siyonistlerden kurtulup özgürlüğe kavuşma yolunda, Mısır halkının kırılan emellerini tek vücut hafine getirememiş olsaydı, Doğu ye Batı uşakları kanalıy­la sürdürülen zulüm ve baskı karşısında tutulamayacaktı.

                        İmam Humeyni de halkların hürriyet, adalet, şeref ve bağım­sızlık emellerim tek vücut haline getirememiş olsaydı; İran mille­tinin gücünü birleştirmeyi, liderliğini devralmayı gerçekleştire­mez ve kendisini halka, "Ya ölüm, ya Humeyni" dedirtecek kadar ölesiye sevdiremez, bütün karşıt grupları ve din adamlarım etra­fında toplayamazdı. Mevdudi'nin yaptığı da aşağı yukarı buydu. Pakistan halkını özgürlüğe, izzet ve bağımsızlığa götüren bir plan çizmiş, halk da bunu benimseyerek, her türlü emperyalist güç ve değişime mertçe karşı koymuştur. Gerçek şu ki: Doğu'ya ve Batı'ya bağımlılık, sömürü ve azgınlık ile adalet ve özgürlük peşinde koşan mazlum halkların zihinlerini bağlayan, kitleleri uyuşturan bu despot kurumların elinden, İslam'ı kurtarmak için oldukça bü­yük bir çaba harcamak zorundayız.

                        "Komünizm ve kapitalizmin bu düzen ve günümüz idarecileri­nin perde arkasında sinsice yürüttüğü çalışmalar, İslam'a ken­dinden olmayan ahlakî, sosyal ve ekonomik bir anlam kazandıra­rak, yeni neslin zihnindeki islam tasavvurunu çarpıtmaktadır.

                        Milletlerin hâlihazırda ve gelecekteki meşru ihtiyaç ve emelle­riyle İslam arasında gerçek bir bağ kurmalıyız. Biz, kurduğumuz bu bağ ile müslüman halkların İslam için verdikleri mücadelele­rin aynı zamanda kendi yaşanılan, ihtiyaç ve arzulan için Verilen bir mücadele olduğu bilincini aşılamalıyız."

                        Bir toplumda herhangi bir hareketin başarılı olabilmesi için, toplumun arzu ve acılarının canlı bir örneği olması şarttır. İslamî hareket kimi zaman toplumdaki yerini yitirmişse bu, toplumu huzursuz eden büyük sorunlar karşısında güçsüz kalması veya toplumdaki yerinin belirgin olmamasındandır. İslamî hareketin faaliyet gösterdiği çoğu yerlerde çekingen ve kararsız davranıştan kurtulup halkın temel sorunları ve vicdanıyla kaynaşmak, bu te­şebbüs Allah'a güvenme ve halkın vicdanıyla perçinlenmenin en açık, en güçlü ve keskin bir ifadesi olmalıdır. Mehdi Hüseyni şöy­le der: "İran İnkılâbı tamamıyla halka dayalı bir inkılabıdır. Ke­sinlikle hiçbir yabancı yerden ne bir yardım, ne de bir destek iste­di, ne de isteyecektir."

                        Örgütlenme unsuru Çağdaş İslamî Hareket'te, özellikle de Sünni İslam dünyasında tecdidin en önemli unsurlarından biridir. Müslümanlar -Sünni- hilafetin kuruluşundan bu yana uzun bir süre huzur içinde yaşadıkları İslamî bir devletin gölgesinde yaşa­dıklarından kendilerine çeki-düzen vermek için örgütlenme ge­reksinimim duymadılar. Bu yüzden Sünni İslam tarihinde görü­len ıslahat hareketleri, kurulu düzenin meşruluğundan hareketle ferdi çalışmalardan ibaret kalmıştır. Öyle ki, zulüm, fesat ve boz­gunculuğun egemen olduğu zamanlarda bile köke (devletin meş­ruluğuna) herhangi bir başkaldırı olmamış, onlara mevcut yapıda düzeltilmesi mümkün cüz'i bozukluklar olarak bakılmıştır. Sünni dünyasındaki ıslahatçılar bu kuruntular tamamen kaybolduktan, hilafet yıkıldıktan ve meşruluğu sona erdikten sonra ancak ör­gütlenmenin zorunluluğunu anlamışlardır. Fakat mevcut yapı ye­niden tesis edilmeye muhtaç bir şekilde, tamamen çöktüğünden ıslahın durumu yeterli olmamıştır. Çünkü bina temelinden çök­müş ve yeni baştan yapılmaya muhtaçtır. İslamî bir devletin ku­rulması için örgütlenme düşüncesini ilk olarak ortaya atan Ha­san el-Benna'dır. Sünni dünyasında bazı tasavvufi topluluklar yardı, ancak bunlar söz konusu ettiğimiz İslamî bir devleti kurma durumundan çok uzaktılar. Diğer taraftan -Hatta toplumsal ça­lışma ve örgütlenmeyi halkın akli bilincini oluşturacak unsur ha­line getirmeyi başaran- Şii ve harici müslümanlar arasında örgüt­lenme egemen bir ilke idi.. Bu da Şii ve haricilerin tarihleri bo­yunca muhalif grupları oluşturmaları ve onlarca meşru olmayan egemen düzeni devirmek için çalışmalarından kaynaklanmakta­dır. İşte bu Sünni dünyasında, özellikle de Arap aleminde egemen olan ferdi hareketleri aşmalarını ve örgütlenmelerini zorunlu kıl­mıştır.

                        Gerçekten İslam kavramına, İslamî bir devletin kurulması için örgütlenme fikrini yerleştiren ilk Sünni ıslahatçı belki de Benna'dır. Onun önerdiği örgütlenme "tarikat" kuruluşunun gelişti­rilmiş bir kopyası biçiminde ortaya çıkmaktaysa da, savunduğu örgütlenme seldi, belli kanun ve yönetmenliklerin egemen oldu­ğu, bir merhaleden diğerine geçişte önceden tesbit edilmiş ölçüle­ri bulunan, her merhalenin ifade edildiği kendine özgü ıstılahtan ve karar almada belli yönetmenlikleri olan siyasî ve kültürel bir kuruluş olarak ortaya çıkmaktadır.

                        Nitekim Mevdudi de, 1941 yılında yapılan Cemaat-ı İslami'nin kuruluş kongresinde, Cemaat'ın yapısını, hedeflerini, araçlarını, Cemaat'a üye kabulü veya atılması ile alınacak kararlarda kulla­nılacak metodu belirlemişti.

                        İran'daki İslami harekete gelince o, kendi siyasî miraslarından büyük çapta yararlanmıştır. Siyasi mirasları kitle eylemleri için eğitim, ekonomik ve politik açıdan bütün grupları İmamın otori­tesine candan bağlı bir birlik haline sokabilen bir yapıdaydı. Zaten bu siyasi miras devrimi başarıya ulaştıran temel faktörlerden Çünkü devrimi yönlendiren, tarihi birer kuruluş olan hüseyniye medreseleri ve mescitler ile imamın otoritesine mad­di ve manevi yönden bağlı bulunan bu mescitlerin imamlarıydı. İmam'ın çalışması, bu kuruluşları yenilemek, siyasî yönden bi­linçlendirmek, Batı'yı bilen ve Batı kültürünün potasında eritme­miş ve bazı yazarların kitaplarım okumak suretiyle İslam'a bağ­lanan dağınık gençliği bir araya toplamak olmuştur. Bunların ekonomik sömürü ve siyasî despotizme karşı direnme ile İslam arasında bir ilişki kurmada ve İran'ın Batılılaşmış neslini mater­yalist düşüncenin egemenliğinden kurtarma konusunda büyük rolü olmuştur. Bunların en önde geleni -Şah'ın zebanileri tarafın­dan şehit edilen Ali Şeraiti’dîr.

                        İmam Humeyni İran gençliğine gönderdiği bir mektupta şunla­rı söylüyordu: "İslamî devletin kurulması için birleşin, Örgütlenin ve saflarınızı sağlamlaştırın. Aklı başında ve öncü kadroların bu devrimi düzenlemeleri ve örgütler kurmaları zorunludur."

                        Böylece devrimin, halkın önderliğini üstlenecek ve halkla lider­lik arasında irtibatı sağlayacak gizli bir örgütün varlığını zorunlu kıldığı ortaya çıkmaktadır.

                        İmam Humeyni mektuplarının birinde şöyle diyor: "Son olarak önemli bir noktada uyanık olunmalıdır... Hareketi yönlendiren, Çalışma ve sorumluluğu yüklenen kimselerin kendilerini açığa vurmaktan kaçınmaları gerekir. Geçmiş olay ve deneyimlerden ders almalı, çalışmalarını İslam'ın gölgesinde dikkat ve titizlikle sürdürmeli ve bu çerçeve içinde olduklarından yüzde yüz emin ol­madıkları kimselerden uzak durmalıdırlar."

                        Günümüzde devrim düşmanı solcu ve eski rejimin artıkların­dan düzeni koruyan Devrim Konseyi, İmam Humeyni'nin oluştur­duğu gizli örgütünün elemanlarından oluşmuştur.

                        İmam Humeyni'nin gizli örgütünün bir benzeri Benna tarafından kurulmuş idi. Yalnız Mevdudi, açıktan açığa yeraltı faaliyet­lerini bıraktıklarını ve bundan şiddetle kaçındıklarım ilan etmiş­ti. Pakistan'daki Cemaat-i İslami'nin programının dördüncü maddesi şöyledir: "Cemaat-ı Îslami hedefine varmak için mücadelesi­ni dünyadaki yeraltı faaliyetlerine ve gizli örgütlerine dayandır­maz, yapacağı her şeyi gün ışığında ve alenen yapar." Boradaki ihtilafın, ortamın farklılığından ileri geldiği ortadadır.

                        Bu örgütlenmeler ister gizli, ister aleni olsun, İslamî prensipler doğrultusunda ve dünyadaki yeraltı faaliyetlerinin işlediği cina­yet, saldın, baskı ve terörden kesin bir şekilde uzak kalabildikçe hepsi birdir.

                        Biz, İslamî hareketin bu üç eğiliminin önemli yönlerini (görül­düğü gibi oldukça çoktur) imkânlarımız nisbetinde ortaya koy­duktan sonra, -İslam'dan ve hayatın tabii akışından kaynaklandı­ğını sandığımız- İslamî hareketi, "bir bütün içindeki farklılaşma­lar" prensibi doğrultusunda daha geniş ve onu oluşturan çeşitli eğilimlerin belirgin özelliklerini bu açıdan ele almamız daha uy­gun olur.

                        Hepsinin inandığı kapsamlı ilkelere rağmen, İslamî hareketin içinde saydığımız bu eğilimlerin birbirinden farklı karaktere sa­hip olduklarını görmek mümkündür.

                        İhvan-i Müslim in’in yapısını inceleyen bir araştırmacının ilk tanık olacağı şey, ruhi derinlik ve disiplindir. Çünkü İmam Benna eşsiz bir teşkilatçı olduğu kadar, her şeyden önce bir İslam davetçisi ve mürşididir.

                        Onun, bu yapının kültürel yapısı ve ilk grubu oluşturmada et­kin bir rolü olmuş; Ehl-i Sünnet dünyasının kaybolan -İslam şeri­atının hakimiyetini kaybettiği ve bu hakimiyetin yeniden gerçek­leştirilmesi için çalışmaların yapılması gerektiği- anlayışının tek­rar canlanmasını sağlamıştır. Ne var ki, gerek kendisinden ve ge­rekse çağından kaynaklanan bazı sorunlar yüzünden çalışmaları­nın sonucunu kendi gözüyle görme imkânını bulamamıştır. Gö­rüldüğü kadarıyla çalışmaları Nebih Abdu Rabbih'in de değindiği gibi "hareket taktiği"nden öte gidememişti. Fakat, bir devletin kurulması gibi köklü bir stratejik sorunun, liderin, hatta tüm halkın zihninde kapalı kalması nasıl mümkün olabilir? Eğer biz planımızın, halkın eliyle gerçekleşmesini istiyorsak, halkın mev­cut düzene karşı İslamî tutumunun ve düzenin değiştirilmesinin ne şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini açıkça belirlememiz ge­rekir. Aksi taktirde onların tutumuyla Cemaat'ın tutumu birbiri­ne karışır, güçleri bir araya toplama zorlaşır... Benna kazanacağı­na inandığından, seçimlere katılır. Ancak kazanması engellendi­ğinden,- kalabalıkların öfkelenmesine ve miting düzenlemesine neden olur. Büyük bir kalabalık: "Benna Parlamentoya" diye ba­ğırırken, çok geçmeden başka bir kalabalık tam zıt bir sloganla "Parlamento Benna'ya" diye bilinçli ve mertçe bağırmaya başlar., Hakimiyeti elde etmek için birbiriyle çelişik iki tarzda; demokra­tik yolda "Benna Parlamentoya", İmam Humeyni'nin yaptığı gibi mevcut düzeni kabullenmeyip, kurumlarını kaldırmayı ve istikla­lini hareketin önderleri eliyle gerçekleştirmeyi isteyen devrimci yolda "Parlamento Benna'ya" diye iki ayrı sloganı haykıran anla­yışlardan acaba hangisi halk için önemliydi? Benna, istibdadın kök saldığı bir ülkede demokratik olmayı yeğledi... Halbuki de­mokrasi böyle yerlerde sadece halkı uyuşturan bir araçtır.

                        Bu sorun önemine rağmen hâlâ açıklığa kavuşmamıştır; çünkü görüldüğü kadarıyla Mısır'daki atmosfer devrim için oldukça el­verişliydi. Fakat Benna kitlelerin devrimci arzularım kırmıştır. Belki de onu bu yöne sevk eden klasik Sünni geleneğinin "fitneden kaçınma" anlayışıdır. Bununla birlikte kesin olan, Benna'nın ha­reketi ile emperyalistlerin yeni doğan çocuğunun (İsrail) geleceği­nin de tehlikeye girmesiydi. Rupier diyor ki: "Bu adam uzun süre yaşasaydı, bu ülkelerde birçok şey gerçekleştirirdi/1 Çok erken bir yaşta (43 yaşında) öldü. Bununla birlikte ümmet için yaptıkları hesapsızdır.

                        Pakistan'daki Cemaatin en belirgin özellikleri olarak Mevdudi
                        şu ikisini sayıyor: ,

                        1-Bekleme,

                        2-Örgütlenme.

                        Örgütlenme, beklemeden yirmi yılı aşkın bir süre sonra başla­mıştır. 1920 yıllarında Mevdudi bir derginin yazı işleri müdürüy­dü ve Cemaat'ım ancak 1941 yılında kurabildi. Cemaat-i İslamî, kuruluşundan itibaren belirgin bir yol izlemiştir.

                        Mevdudi davetinin karakterini şöylece belirlemiştir:

                        1-Genelde bütün insanlığa ve özellikle Müslümanlara daveti­miz: Yalnızca Allah'a ibadet etmeleridir.

                        2-İslam'ı din olarak kabullenenlere davetimiz: Dinlerini Al­lah'a halis kılmaları, kalplerini nifaktan temizlemeleri ve amelle­rini çelişkiden kurtarmalarıdır,

                        3-Bütün insanlığa davetimiz: Tağutların elinde bulunan mev­cut otoriteye karşı kökten bir inkılap gerçekleştirmek düşünce ve bilim önderliğini ellerinden almaklar.

                        Mevdudi, davetini özetlediği bu maddelerin her birini tek tek açıklayıp yorumladıktan sonra, bunların gerçekleşmesini sağla­yacak olan bilimsel bir program belirlemektedir:

                        Birinci Bölüm: İslam'ın gerçek çehresini örten ve eskiden beri varola gelen donmuş kalıplan kırdıktan, en kısa zamanda bilim, kültür ve medeniyet düzenini hurafelerden ayıklayıp, bunun çarpıklıkları açıkladıktan sonra, insanlara İslam'ın doğru yolunu bulabilmeleri için düşüncelerini temizlemek... Daha doğrusu, yer­yüzünde sâlih bir düzen kuruluncaya dek, günün sorun ve du­rumlarına Îslamî ilkelerin ne şekilde uygulanabileceğini göster­memiz gerekmektedir... İşte bu şekilde biz, düşüncede bir devrim gerçekleştirmek; hayatın akışım değiştirmek ve yeniden doğuşu sağlamak için akıllan düşünce gıdasıyla beslemeye çalışmak zo­rundayız.

                        İkinci Bölüm: Yükümlülüğünün bilincinde olan Salih insanla­rın seçilip bir düzen etrafında toplanmaları ve kelimenin tam an­lamıyla onları İslamî bir eğitimden geçirmek.

                        Üçüncü Bölüm: Toplumu düzeltmeye çalışmak... Bu çalışma imkanlarımız ölçüsünde toplumun her kesimini içeren bir düzelt­meyi kapsamaktadır. Üyelerimizi yeteneklerine göre çeşitli iş alanlarına ayırırız. Onlardan kimisi çiftçi, işçi, tüccar, esnaf... ki­misi de okul ve fakültelerde araştırma vs. ile ilgilenir. Hepsinin amacı ümmeti saran ahlak, iş ve fikir anarşisine son vermek; üm­meti oluşturan fertlerin hepsine doğru bir İslamî düşünce ile İslamî bir yaşantı biçimini sunduktan sonra, toplumun her kesi­minin düzelmesi için gerekli çalışma yollarını göstermek ve prob­lemlerinin çözümüne yardımcı olmaktır.

                        Dördüncü Bölüm: Kanunların düzeltilmesi: Otoritenin ipleri salih mü'minlerin eline geçerse, birkaç sene gibi kısa bir zaman zarfında, eğitim, anayasa ve idare sisteminde, siyaset dışında ka­lan güçlerin tam bir asırda yapamayacakları oldukça büyük deği­şiklikler yaparlar. Peki bu değişiklik nasıl gerçekleştirilir? demokratik sistemlerde bunun tek yolu siyasetin meydan muharebeleri olan seçimlere katılmakladır. Bu, halkın oyunu almak ve insanların kendileri gibilerini seçmelerini sağlamakla olur.

                        İşte böylece Cemaat-ı İslamî karşısına çıkan güçlüklere katla­narak yoluna devam etti. Ve geçen Rabiu's-Sani'nin başlangıcın­dan itibaren Pakistan'da mevcut düzen İslam şeriatını uygulaya­cağını açıklamasına değin bu yolunda ısrar etti. Yalnız İslam hü­kümeti bundan sonra seçimleri beklemeden, Hint yarımadasında genel olarak demokratik bir mirasın varlığı, zorba düzenlerin uzun ömürlü olmasını engellediğinden -Allah'ın yardımıyla- bu program hemen uygulamaya konuldu. Mevdudi'nin kendi progra­mındaki açıklamasına ve Pakistan'daki düzeni değerlendirmesine göre, seçim ilkesine dayandığında kanuniliğini kabulleniyor, ku­rumlan arasında görev alıyor, ama, Allah'ın kitabıyla hükmetme­diğinden, şer'i niteliğini vermiyor. Düzeni değiştirmek için ku­rumlan içinde ve kanunlarına göre hareket ediyor

                        İmam Humeyni liderliğindeki İran İslam Hareketi'nin faaliyet gösterdiği siyasî ortam, devrim öncesi Mısır'da egemen olan siyasi ortamın bir benzeriydi.

                        "İran'da iktidar, anayasa ve meclise dayalı parlamenter de­mokratik bir sistem görünümündeydi. Gerçekte ise ferdi hakimiyete dayalı, zorba, demokratik hareketlere hayat hakkı tanıma­yan, fikir adamlarına değer vermeyen, din adamlarına baskı ya­pan bir rejim idi. İmam Humeyni'nin gerek Şah'a ve gerekse Şah'ın babasına karşı olan tutumu, halka öncülük yaptığı zaman­dan bu yana, hatta daha önceleri bile belliydi. 1941 yılında İmam Humeyni şunları yazar: "Diktatör Rıza Şah hükümetinin yayınla­dığı emirlerin hiç bir değeri yoktur ve yıkılmalıdırlar." Millet Meclisi ve Senato'nun Amerikan vatandaşlarına Îrân mahkeme­lerince yargılanmama hakkını veren kanunları çıkarması üzerine İmam Humeyni, hükümet ve hükümet kuruluşlarıyla olan ilişki­lerinin tamamını kestiğine ve verdiği destek güvencesini geri çek­tiğine ilişkin açıklamasıyla, mevcut kanunlar gerek kendi naza­rında, gerekse Şii toplumun nazarında kanuni ve meşru olma özelliğini kaybeder. İmam bu konuda da şöyle diyor:

                        "Bu felaketlere neden olan, yargı organlarının halktan uzak­laşması ve halkçılığını yitirmesidir. Ben kesinlikle her iki mecli­sin onayladıklarının Kur'an'a ve İslam ilkelerine ters düştüğünü ve bunun hiç bir kanuni niteliğinin olmadığını, halkın aleyhine olduğunu ve Millet meclisi üyelerinin halkı temsil etmediklerini, dolayısıyla görüşlerinin tamamen değersiz olduğunu ilan ediyorum." *

                        Hükümet, mescit ve camilerin yönetimini ele geçirmek için imamlarını kendisi tayin etmek isteyince, İmam Humeyni şöyle bir fetva yayınlar: "Müslümanların gerek vakıflar, gerekse hükü­met tarafından atanan herkesi adaletsiz sayması ve minberlerde bulunan kimselerin adaletlerinin kaybolduğunu ilan etmesi, mec­lis ve cemaatlerine gitmemesi, onları İslam toplumundan kovma­sı ve vakıfların el koyduğu camilere, geçici bir süre için gayr-ı meşru hükümetin icraatını protesto için gitmemesi gerekir." Şah, "Resta hiz" partisini kurunca İmam, bu kez şu fetvayı yayınladı:

                        "Bu parti İslam dinine ve İran Müslüman halkına karşı oldu­ğundan partiye girmek, herhangi bir şekilde ona bağlanmak", bü­tün Müslümanlara haramdır. Çünkü bu partiye girmek zulmü desteklemek ve halka düşmanlıktır; İslam alimleri bu partiye gir­meyi yasaklamalıdırlar."

                        Şah, Hicri takvim yerine şahlık takvimini kullanımım uygula­maya koyunca, İmam Humeyni bu icraat karşısında da sessiz kalmaz ve şöyle bir fetva yayınlar: "Bu değişiklik büyük bir hıya­nettir. İslam adım silmek için atılan ilk adımdır. Bu yüzden müslüman olan herkesin bu takvimi kullanması haramdır. Çünkü onu kullanmak, zulmü ve zalimi savunmak, adalet ve hürriyet medresesi olan İslam'a düşmanlıktır."

                        İmam Humeyni şahlık rejimini müslüman halk arasında yal­nızlığa itmeyi, meşru olmamasına değil de -ki İslam dünyasında bu meşruluk kisvesi altında İslam'a düşman sistemler barınmak­tadır- kanunlarının halkın hür iradesini yansıtmadığı düşüncesi­ne dayandırarak gerçekleştirir. İmam Humeyni'nin bu tecrid poli­tikası İran ümmetini tağuta karşı savaşan asker durumuna getir­meye yetti. Bu konuda Humeyni'ye, Taklid mercii olması bakımın­dan, tüm halkın inançlarının bir gereği olarak itaat etmesi, emir ve direktiflerinin fetva kabul edilmesi, aksine davranışın günah sayılması gibi geniş manevi otoritesi büyük destek oldu. Şah reji­minin işlediği zulüm, halkı yoksullaştırması, kutsal bildiği değer­lere saldırması ve ülkede yabancıları efendi yapacak hakların ta­nınması gibi teşebbüslerle Humeyni'nin eline büyük kozlar veril­mesi Şah'ın, firavunun uğradığı akıbete uğramasına yetti. "Sen­den sonrakilere bir ibret olasın diye bugün senin bedenini kurta­racağız." (Yunus: 10/92)

                        İmam Humeyni Şah'a karşı mücadele vermek, rejimini yıkmak ve yerine İslamî bir devlet kurmak için bütün etkinliğini kullan­dı. "Gayemiz" diyor Humeyni "herkesin birleşmesidir; din adam­ları müçtehitler, dini öğrenim gören ve üniversite öğrencileri, tüccarlar, çiftçiler, askerler ve halkın geri kalan bütün kesimi bu pis haine karşı birleşmelidir. Bütün halk, bu bozuk düzeni yık­mak için omuz omuza vermelidir. Halkın her kesimi bir araya gel­diğinde -eli silah tutamayanları ayırıp- bu kudurmuş öküzün boy­nuzlarını kırmalıdırlar."

                        Görüldüğü gibi, Humeyni'nin kişiliği dini ve siyasî alanda dev­rimci bir lider olarak ortaya çıkmaktadır. O, halkının ve ümmetin arzularım tek bir yöne kanalize edebilmeyi başarmıştır. Şah'ı de­virmek ve İslamî bir devlet kurmak.

                        Le Monde gazetesinin bir muhabiri şu soruyu sorar: "İlerde, İran'da neleri yapacaksınız?" Humeyni şu cevabı verir: "Ben an­cak haklarından yoksun bırakılan İran halkının isteklerini halk adına dile getiren bir sözcüsüyüm." Yine şöyle der: "Gerçek bir İslamî devletin kurulması için davette bulunuyor ve halkla birlik­te bize musallat olanlardan kurtulmak için yardımlaşıyoruz."

                        Halkın özgürlük arzusu, anayasanın uygulanmasını isteyen milliyetçi kitlesini; adalet isteği de, işçilerin adını kullanarak işin ticaretini yapan solcuları aştığından, İmam Humeyni yürürlükte­ki düzenin tamamen kaldırılmasını istedi. O, gerçek bir akide, si­yaset ve inkılab adamıdır.

                        Bu kısa incelemeden sonra, çağdaş İslamî hareketin bu üç eği­limi arasında sanırım tecrübe alışverişinin ve çalışmaların birleş­tirilmesi gereği ve birçok unsurun zorunluluğu ortaya çıkmakta­dır. Eğitim ve teşkilat adamı kendi tecrübesini siyaset ve teorisyenlere aktarmak zorundadır. Bunun sonucu olarak yalnızca ikti­sadını, servetini, ahlakını ve yüceliğini değil, bizzat insanın varlı­ğını tehdit eden tehlikelerden kurtarmaya çalışan çağdaş İslamî deneyimler için farklılıklar bütünleşmeye, ayrılıklar yakınlaşma­ya dönüşecektir. Helak olma ve ölüm, Üçüncü Dünya Savaşı kor­kusu insanlığın üstüne bir hayalet gibi çökmüş, onları tehdit et­mektedir... Peki, öyleyse insanlığın miras ve geleceği, kendi çıkar ve cinsel duygularını her değerden üstün tutan Batı insanının komuta ve acıması altında ne zamana kadar kalacaktır?

                        Zafer müjdecileri insanlığın kendi hevasının değil, Rablerinin egemen olduğu, -uzun bir aradan sonra başarıya ulaşacak- gerçek özgürlük, adalet ve kardeşliğe kavuşacak olan bir toplumu haber vermektedir. Nitekim Humeyni burada onlara, sürgünde iken tam bir güvenle dünyada İslamî bit* devrimin gerçekleşmesini beklediğini ve bunu "Lailahe illallah" diyen her muvahhid müslümanın, yalnız İran'da değil, yönetimi İslam'a ve İslamî hareketle­re karşı azmış bulunan bütün İslam ülkelerinin de beklediğini; Humeyni'yi Şah'a karşı muzaffer kılmakla şereflendiren Allah'ın, gelecekte bütün Humeynileri Şahlara karşı galip getireceğini vur­gulamıştı, bunun üzerine heyet İmam Humeyni'ye İslamî hareke­tin, İran'daki İslamî inkılabın hizmetinde, aynı zamanda maddi, bilimsel ve her türlü insan gücüyle her yerde destekçisi olacakla­rını ifade ettiler.

                        Heyette temsil edilen İslamî hareketler ise İhvan-ı Müslim’in-Türkiye Milli Selamet Partisi, Pakistan Cemaat-ı İslamî, Hindis­tan Cemaat-ı İslamî, Endonezya Maşumi Partisi Cemaati, Malez­ya İslam Gençliği ve Filipinlerdeki Cemaat-ı İslami idi."

                        Gerçeğe Benzeyen Bir Umut da Şudur ki: Hicri on dördüncü asırda Müslümanlar her alanda acı yenilgilere uğradılar. Ama -Allah'ın lütfü olarak- umutlarım kesmediler, teslim olmadılar, di­rendiler; İslamî hareket liderlerinin komutasında bu yüzyılın son senesinde mücadelelerini açık bir zaferle sonuçlandırıncaya ka­dar bir sürü şehit verdiler. İnanıyoruz ki, Hicri on beşinci asırda İslam, değer ölçülerini ve yerini savunmak için cihadını sürdüre­cektir. Bu kez İslam, dünyayı materyalizmin karanlığından, zulmünden, sömürüsünden kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak, insan­ların davranışları ile vicdanı arasındaki mücadelesine son ver­mek, bilim ile din, ekonomi ve siyaset ile ahlak, dünyayla ahire* ayrımlarını kaldırmak ve insanın inşan kardeşiyle İslam şeriatının güven, adalet ve özgürlüğünün gölgesinde kardeş olacağı bir dünyâ kurmak için savunma durumundan hücum durumuna ge­çecektir.

                        "Onun haberini bir süre sonra gayet iyi anlayacaksın." (Saad: 38/88)

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                          Şeyh Said Şaban, Lübnan

                          İran Allah'ın ayetlerinden bir ayettir. Devrimini mucizeler gibi değerlendiriyorum. Kara, deniz ve hava kuvvetlerine sahip olma­yan 80 yaşındaki bir adam, kendisini dinleyip itaat eden halk va­sıtasıyla Ortadoğu'da en büyük devrimi gerçekleştirdi. Devletle­rin denge denklemlerini değiştirmeyi başardı. Afgan halkı karakter itibarıyla bedevilere benzeyen bir halktır. İran halkından da­ha şiddetli çarpışır savaşlarda. Ganimet paylaşmasına sıra gelin­ce Cahiliye dönemindeki Arapların yaptıkları paylaşma usulüyle iş neticelenir.

                          Ama imamdan sonra ne olacak? Tabii ki devrimden çok kork­maya başladık. Özellikle de birkaç bakış açısı veya bir noktaya kadar da olsa değişik görüşler belirlendiği sırada. Gazeteler ve dünya haber ajansları İran içerisinde birbirlerine karşı yönelişle­rin varlığını pekiştirmeye çalıştıkları esnada. Fakat Seyyid Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı ve birçok yetkililerle görüştüğüm bu ziyaretimden sonra, yayılan dedikodunun olayın gerçek boyutun­dan daha büyük mü veya daha küçük mü olduğu belirdi bizlere.

                          Şüphesiz ki ortalıkta dolaşan dedikodular ihtilafları çok büyü­tüyor. Realite ise bunun aksinedir. Görüş ayrılıkları yasal devlet­lerle kimi ilişkilere girmeye karşı değil. Yeter ki hareket noktası İslam olsun. Bazıları da diyorlar ki biz Amerika veya diğer dev­letlerle ilişkilerin kurulup filizlenmesini arzulamıyoruz. Çünkü Amerika, bizler için bela ve felakettir. Büyük şeytandır. Gerçek şu ki herkesin görüşü kendisini bağlar. Her iki görüşün de şer'i naslara, seri siyasete ters düştüğünü söyleyemem. Şayet İran'lı müslümanlar, mezheplerini ve risalete dayalı çizgilerini muhafa­za edip, İslam'ı dışarıya aktarabiliyorlarsa, bu Müslümanların yapmaları gereken bir işti zaten. Zira islam bütün alemler için gönderilmiştir. Ama şüphesiz ki İran'lı Müslümanların hepsi de bu devletin gelişmesi ve ilişkilerin sağlam olabilmesi için en gü­zel, en erdemli yolu araştırıyorlar.


                          Yorum


                            #14
                            Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                            Dr. Haluk Gerger, Türkiye

                            Bu yazının amacı, Ayetullah Humeyni'yi ve tarihsel mirasım bir uluslararası ilişkiler uzmanının perspektifiyle incelemektir. Bu açıdan bakıldığında akla ilk gelen de tabii emperyalizm olgu­su olmaktadır. Ortadoğu'nun müslüman kitleleri yüzyılın çok üzerinde surelerle ifade edilebilecek bir zaman diliminde sömür­gecilik ve emperyalizmin tasallutuna uğramış, sömürülüp baskı altında tutulmuş ve ona.karşı mücadele verip kan akıtmıştır. Ne var ki, aynı kitleler gene, bu temel gerçeğe karşın, sahte din adamları ve işbirlikçi politikacılar eliyle İslam dininin çarpıtılıp doğrudan emperyalist çıkarlar uğruna kullanılmasına engel ola­mamışlar, aksine bu yönde manipülasyonlara hep açık olagelmiş­lerdir. Giderek de, yabancı çıkar odaklarıyla onların yerli ortakla­rı tarafından yaratılan sahte bir Müslümanlık anlayışı gericiliğin ve emperyalizmin aracı olmuş, aldatılan müslüman yığınlar da karanlık hesaplara alet edilmişlerdir. İşte bu noktada, Ayetullah Humeyni'nin emperyalizm anlayışı ve ona ilişkin tavrı müslüman kitleler ile genel olarak İslam dünyası açısından tarihsel bir dö­nüm noktasının başlangıcını oluşturmuştur. Denilebilir ki, geniş müslümarı kitleler açısından Humeyni militan bir antiemperyalizm yaratmış, beynelmilel sermayenin sömürü ve baskısına baş­kaldırısın da simgesi olmuştur.

                            Humeyni, emperyalizm olgusunu çarpıcı bir bilinç ve netlikle islam dünyasına şöyle açıklamıştır:

                            "Bazılarının düşünce alanı son derece sınırlı olduğu... için, Ayet-i Kerime'de sözü edilen 'haram yiyicilik'ten, yalnız mahallelerindeki köşe başındaki bakkalın eksik tartmasını anlarlar... Beyt-ül mal'ın nasıl soyulduğunu, petrolümüzün nasıl çalınıp çırpıldığını, yabancı şirketlerin temsilciliği adı altında ülkemizin nasıl pahalı ve gereksiz yabancı mallara pazar kılındığını, bu yol ile halkın parasının nasıl onların ve yabancı sermayedarların ce­bine aktarıldığını bir türlü kavrayamazlar. Petrolümüzü, çıkartıl­dıktan sonra kaldırıp götürürler, bir miktarını da kendileriyle iş­birliği içinde olan hakim zümreye verirler ki, o da başka yollarla yine kendi ceplerine döner... İşte bu geniş çapta, milletlerarası çapta bir haram yiyiciliktir. Dehşet verici ve en tehlikeli münkerlerden biri işte budur." Bu kavrayışın İslam dünyasında yarattığı politik bilinç, yüzyılların boyun eğişini, hatta emperyalizme hiz­meti ve buna dayanan egemenlik ilişkilerini derinden sarsmış, mazlumlar evreninde kurtuluş yönünde geniş ufuklar ve umutlar yaratmıştır. Sanırım, İslam dünyasına sokulan bu girdi, bu veri çağımız uluslararası ilişkiler denklemini ve dış politika uygula­malarını köklerinden kalıcı olarak etkilemiştir.

                            Kuşkusuz Ayetullâh Humeyni aynı zamanda bir eylem ada­mıydı. Yaptığı ilk ve temel şeyse, mazlum ulusların dünyasında emperyalizmin işbirlikçisi tepeden tırnağa silahlı bir zulüm yöne­timini devirerek ona ve çıkarlarına büyük darbeler vurmaktı. Bu, bir yandan emperyalizmin ve ona dayanan kozmopolit uzantı ye­re] yönetimlerin özgüvenini ölümcül biçimde sarsar ve uzun yıllar içinde oluşturdukları sömürü yapılarını yıkarken, öte yandan da ezilenlerin dünyasında umut ve yeni kararlılık tohumlan ekmek­teydi. Bu yapılana koşut olarak da, İran Devrimi, haksız ulusla­rarası düzenin temel dayanaklarına karşı girişilmiş bir başkaldırıyı simgelemekteydi. İran Devrimi, uluslararası sistemi temelin­den yıkmaya yönelik bir ideolojik söylemle zafere ulaşmış, siste­min özünü ve varlık nedenini oluşturan sömürü ve baskıya karşı yine sistemin uyuşturmuş olduğu yığınlarla birlikte başkaldırmıştır. Ve nihayet Humeyni ve İran Devrimi, emperyalist Batı kültürünün evrensel üstünlüğü yönünde ezilenlerin dünyasına dayatılmış değerler sistemine, yani çağdaş uluslararası düzenin temel kültürel ve sosyo-ekonomik temellerine indirilmiş bir darbe olmuştu. Emperyalizmin bütün gücüyle giriştiği saldırılara karşı halkın özgücüne ve özveri geleneğine, onun dinamizmine ve ta­rihsel/ahlaksal haklılığına, uluslararası dayanışmaya ve ezilenle­rin kardeşliğine dayanan direniş ruhu, Müslüman kitleleri ve hatta tüm mazlum halkları sarmış, Humeyni'nin mirasının ayrıl­maz parçasını oluşturmuştur. ABD Başkanı Carter'ın İran'la dip­lomatik ilişkileri kesme kararına Humeyni'nin gösterdiği tepki bugün hala tüm ezilenlere örnek olacak niteliktedir. Humeyni bu konudaki mesajında halkına şöyle seslenmiştir:

                            "Onurlu İran halkı; ABD ile İran ilişkilerinin kesildiği haberini aldım. Şayet Carter yaşamında ezilenler lehine herhangi bir şey yaptıysa, işte o bu ilişkilerin kesilmesidir. Dünyayı yutan bir yağ­macı ile kendini uluslararası yağmacıların pençesinden kurtar­mak için ayağa kalkmış bir ulus arasındaki bir ilişki her zaman ezilen ulusun kaybı olacaktır ve ezenin çıkarları yönünde işleye­cektir. Bu ilişki kesme kararını hayırlı bir gelişme olarak düşü­nüyoruz; Amerikan hükümetinin İran'dan tüm umutlarını kesti­ğini göstermektedir. Militan İran halkı, baskıcı bir süper gücün iliş­kileri kesmeye ve tüm yağmasını ortadan kaldırmaya zorladığı bu zafer şafağını kutlamakta haklıdır." Günümüz dünyasında bu kararlı militan tavrın erdemi ve gerekliliği çok daha açık bir bi­çimde görülmektedir. Bir ünlü asker en çok korktuğu silah konusunda şöyle demiş­tir: "Bence en korkutucu ve etkili silah tel örgülerdir. Çünkü on­lar saldırgana karşı bir ulusun kendini savunma irade kararlılığı­nın açık simgesidirler. Bir saldırganı en çok korkutacak şey de budur." Gerçekten de saldırganlara karşı en etkili silah bir halkın vatan toprağını, yaşam biçimini, namusunu ve onurunu, hakkını ve adaleti korumadaki kararlılığıdır, özgücüne güvenerek direnmesidir. Tüm olumsuz iç koşullara karşın emperyalizmin tam desteğindeki Irak saldırısına karşı verilen ödünsüz savunma sa­vaşı, bir yandan uluslararası karşıdevrime, öte yandan da yerel işbirlikçiliğe karşı "savunma karırlılığını yaşama geçirilmesiydi. Humeyni yönetimi bu tavrını daha geniş olarak bölgeyi savun­ma anlamında Filistin konusunda da göstermiş ve mazlumlar arası dayanışmanın ve direniş kararlılığının bir başka önemli örneği­ni vermiştir. Dar milliyetçiliğin ve şovenizmin yıkıcı etkilerini yadsıyan, ezilenler arasında evrensel bir dostluk ve dayanışma anlayışına dayanan bu enternasyonalizm özellikle Ortadoğu'da yankı bulmuştur. Emperyalizmin saldırılarına bugün her zaman­kinden daha fazla hedef olan Ortadoğu'da bu anlayışın ve buna dayalı bir geleneğin yaratılmasının acil önemi ise ortadadır.

                            Sonuç olarak, Humeyni, Müslüman dünyasına, uluslarası iliş­kilere yönelik olarak, sömürü ve baskının kaynağı emperyalizmin olgusunu bütün açıklığıyla net bir biçimde getirmiş, emperyaliz­me karşı militan direniş ve başkaldırı, ezilenler arasında da kar­deşçe dayanışma kavramlarını, pratik örnekleriyle birlikte yer­leştirmiş, bunlara ilişkin kalıcı değerleri vicdanlara kazımıştır. Humeyni'nin tüm Müslümanlara öğütlediği şudur: "Vazifemiz mazlumlara destek, zalimlere düşman olmaktır... Bugün nasıl olur da ecnebi hizmetkarı kimselerin, ecnebilerin. yüz milyonlarca müslümanın servetine ve elinin emeğine sahip çıktığını görür, suskunluk içinde ve hareketsiz kalabiliriz? Bütün Müslümanların ödevi, bu zalimane duruma son vermeleri"dir. Humeyni'nin dış politikaya ilişkin şu perspektifi günümüzde insanlığın temel bir gereksinimini ve özlemini karşılamaktadır: "Adalet, ancak öteki devletlerle olan ilişkilerde de gözetilirse gerçek anlamına kavu­şur."

                            Kuşkusuz bu anlayışın teorik ve pratik sorunları, sınırlılıkları, toplumsal yaşamın Öteki alanlarına getirdikleri, öteki inanç ve düşünce sistemleriyle ilişki ve etkileşimleri, genel olarak "kurtu­luş teolojisi" vb. konular eleştirel bir biçimde araştırılmalı, geniş bir hoşgörü ortamında tartışılmalıdır, inanıyorum ki, Ayetullah Humeyni'ye saygının ve mirasına sahip çıkmanın yolu da buradan geçmektedir. Emperyalizmin saldırganlığının korkunç boyut­lara ulaştığı ve Ortadoğu'nun temel hedef seçildiği günümüzde antiemperyalist dayanışmanın hayata geçirilebilmesi için her inanç ve düşünceden dürüst insanların işbirliği içinde kendi olumluluklarını evrensel mücadeleye taşımaları gerekmektedir. İslam dünyası ve gerçek Müslümanlar açısından Ayetullah Humeyni'nin antiemperyalist mücadele ve dayanışma perspektifleri, sahip çıkılıp ezilenlerin davasına sunulması gereken bir miras ol­maktadır.

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: İNKILÂP İÇİN NE DEDİLER

                              Yaşar Kaplan, Türkiye

                              İran'ın İmam Humeyni (ra.) çizgisindeki inanmış halkı, yir­minci yüzyılın son çeyreğinde İslamî temellere dayalı bir inkılâba kalkışarak dünyanın patronu durumundaki büyük devletler tara­fından kurulmuş olan dünya düzenini sarstığı ve bazı hesapları boşa çıkardığı için İran "suç işlemiş bir ülke" olarak görülmüş ve yıllardan beri suçlu muamelesine maruz bırakılmıştır. İran'ın suçlu ilan edilmesine gerekçe olarak ne gösterilirse gösterilsin, tek neden İran'ın İslâm yolunu, yani hürriyet ve özgürlük yolunu, kula kulluk etmemek yolunu, Allah'tan (c.c.) başka boyun eğilme­ye değer bir varlık tanımamak yolunu, Allah'ın tayin etmiş oldu­ğu kaderden başka hiç bir kadere razı olmamak ve şeytanî güçle­rin kader yerine geçmek üzere zorla benimsetmek istediği hayat tarzına karşı bütün gücüyle direnmek yolunu tercih etmiş olması­dır. İran'ın gerçek suçu, hürriyetin bedelinin çok yüksek tutuldu­ğu ve birçok ülkenin bu bedeli ödemeyi göze alamadığı için hürri­yet peşine düşmekten vazgeçip zillete razı olmak zorunda bırakıl­dığı şu çağda, İmam Humeyni'nin tutarlı ve dirayetli rehberliğin­de bu kadar pahalı bir bedeli ödemeyi göze alarak hürriyetini zor­la da olsa ele geçirmeyi başarabilmiş bir ülke olmasıdır. Mademki İran, İslâm'ı bütün kurumlarıyla bu çağa taşımaya kalkışmak gibi bir suç(!) işlemiştir, bunun bedelini ödemeye de hazır olma­lıydı.

                              İmam Humeyni, bu uzun yolun ne kadar zor ve çileli olduğunu bildiğinden, her şeyden önce, ülkesinde Allah'ın dini ve İslâm'ın izzeti için canlarım feda etmeye hazır milyonlardan oluşan bir kitlenin yetişmesine hayatını vakfetmiştir. İran'da yıllardır sür­dürülen eğitim çalışmaları sonucunda, Allah'a kurban olsun diye milyonlarca insan yetiştirilmiş ve bu sayede küfür sistemi dize getirilmiş, arzu edilen İslamî sistemin tesisine doğru ciddi bir adım atılabilmiştir.

                              İmam Humeyni iddia ediyordu ki yönetim biçimlerin en iyisi İslamî yönetim biçimidir. Bu iddiasını daima ısrarla savunmuş, halkına daima hedef olarak bunu göstermiş ve halkını da bu ger­çeğe inandırmıştır. Sonunda O'nun istediği şeyi halkı da istemiş ve hep birlikte arzuladıktan şeyi vermesi için Rablerine yönel­mişlerdir.

                              imam Humeyni, bir inkılap rehberi olarak, âlim, arif, filozof ve fakih bir zat idi. Bunu da siyasî ve içtimaî sahadaki birçok isabet­li içtihatlarıyla ispatlamıştı. İmam Humeyni, davası ile öylesine özdeşleşmişti ki, O'nun bir yerde isminin geçmesi veya resminin görülmesi bile artık İslâm'ın gündeme gelmesine yetmekteydi. O'nun ismi ve cismi acaba niçin bu kadar etkili olmaktaydı? Çün­kü İmam, zamanın en büyük istikbarı ve en büyük şeytanı duru­mundaki Amerika ve işbirlikçileri ile korkusuzca savaşa tutuş­muş, İslâm'ın aslını hiç bir tehditten çekinmeden ortaya koymuş ve hiçbir zaman halkın kendini destekleyip desteklemeyeceği hesaplarına girmeden, sadece Allah'a güvenerek yoluna devam et­meye çalışmış birisi idi. Fakat Iran halkı İmamlarını bu yolda yalnız bırakmamış, İmamlarına güvenerek onun peşine takılmış ve gösterdikleri hedeflere ulaşmak için ne gerekiyorsa onu yap­maktan da çekinmemiştir. İmamlarının "Allah'tan korkunuz, bil­mediklerinizi size öğretir.'' ölçüsünü sürekli olarak hatırlatması ve canlı tutmaya çalışması neticesinde bu insanlar, ortaya koy­dukları tavizsiz mücadelelerinde ve gerçekleştirdikleri inkılablarında insanlık tarihine anlam kazandıran büyük insanların, Ne­bilerin, şanlı İslâm erlerinin yaptıklarını tekrarlamaya özenmiş­ler, onlar gibi olamayacaklarını bile bile onlar gibi olmaya çalış­mışlardır. "Savaşımız iman savaşıdır" diye haykıran bir İmam'ın, "Benim savaşım, milletimin savaşıdır." ilkesiyle hareket eden bir İmam'ın işaretleriyle, "Bizim savaşımız Müslüman milletin sava­şıdır, dünya Müslümanlarının ve müstaz'aflarının savaşıdır." şu­uruna ermiş milyonlarca Allah erinin sağlam bir duvarın tuğlala­rı gibi birbirine kenetlenerek küfrün üstüne yürüdüğü bir toplum düşününüz. Bu toplumda, çağdaş şeytanların süperlik imajları yıkılıyor, hiçbir süper gücün soğuk savaş taktikleri bu toplum karşısında tutmuyor.

                              İmam, sorumluluk taşıyan bir lider olarak ortaya koyduğu tu­tarlı davranışlarıyla daima kendine güvenen halkına layık olma­ya çalışmış ve fazlasıyla layık olmuş; ona inanan ve onu izleyen halk da İmamlarına layık olmaya çalışmış ve bu ideal Rehber-Halk beraberliği yirminci yüzyılın son çeyreğinde İlahî harekete yirmi birinci yüzyıl boyunca bile hızının kolay kolay kesilmeyeceğine inandığımız bir ivme kazandırmıştır.

                              İmam Humeyni ne yapmıştı ki bu kadar başarılı bir harekete öncülük edebilmişti? Önün bu başarısını, sahip olduğu rehberlik anlayışında aramak gerektiği kanaatindeyim.

                              İmam Humeyni'nin rehberlik veya liderlik anlayışı hiçbir za­man tek adam olma heveslerine dayalı olmamıştır. İmam, emre­den, nehyederi, yeni yeni hükümler koymaya kalkışan bir lider gi­bi olmaya hiç özenmemiş, sadece İslam adına bildiği şeyleri in­sanlara hatırlatmaya ve İslam'ın doğrularım topluma yerleştir­mek için çalışmakla yükümlü olduğumuzu, bu yükümlülüğün savsaklanamaz, devredilemez ve ertelenemez bir yükümlülük ol­duğunu anlatmaya çalışmıştır.

                              İran toplumunu yakından tanımayanlar, öteden beri, ilk bakış­ta İran'da bir otorite boşluğu, bir başıbozukluk ve bir belirsizlik olduğu izlenimi edinmişlerdir. Bu izlenim, hakikaten İran'da böy­le şeylerin olmasından değil, yabancı bakışların İran toplumunun sosyal dinamiklerini bir anda kavramakta güçlük çekmesinden kaynaklanmaktadır. Bu güçlükler nedeniyle olacak ki, birçok si­yasi değerlendirmeci zaman zaman İran'da bir otorite boşluğu ol­duğundan söz edip durmaktan bir türlü vazgeçmemişlerdir. Fa­kat gerçekte böyle bir otorite boşluğu İran'da benim takib edebil­diğim kadarıyla hiçbir zaman var olmamıştır. Siyasi yorumcuları yanıltan şey neydi? Siyasi yorumcuların açıklamakta güçlük çek­tikleri şey, kanaatimce, devrim gerçekleştirmiş bir ülke olarak İran'ın diktatörsüz olmasıydı. İran'da her şeyi elinde tuttuğu zan­nedilen bir insan vardı, fakat bu insan da tarihin tanıdığı "güçlü insan" veya "iktidar sahibi lider" imajından çok farklı bir portre çizmekteydi. Bu öyle bir liderdi ki, arkasına takılan milyonlarca insanın efendisi değil hizmetçisi olduğunu söylüyordu. Onlara emir veren değil, başta kendisi olmak üzere inanmış insanlar ola­rak, kul olarak hep birlikte yapmak zorunda oldukları şeyi hatır­latan birisi gibi hareket ediyordu sadece. Kudretini sergilemekle prim yapmaya çalışmıyor, bir inkılâbın lideri olarak başta kendisi olmak üzere, Yaratıcı karşısında ne kadar aciz olduklarını anlat­maya önem veriyordu. Bütün bunlar, tabii ki siyaset bilimcilerin ye gözlemcilerin kafasını karıştıran şeylerdi. Bunun için de, İran'daki Rehberiyet makamının gücünü çok iyi bilmelerine rağ­men, bu makam, dünyanın tanıdığı diğer makamlardan hayli farklı özelliklere sahip olduğundan, zaman zaman siyaset bilimci­lerin yanılmasına, İran'da otorite boşluğu olduğunu zannetmele­rine ve siyasal yorum yapıyoruz diye bu tür sayıklamalarda bu­lunmalarına yol açabiliyordu. Oysa İran'da başta Rehberiyet makamı olmak üzere bütün etkili ve yetkili kişiler de dahil, herkesi aşan, çok etkili bir otorite vardı ki, bunun adı da fıkıh’tı. Hala da öyledir ve hep öyle kalacaktır, kanaatindeyim. İran'da her aşa­mada duruma hakim olan bir otorite aranıyorsa, bu otorite fıkıh'tır. İşte İmam Humeyni'nin öteki liderlerden farklı olduğu bir başka nokta daha ortaya çıkmaktadır burada: İmam, kendi gücü­nü sergilemek sevdasıyla İslami kurumlan (Rehberiyet gibi, fıkıh gibi kurumlan) geri plana itip de kendi kişiliğini ön plana çıkar­maya kalkışmamış, kendisi de her kul gibi ancak kullukta yarış­maya özenmiş, kendisini İslam'ın konulmuş kurallarının üstünde görmek gibi bir bedbahtlığa düşmeden tıpkı her kulun yapması gerektiği gibi, İslam'ca konulmuş ölçülere riayet etmekte en önde olmaya çaba sarf etmiştir.

                              İmam Humeyni, ilim ve takva sahibi örnek bir Müslüman ol­masının yanı sıra yirminci yüzyılın en önemli siyaset adamlarının başında yer almakta idi. Siyasetçiliği söz konusu olduğunda ise, en dikkat çeken özelliği iyi bir teşkilatçı olmasıdır. Her siyasinin iyi bir teşkilatçı olması gerektiği düşünülerek, aradaki fark bazen gözden kaçırılabilir. Fakat iyi siyaset yapan, yani siyasi düşünce­lerinde kendi inanışı içinde gayet tutarlı olan ve isabetli kararlar verebilen ama bunun yanı sıra iyi teşkilatçılık yapamayan pek çok lider tanımaktadır dünyamız. İyi siyaset yaptığına inanıldığı hal­de çevresindekileri örgütlemede başarısızlığa uğrayan, dolayısıy­la siyasetçiliği sadece lafta kalan birçok insanın varlığı hatırlana­cak olursa, her siyaset adamının mutlaka iyi bir teşkilatçı kabul edilemeyeceği de anlaşılacaktır. Kabul etmek zorundayız ki, İmam Humeynî hem siyasetçiliğiyle, hem de teşkilatçılığıyla ba­şarılı bir insan olduğunu kanıtlamıştır.

                              İmam Humeyni, hiç beklenmedik bir asırda, hiç beklenmedik bir toplumda, hiç beklenmedik bir şekilde bir mücadele ateşi yak­mış ve bu ateşi ancak kontrol altında tutarak, gerek İslami hare­ket açısından, gerek insanlık açısından son derece önemli buldu­ğumuz ve yüzyıllardır İslam aleminin görmeye hasret olduğu bir hareketin doğuşuna zemin ve imkan hazırlamanın yollarını araş­tırmış büyük bir mücadele ve strateji adamıdır. Bu konudaki bü­yüklüğünü, gerek inkılab hazırlıkları içinde bulundukları aşama­larda, gerek İnkılab'ın başarıya ulaşmasından sonraki aşamalarda takip ettiği metot ve kurduğu beşeri ilişkiler ağında görmek mümkündür.

                              Mücadeleli hayatı boyunca takip ettiği strateji grafiğine baktı­ğımız zaman, İmam'ın en büyük özelliğinin hedefi tekleştirmesi ve netleştirmesi olduğunu görürüz. Müslümanların İran sathında giriştiği uzun ve çileli tevhidşirk mücadelesinde, İmam Humeyni hedefleri çoğaltmamış, daima azaltmış ve giderek tek bir hedef göstererek bütün dikkatlerin bu hedef üzerinde toplanmasını te­min etmeye çalışmıştır. Hıncını ve öfkesini Müslüman gruplara değil, sadece kafirlere ve onlarla işbirliği içinde bulunan müna­fıklara yöneltmiştir. Müslüman gruplara, özellikle inkılaba güç verecek durumda olan çevrelere karşı ise daima anlayışlı, yapıcı, merhametli, birleştirici bir siyaset takib etmiştir. İmam’ın hiç çe­kinmeden eleştirdiği, tutumlarına açıkça karşı koyduğu kişi veya çevreler de olmuştur, ama bu eleştirilerini zamanına ve yerine göre en etkili olacak şekilde yapmasını bilmiş, rast gele ve aklına estikçe sağa sola saldırmak şeklinde bir eleştiri mantığıyla hare­ket etmekten sakındırmıştır. Sertliğini,, yıkıcılığını, gazabım ve hıncını daima kontrol altında tutmasını ve doğru hedeflere yö­neltmesini bilmiş; daima tek hedef olarak seçtiği kafirlerden baş­ka kimseye hınç duymamıştır. Çeşitli Müslüman gruplarla görüş ayrılığı içine düşmüş olsa bile onları hiçbir zaman harcamak veya vakitsiz bir şekilde hareketin dışına itmek gibi bir yanlışa düşme­miş, onları eleştirmekle ve düzeltmeye çalışmakla birlikte hare­ketin içinde tutmasını da başarmıştır. İmâm'ın çıkış noktası hiç­bir zaman adam harcamak ve dışlamak olmamış, tam aksine, adam kazanmak ve çemberi daima genişletmek noktasını gözete­rek hareket etmiştir. Fakat bu tutumu O'nu temel görüşlerinden taviz vermeye de götürmemiştir asla. İmam'ın en büyük özelliği ve çağlara damgasını vuracak bir hareketin mayalanmasında gösterdiği mahareti de işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kendi doğrularını gerektiğinde yüksek sesle haykırmaktan geri durma­mıştır, ama daha ortada fol yok yumurta yokken de kimselerle gereksiz yere kinci bir şekilde inanç veya metot tartışmalarına girmemiş, kimseleri zamansız bir şekilde yıpratmak veya kaçır­mak gibi bir hataya asla düşmemiştir. Müslümanlar arasında çe­şitli konularda fikir ayrılıkları olsa dahi, daima birlikte hareket etmek gerektiği tezini işlemiş ve eleştirilerini de bu tezinden vaz­geçmeden ortaya koymuştur. Amacı küfür ve şirk düzeninin def­terini dürmek olan herkese kapıyı açık tutmuş, inançta netleşme veya fikir birliği içinde olma adına asla dışlayıcı, tekfirci, ithamcı ve dolayısıyla parçalayıcı olmamış; daima bütünleyici, derleyip to­parlayıcı olmaya, insan kıymeti bilmeye ve insanı en iyi şekilde değerlendirmeye özen göstermiştir.

                              İmam'ın hayatındaki asıl hedefi mevcut tağuti rejimle hesap­laşmak olduğu halde; bu rejimin kurumlarında çalışılmasına, hatta rejimin ordusunda, polisinde, gerekiyorsa ve yapılabiliyorsa en hassas birimlerinde bile çalışılmasına karşı çıkmamış; rejimin kurumlarında çalışanlara "rejimin uşağı" veya "düzenin adamı" damgası vurmak gibi ucuz ve seviyesiz bir siyaset takib etmeye tenezzül etmediği gibi buna izin de vermemiş; insanların nerede bulunduğuna değil, ne için bulunduğuna dikkat etmiş; düzenle uğraştığı kadar kendini yetiştiren medrese kurumuyla da canını dişine takarak uğraşmış, ama bununla birlikte insanların ileride başlaması muhtemel bir kıyam hareketi içinde alacakları rolleri düşünerek kimseyi harcamak yoluna gitmemiş, daima ileriye bakmış, ileride olabilecek şeyleri düşünmüş ve daima ileri görüş­lü birisi olarak hareket etmeye çalışmıştır. Yapmak istediklerini, hareketi omuzlayacak kitleyi dağıtmadan ve kimsenin hareketin aleyhine dönmesine kapı aralamadan yapmaya çalışmıştır.

                              İmam, bilebildiğimiz kadarıyla mezhep taassubunu da aşmış birisidir. Dünya Müslümanlarına hedef gösterirken mezheplerin boyunu aşan veya bütün mezheplerin itirazsız ve ortaklaşa ola­rak benimseyebilecekleri hedefler göstermiştir. İmâm Humeyni rehberliğindeki İranlı Müslümanların hepsi de temelde bir mez­hebe mensüb ve hepsi de Şia kültürüyle yetişmiş oldukları halde, İnkılab'ın geleceğini mezhebi esaslar üzerinde oturtmamışlar, dünya Müslümanlarını kendi mezheplerine çağırmamışlar, her müslümanın ortak olarak benimsediği değerlere, Allah'ın dinine ve bu dinin icablarını yerine getirmeye çağırmışlardır.

                              Allah'ın dininin ve kullarının izzeti için çalışan bütün Müslümanların istikametleri doğru ve yolları açık olsun.

                              Vefat edenlerin cenaze namazlarından önce cemaate şu soru sorulur: "Ey cemaat! Merhumu nasıl bilirsiniz?" Cemaat hep bir­likte cevap verir: "İyi biliriz."

                              Biz de, İmam'ın cenaze namazının kılındığı o unutulmaz an hafızalarımızdan hiç silinmemiş gibi davransak ve bu geleneğe uyarak sorsak insanlara, desek ki: "Ey insanlar! Merhumu nasıl bilirsiniz?" Böyle bir soruya gelecek cevaplarla aydınlık ve unu­tulmaz bir biyografi yazılacaktır zihinlerde.


                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...